● Ârifde, ilmi nisbetinde, yokluk ve kendinden geçmek artar. Yakınlığı nisbetinde dûr olur. [Uzakda görür]. 4/111.
● Ârifin kendini kusûrlu görmek büyük ni’metdir. 6/214.
● Âriflerin kalbleri, Hak teâlânın büyüklüğünün tecellîsinde kendinden geçmişdir. 4/125.
● Ârif, kendi yokluğuna âlim [kendi yokluğunu bilir] ve kemâl sıfatlarına âlim olunca [bilince], matlûbun kapısı açılır. 5/82.
● Ârif, aslına kavuşdukdan sonra, rücû’ ederse [geri dönerse] irşâd ile şereflenir. 4/219.
● Ârifin bâtını [kalbi, rûhu] zâhirinden ve bütün mahlûklardan uzakdır. Zâhirin gafleti, bâtına sirâyet eylemez. 5/5.
● Âşık-ı sâdık [sâdık olan âşık], Peygambere uymakda sağlam [azîmli] olandır. 5/99.
● Âşıkdaki kemâlât, Allahü teâlânın kemâlâtından bir nûrdur, şu’âdır. 6/71.
● Akllı odur ki, bu dünyâdaki sayılı nefesleri ile ebedî hayâtı ele geçire. 6/211.
● Âlem-i asgar [en küçük âlem] insanın kalbidir ki, zât ile münâsebeti diğerlerinden fazladır. 6/139.
● Âlem-i sagîr insandır ki, âlem-i halk ile âlem-i emrden meydâna gelmişdir. 6/139.
● Âlem-i kebîr, Arşın altında ve Arşın üstünde olanlara denir. 6/139.
● Âlem-i halkın yakınlığı asldır. Âlem-i emrin yakınlığı zıllidir. 5/1.
● Âlem-i emrin âlem-i halkdan çok bakımdan üstünlüğü var ise de, umûmî üstünlük âlem-i halkadır. 6/2.
● Âlem-i misâl, âlem-i şehâdet gibi mevcûdâtdandır. Vehm ve hayâlin dışında vardır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]
● Âlem-i misâlde, akldan geçenlerin ve ma’nâların dahî bir sûreti vardır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]
● (Fesâd zemânında ibâdet etmek, bana hicret etmek gibidir.) Hadîs-i şerîf. 6/68, 1/85. [Mektûbât Tercemesi: 135.]
● İbâdetin en iyisi zikrdir. Ve zikrin üstünlüğü, Allahü teâlâda fânî olmakdır. 4/51. [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]
● İbâdetde lezzete bağlanmıyalar. İbâdet ederken lezzet hâsıl olur ise, ni’metdir. 4/92.
● İbâdetin kabûl olması, üstünlüğü, ma’rifete bağlıdır. 5/61. [Kıyâmet ve Âhıret: 99.]
● İbâdetin kabûle yakın olanı, kulun varlığı arada olmıyanıdır. 4/187.
● İbâdetden maksad, zahmet ve güçlük çekmekdir ki, nefs ile düşmanlıkdır. 4/92.
● İbâdın kulûbü, [kulların kalbleri], Hak teâlânın tasarrufundadır. Murâdına [isteğine] göre çevirir. 5/121.
● İbâreler ve işâretler, zıllere ve sıfatlara bağlıdır. Aslın zuhûrunda kalmazlar. [Asl zuhr edince, ibâre ve işâretler kalmaz.] 4/144.
● Abdülhâlık Goncdüvânî, silsile-i hâcegânın başıdır. Hızır aleyhisselâmdan ilm almışdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]
● Abdülkâdir Geylânînin, “ayaklarım, Evliyânın hepsinin ensesi üzerindedir” [sözü], kendi zemânındaki evliyâya mahsûsdur. 6/24.
● Abdülkâdir Geylânî, emr-i ma’rûf ve nehyi anil münker eylemiş ve korku olunca da câiz buyurmuşdur. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Abdüllah ibni Mubârek, müstehabları yapmakda gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakda gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaşdırır. Farzlarda gevşek davranan da, ma’rifete kavuşamaz, buyurdu. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]
● Abd [kul], irâdesini sarf etmekde muhtârdır. Allahü teâlâ, yaratmakda muhtârdır. 5/137.
● Abd-i makbûl [makbûl kul], birkaç günlük hayâtı tâ’at ile geçirip, gaflet ile geçirmez. Geçim ve ni’met ile meşgûl olmaz. [Dünyâ ni’metlerini keyfine göre kullanmaz.] Bunların netîcesi pişmânlıkdır. 4/209.
● Abdin [kulun] Rabbi ile arasındaki perde, nefsidir. Âlem değildir. Kulun murâdı nefsidir. 6/110.
● Ubûdiyyet [Allahü teâlânın emrinden râzı olmak], zâhirî ve bâtınî olup, bâtınîsi de muhtelifdir. En çabuk ulaştıranı Nakşibendiyyedir. 5/10.
● Ubûdiyyet, Hak teâlâya muhabbet ve bunun alâmeti, ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmekdir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● Ubûdiyyet, kendi irâdesinden kurtulup, Hak teâlânın murâdı ile olmakdır. 4/80. [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]
● Ubûdiyyetin hakîkati, nefsin arzûları için olan tedbîrlerden geçip, Cenâb-ı Hakka tevekkül etmekdir. 4/79.
● Ubûdiyyetin bir kısmı beden ile tahsîl olunur. [Zâhirî a’zâ ile, maddî kuvvetler ile], diğer kısmı kalb ve rûha bağlıdır. 5/10.
● Ubûdiyyet, zillet [kendini hakîr bilmek] ve yokluk ve teslîm ve onun emrlerine bağlanmakdır. 5/4.
● Osmân “radıyallahü anh”, Enes “radıyallahü anh”ın yolda, bir bakışını [bir kadına bakışını] keşf etdi. 6/19.
● Adem, diğer ta’bîrle yoklukdur. Kadîm değildir. Ve kâinâtın aslıdır. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● Ademât-i mukayyede [kaydlı yokluklar], ilm-i ilâhîde mevcûddur. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● Ademin aslı ve menşe’i ilâhî kemâlâtdır ki, ilmde ortaya çıkmışdır. [Ma’rifet ile anlaşılabilir.] 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● Adem-i mukayyedin [kaydlı (şartlı) ademin] mutlak ademe bağlanması, nefsin fenâsından sonradır. 4/152.
● Adem-i mutlak ki [mutlak adem ki] sırf şerdir. Allahü teâlânın varlığına karşılık olmağa mecâli yokdur. [Karşılık olamaz.] 4/148.
● Adem sûretinde sâlikin örtünmesi, fenâ sûretinde sönmesi vardır. Örtünmüş [gizlenmiş olan] ortaya çıkıp, geri döner. 4/12.
● Adem, ism-i ilâhînin varlığının gelişinden ibâretdir ki, ârifin mebde-i te’ayyünü [te’ayyününün başlangıcı]dır. 4/12.
● Ademin [yokluğun] tarîkatdaki ma’nâsı, kendini ve kendi vasflarını anlamamakdır [idrâk etmemekdir]. 4/165.
● Ademden hakîkî fenâya geçeler ki, zılden asla kavuşalar. 6/82.
● Adem [yokluk] ki, cezbe cihetinde fânî olmakdır. Sâhibinin geri dönüşü câizdir. Zîrâ henüz tarîkatdedir. Ve cezbesi, sülûke zam olmamışdır [bağlanmamışdır]. 5/109.
● Adem, cezbe ile peydâ olmuş bir fenâdır. Fenâ, maksad olan varlığın istîlâsıdır. Yoklukda ârifin vasflarının örtünmesi, fenâda bu vasfların yok edilmesi vardır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]
● Ademi [yokluğu] veyâ mecnûn olmağı istemek, münâsip değildir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]
● Azâb-ı kabr [kabr azâbını, kabrde azâb] çekenlerin
na’ra ve çığlıklarını, insandan ve cinden başka bütün mahlûkât işitir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]
● Arşın üstü rûhlar âlemidir. Bu âlemde âlem-i emr latîfeleri vardır ki beşdir. 5/135.
● Arşa işâret eylemek, onun kayyumuna [varlıkda tutana] işâretin aynıdır. 4/5.
● Areftü Rabbî bi-cem’il izdâd. [Bütün zıdları cem’ etmesi ile Rabbimi bildim.] 6/181.
● Urûc [yükselmek], Hakka dönmeğe derler. Nüzûl [iniş], halka teveccühe [dönmeğe] derler. Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah, urûc ederken olur. Seyr-i anillahı billah ve seyri eşyâ billah, nüzûl yaparken olur. 6/137.
● Urûcda teveccüh Hak teâlâya olup, halk ile münâsebeti yokdur ki, uzlet ehli böyledir. 6/220.
● Uzlete ülfetden ziyâde râgıb olalar. [Uzlete, yalnızlığa, insanlara karışmakdan dahâ çok rağbet etmelidir.] Zâhir ilmlerden de uzak olmamalıdır. 6/50.
● Uzlet, yümünlü ve bereketlidir. Halkın hukûku ve Allah rızâsı için sohbet, uzlete mâni’ değildir. 5/29.
● Aşk-ı ilâhî, bâtının [rûhun] nasîbidir ki, bedende te’sîrleri gözükmez. 5/69.
● Aşkda merhamet yokdur. Katl eder ve diyet isterler [öldürürler, karşılığını isterler]. Ya’nî ibâdeti kaldırmazlar. 4/151.
● Aşk-ı ma’şûk [ma’şûkun aşkı], sevgisi gizlidir. Âşığın aşkı [sevgisi] ise, açık olup, coşar ve gürler [gürültülüdür]. 4/54.
● Aşk ve derd, insana diğer mahlûkat içinde üstünlük sağlamışdır. 4/114.
● İkâb [cezâlandırma] ve âhıret azâbı, kulun kesbi karşılığındadır. 5/137.
● Akl-ı fe’âl ki, filozoflar dokuzuncu seyyare derler. Ve
günlük hâdiseleri ona isnâd ederler. Böyle birşey yokdur. 6/87.
● Akllarının esîri olanlar [akllarına uyanlar], bu muhabbetin kıymetini bilmezler. 6/173.
● Aklî delîller, kanâat hâsıl etmekden başka, birşey bildirmez. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● Alâüddîn-i Attâr, zemânının kutb-ı irşâdı olmuşdur. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]
● İllet-i ma’nevî [ma’nevî hastalık], mâsivâya bağlanmakdan ibâretdir. 4/105.
● İllet-i ma’nevîye [ma’nevî hastalığa], çok zikr ederek, ilâc taleb edeler. 6/153. [Cevâb Veremedi: 362.]
● İlm için, rü’yet-i basar ve kalb [kalb gözü açık olması] şart değildir. 5/102.
● İlm, âlim ile berâberdir. 4/88.
● İlm ve bilmek mahalli sadrdır [göğüsdür]. 6/225.
● İlm-i husûlî sâhibi, zevk ve şevkdedir. Ve sohbeti zevk verir. 4/88.
● İlm-i zarûrînin mahalli kalbdir ki, te’alluk edeninin gayr-i cismânî olmasına mâni’ değildir. 6/62.
● İlm, hâl’in başlangıcıdır. İlm, havâs ve avâm içindir. Hâl, vecd ve kemâl ehlinin husûsiyetidir. 6/217.
● Ayn-el-yakîn [görerek bilmek], eser perdesi olmadan müessiri görmekdir. Ve görülende yok olmakdır. Ateşi müşâhede [görmek] gibi. 6/137.
● İlm ve amel ihlâssız makbûl değildir ki, rûhsuz beden gibidir. 6/189.
● İlm ve amel, islâm kitâblarında beyân edilmişdir. İhlâs, sofiyyeye hizmete bağlıdır. 6/189.
●
Gaybdan haber vermek, kalbden geçenleri bilmek gibi hârik-ul’âde şeyler, ehl-i
istidrâcda da bulunur. 4/182. [Kı-
yâmet ve Âhıret: 376, İslâm Ahlâkı: 559.]
● Bir vâsıta ile birşeyi bilmek konusunda ukalâ [akl erbâbı] demişlerdir ki, ma’lûm olan vâsıtadır, şey’in kendi değildir. 4/183.
● İlm-i ilâhî mücerred bir inkişâfdır. Ma’lûmun [bilinenin] görülmeden anlaşılmasıdır. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● İlm sıfatı, ayrıca sıfatdır. Te’alluk etdiği mâsivâdır. [Mâsivâ ile alâkalıdır]. Zât mertebesine ulaşamaz. Ve ilm ki zâtın kemâlidir. Mâsivâya te’alluk etmekden üstün ve yüksekdir. 5/105.
● İlm-i ezelî, eşyâya varlıklarından önce te’alluk eden ilmdir. 6/17.
● İlm-i mümkin, ma’lûm olan şeylerin sûretinin, âlimin nefsinde hâsıl olması iledir ki, âlimin değişmesine sebebdir. 4/156.
● “Gâfil âlimlerden, yaltakcı hâfızlardan, câhil tesavvufculardan kaçınmak lâzımdır.” 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]
● Eşyâ ilmi ki, aslında kâmil bir sıfatdır. Bağlanma olursa kötüdür. 4/156.
● Gayreti yüksek olan, devâmlı matlûbu arzû eder. Yok olacak olan şeye rağbet etmeğe değmez. 6/106.
● Tabî’at ve riyâzî ilmlerin incelikleri ile meşgûl olmak, en şerefli vakti zâyi’ ve mâlâya’nî ile meşgûl olmak ve belki akâidde gevşeklik meydâna getirir. Bu ilmlere bağlılık bir üstünlük olsa, onu, dîn-i islâmın sâhibi ihmâl eylemez ve selef-i sâlihîn yüz çevirmezlerdi. Onlar rağbet etmeyince, bunlarda kemâl dahî yokdur. 4/85.
● Ulviyyet ve süfliyyet [yüksek varlıklar ve aşağı varlıklar] ve cümle mahlûkât, nûr-i Muhammedîden “sallallahü aleyhi ve sellem” halk oldu. 4/113.
● Birkaç günlük ömr ki, ebedî mülk onun ile alınır. Çok kıymetlidir. Onu boşuna sarf eylemiyeler. 4/38.
● Birkaç günlük ömrü, en mühim işlere sarf edeler. Geceleri ihyâ etmeği, seherleri ağlamağı ganîmet bileler. 4/30.
● Ömr, her ân geçmekde, ecel-i müsemmâ yaklaşmakdadır. Bu kısa fırsatda, çok zikr ile meşgûl olmalıdır. 6/87.
● Ömer “radıyallahü anh”, hıristiyân kâtib kabûl etmedi. Câiz değildir, dedi. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]
● Ömerin gadabından korkunuz. Çünki, Allahü teâlâ gadab eder. 5/152.
● İhlâssız amel, rûhsuz kalıb gibidir ki, kabûl olması mümkin değildir. 4/31.
● Amel vaktinde ecr taleb etmek, kendini ecrden mahrûm eylemekdir. 4/61.
● Her amel ki, Allah rızâsı için ise, zikre dâhildir. 4/160.
● Kötü işler hâtırıma geliyor korkusu ile hayr ameli terk etmek câiz değildir. Amel et, tevbe et. 5/29.
● Ameli terk eylemeyeler ve ondan istigfârı dahî terk eylemeyeler. 6/186.
● Umûma azâb vâki’ oldukda, sâlihler magfiret ve rıdvana mazhar olur, hadîsi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Anâsır-ı selâsenin [üç unsurun] nasîbi, vilâyet-i mele-i a’lâya kadardır. Unsur-ı hâk’in [toprak unsurunun] nasîbi, nübüvvet mertebesinin kemâlâtındandır. 4/205.
● Avâm, hakîkat ehlinden yüz çevirirler. Ve mahlûkâtın ahvâlini bilmiyen, dahâ yüksek olan işleri bilmez derler. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]
● Avâmın bâtını zâhiri ile karışıkdır. Ve zâhirin gafleti bâtına sirâyet eder. 5/5.
● Avâmın ma’rifeti ile havâsın ma’rifeti bir değildir. 4/88.
● Avâmın ve ehassül-havâsın îmânı [başdakilerin ve sondakilerin îmânı] gaybî olup, ortadakiler şühûd lezzeti ile
doymuşlardır. 4/124.
● Îsâ aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü kudret sıfatıdır. 4/88, 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]
● Îsâ aleyhisselâm, bu ümmetin imâmına uyup, arkasında nemâz kılsa gerekdir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]
● Ayn [birşeyin esâsı], şey’in hakîkat ve mâhiyyetinden ibâretdir. 5/116.
● Ayn-ı sâbite ile tahakkuk, Evliyâlık kemâlâtındandır. 5/9.
● Ayn-ı sâbite, sâlikin mebde-i te’ayyünidir. Ve vilâyet ona kavuşmağa bağlıdır. 5/130.
● Ayn ve eserin yok olmasına başlamak, vilâyet-i kübrânın başlangıcındadır. Ve yok olmanın kemâli, onun sonundadır. Zîrâ zıllerden ve enfüsün bağlarından çıkmak, ayn ve eserin yok olmasını îcâb etdirir. Vilâyet-i kübrânın başlangıcındadır. 6/137.