– Ş –

● Şâh-ı Nakşibend, iftâr vaktinde yedi yerde hâzır olmuşdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]

● Şâh-ı Nimetullah kâdiriyye gönderilmişdir: Bizim gibi bir köşeye çekilmiş olanlar ve bilinmiyen bir köşede olanlar, binlerce riyâzet çekseler ve bütün gücü ile çalışsalar ve gayret etseler, sultânların gönlünde eseri görülen [iz bırakan] bir hak kelime ile, belki ona yakın olamaz. 4/74.

● Şü’ûnât-ı ilâhî [ilâhî şü’ûnât] sıfatların aslı olup, zât-i ilâhîde kâinlerdir. [Vardırlar]. O yüce mertebede ayrılık görülmediğinden, bu şü’ûnât, zât-i akdesden ayrı değildir. Ve zâtın gayrı değildirler. Ve birbirlerinden ayrılmaları da yokdur. Ve birbirlerinin aynı da değildirler. Zât-i teâlâ, temâmiyle bu şü’ûndan herbirinin renginde zuhûr eder. 5/35.

● Şü’ûnâtın i’tibârât üzerine üstünlüğü vardır. 4/183.

● Şü’ûnât-i ilâhî, hakîkî sıfatların asllarıdır. 5/119.

● Şü’ûnât-i ilâhî, kemâlât-ı zâtiyyeyi mündemiçdir [içine alır]. 5/105.

● Şü’ûnât-i ilâhî, zât üzere zâid değildir. [Zât ile berâberdir.] 5/85.

-305-

● Şü’ûnât-i zâtiyyeden terakkî [yükselme] câiz ve vâkı’dır [olur, vukû’ bulur]. 5/119.

● Şü’ûnât-i ilâhî azze şânühüde mücerret i’tibârâtdır. 4/183.

● Attâr-ı Şiblî “rahimehullahü sübhânehu” kırk sene ağladı. Ve semâ yönüne [gökyüzüne] bakmadı. Ağlama sebebi sorulunca, kabrin korkusundan ve kıyâmetin heybetinden ağlarım, dedi. Gökyüzüne neden bakmadığı sorulunca, çok günâh işledim, meclislerde çok kahkaha ile güldüm. Ondan utanıp, yukarıya bakamam, dedi. 4/18.

(Şedîd olan kimse [kuvvetli, şiddetli kahramân olan kimse], çarpışmada şedîd olması mu’teber değildir. Belki gadabı vaktinde [kızgınlığı ânında] nefsine mâlik olan kimseye şedîd demek [kahramân demek] lâyıkdır.) Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]

● Şerâb-ı köhne-i mâ [bizim köhne şerâbımızın] başka bir tadı vardır. Her ne kadar, her yeni şeyin bir yeni tadı olursa da! 6/14.

● Şerh-i sadr [Göğsün açılması, ya’nî kalbin nûrlanması], nefsin itmînânına ve nûrun sînede [kalbde] zuhûruna bağlıdır ki, alâmeti, bu yalancı dünyâdan kaçıp ve âhırete hâzır olmakdır. 4/143.

● Şerh-i sadr [Göğsün açılması, ya’nî kalbin nûrlanması], vilâyet-i kübrâda lâzım olan şeylerdendir. 5/91.

● Şerh-i sadrın kemâli, şeytân göğüsden kovulmadıkça mümkin değildir. 4/190.

● İnsanın şerefi, üstünlüğü, îmân ve ma’rîfet iledir. Mal ve makâm ile değildir. 5/63.

● Şirkin inceliklerinden kurtulup, tevhîdin esâsına kavuşan, anka-i magrib [anka kuşunu ele geçirmek] hükmündedir. 6/230.

● Ahkâm-ı islâmiyyesiz kurtulmak mümkin değil ve hayâl etmek bâtıldır. 4/73.

-306-

● Ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi’ olunmadıkça, uyulmadıkca, hiçbir vaktde ma’rifet-i ilâhî ele geçmez. 4/77.

● İslâmiyyete ve sünnete tâbi’ olunursa ve bid’atden kaçınılırsa [ne kadar çok bu iş yapılırsa] bâtındaki nûr çok olur. 6/51.

● Ahkâm-ı islâmiyyeye muhâlif ve gevşek yapışıp, islâmiyyete uyuyorum diyenler, bâdemin kabuğu ile vakt geçirirler [boşa vakt geçirirler]. 4/101.

● Ahkâm-ı islâmiyye ile süslü [donanmış] ve sünnet-i seniyye ile donanmış olmıyanların meclislerine girmemelidir. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]

● İslâmiyyet, nâkıs-ı akl olanlar [aklsızlar] içindir demek küfrdür. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]

● Şerefül-insan bil-îmân vel-ma’rife lâ bil-mâl vel-menzile. 5/67

● Ahkâm-ı islâmiyyeye ittibâ’ [uymak] ve şeyhi muktedâya muhabbetde [bağlı olduğu şeyhine muhabbetde] doğruluk ve sağlamlık var ise, ahvâl ve mevâcidin olmaması, gam değildir. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345.]

● İslâmiyyet üç kısmdır. İlm ve amel ve ihlâs. İlm ve ameli ülemâ-i zâhir bildirir, öğretir. İhlâsın hakîkati, bâtın âlimlerine hizmete bağlıdır. 5/23.

● Ahkâm-ı islâmiyyeye riâyet etmek [uymak] zikrdir. Ancak nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah] ve ismi zâtın [Allah isminin] tekrâriyle olan zikr, serî’ olarak te’sîr edip, şerî’atin hudûduna riâyet ile olan zikre vesîledirler. 6/46.

● Ahkâm-ı islâmiyye, hanefî ve şâfi’î mezheblerinden hâric değildir. Eğer hanefîden bir mes’ele bildirilmedi ise, şâfi’î mezhebinde bildirilmişdir. Ve şâfi’îden dışarı çıkmamışdır. Hakkın üçde iki veyâ dörtde üç hissesi İmâm-ı a’zama âiddir. Ve üçde veyâ dörtde biri Şâfi’î iledir.[1] Ah-

---------------------------------

[1] Hindistânda yalnız hanefî ve şâfi’î mezhebleri olduğu için, bu iki mezheb birbiri ile mukâyese edilmişdir.

-307-

kâm-ı islâmiyyeye ve sünnete tâbi’ olmağa ve bid’atden kaçmağa ne kadar gayret gösterilirse, bâtının nûru da, o kadar çok olur. 6/51.

● Şi’r ve emsâli şeyler her ne kadar, yüksek derecelere ulaşsa da, sûretdeki fazîletlere dâhildir ki, ma’nâ ehli indinde, hayrlı iş kabûl edilmekden uzakdır. 4/51. [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]

● [Kıyâmet günü] Şefâ’at, evvelâ Enbiyâdan, ikinci olarak sâlihlerden, mü’minlerin günâhkârları için, Hakkın izni ile olacakdır. 4/148.

● Şükr, ahkâm-ı islâmiyyeyi kabûl edip ve îcâbiyle de amel etmekden ibâretdir. 4/40.

● Şükr şudur ki, kula ni’met olarak verilen bütün a’zâlar ve zâhirî ve bâtınî kuvvetler, ne için halk olundu ise, onu yerinde kullanmakdır. 6/100.

● Şükr, Allahü teâlâya yapılıp ve rahmetinin artmasını ümmîd edeler ve kendi iş ve amelinden ümmîdsiz olup, sâdece Allahü teâlânın rahmetinden ümmîdli olalar. Onun kabûlü, bizim ihlâsımıza bağlıdır. 6/131.

● Şevk, halâvet [zevkler, hâller], nisbet, nîstî [kendini yok bilmek] bunların hepsi, yolun ortasında vardır. Nihâyetde şevk yokdur. 4/84.

● Şevk, muhabbet ve arzû sebebiyle, senelerce yapılan işler, senelerin kazancı, az bir sâatde [kısa bir zemânda] ele geçer. 6/173.

● Şevk ve muhabbet büyük bir ni’metdir. İşin aslı, şevk ve muhabbet üzeredir. Ve ilerlemek ve yaklaşmak ona bağlıdır. 6/119.

(Şühedânın ervâhı [şehîdlerin rûhları] yeşil kuşların içindedir), Hadîs-i şerîfinin tefsîri. 6/5.

● Şühedânın [şehîdlerin] Enbiyâ üzerine birkaç husûsda üstünlükleri var ise de, her bakımdan üstünlük, Enbiyâya mahsûsdur. 6/24.

-308-

● Şühûd-ı âlem [âlemi görmek] mübtedî ve müntehîlerin nasîbidir. [Yolun başında ve sonunda olanların nasîbidir.] Yolun ortasında olanlar, sekr hâlindedir ve kendinden geçme erbâbıdır. 5/52.

● Şühûd, ilm ve söz etmek, bunların hepsi zıl mertebelerindedir. Evsâf ve ef’âl [vasf ve işler] mertebelerinde ve zât mertebesinde hayret ve cehlden gayri nesne yokdur. 5/87.

● Şühûd ve vüsûlün [görmek ve kavuşmanın] hakîkati âhıretde va’d edilmişdir. Dünyâda sizden ve bizden kulluk yapmamız istenmekdedir. 5/10.

● Şühûd, sâliklere, yâ âfâk aynasında veyâ enfüs aynasında zuhûr eder. Âfâkî şühûda, Ehlullah indinde mekân i’tibâr edilmez. Ve onun seyrine bu’d der bu’d [çok uzak] demişlerdir ki, vehmin dolaşdığı yerdir. İstenilen şeye kavuşmak, enfüse âiddir ki bu seyre kurb der kurb [yakının yakını] demişlerdir. Matlûbu bulmak âfâk ve enfüsün ötesidir. Ve bu ötelik [uzaklık], son derece yakınlık, i’tibâriyle olup, akl onu tasavvurdan âciz ve hayrândır. Ve hayâlin ve vehmin ulaşdığı yerden dahâ yüksekdir. 6/74.

● Şey’iyyet, sübûtî veyâ vücûdî olur. Vücûdî, şey’in merâtibinden bir mertebede avâlimden bir âlemde zuhûrîdir. Sübûtî, şey’in ilmde sübûtudir. Hâricde değildir. [Şey olmak iki dürlüdür. Sâbit olan şey, mevcûd olan şey. Mevcûd olan şey, hâricde bulunan şeydir. Sâbit olan şey ise, ilmde bulunan, hâricde bulunmıyan şeydir.] 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]

● Şey’in, diğer bir şey ile ittihâdı [Birşeyin başka bir şey ile birleşmesi,] birinci şeyin, ikinci şeyin hakîkati olmasını gerekdirmez. 4/88.

● Şey’in bir sıfatını bilmek, ilm, ol sıfat, vechedir, ol şeye değildir. [Şey’in bir sıfatını bilmek, şey’in kendisini bilmek değildir.] 5/1.

● Şeyh Halîlullah, Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh”un mahdûmzâdeleridir [oğludur]. 5/140. [Kıyâmet ve Âhıret: 164.]

-309-

● Şeyh Ebûl-Kâsım, Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh”un mahdûmzâdeleridir. 5/129.

● Şeyh ile münâsebet hâsıl eden şeyler, şeyhe muhabbet ve hizmet, zâhiren ve bâtınan onun âdâbına riâyetdir. 4/78.

● Şeyh Abdülkuddüs, Hind [Çeştiyye] meşâyihinin büyüklerinden idi. Ve Hâce Ahrâr zemânına yakın idi. [İmâm-ı Rabbânînin babası Abdül-ehad hazretlerinin üstâdıdır.] 6/231. [Se’âdet-i Ebediyye: 1064.]

● Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül hayr buyurmuşdur ki, su üzerinde yürümek kolaydır. Kurbağa ve sığırcık da, suda yürürler. Çaylak ve sinek de havada uçarlar. Şeytân da, bir nefesde, doğudan batıya ulaşır. Bunun gibi şeylerin kıymeti yokdur. Murâd odur ki, insanlar arasında bulunup ve halk arasında haşr-neşr olup, Allahü teâlâdan bir ân gâfil olmamalıdır. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]

● Şeytân kuvvetli düşmandır. Yolun sonuna varmış olanlar dahî, kendilerinden emîn değildir. Yolun başında ve ortasında olanlar, buna kıyâs oluna. 4/87.

● Şeytân, insanın dışındaki bir düşmandır. İnsanın içinde taşıdığı şeytân olan nefs, iç düşmandır. İçdeki düşman [nefs] yardım etmedikçe, dışdaki düşman hükmünü icrâ edemez. 6/171.

● Şeytân ve hevâya uymak sebebi ile Rahmâna kavuşmağı unutmıya ve sıhhat elde iken ve emniyyetde iken, Allahü teâlâyı çok zikr edip, Kur’ân-ı kerîm tilâveti için dahî zemân ta’yîn oluna. Ma’lûm ola ki, nefs-i emmâre ve alçak dünyâ, aldatıcıdır ve aldatıcı bir sevgili ve ragbet edilendir ve âhıreti ve Cennet ni’metlerini unutdurur. Ve şeytân, dünyâya teşvik etmekdedir. Fakîrlik ve yoksulluk ile korkutur. Ma’lûm değilmidir ki, dünyâ ve onun metâ’ı geçer gider [elde kalmaz]. Ve fânî ve acele gider. Âhıret metâ’ı elden gitmez. Ve bâkî ve ele geçecekdir. Senin için arkadaş ve dost, yâ la’în şeytân, yâhud hûr-i ayn [hûriler]dir. Meşgûl olduğun işe yazıklar olsun. Üç fâideli şeyi, üç şeye tercîh eyledin. Ya’nî nefsin yorgunluğunu, kalbin meşgûliyyetini ve

-310-

ağır hesâbı nefsin râhatlığına, kalbin sâkin olmasına ve hesâbın hafîf olması üzerine tercîh eyledin. Bedenin şeklini süsleyip ve cânî nefsi doyurarak himâye eyledin. Allahü teâlâyı unutdun. Ve kalbini fânî lezzetleri düşünmekle doldurdun. Âhıretin ehemmiyyeti [maksadı] sana hâsıl olmadı. Akllı olan kimse, dünyâdaki âcil olarak ele geçenlere, nasıl olur da ihtimâm ve ehemmiyyet üzere olup, âhiret işlerini geriye bırakır. Bilmez mi ki, dünyâ işlerinde tedbîr, tedbîri terkdir. Âhıret işlerinde tedbir, çalışmak ve kusûru terkdir. Duymadın mı ki, istenilen şey, dünyevî ihtiyâcları istemeği temâmen terk ile, yaratılış maksadı olan işe çok gayret etmekdir. Şu hâlde, yazıklar ve esefler olsun şol kimselere ki, dünyâ ile mutmain olup, onda sevinç ile gururlanırlar. Ve kıyâmet gününün şiddetini ve kabrin yalnızlığını unutarak, gücünü bâtıla sarf edip, Allahın kitâbından yüz çevirerek uzak olup, boş şeylere, oyun ve eğlenceye çok gayret gösterir ve beyt-i ma’mûra rağbet göstermezler.” İnsan bilmez mi, şol vakti ki, kabrlerdeki mevtâ dirile. Ve sudurda [göğüsde] olan hayr ve şer temyiz ve ibrâz ola. [Ortaya çıka]. Rabbi teâlâ onların gizli ve âşikâr hâllerine âlimdir [bilir]. Yevm-i kıyâmetde ona göre her kimseye cezâsını verir. Âdiyât sûresi (son âyetler). 4/207.

(Şeytâna seb’ eylemeyin [söğmeyiniz]. Şerrinden isti’âze edin [şerrinden Allahü teâlâya sığınınız].) Hadîs-i şerîf. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]

● Şî’îler, üç halîfeye ve Mu’âviyeye “radıyallahü teâlâ anhüm” ve diğer sahâbîlere söğerler. Ve birkaç kimseden gayri, bütün sahâbî sonradan mürted oldular, dediler. Ehl-i sünnet vel cemâ’at ise, hiçbir sahâbîye kötü söylemez, kötü bilmez. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]