● Sâlike iki şey lâzımdır. Muhabbet-i şeyh ve devâm-ı zikr. [Hocasını sevmek ve devâmlı zikr etmek.] 4/198.
● Sâlikin, murâdını taleb eylemesi [kendi murâdını istemesi] Hakkın murâdını red etmesi demekdir. 6/67.
● Sâlik, istek ve arzûlarından kurtulup, Hakkın irâdesiyle hareket edince [teslim olunca], meşîhat makâmına yakışır. Bu hâl ise, vilâyetin birinci (ilk) kemâlidir. 4/?
● Sâlik [tesavvuf yolcusu] evvelâ kendi kulluğunu izhâr edip ve nefsine kulluk etmekden ve hevâsına tapmakdan ve hayâlindeki putları Mevlâya ortak koşmakdan [kendi başına hareket etmekden] halâs bulmak zarûrî olarak lâzımdır. 5/26.
● Sâlik kendi isteklerinden kurtulmadıkça ve kalbinde Hak sübhânehüden gayri hiçbir maksûdu kalmayıp, eşyâya te’alluk eden [bağlanan] ilmi ve sevgisi kopmadıkça, yükseklere [Allahü teâlâya, o yüce makâma] yol bulamaz. 6/67.
● Sâlik-i müsteide [istidâd sâhibi bir sâlike] dahâ tarîkati ilk öğrendiği günde, kalbin fenâsından nişân ayân oldu. [Fenâ makâmından işâret görünür.] 4/235.
● Sâlik-i reşîd [doğru yolu tutan sâlik] zikr ve fikre devâm edip, ikbâl ve teveccühün devâmına [mesûd, se’âdetli olmanın ve doğru yolda bulunmanın devâmlı olmasına], zıd olanlardan yüz çevirip ve ezelî inâyet tâlibin hâline şâmil oldukda, tedrîcen onun kalbini sultân-ı zikr istilâ eder. Bir hâl üzere ki kalbin zikri devâmlı olur. [Devâm eder]. Zâhirin gafleti kalbe sirâyet eylemez. Zâhir [dış, beden] ne ile meşgûl olursa, gerek gâib olsun, gerek hâzır olsun ve gerek
uyanık olsun ve uykuda olsun, bâtın dâimâ zikr ve huzûrda olur. 4/23. [Hak Sözün Vesîkaları: 325.]
● Sâlik-i bî çâre [bîçâre tesavvuf yolcusu], çünki süflî âleme tutulmuşdur. Ulvî âlem ile münâsebeti yokdur. İki taraflı bir tavassut ediciye [aracıya] muhtâcdır ki, sâlikin o aracı olan şeyh ile münâsebeti ne kadar çok olursa, onun kalbinden o kadar çok feyz alır. 4/78.
● Sâlike her nereden bir nisbet [feyz, hâl] erişirse [gelirse], kendi pîrinden bile. Kıble-i teveccüh perâkende ve perîşân olmaya. 6/42.
● Sâlik, beşerî kirlerden bâtın aynasını temizleyip ve mâ-sivâdan yüz çevirdikde fenâ hâsıl olur. Ve ilâhî ismler kendisinde tecellî etmekle, her bir ism ile bekâya ve hakîkata kavuşur. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]
● Sâlik, her ne kadar yükselirse de ve yakınlık elde etse ve fenâ ve bekâ ile müşerref olsa, zât ve sıfât-ı ilâhîde ortaklık hâsıl olmaz. Çünki, kulluk gücünün dışına çıkamaz. 4/76.
● Sâlik kendini yok bilir. Ve kavuşulanları asldan bilmeyip, asla sipâriş eylemezse, adem denir ki, fenâ-yı cezbedir. Ve ondan rücû mümkindir. Lâkin fenâ-yı hakîkî ona muhâlifdir ki, dönüşden emîndir. 4/122.
● Sâlikin işi, taş gibi katı ve gücsüz olmak, kabz [darlık] vâsıtasiyle yâhud zelle, [hatâ] işlemekle ve beşerî sıfatların galebesi cihetiyle bâtına zulmet hâsıl olmasıyledir. Böyle vaktde tevbe ve istigfâr lâzımdır. 6/121.
● Sâlikin yükselmekden mahrûm kalması, yâ sudûr-ı zelle [zellenin hâsıl olması] veyâ irtikâb-ı me’âsîdir ki [günâh işlemesi sebebi iledir ki], ilâcı tevbe ve inâbet ve pîrin teveccühü ile olur. Veyâhud şevk ve talebin azalmasıdır. Onun ilâcı dahî, pîrin teveccühüdür ki, Onun bereketiyle hem şevk ve taleb ve hem yükselme meydâna gelir. Veyâ yüksek isti’dâdının olmayışıdır. Onun dahî ilâcı, yüksek isti’dâtdan hissedâr olan pîr ile sohbet ve Ona tam mu-
habbet ve pîrin teveccühü ve muhabbeti iledir. Onun bereketi ile kendi isti’dâdından yüksekliğe terakkî edip ve muhabbet cezbesiyle pîrin gizli hâllerini [üstünlüklerini] cezb eder ki, bu seyr geçicidir. Tabî’î değildir. Veyâhud i’tikâdda bozukluk vardır ki, ilâcı yokdur [ilâc kabûl etmez]. İ’tikâddaki gevşeklik, öyle bir geçid vermez engeldir ki, onun yolunu kesmişdir. İ’tikâd tâm ve şeyhde fânî olmadıkca terakkî mümkin değildir. Ve dâimâ sıkıntıda kalmaya mahkûmdur. 6/222.
● Sâliklerin isti’dâdları çeşidli olup, tasarruf sâhibi pîr, bir sâliki, isti’dâdından yukarı mertebelere ulaşdırmağa kâdirdir. Ammâ, sâlikin isti’dâdına münâsib olan yüksek mertebelere ulaşdırmağa kâdirdir. Yoksa isti’dâdına zıd olan mertebelere yükseltmeğe kâdir değildir. 5/120.
● Sâlik, Muhammed-ül-meşreb olmadığı takdîrde, Muhammed-ül-meşreb olan şeyhinin, sohbetinin câzibesi ve teveccühü sebebi ile, vilâyet-i Muhammediyyenin kemâlâtına ulaşır. O vilâyetin ona mahsûs olan hâlleri ile şereflenir. Lâkin, ona Muhammed-ül-meşreb demek veyâhud vilâyet-i Muhammedî sâhibi demek mümkin değildir. Zîrâ bu kemâl onda yokdur ve uzakdır. Zâtî ve tabî’î değildir. Onun vilâyeti, ayağı altında bulunduğu Nebînin vilâyetidir. 6/140.
● Sâlikin aslıl üsûlü (asıl aslı), i’tibârât-ı ilâhîdir. [Allahü teâlânın ihsânı iledir.] 4/1.
● Sâlik yolun başında iken zevkler ve değişik hâller ve çeşidli sırlar ve ma’rifetlerin beyânı kâindir. [Bunlar hâsıl olur. Bunların merkezidir.] Yolun temâmlanmasından sonra, yüksek derecelere ulaşdıkda, cehl ve acz ve dilin tutulması hâsıl olur. 4/88.
● Sâlikin mebde-i te’ayyünü olan ism, sâlikin idrâkini istilâ edip, sâlik kendi varlığını onun yanında örtülü olarak ve kendini yok bulur. O ismde fânî olup, vücûdu ve kemâlât-ı vücûdu ondan bilip ve ona tâbi’ oldukda, mutlak fenâya ulaşır. 5/120.
● Sâlik, esmâ [ismler] ve sıfat ve kendi mebde-i te’ayyü-
nünde seyr eyledikde, aslda ve aslın aslında seyr sâhibidir. Ve mu’âmelesi ondan yükseklere terakkî eyledikde, bu ismle tesmiye olunmaz. [Bu isme bağlı değildir.] Aslları dahî zıller [gölgeler] gibi yolda [yolculukda] geçer. Bil cümle esmâ ve i’tibârât [esmâ ve i’tibârâtın temâmı] bu makâmdan hâricdir. Ve kelâm-ı mecîd [Allahü teâlânın kelâmı] bu yüksek makâmda dâhil olduğu için, çâresiz bu hâl tilâvet ile kuvvetlenir. [Kur’ân-ı kerîm okumakla kuvvetlenir.] 4/224.
● Sâlik, kendi sıfat ve kemâlâtını Hak teâlânın sıfat ve kemâlâtı görmek, tecellî-i sıfatdandır. Kemâl-i tecellî oldur ki, bu zıllerin kendi aslına ve ademin dahî adem-i mutlaka [yokluğun dahî mutlak yokluğa] döndüğünü anlayıp, kendini sıfatdan ayrı [uzak] bula ve kendini yokluk sahrâsına atmış ola. 5/58.
● Sâlikin mebde-i te’ayyünü olan isme erişmesi ve onda fenânın ele geçmesi, insanın kemâl mertebesi değildir. Nitekim, vilâyet bu fenâya bağlıdır. Lâkin bu kavuşmada çok mertebeler vardır. Ve bu ismin o kadar zılleri vardır ki, sâlik her bir zılle vâsıl olduğu zemânda, o zıl sâlike asl unvânı [ismi] ile görünüp, sâliki o noktaya kavuşdurur. Hangi sâhib-i devletdir ki, asla vâsıl ola. [Asla vâsıl olan, devlet sâhibidir.] Bu makâm, sâliklerin muradlarına nâil olamadıkları ve ayaklarının kaydığı makâmdır. 5/60.
● Sâlikin mebde-i te’ayyünü şu’ûn mertebesinden ise, ayn-ı sâbiteye kavuşma ve onda fenâdan sonra, ayn ve eser zevâl bulur. Zîrâ şu’ûnun âlem ile hiç münâsebeti yokdur. Zîrâ, âlem zıll-ı sıfatdır. Zıll-ı şu’ûn değildir. [Sıfatın zıllıdir, şu’ûnun zıllı değildir.] Şimdi bir şânda fenâ, onun mutlak fenâsını müstelzim [lâzım gelen] ve ayn ve eserini izâle eder. [Ortadan kaldırır.] Eğer ayn-ı sâbite-i sâlik, makâm-ı sıfatdan ise, ona fenânın erişmesi, vücûd-i sâliki umumî olarak mahv edici olmaz. Ve eserini ortadan kaldırmaz. 5/84.
● Sâlikde kemâl husûlü [kemâlin hâsıl olması] dört derece üzeredir. Birinci derece, imkân derecelerini kat’ edip, kendi mebde-i te’ayyünü olan isme kavuşmakdır ki, fenâ-
nın hâsıl olması buna bağlıdır. İkinci derece, o ismde seyr edip, kemâlâti ile mütehakkîk olmakdır ki [kemâlâtı ile tahakkuk etmekdir ki], bekâyı tahsil eder. Üçüncü derece, ismin sonuna ulaşıp,ism ile bekâ bulmakdır. Bu üç derece, seyr-i ilallah ve fillaha bağlıdır ki, kemâlât-ı urûcdur. [Yükselişin kemâlidir.]. Dördüncü derece, inişe bağlıdır ki, seyr-i anillahi billahdır. Ve seyr-i-fil-eşyâdır. 5/130.
● Sâlik, mahviyyet ve istihlâk zemânında [gark olma, kendini gayb etme zemânında] kendi te’ayyün-i imkânîsini vücûd-i hakkânî ile açığa çıkarıp ve ahlâkı, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanma olur. 6/8.
● Sâlikin terakkî ve urûcu asâlet ve zıllıyet alâkası olan makâmlardadır. Bu alâka temâm oldukda [kesildikde], terakkî düşünülemez. Mebde-i zâtdan sâlikin nasîbi olmaz. Mümkinde zâtdan bakîye yokdur ki, zâtdan hissedâr ola. 6/58.
● Sâlik, terakkî zemânında mebde-i te’ayyün olan ismin zıllerinden bir zıl ile, hakîkatlenir. [Mütehakkık olur.] Dahâ yukarıya başlayınca, dahâ üst zıl ile ki, evvelkinin aslıdır. Mütahakkık olur. [Hakîkatlenir.] Ve kezâ, ikinci asldan üçüncü asla ve üçüncü asldan dördüncüye, Allahü teâlânın dilediği kadar bekâ bulur. Hangi devlet sâhibidir ki, zıller mertebesinin temâmından geçip, ismin aslına kavuşur. 4/47.
● Sâlikin mu’âmelesi [fe’âliyeti], zıller mertebesinden ve asl mertebesinden dahâ yukarı ilerleyince, aslı dahî zıl gibi geçip, yüksek dereceleri ve ayırd edememe sebebi ile o işin netîcesi acze ve cehâlete ulaşıp, kelime-i tayyibeye bağlı olan fe’âliyet sonuna gelmiş olur. Ve bu kelime-i mubârekenin tekrârı, o makâmda netîce vermez. Ve o makâmda terakkî [yükselme] derece-derece, Kur’ân-ı kerîm okumak ve nemâz ile olur. 5/119.
● Sâlik ma’rifetini temâmlayıp, urûc ve nüzûl [yükselme ve iniş] makâmlarını mufassal bir şeklde kat’etdikden sonra, sırf yokluk makâmına inerek, orada Allahü teâlânın zâtınının aynası olur. İsmlerin kemâlâtının hepsi, onda zu-
hûr bulur. İlm mertebesinde her ne kadar anlatılanlar zuhûr bulmuş ise de, hâric mertebesinde, âyine ol ârifdir ki, hâricde bütün kemâlât müşâhede olunur. 4/148.
● Sâlik, emâneti ehline sipâriş eder [ısmarlar]. Ya’nî, âriyeti [emâneti] olan kemâlâtı, sâhib-i kemâlâta [kemâlât sâhibine] havâle edip, o kemâlâtın aynası olan [göründüğü olan] adem-i mukayyedi, adem-i mutlaka [hiçbir bağlılığı olmıyan yokluğu mutlak yokluğa] sipâriş ederse, onu cenâb-ı akdese [Allahü teâlâya] yol bulmağa lâyık hâle getirip, bekâ-billâh ile ve ikinci derecede olan tecellî-i zât ile müşerref ederler. Mâdem ki, yokluk lekesi ile lekelidir. O hazretin yakınlığına lâyık değildir. Bu aks yolu ile müşâhede ve emânet dahî vehmdeki bir i’tibârdır ve ilmdeki değişiklikdir ki, hakîkaten hiçbir vakt kemâl o hazretden ayrılmamış ve yokluk dahî hakîkatde, mutlak yoklukdan ayrılmamışdır. 4/232.
● Sâlikin mu’âmelesi [işi] üsûlden bâlâya [asllardan yukarıya] revâne olup [ilerleyip] ve anlama kalmayınca, terakkî [yükselme] o makâmda Kur’ân-ı kerîm okumak ve nemâz iledir. (Ehl-ül-Kur’ân Ehlullah) hadîsinden murâd, bu cemâ’at olmak mümkindir ki, bunlar, hakîkat-i fenâ ve bekâya mazhar olmuşdur [kavuşmuşdur]. Bu dereceden evvel vâki’ olan tilâvet, ebrârın amelidir. Ve o makâmda kelime-i tayyibenin tekrârı fâidelidir ve terakkî sağlar. Çünki, bu kelime-i mubârekenin bereketi ile bâtının temizlenmesi hâsıl olmuşdur ve Kur’ân-ı kerîm okumakda mahâret kazandıkda, [Kur’ân-ı kerîmi temizler tutar] bu ma’nâya işâretdir. 5/67 [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]
● Sâlikin cezbesi, sülûkundan önce ise, sülûk onun cezbesi esnâsında hâsıl olur. Seyr-i enfüsînin esnâsında [zımnında] seyr-i âfâkî hâsıl olur. Zîrâ, cezbe seyr-i enfüsîden, sülûk seyr-i âfâkîden ibâretdir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]
● Sâlikin kâbiliyyeti mikdârınca, hangi Nebîye münâsib olursa, Onun vilâyetini bulur [alır]. 5/120.
● Sâlikde olan muhabbet, onun muhabbetinden bir kıvılcım ve eğer şevk ise, onun şevkından bir kıvılcımdır. Teferru’âtda olan zuhûrat, asldan alınmışdır. Hiç birşey kendi müstekıl değildir. 6/60.
● Sü’âl [dilenmek] harâm ve kötüdür. Lâkin zarûret ve acz zemânında mubâh olur. Eğer iş ölümle alâkalı ise, dilenmek halâl, belki azîmet, belki vâcib olur. Ölü eti ve hınzır eti gibidir. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]
● Sü’âl [dilenmek] ölüme düşen için veyâ avret mahallini örtecek gücü olmıyana ve çalışma gücü olmıyana mubâhdır. Ölü eti şartları gibidir. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]
● Sü’âl [dilenmek] bir ejderin [yılanın] ağzına elini sokup, bir şey almak ve çıkarmakdır, “hadîsi”. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]
● Seherlerde ağlamağı ve istigfârı ganîmet bilip, en mühim iş kabûl edeler. [İşlerin büyüklerinden kabûl edeler.] 6/13.
● Seherde uyanıklığı mümkin olduğu kadar elden bırakmayınız. Ve o vaktde nemâzı, istigfârı ve hüngür-hüngür ağlamağı ganîmet biliniz. 4/14.
● Ser çeşme birdir. [Kaynak birdir.] 6/215.
● Se’âdet-i ebedîye [ebedî se’âdet] ve sonsuz kurtuluş, Enbiyâya uymağa bağlıdır. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]
● Sefer der vatan, seyr-i enfüsîdir ki, ona cezbe de derler. Bu büyüklerin başlangıcda mu’âmeleleri, bu seyrdedir. [Bu yolculukdan başlarlar]. 4/165.
● Sekrin çokluğu ve muhabbetin aşırılığı, sâlikin basîreti gözünden temyîzi ref’ edip [hakîkati ayırıp] mümkini vâcibi teâlâ gibi gösterir. Fekat bu iş sâlikin şühûdundadır. Ve hakîkatde böyle değildir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]
● Sekrden sahva [serhoşlukdan ayıklığa] ve cem’den
fark-ı ba’del-cem’a [bir görmekden, ayrı görmeğe] ve küfrden îmâna geleler ki, kemâl budur. 4/39.
● Sekr, fenâ hâli ve şu’ûrsuzluk hâlidir. Hub ve sencidedir. [Güzel ve ölçülüdür]. Lâkin o hâlde kalmak, beğenilmiş değildir. 4/26.
● Sekr ve sâlikin kendinden geçmesi, her ne kadar muhabbet yolu ise de, nemâzı bozulur. 5/120.
● Sekr sâhibi ma’zûrdur. Fekat, sekr bilgilerini [hâllerini] taklîd etmek iyi değildir. 4/39.
● Sekr ehli, olgunluğu [kemâli] şühûd ve müşâhedeye bağlı bilip, tecellîler ile kanâ’at etmiş ve lezzet bulmuş, tevhîd ve ittihâda kapılmışlardır. Bu cemâ’at her ne kadar imkân perdesinden ve zulmânî perdelerden uzaklaşmışlarsa da, lâkin nûrânî perdelerde ve vücûbî perdelerde kalmışlardır. Ve ondan kurtulamamışlardır. Ve onun görünmesini Hak teâlânın görünmesi ve tecellîsi bilmişlerdir. Ve tecellî-i zât berkî’dir. [Bir an tecellîdir]. Ya’nî berk-ı hâtıf gibidir. [Şimşek gibi göz kamaşdırır.] Ve tekrâr mestûr olur [örtülür] derler. Hâlbuki, bundan ötedeki mertebelere ulaşan büyükler, tevhîd [birlik] ve ittihâdı, pesmânde-i râh kılıp [birleşmeyi geride bırakmış olup], tecellîlerden ve zuhûrlardan çok yükseklere ulaşmışlar, şühûd ve müşâhedeye iltifât etmeyip, perdelerden temâmen kurtulmuşlar ve yakînen bilmişlerdir ki, bu şühûd, Hak sübhânehunun şühûdu değil ve bu tecellî, Hak teâlânın zâtının tecellîsi değildir. Belki sıfatlarından bir sıfatın ve kemâlâtından bir kemâlin zuhûrudur ki, bunlar zât-i teâlâya hicâbdır [perdedir] ve Allahü teâlânın zâtını taleb eden, sıfat ve kemâlâtın şühûdi ile kanâ’at etmez ve kâfî bulmaz, râhatlamaz. 6/122.
● Selâmet-i kalb ki [kalbin selâmeti ki] bu yolun ilk şartıdır. O vaktde mâsivânın sevgisi ve unutulması [kalbden atılması] gerçekleşir. 4/105.
● Selâmı, insanlara güleryüz ile vermek, sadakadan addedilmişdir, hadîsi. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]
● Silsile-i îcâd [yaratılış zenciri] Resûlullaha bağlı ve Rubûbiyyetin açığa çıkması, Ona bağlıdır. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]
● Silsiletüz-zeheb kitâbında Mevlânâ Abdürrahmân Câmî, vahdet-i vücûdu zem ediyor. Kendisi ise, vahdet-i vücûd muhakkıklerindendir [ehlindendir]. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Sultân-ı vakte [vaktin sultânına] nasîhatlar ve ni’metin şükrünü edâ etmek hakkında mektûb. 6/6 [Hak Sözün Vesîkaları: 347.]
● Sultân rûh gibidir. Diğer insanlar, cesed gibidir. Sultânın ıslâhına çalışmak lâzımdır ki, zemânın durumuna göre, islâmiyyeti yaymalı, anlatmalıdır. Mübâlega ve zorlama da hoşdur. Ammâ, ziyâde mübâlega olunmıya [haddi aşmaya]. 4/74.
● Sultân-ı vakte [vaktin sultânına], fenâ-yı kalb ve fenâ-yı nefsî ve ba’zı fâideler ve ma’rifetler beyân eden mektûblar. 6/237.
● Sultân-ı vaktin [vaktin sultânının] dindâr oldukları beyân olunmuş, bu hâle şükr edilmişdir. Sultânlar arasında bu nev’ini bulmak anka kuşu hükmündedir. Ümmiddir ki, yakında [kısa zemânda] kalbin fenâsı ile şerefleneler ki, vilâyet derecelerinin ilkidir. Bu ma’nâyı onların hakkında karîb-ül husûl (onların bu dereceye ulaşacağını yakın) buluyorum. 6/242.
● Sülûk, cânib-i tâlibdendir. [Sülûku tâlib yapar]. Ya’nî yola gitmekdir. Lâkin, cezbe, cânib-i matlûbdandır. [Çekilmek, Allahü teâlâdandır]. Ya’nî yola götürmek olur. Gitmek ile götürülmek arasında büyük fark vardır. 6/121, 1/117. [Mektûbât Tercemesi: 166.]
● Sofiyyenin yolunda sülûk lâzımdır ki, Allahü teâlâyı tanımak müyesser hâsıl ola. [Ele geçe.] Ve nefsin hevâsından kurtulmak hâsıl ola. Her kime bu ma’rifet hâsıl ise, “Ona müjdeler olsun, onun için ne mutlu” kendi yaratılışından maksad ne ise onu yerine getirmiş, insânî kemâlâta ulaşmış-
dır. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]
● Sofiyyenin yolunda sülûk ve muhabbet-i zâtiyyeye kavuşmak, Habîb-i Rabbil âlemîne tâbi’ olmadan, hâsıl olmaz. 4/22. [Hak Sözün Vesîkaları: 324.]
● Sülûk ve diğer bir ta’bîrle seyr-i ilallah, son noktaya ulaşıp, mâsivâdan kurtulunca, fenâ hâsıl olup, seyr-i fillaha başlamak olur ki, buna cezbe derler. 5/140. [Kıyâmet ve Âhıret: 164.]
● Sülûk, ismlerin ve sıfatların tafsîlinde terakkî [yükselmek] ise, merâtib-i vüsûl nihâyet pezîr değildir. [Vüsûl mertebelerinin nihâyeti yokdur.] Eğer kat’-ı merâtib-i esmâ ve sıfat icmâlen vâki’ ise, menâzil-i vüsûl inkitâ’ pezirdir. [Eğer ismler ve sıfatlar mertebelerini geçmek, kısaca vâki’ ise, vüsûl menzillerinin nihâyeti vardır.]. 6/217.
● Sülûk ve riyâzetden, tâ’at ve ibâdetden maksad, sâlik, kendinin, aslının adem olduğunu bilmekdir. 5/91.
● (Bir sünneti ihyâ, yüz şehîd sevâbıdır), Hadîs-i şerîfi. 4/228. [Eshâb-ı Kirâm: 273.]
● Sünnete uymak elbette kurtulmağa sebebdir. Ve netîceye ulaşdırır. Ve dereceleri yükseltir. Sünnetin dışında kalanlar ise tehlükedir. 6/51.
● Sûre-i ihlâsın tefsîri. 4/76.
● Seyr ve sülûkdan maksâd, ma’rifetullahdır. Ma’rifeti elde etmek zarûrîdir ki, vilâyet-i hâssasız ele geçmez. 6/2.
● Seyr ve sülûkdan maksad, perdeleri kaldırmakdır. Yoksa (kayd altına alınamıyan) ankayı ele geçirmek değildir. 6/122.
● Seyr ve sülûkdan maksad, sûretleri ve gaybî nûrları temâşâ [müşâhede] etmek değil, nefsin başı-boşluğunu gidermek ve kulluğu tahsîldir [ele geçirmekdir]. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● Seyr ve sülûkdan maksad, fenâ ve kendini yok bilmekdir. Ve hakîkî matlûbdan başkasına tutulmakdan kur-
tulmakdır. 4/104.
● Seyr ve sülûkun hülâsası [özü], matlûbun huzûru müyesser olup, ârifin nefsinin aradan çıkmasıdır. 4/216.
● Seyr-i âfâkî, matlûbu kendi dışında aramakdır. 4/165.
● Seyr-i ilallah derecesini geçmek, ellibin senelik yoldur. 4/122.
● Seyr-i ilallah, beş latîfenin asllarına yükselmekle imkân dâiresinin seyridir ki, sülûkden ibâretdir. 5/60.
● Seyr-i ilallah, Allahü teâlânın ismlerinden sâlikin mebde’i te’ayyünü olan isme kadardır ki, ismin zıllıdir. Bunda imkân dâiresini geçmek vardır ki, vücûb mertebelerinden olan isme ulaşır. 6/207.
● Seyr-i fillah-ı sâlik, mebde’i te’ayyünü olan ve zıl dâiresinde bulunan ismden i’tibâren olan seyrdir ki, Allahü teâlânın ism ve sıfatları dâiresinde seyr ma’nâsınadır. 6/207.
● Seyr-i enfüsî, kendine gelip, kendi kalbinin etrâfını devr etmekdir. 4/165.
● Seyr-i âfâkî, uzakda uzaklaşmadır. Seyr-i enfüsî yakında yaklaşmadır. Lâkin bu kurb da zıllîdir. 4/88.
● Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsîde meydâna gelen her tecellîyi, eğer tecellî-i zâti bilirlerse de, cümlesi fi’llerin ve sıfatların zılleri ile alâkalıdır. Fi’llerin ve sıfatların kendileri ile alâkalı değildir. 5/58.
● Muhammed Seyfeddîn “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Muhammed Ma’sûmun “kuddise sirrûh” mahdûm zâdeleridir [oğludur]. 4/235.
● Sermâye-i vakti [vakt sermâyesini], fânî lezzetlerden istifâde için telef etmiyelim. Ve harâb edilmesi ile me’mur olduğumuz şeyin ta’mîrinde olmıyalım. Allahü teâlâya yakınlık lezzeti ve kavuşma lezzeti, na’îm-i Cennetin lezzetinden ziyâde [çok] olduğu gibi, uzaklık ve mahrûmluk azâbı da Cehennem azâbından dahâ kötüdür. Ah, yazık, Allahü teâlâdan yüz çevirene. Ve hasretler [üzülmeler] olsun ki, Al-
lahü teâlânın indinde haddi aşana. Tekrâr dünyâya gelmek yokdur. Ve bu acımasız kahbeye zâhiren tutulup ve nefîs cevherleri bırakarak saksı parçası kadar az bir şeye tenezzül ederler. Cemâl-i mutlak tâbân [parlak] ve seyr ve sülûk yolu da açık ve seçikdir. [Gizli değildir.] Bizim gibi yaratılışı aşağı olanlar, o cemâlden perdelenmiş ve uzak ve o yüce makâmdan kovulmuşlardır. Kemâl-i hicâlet ve infi’âldir ki, hazret-i kerîm-i zünnevâl, ol izzü celâl ile, bu zerre misâle bir nazar-ı bî misâl eylemekle sır-u alâniyyesinden agâh eyleyip, o ise nihâyetsiz cehâletinden dolayı, kalbi ile başkasına bakar. Ve başkasına naz ederek gider. 4/175.
● (Sultân-ı sâhib-i cevr [zâlim sultân] yanında, adâletden bahs etmek ve tavsiye etmek, cihâdın efdalidir.) Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]