– R –

● Râbıta ile mürşidin teveccühü cem olursa [birleşirse] nûrûn alâ nûrdur. 4/33. [İslâm Ahlâkı: 557.]

● Râbıta, mürşidin sûretini gönülde tasavvur eylemekdir. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]

● Râbıta, mürîdin, pîrinin sûreti her zemân göz önünde olmasıdır. 4/165

● Râbıta zikrden dahâ fâidelidir. 4/198

● Râbıtadan dahâ yakın kavuşma yolu yokdur. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]

-283-

● Râbıtanın kuvvetindendir ki, huzûrda ve gaybetde [hâzır ve uzakda] olan vârıdâtın [gelen feyzlerin] farkı anlaşılmaz ve ikisi bir tasavvur olunur. Hâzır olmak ve uzak olmak arasındaki fark sâbitdir. Lâkin bu fark râbıtanın kuvveti nisbetinde azdır. 4/197 [İslâm Ahlâkı: 562.]

● Râbıta bağlılığı çoğalınca, sâlik [tesavvuf yolcusu] kendini pîrin aynı ve onun sıfatı ve libâsı ile kendini mevsûf [onunla vasflanmış] bulur. Ve her nereye bakarsa, pîrin sûretini görür. 4/165

● Râbıtayı ve bâtın ile ilgili meşgaleyi, sabâh nemâzından sonra ve uyku vaktinde yapmak hoşdur. 6/166

● Râfizîlerin zuhûr edeceği ve müşrik oldukları ve katli lâzım olduğu hakkında Hadîs-i şerîf. 4/64

● Râh-ı vüsûl [kavuşmak yolu] ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi’ olmağa bağlıdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Râh-ı feyz [feyz yolu], muhabbet ve şevk nisbetinde açıkdır. Ve bâtından bâtına yol açılmışdır. 6/37

● Râh-ı inâbetde [inâbe yolunda], mâdem ki, kavuşmak kendi gitmesi iledir, riyâzet ve meşakkat çokdur. İctibâ yolunda kavuşmak, kavuşdurulmak yolu ile hâsıl olduğu için, riyâzet ve meşakkat o kadar lâzım değildir. Onun riyâzeti, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmak ve sünnete riâyet etmek ve râzı olunmıyan bid’atlerden sakınmakdır. 6/220

● Rü’yâlar kâbiliyyeti haber verir. Ve işe yakın olan kuvveti [isti’dâd kuvvetini] haber verir. Şu’ûrlu yapılan iş değildir. Bir gönül gerekdir ki, kâbiliyyeti zuhûra gelip, muâmeleleri kuvveden fi’le ulaşa. 5/135

● Rü’yet-i uhrevî [âhıret rü’yeti], ilm-i huzûrî ile alâkalıdır ki, o makâmda hâlis, âşikâr olma vardır. İhâta yokdur. Bir keyfiyyet ma’lûm olmaz. Nasıl ma’lûm olur ki, o hazretde keyfiyyet yokdur. 4/210

● Rü’yet-i basarîyi [göz ile görmeği] inkâr eden mu’tezile, delîl olarak, rü’yet-i basarî, mukâbeleyi iktizâ eder. [Karşılıklı olmak lâzım gelir.] Bu ise, Hak teâlâya cihet ve

-284-

nihâyet isbâtını mûcib olduğundan, mümkin değildir, derler. Hâlbuki, bu delîlleri Hak teâlânın mahlûkâtını görmesini de inkârı mûcibdir. Mukâbele şart olmaz. Zîrâ Hak teâlâ mekândan münezzehdir. 6/62

● Rü’yet, âhirete mahsûs ve mevcûddur. Ve bilinmiyene âid olan rü’yetin nasıl olduğu da bilinemez. 4/189

● Ricâlün Lâ tülhîhim ticâretün ve lâ bey’un an zikrillah, [Öyle kimseler vardır ki, ticâretleri ve alış-verişleri onları, Allahü teâlânın zikrinden alıkoymaz.] Hiçbir nesne onların maksûdu hâtırlamasına mâni’ olmaz. 5/44

● Rücû’ eden (inen) kâmil insan; eğer vilâyet kemâlâtından sonra inerse, zâhiri halka, bâtını hakka müteveccihdir. Eğer, nübüvvet kemâlâtı sona ulaşıp, rücû’ ederse (inerse), zâhiri ve bâtını halka müteveccihdir. 6/217

● Rahmeti gadabını geçmişdir. Hâlbuki kâfirler çokdur. Bunun cevâbı; rahmet ehlinden murâd, insan ve cinden tâ’at ehli ve meleklerin temâmı olup, gadab ehlinden murâd, insan ve cinnin kâfirleridir. 4/11

● Rahmet; gadab üzerine fazla olmasa idi, bizim gibi günâhkârlara, dünyâ ve âhiretde kurtulma ümmîdi olmazdı. Rahmetin çok fazla olduğundandır ki, bu mikdar günâh ile yeryüzünde seyr ederiz. Helâk olmayıp, envâı ni’metler ve ihsânlar ile berâber, kıyâmet gününde kurtulacağımızı ümmîd ederiz. Rahmet-i ilâhî dünyâda mü’mine ve kâfire şâmildir. Kıyâmet gününde rahmet, mü’minlere mahsûs olup, kâfirler mahrûm kalacaklardır. 4/11

● Rahmet herşeyde vardır. İllâ aşkda yokdur. 4/151

● Razzâk-ı zül metîn’e ümûr-ı me’âşı sipâriş edeler. [Metin olan Allahü teâlâya, yaşamak için lüzûmlu olan bütün işlerini ısmarlıyalar.] Ve cem’iyyeti [mahlûkatın düşüncesinden kurtulmağı] onun tedbîrini terk eylemekde bileler. Zîrâ tedbir, muâmeleleri ve sebebleri toplamak, devr eder, uzayıp gider. Ondan tam bir cem’ıyyet [düşüncenin toparlanması, dağılmaması] meydâna gelmesi mümkin değildir. 4/178 [Eshâb-ı Kirâm: 272.]

-285-

Rahîkun mahtûm âyet-i kerîmesi tefsîri. Muhabbet şerâbı, ebrâr ve mukarreblerin kalblerinde bulunur. 6/105

● Rızk mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yokdur. Rızkın tenk [az] veyâ ziyâde [çok] olması Hak teâlânın fi’l-i hâssıdır. Hiç kimsenin onda medhâli [müdâhelesi] yokdur. 6/208

(Rızk kılleti ve iyâl kesreti ile berâber, musalli olan [Rızkı az ve âilesi çok olup, nemâzlarını iyi kılan] ve ehl-i islâmı gıybet etmiyen benimle berâber haşr olur.) Hadîs-i şerîf. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem,” bi’setden önce, zikr-i kalbîye iştigâl üzere idi. [Kalb ile zikr üzere idi.] 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hutût-ı mütenevvi’a ile müzeyyen [zînetli], mülevven [renkli] kumaşdan elbiseyi severdi. [Bürd-i yemânî denilen pamuk ve ketenden yapılmış elbiseyi severdi.] 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bin dirhem kıymetli ridâ giyerdi. Nemâzda dört bin dirhem kıymetli ridâ bulunduğu evkât olurdu. [Cübbe giydiği olurdu.] 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ta’âmı lüzûmu kadar yirdi. Doyuncaya kadar yimezdi. 5/51

● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ahmed ismi Muhammed isminden efdaldir. 5/1

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kâ’be-i muazzamadan efdaldir. 4/183

● Hak teâlânın ibtidâ halk etdiği nesne [ilk önce yaratdığı şey] nûr-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” idi. 4/113

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ma’rifete [bilmeğe] tâlibdir. Hâlbuki makâm-ı mahbûbiyyetdedir [Mahbûbiyyet makâmındadır]. 4/11

-286-

● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” medhi ve senâsı. 4/10 [İslâm Ahlâkı: 557.]

● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kesret-i hüznle mevsûf olduğunun sebebi [hüznünün çokluğunun sebebi]. 5/120

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, devâm-ı fikr ve tevâsul-i hüzn ile mevsûf iken, sâirlere ne hâsıl olur. 5/10

● Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vilâdetleri [doğumları] ve vefâtları dahî pazartesi günü vâki’ oldu. Günün âhırinde [ertesi günü] intikal buyurup, salı günü hıfz olunup, çarşamba gecesi nısf-ül-leyle karîb [gece yarısına yakın], ve bir rivâyetde o gece defn olundu. Sinn-i şerîfleri [ömr-i şerîfler, şemsî] altmışıncı yaşında iken veyâ [kamerî] altmışüçüncü senesi ve bir kavlde dahî [yuvarlak hesâb ile] altmışbeş sâlinde [yaş içinde] rıhlet [göç] vâkı’ oldu. Bu akvâl-i sâl-i vilâdet ile sâl-i vefâtı dâhil-i hisâb edip etmemekle [bu sözler, doğum senesi ile vefât senesini sayıp-saymamak ile] veyâ yalnız aşerâtı ta’dât ile rivâyet edildiğine göre, tehâlüf [birbirine uymama] göstermekdedir. 5/51

● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mukaddes kabrleri, mubârek cesedlerinden boş kalmaz. Muhtelif mahallerde vâkı’ olan mülâkat [konuşma] her ne kadar cesed sûreti ile görünse de, rûhânîdir. Ve rûh mütecessid olur [cesed şeklinde, bedeni ile görünür]. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile, vefâtdan sonra konuşma rûhânîdir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]

● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” uykusu i’tidâl üzere idi. Mubârek kalbleri uyumaz; belki, çeşm-i se’âdetleri [mubârek gözleri] uyur idi. Ve ayın onyedinci veyâ ondokuzuncu veyâ yirmi birinci günü fasd etdirirlerdi [hacamat olurlardı]. 5/51

● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mebde-i te’ayyünü, te’ayyün-i hubbîdir. 4/21 [Hak Sözün Vesîkaları: 322.]

-287-

● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbe’at [tâbi’ olmak, uymak] yedi derece olup, birincisi, kalbin tasdîkinden sonra ve nefsin itmi’nânından evvel olan ityân-ı ahkâm-ı islâmiyye ki [ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmakdır ki], avâm ve zâhir âlimler bu derecededir. İkinci derece, ahlâkı düzeltmek ve kalb hastalıklarını düzeltmek olup, sülûk erbâbına mahsûsdur. Üçüncü derece, islâmın hakîkati ve nefsin itminânı olup, erbâb-ı vilâyete mahsûsdur. Dördüncü derece, nefsin itmi’nânından sonra olan islâmiyyetin hakîkatının açığa çıkmasıdır ki, ulemâ-i râsihîne mahsûsdur. [Bütün hayrlı işler hakîkî ve kusûrsuz olmakdır]. Beşinci derece, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kemâlâtının husûlidir ki [Ona mahsûs kemâlâta, yüksekliklere tâbi’ olmakdır ki], ilm ve amelin dahli yokdur. Lütf ve ihsândır. Büyük Peygamberlere ve bu ümmetin pek az büyüklerine mahsûsdur. Altıncı derece, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mahbûbiyyet makâmına ittibâ’dır ki [tâbi’ olmakdır ki], mücerred muhabbet ile olup, fadl ve ihsânın fevkı’dir [üstüdür]. Birinci dereceden başka bu beş derece, bil cümle makâmât-i urûca te’alluk eder. Yedinci derece, mutâbe’at-i nüzûl ve hubûta te’alluk eder ki, cemî’i derecât-ı sâbıkayı câmi’dir. Tâbi’ ile metbû’ farksız olmuşdur. 2/54, 4/140 [Se’âdet-i Ebediyye: 1. kısm 30. madde.]

● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbe’at olmadıkça, [tâbi’ olunmadıkça] kurtuluşa ermek mümkin değildir. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]

● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” salevât getirmek, kıyâmet gününün korku ve şiddetinden kurtulmağa sebebdir. 5/53

● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” muhabbeti herşeyden ve kendi nefsinden ziyâde olmayınca, îmân temâm olmaz. 4/128 [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]

● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ameli olup [yapdığı işler olup], hasâisinden olmıyan a’mâlin ityânında [sâdece ona mahsûs olmıyan işlerin yapılmasında] izne ihtiyâc yokdur. Hâcetlerin hâsıl olması ve müşkilâtdan kur-

-288-

tulmak için ba’zı ameller ve zikrler ve düâlar ve rukye, izne bağlıdır. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]

● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” âdet ve ibâdetde az ve çok benzemeyi büyük se’âdet ve bereket ve yüksek derecelere kavuşmak bileler. Mahbûba teşebbüh edenler mahbûb [Sevgiliye benziyenler sevgili] ve iktidâ edenler dahî mergûbdurlar [uyanlar dahî beğenilmişdirler] 5/71

● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” uymak istiyen, ahkâm-ı islâmiyyeye sağlam yapışıp, sünnete ittibâ’ [uymak] ve bid’atden sakınmak üzerine olmalıdır. Kitâb ve sünnetin ışığı ile aydınlanıp, bid’at zulmetine ve şeytânların yoluna düşmekden uzak olmalıdır. 6/74

(Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, dünyânın [harâm ve mekrûh şeylerin] tahrîbi için gönderildi. Ta’mîri için gönderilmedi.) “Hadîs-i şerîf 5/66

● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” İbrâhîm aleyhisselâmın milletine tâbi’ olunmasının emr olunması, bir makâmın husûli [geçilmesi, çıkılması] içindir ki, ona kavuşmak, makâm-ı İbrâhîmden geçmedikçe müyesser değildir. Ve makâm-ı İbrâhîme vusûl [ulaşma] dahî onun milletine mutâbe’ate bağlı olduğudur. Merkeze varmak, muhîtden [çevreden] geçmedikçe mümkin değildir. 6/24

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bi’setden mukaddem [Risâleti bildirilmeden evvel] zikr-i kalbî ile meşgûl olduğu mervi’dir. 5/59 [Hak Sözün Vesîkaları: 339, Kıyâmet ve Âhıret: 97.]

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bana ve gayriye [başkalarına] dünyâ ve âhiretde vukû’ bulması muhakkak olan ümûrun [işlerin] tafsîlini bilmem buyurmuşdur. 5/116.

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse şübheyi ve riyâkârlığı haklı dahî olsa terk eylese, Cennetin bir yerinde bir köşke kefîlim. Ve mizâh yoluyla dahî olsa, yalanı terk eden kimse için Cennetin ortasında ve güzel ahlâk sâhibine dahî Cennetin a’lâsında bir bey-

-289-

te [köşke] kefîlim.) Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mu’âz ibni Cebele buyurdu ki, “Yâ Mu’âz! Sana vasiyyet ederim ki, takvâ üzere ol! Hep doğru söyle. Ahdına sâdık ol. Emânete hıyânet etme. Yetîmlere merhamet et. Komşunun hakkını gözet. Kimseye kızma. Hep tatlı konuş. Her müslimâna selâm ver. İmâmın lâzım olduğunu bil. Kur’ân-ı kerîmin yolu olan fıkh bilgilerini öğren ve bu bilgilerden ayrılma. Her işinde âhıreti düşün. Hesâb gününe hâzırlan. Dünyâya gönül bağlama. Hep güzel, fâideli işler yap. Hiçbir müslimânı kötüleme. Yalancı şâhidlik yapma. Doğru sözü kabûl eyle. İmâm-ı âdile isyân etme. Yeryüzünde fesâd çıkarma. Her zemân, Allahı zikr et. Gizli günâhlara gizli tevbe et. Âşikâr günâhlara âşikâr tevbe et!” 6/6 [Hak Sözün Vesîkaları: 347.]

● Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”, rü’yâda görmek, Medîne-i münevverede medfûn olduğu sûretle meşrût değildir. [O şeklde görmek şart değildir.] Her ne sûretle müşâhede olunursa, ümmiddir ki, şeytân onun sûretine giremez. Lâkin, rü’yâlar isti’dâdı haber verir, hâsıl olacağını göstermez. 6/219.

● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Cimri olarak yaşamak ve hevâya tâbi’ olmakla dünyâyı dîne ihtiyâr etmek, insanlar arasında yayıldığı zemanda, onlardan uzlet ve onların işlerini terk ile sabr eden kimseye ve o zemânda âmil olan kimseye, diğer zemânda o işi işleyen elli kimsenin ecri [sevâbı] vardır.” 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Rızâ-yı ilâhî, rızâ-yı abdden akdemdir. [Allahü teâlânın rızâsı kulun rızâsından öncedir.] Öncelik o tarafdadır. 6/238.

● Rızâ makâmı, sülûk makâmının sonudur ki, onun meydâna gelmesi, kesb ve riyâzete bağlıdır. Mutlaka makâmât-i urûcun sonu demek değildir. 6/59.

● Rızâ makâmı, makâmların sonu olmadığı, bilâhere belli oldu. 4/196.

-290-

● Rükû’ ve sücûd [secde] tesbîhlerinin nihâyeti yedidir. Ba’zı rivâyetde dokuz ve onbir dahî vârid olmuşdur. 5/109.

● Renklerin ahseni [güzeli] yeşildir. Nur-i ahfâ yeşildir. 6/5.

● Rûha otuz yılda vüsûl eden sâlik [kavuşan, erişen sâlik], Hudâya vâsıl oldum [kavuşdum] demişdir. [Öyle zan etmişdir.] 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]

● Rûhun üsûlü sıfât-ı zâidedir. 4/213.

● Rûh ile cesed bir araya geldiği zemânda, lezzet alır ve elem duyar. 6/217.

● Rûhun, bedenin sağ cânibine te’alluku vardır. 5/126.

● Rûh, ne dâhil-i bedendir; ne hâricdir. [Ne bedenin dâhilinde, ne hâricindedir]. Bedene te’alluku tedbir ve tesarruf cihetiyledir. 5/43.

● Rûh bedenden müfârakatından [ayrılmasından] sonra, fenâ bulmaz. Sâir [diğer] âlem-i emr latîfeleri de böyledir. Ve filânın rûhâniyyeti zâhir oldu ve şöyle ifâde ve istifâde edildi derler. Ondan murâd, rûh latîfesidir. 6/140.

● Rûh, âlem-i ervâhdandır. Ve âlem-i bîçûnîden [ötelerin ötesinden] hissedârdır. Fânî bedene âşık olup, bedene bağlanıp ve onun ahkâmı [işleri] ile insibâğ [boyanma, temizlenme] ya’nî onun işlerinin şekline girip ve araşdırıp, beden aracılığı ile işitip ve görüp ve konuşup ve bedenin lezzeti ile dahî lezzetlenip ve elemi ile dahî elemlenip ve onun hareket ve sükûnu ile hareketli ve sâkin olmuşdur. 5/135.

● Rûhun renginde olan renge, sürh [kırmızı] humret [kırmızılık] üzere karar vermişlerdir. 5/43.