– Z –

● Zât-i baht [Zât-i teâlâ] celle ve alâ mertebesinde nisbet-i vücûd yokdur. Ve nisbet-i imtinâ’i adem dahî yokdur. Nisbet-i vücûb-ı vücûd peydâ oldukda, onun mukâbili olan nisbet-i imtinâ-i adem dahî zâhir olur ve nisbet-i vücûb-ı vücûda müteferri’ olan istihkak-ı ibâdet dahî zuhûra gelir. 4/68

● Zât-i teâlâ hiçbir vakt sıfat ve şuûnâtdan münfek olmaz. [Allahü teâlâyı arayan sıfat ve şuûnâtla karşılaşır. Bunlar ondan ayrılmaz.] 4/47

● Zât-i baht-ı ilâhî bî-mülâhaza-i esmâ ve sıfat, teveccüh ve murâkabe ve tasavvur ve te’akkulden [akl erdirmekden] berterdir [pek yüksekdir]. Vâsıl-ı zât-ı baht olup, vasl-ı üryâni ile mümtaz olan ârifin muhabbet-i zâtiyye hükmünce zât-i baht ile maiyyeti vardır ki, ol makamda sıfatdan melhuz yokdur. Fekat bu infikâk, muhabbetde ve ibtilâdadır. 5/119

● Zât-i teâlâ var olmasında hiçbirşeye muhtac değildir. Ve Zât-i teâlânın hakîkati ve mâhiyyeti vücûd değildir. Vücûdu, varlığı başkasına muhtac olmadığı gibi, Allahü teâlânın hakîkati, o varlıkdan ibâretdir demek ma’nâsızdır. Kendi varlığı ile hâricde mevcûd olan bir zâta, başkalarına olan sıfat, başkaları ile bulunabilen bir kelimeyi ism vermeğe ne lüzûm vardır. Hak teâlâ, nisbetlerin ve i’tibârların ötesindedir. Hak teâlânın zâtına adem mukâbildir demek ma’nâsızdır. Zîrâ yokluğun karşılığında bulunan vücûd başkadır ki, olmak ve meydâna gelmek ma’nâsınadır. 4/230 [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]

● Zât-i baht-i teâlâ mertebesinde ârifin nasîbi, matlûbdan gayri değildir. Pes isbât-i muhabbet dahî yokdur ki, mertebe-i sıfatdadır. Bu sözün tafsili, Mebde’ ve Mu’ad risâle-

-278-

sinde, kendi sözü ile Râbi’a-i Basriyenin kelâmı meyânı fark ve beyân eylediği ma’rifetde tasrîh buyrulmuşdur. Taleb oluna. 5/153

● Zât-i teâlâdan gayri ism ve sıfata tâlib olmayınız ve zirveden hadîda tenezzül eylemeyiniz. 5/31

● Zât-i akdes mertebesinden herkes fıkd ve cehl ile mevsûflardır. Ve erbâb-ı ilm ve cehl ol zirve-i ulyâdan ye’s hâlindedir. İlm, şühûd ve sözü bil-cümle merâtib-i zılâldedir. Efsâf ve ef’âl mertebelerinde ve mertebe-i zât-ı mukaddesde hayret ve cehlden gayri şey yokdur. 5/73

● Bir zerre, Hak teâlânın izni olmadan hareket edemez, dedikleri Halk eylemek [yaratmak] i’tibâriyledir. Cezâ ve azâb, kesb i’tibâriyledir. [Kul kesbi sebebi ile azâb veyâ cezâ görür.] 5/83 [Fâideli Bilgiler: 231, Hak Sözün Vesîkaları: 345.]

● Zikr-i cehri [sesli zikr] memnu’dur [yasakdır]. 5/54

● Zikr-i cehri [sesli zikr] bid’atdir. 5/131.

● Zikr-i kalbîyi yapamıyana, zikr-i lisânî dahî telkin oluna. Ümmîddir ki, iki zikrden netîce meydâna gelir. 6/186

● Zikr-i kalbî te’sîr etmiyen kimseye, vukûf-ı kalbî ile emr etmeli ve teveccüh gerekdir ki, zikr te’sîr eyleye. 4/165

● Zikr, islâmiyyetin emrlerindendir. 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]

● Zikr aslında, sünnet ve güzeldir. Doğruca Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vâsıl olur. 5/36 [Hak Sözün Vesîkaları: 336.]

● Zikr, kaytsız şartsız ve kalbde hiçbirşey bulundurmadan ola. 4/200

● Zikrde abdest şart değildir. 6/9

● Zikr eden kimse hiç olmazsa dilinden çıkan nedir, onu bile. 5/104

● Zikr ve fikre devâm edeler. Ve kalb vazîfesini azîz bileler. Ve Allahü teâlâya, kendini hiç bilerek devâmlı ihlâ-

-279-

sı en lezzetli ni’met bileler. Ve o yüce dergâha tutulmağı en kıymetli iş bileler. [En önemli işlerden bileler]. 4/48

● Zikr ile vaktleri o kadar ma’mur edeler ki, farzlardan ve sünnet-i müekkedelerden gayri hiçbirşey ile meşgûl olmıya ve tilâvet ve ibâdet-i nâfileyi dahî başlangıçda terk eylese dürüstdür. 6/190

● Zikr ve fikr ile vaktleri ma’mûr edeler ki, se’âdet-i ebedî istifâde oluna. Onsuz muhaldir. 6/83

● Zikr-i kalbîye öyle devâm etmeli ki, sem’i işitme sıfatı olduğu gibi, kalbin sıfat-ı lâzımesi ola ve bu ma’nâ tarîkat-i Nakşibendiyyede az bir çalışma ile hâsıl olur. 6/86

● Zikr-i kalbîye [kalb ile zikre] öyle devâm edeler ki, devâmlı olup, sem’i işitme sıfatı, basarı da görme sıfatı olduğu gibi, zikr dahî kalbin sıfatı ola. İşte bu vakt zâhirin [bedenin] gafleti, bâtının huzûruna sirâyet eylemez. Ve görünen uyku [bedenin uykusu] ma’nevî teveccüh ile birleşir. 5/99

● Zikrin tekrârına o şeklde devâm edeler ki, mâsivâ sahâ-i sîneden (kalbden) temâmen siline [kalka] ve mâsivânın ismi ve resmi gönül aynasından yok ola. 5/93

● Zikr-i nef-yü ve isbâta [Lâ ilâhe illallah zikrine] o kadar devâm edeler ki, sahâ-i sînede [kalbde], Hak sübhânehudan gayri hiçbir murâd ve maksûd ve Hak teâlânın murâdından gayri bir murâd kalmıya. 5/71

● Zikr-i ismillah [Allah isminin zikri] başlangıçda pekçok fâidelidir. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]

● Zikr-i zât tarîki [Allahü teâlânın zâtının zikrinin yolu] şöyledir ki, dil damağa yapışır ve bitişir ve kalb-i sanavberiye [maddî kalbe] müteveccih olasın ki o yürek, kalb-i hakîkîye yuva gibidir. Ve Allah ism-i mübârekini o kalb üzerinde hâtırlama yolu ile, kalbden geçirirsin. Ve o sırada dikkat ederek hiçbir uzvunu hareket etdirmeyesin ve hayâlde kalbin sûretini de düşünmiyesin. Maksad olan kalbi hâtırlamakdır. Kalbin sûretini tasvîr değildir. Ve Allah lafz-ı mübâ-

-280-

rekinin ma’nâsını bîçûn ve bîçûnegî [ötelerin ötesi] mülâhaza edip, hiçbir sıfatı ile düşünmiyesin. Hâzır ve nâzır olduğunu dahî düşünmiyesin ve Allahü teâlânın yüce zâtından sıfatlar seviyesine düşmiyesin. Eğer pîrin sûreti kolayca zâhir olursa [görünürse], onu dahî kalbe getirip, kalbde hıfz edip, zikr eyleyesin. Nefes bağlanmaz. Nefesin müdâhalesi olmamalıdır. 6/9

● Zikr-i nef-yü isbât tarîki [Lâ ilâhe illallah diyerek zikr yolu] şudur ki, dilini damağa yapışdırıp ve nefesi zîr-i nâf’de, ya’nî göbek altında habs edip, kelime-i lâ’yı göbekden çekip tâ farkı sürreye îsâl ve ilâhe kelimesini fark-ı sürreden sağ omuza getirip, illallah lafzını buradan kalb-i sanavberiye [kalb cihetine] vâsıl eyleye ki; göğsün sol tarafında vâkı’dir. Ve bu mecmuın nakşında [bu şeklin işlenişinde, (yapılışında)] sûret-i Lâ ma’kûs olur [Lâ’nın sûreti aks olur]. Ve bu kelimeleri bir mahalden diğer mahalle ulaşdırmak hayâl ile olmak gerekdir. Ve a’zâ [uzvları] ve nefesi hareket etdirmiye ve nefes göbek altında tutula. Nefesin tahammülü kadar zikri tekrâr ede. Ve ma’nâsını bu kelime ile birlikde Lâ maksûde illallah [Allahü teâlâdan başka maksûd yokdur] olarak hayâl yolu ile tasavvur edeler. 6/47

● Zikr-i nef-yü isbât tarîkı [yolu]. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]

● Zikr-i nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah zikri] binden beşbine kadar, her ne kadar mümkinse zikr edeler. 6/17

● Zikr-i nef-yü isbâtı [Lâ ilâhe illallah zikrini] nefesi habs ederek, önce Hızır aleyhisselâm, Abdülhâlık Goncdüvânîye ta’lîm eylemişdir. 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]

● Zikr-i nef-yü isbâtda [Lâ ilâhe illallah zikrinde], nefesin habsi mümkin olmazsa, habs etmiyeler. Nefesin habsi şart değildir. 5/43

● Zikr-i nef-yü isbâtın [Lâ ilâhe illallah zikrinin] adedi ve vakti muayyen değildir. Her vakt, nefes müsâ’adesince tek olmalıdır. 5/43

● Zikr-i nef-yü isbâtı [Lâ ilahe illallahı] tesbîh ile veyâ

-281-

tesbîhsiz lisânen huzûru kalb ile çok yapalar. 5/33

● Zikr-i nef-yü isbâtda [Lâ ilâhe illallah zikrinde] Muhammedün Resûlullah ilâvesi lâzımdır. Ve mertebe-i ta’yîni yokdur. [Belli bir sayıda değil. İstenilen yerde]. 6/76

● Zikr-i nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah zikri] her bir nefesde tek olacakdır ki, buna dikkate vukûfu adedî derler. 6/47

● Zikr-i nef-yü isbâtın [Lâ ilâhe illallah zikrinin], bâtının temizlenmesinde, tâm bir te’sîri vardır. 4/14

● Zikr-i nef-yü isbâtın [Lâ ilâhe illallah zikrinin] te’sîri, diğer zikr ve işlerden fazladır. 5/139

● Zikrin kemâli, hâtırlananda [zikr edilende] fânî olmakdır. 4/51 [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]

● Zikr-i kalbî ile meşgûl olmak, büyük ni’metlerdendir. Onun şükrünü edâ edeler. “Ni’metlerime şükr ederseniz, onları artdırırım.” ümmîd olunur ki bu zikr, zikr edilene kavuşmağa vesîle olup ve ma’rifetden bir küçük kapı açılıp, zikr ile zikr edeni aradan kaldırıp ve huzûru kendiliğinden zuhûr eder ve “Kendisini yine ancak kendisi zikr edebilir”, perde dahî açıla. 5/46

● Zikrden maksad, zikr edilende fânî olmakdır. Zikr edilende fenâ hâsıl oldukda, zikr kalmasa bir be’s yokdur. 4/37

● Zikr ve murâkabede hâsıl olan tad ve zevk cezbenin te’sîrlerindendir [eserlerindendir]. 5/122

● Zikr netîcesinde bâtını, zikr sultânî istîlâ edip..... 4/23 [Hak Sözün Vesîkaları: 325.]

● Zikr eden kulu, Hak teâlâ dahî zikr eder. “Beni zikr ederseniz, ben de sizi zikr ederim.” Bundan ziyâde se’âdet var mıdır? 6/145

● Zikrden zikr edilene ve delîllerden delîl getirilene kavuşa, sûretden hakîkate çekile ve lafzdan ma’nâya ulaşalar. 6/122

-282-

● Zikr ve ibâdetde cem’iyyet [topluluk] ve halâvete [tadlara, zevklere] bağlı olmayasınız. Gerek halâvetle, gerek bî halâvetle [zevksizlikle] (hâller olsun olmasın) zikr ediniz. İbâdet ne kadar meşakkatli ise, onun dahî sevâbını [çok sevâbını] ümmîd edesiniz. 6/166

● Zikr ve teveccüh ve huzûr, o zemâna dekdir ki, vücûd-i zâkir der meyân olmıya. [Zikr edenin vücûdu aradan kalkıncaya kadar zikr etmeli.] 6/242

● Zikr vaktinde, bütün a’zâda, zevk meydâna gelmek, zikrlerin sultânındandır. 6/82

● Zikr bütün bedeni kaplayıp, kalb gibi her uzvu dahî zikr ederse, (SULTÂN-I ZİKR) denir. 5/142

● Zikr esnâsında huzûr ve kendinden geçme [hâli] galebe eyledikde, zikr terk ve onun hıfzı lâzımdır [o hâli muhâfaza lâzımdır]. 5/78

● Zikrden maksad, kalbin hareketi olmayıp, teveccüh ve kalbin huzûrudur. 4/37

● Zikrde dil ile söylemek zor olursa, kendi lisânı ile tâ’lim edeler. 6/128

● Zikr, yalnız olarak mûsıl [kavuşdurucu] değildir. Râbıta ve muhabbet ve fenâ-fişşeyh ile meşrûtdur [şartlıdır]. 4/198