– D –

● Derd ve muhabbet, insanların bildiği bir hâle münhasır değildir. Her kim ki, âhırete hâzırlanmakla iştigal eyleye, bu derd ve muhabbet ile vasflanmışdır. Zîrâ onun kalbine muhabbetin dolmasından dolayıdır ki, âdet olan şeyleri [insanların oyalandığı işleri] terk etmişdir. Ve nefse muhâlefet ederek, onun tahrîbine, [ona uymamağa], onu

-273-

kırmağa cesâret göstermişdir. Her ne kadar buna sebeb nedir, bilmese de. 4/227

● Derd-i talebi sermâye-i se’âdet [sermâyeyi tâleb derdini, kurtuluş derdi ile dertlenmeyi] din ve dünyâ ve şevk-ı matlûbu [matlûbun arzûsunu] ni’met-i uzmâ bileler [büyük ni’met bileler]. 6/38

● Derd-i dünyâ [dünyâ derdi] yakınlaşmağa ve yükselmeğe sebebdir. 4/227

● Derd ve belâdan halâs için, günâhlarına istigfâr etmelidir. 4/119, 5/80, 2/99

● Derd ve belâ vürûduna [gelmesine] sebeb, günâhlardır. Zarar verenlere kızmamalı, mukâbele etmemeli, kendi günâhlarına istigfâr etmelidir. 4/119, 5/80, 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]

● Dervîşâna [Velîlere] muhabbet ve teveccüh ve ihlâs, büyük bir ni’met ve büyük bir devâ [ilâc]dır. 6/111

● Düâ ve teveccüh, tevekkül ve tefvîze [ısmarlamağa] muhâlif değildir. Tefvîze muhâlif olan budur ki, mâsivâya ilticâ [sığınmak] ve rükûn [cânı gönülden meyl] etmekdir. 5/24

● Düâ-i zahril-gayb, icâbete akrebdir. [Gıyâben uzak kimseye yapılan düâ, kabûl olunmaya çok yakındır. Çabuk kabûl olunur.] 4/98

● Da’vete icâbeti (gitmeği) menhî kılan esbâb [mâni’ olan sebebler]: Yemeğin şübheli olması, dıvar ve tavanda resmler bulunması, çalgı ve çalgı âleti, ya’nî tegannî âleti ve boş şeyler (şarkılar) dinlemek, oyun ve eğlence bulunması, da’vet edenin zâlim, bid’at ehli, fâsık, şirretli, şöhreti tâlib olmasıdır. 4/22 [Fâideli Bilgiler: 208, Hak Sözün Vesîkaları: 324.]

● Dimâg, havâs-ı bâtınanın mahallidir. [Beyin, beş duyunun, görme, işitme, koku alma, tad alma, dokunma duyularının merkezidir. Hiss-i müşterek, hayâl, vâhime, hâfıza, mütasarrıfa denilen, görülmiyen beş duyunun da merkezi dimâgdır.] 5/113 [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]

-274-

● Dimâgdan, vehm ve hayâlden, hataraların giderilmesi [kaldırılması] zordur. 5/94

● Dimâg, gurûr ve enâniyyet [benlik] yeri ve yükselme, ve tefekkür ve fâsid hayâllerin yeridir. 5/97

● Dünyâ [harâmlar], altınla süslenmiş bir necâset ve şeker ile kaplı bir zehr gibidir. 5/45 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]

● Dünyâ [harâmlar], görünüşde hoş ve şirindir. Aslında öldürücü bir zehr ve bâtıl [bozuk] mal ve ona mübtelâ olmak fâidesizdir. Ve ona sarılan perişân, hor ve ona tutulan delidir. Akllı o kimsedir ki, kıymetsiz [geçersiz] mala kapılıp ve böyle bir fâsid metâ’a meftûn olmaz. [Dünyâ hayâtında], bu kısa fırsatda, Mevlâ-yı hakîkî celle şânühunun rızâsını ele geçirmeğe, gönül verir ve âhıret amelini hâzırlar. Bu keyflenilen fânî dünyâda, istenen şey, kulluk vazîfelerini edâ etmek ve Hakkın ma’rifetini ele geçirmekdir. Yazıklar olsun ki, bu dünyâda, o kimse kendinden istenileni edâ edemeyip, diğer işler ile meşgûl olur. 5/45 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]

● Dünyâ [hayâtı] azîz ise [nefse uygun ise], âhıret hor, dünyâ hor ise, âhıret azîzdir. İkisinin cem’i mümkin değildir. 4/42

● Dünyevî hâdise ve tefrika ve musîbetler her ne kadar [nefse] zâhirde acıdır, amma, bâtına nazarla merhem ve râhatdır. Ve uhrevî yükselmeğe sebebdir. Zâhirin düşmesi, bâtının yükselmesine sebebdir. 6/85

● Dünyâyı, âhıret ameli ile taleb eyleyen aldanmış ve hüsrâna uğramışdır. 4/31

● Dünyâda [insanı], yimek, uyumak, (istediği gibi) yaşamak ve ni’metlenmek [gibi, nefsin arzûları] için yaratmadılar. Yaşamak ve ni’metlenmek [asl hayât] âhıretdedir. Bilâkis tâ’at ve kulluk için ve kendini bilmek için halk olundun. 6/45

● Dünyâ [hayâtı], âhıretin tarlasıdır. 5/95

● Dünyâya, yaşayıp (keyf sürmek), ni’metlenmek [nefse uymak] için gönderilmedik. Esâs yaşama sonradır (âhı-

-275-

retdedir). Dünyâya, tâ’at ve ibâdet için gönderildiler (insanlar). İnsandan istenilen şey, Hak celle ve alâyı tanımakdır. Eğer bu istenen işlerde bozukluk (noksanlık) var ise, mâtem edilecek bir hâldir ki, dünyâ ve dünyâda olan şeyler onun yerini tutmaz. Bunların yokluğu (elden kaçırılması) ile bu fânî hayâtda üzülürlerse [zorluk çekerlerse] bu zorluk âhıret için kolaylıkdır. 6/208

● Dünyâ [hayâtı] şol kimse için zem edilmemişdir ki, .... 6/38

● Dünyânın dîne (âhırete) tercîh edildiği zemânda, amel edenin ecri, diğer zemândaki amel edenin ecrinin elli mislidir. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Dünyânın âhıret hükmünde kılınmasının îzâhı. 6/185

● Dünyâda Allahü teâlânın rızâsının ele geçmesi istenmişdir. Onu tanımak âhıretde va’d edilmişdir. 6/78

● Dünyâda [âhiret âşıklarının] âşığın nasîbi hep şevk ve ızdırabdır. Kavuşmak âhıretdedir. 6/185

● Dünyâ ayrılık yeridir. Kavuşmak yeri âhıretdir. Kavuşmamakdan dolayı, gönülleri kırılmaya. 6/203.

● Dünyâ [hayâtı] amel ve kesb yeridir. Ve âhıret, karşılık ve ecrin verileceği yerdir. Amel işlerken ecr taleb edip, onunla kalmak, kendini ecrden mahrûm eylemekdir. 5/33

● Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Mevlâ-yı hakîkî celle şânühünün rızâsını kazanmağa sarf etmek gerekdir. Ve zikr ve fikr ile geçirmelidir. Alçak dünyânın, geçici ve helâk edici olarak sergilenen (fânî) ni’metlerine meyl etmeyip, âhıreti kasdedeler. Ve ebedî mülkü ve devâmlı ni’metleri ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak ile meşgûl olalar. 6/119.

● Dünyâ [hayâtı], baştan başa ayrılık yeri ve üzüntü yeridir. Kavuşma yeri âhıretdir. Hak sübhânehu, onun ameli [âhıret amelleri] ile kerem eyleye. [Âhıret amelleri ile şereflendire]. Tâ ki o yerin kavuşması hâsıl ola [âhıretin]. Dünyâ [da nefsin] râhatlığı kaldırılmadıkça, Allahü teâlâ-

-276-

ya tam kavuşmak hâsıl olmaz. Bunun için, Hak teâlâyı taleb edenler, bu dünyâda, devâmlı ciğerleri yanar ve gözleri yaş dolar. Ve her vaktde kederli, yanıp, erimekde kararsızdırlar [devâmlı, yanıp, erirler]. 4/164.

● Dünyâ işlerine zarûret kadar çalışıp, diğer vaktleri kalbi toparlamağa sarf eylemek gerekdir. 5/128.

● Dünyâdaki müşâhedeler [kalb gözü ile görülen şeyler] ile tesellî olmak, susuz kimsenin serâbı su zan etmesi gibidir. 6/202.

● Dünyâdaki bütün şühûdlar [görünen şeyler], zıllerin şâibesinden uzak değildir. Zîrâ aslın [zılsiz] zuhûr etmesine dünyânın yapısı müsâid değildir. Zîrâ aslın zuhûr edeceği yer âhıretdir. 6/130.

● Dünyâdaki zuhûrlara, ister tecellî-i sıfat, ister tecellî-i zât desinler, zıllerdir. 6/203

● Dostlardan insanlık îcâbı vâki’ olan ve muhabbete ters düşen bir iş zuhûr ederse, afv edip, onların güzel işlerine bakıla. 5/123

● Dostlardan son nefes selâmeti için düâ umulur. 6/226

● Dil de, baş gibi, devâmlı kötü ahlâka yer ve kaynakdır. 6/67

● Dîn-i mübînde kat’î ve tevâtür ile sâbit olan bilgilere tam i’tikâd edip, müteşâbihatı zâhirinden sarf eylemek [müteşâbihatı zâhir üzere almamak, te’vil etmek] veyâ onun ilmini Hak sübhânehuya havâle eylemek gerekdir. Üzerinde ittifak [icmâ’] olan i’tikâdda şübhe eylemeyeler. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]

● Dinden nasîbi olmıyan kimse, kurb [yakınlık] ve ma’rifetden [tanımakdan] nasıl hisse alabilir. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]

● Dinde Ebû Hanîfenin “radıyallahü anh” ve eshâbının kavlleri mu’teberdir. Ehl-i târîhin kelâmları mu’teber değil-

-277-

dir. 5/36 [Hak Sözün Vesîkaları: 336.]

● Dînül mer’i dînü halîlihi. “Kişinin dîni, arkadaşının dîni gibidir.” 4/14.