● Hâcâtın kazâsı [isteklerin yerine gelmesi] ve müşkilâtın küşâyişi [zorlukların açılması] için, (La havle ve lâ kuvvete illâ billah) kelimesini beşyüz kerre okuyalar. Ve evvelinde ve âhırınde en az yüz kerre salât eyleyeler. (Bu, imâm-ı Rabbânî radıyallahü anhın hatm-i hâcegânıdır.) 5/33.
● Hâkimlerden ve gayrilerden görülen zulm ve şiddeti, fi’li Hak [Hakkın fi’li] bilmelidir. Zâhirin gâm ve hüznüne bende [kul] ma’nî olamaz. 6/80
● Hâl, telvînden haber verir. Sâhib-i temkin [temkin sâhibi] olan hâlden geçmişdir. 6/56
● Hâl, ilmden eşrefdir [şereflidir]. Hâl, ehl-i vecd ve kemâlin husûsiyyetidir. 6/217
● Hâl’in doğruluğuna alâmet, yakînin hâsıl olmasıdır. Yakîn hâsıl oldukda, hâl; vehm ve hayâlden bîrûndur [uzakdır] demişlerdir. 6/63.
● Hub ve cünûndan hâlî olan [Sevgi, muhabbet ve delilik olmıyan] âdem, hayvânâta mülhakdır [dâhildir]. 4/114.
● (Hac ile ömre arasını birleştirin. Zîrâ onlar fakîrlik ve
günâhların kalkmasına sebeb olur.) Hadîs-i şerîf. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]
● Hadîs-i şerîfde gelmişdir ki, bu üç şeyden çekinmiyen kimse, gerçekden mü’mindir. Hizmet-i i’yâl [Âilesine hizmet], ve fakîrler ile berâber oturmak ve hizmetkârı ile ta’âm yimek. [Hizmetkâr temiz olmak lâzımdır.] 5/109.
● Hadîslerin ba’zısı, ba’zısını tefsîr eder. 6/5
● Harem-i Kâ’benin füyûz ve berekâtı başka, harem-i Medînenin kemâlât ve kârı ve semeresi başkadır. 6/232
● Hüzn ve ferâhlığın olmaması, kazâya râzı olmağa ters değildir. 6/17
● Hesâb-ı mü’minîn [mü’minlerin hesâbı] kısa bir müddet içinde olacakdır. Fasl-ı kazâ [yapılma zemânı] bir sâ’atdır. Birinin hesâbı, diğerini hesâbdan işgal etmez. 4/11
● Hüsn-i hulk [güzel ahlâk] hakkındaki Hadîs-i şerîfler. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]
● (Hüsn-i hulk [güzel ahlâk], gücü yetdiği hâlde gadab eylememekdir.) Hadîs-i şerîf. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]
● (Hüsn-i hulk [güzel ahlâk] hatâları eritir. Su kırağıyı eritdiği ve mahv etdiği gibi. Ve kötü ahlâk dahî ameli ifsâd eder. Sirkenin balı bozduğu gibi). Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]
● Hüsn-i hulk [güzel ahlâk] buğz eylediği kimseye fütüvvetdir. Ve ikrâh eylediği [tiksindiği] şahsa mal vermek, kalbin nefret eylediği zât ile, hüsn-i sohbetdir, demişlerdir. 5/109.
● Ebûl-Hasen-i Harkânî, Muhammed Kassabdan efdâldir. Ya’nî müntehîdir [sona varmışdır]. 4/179.
● Huzûr, gafletden kurtulmakdan ibâretdir. 4/160
● Huzûr, öyle ola ki, nefs-i hâzır dahî arada olmıya. Vücûd yolunu yokluk sahrasına çeke. Ve kendi huzûru yine
kendine müteveccih ola [döne]. 4/75
● Huzûr ve teveccüh-i kalbî, zikrin fevkidir [üstüdür]. Ve ondan dahâ latîfdir. 5/145.
● Huzûr-ı dâimî [dâimî huzûr] bâtına nisbetle mümkindir. Ve başlangıçda zuhûr eder. Bu devâm, zâhirde zordur. 4/172.
● Huzûr ve âgâhînin devâmında, uyku ve tilâvet ve nemâz ve bunların gayrisi birdir. [Huzûr ve âgâh olan kalb, nemâz, uyku ve tilâvetde aynıdır.] Huzûr ve âgâhî kalbin melekesi olup ve onun sıfat-ı lâzımesi olur ki, hiçbir zemân ayrılık kabûl etmez. 5/109.
● Huzûrun devâmında, mâsivânın unutulması ve hâtırlanmaması hiç lâzım değildir. Huzûr-ı dâimî huzûr-ı mâsivâ ile birleşir. 5/109.
● Huzûr-ı mübtedî [mübtedînin huzûru] öyle bir huzûrdur ki, gaybet ona der-kafâdır [Sonra gaybet hâsıl olur]. Huzûr-ı mütevassıt [Yolun ortasında olan için huzûr], ki gaybet onun der-kafâsı değildir. [Gaybet onunla hâsıl olmaz]. Ve bu iki huzûrda hâzırın vücûdı der-meyândır [aradadır]. Ve fenâ husûle peyveste değildir. [Fenâ hâsıl olmasına bağlı değildir]. Ve huzûr-ı müntehî [sona varanın huzûru ise] bir huzûrdur ki, nefs-i hâzır der-meyân [arada] değildir. 6/137
● Hataranın [fikr, düşüncenin] menşe’i nefsdir. İlhâm da hatarât cümlesindendir. Lâkin bunda, husûl-i yakîn galebe-i zan [yakının hâsıl olması kuvvetli zan] ve inşirâh-ı bâtın [bâtının açılması] vardır. 4/133.
● Hak sübhânehü ve teâlâ, ba’zı mahlûkâtından râzıdır. Ve onu hasen [güzel, iyi] kılmışdır. Diğer ba’zılarından râzı değildir. Onu kabîh [çirkin] eylemişdir. 4/26
● Hak teâlâ, âfâk ve enfüsün ve nisbet ve i’tibârâtın ötesidir. Onu derûn ve bîrûnun verâ’sı taleb eylemek gerekdir. [Onu âfâk ve enfüsün ötesinde aramak lâzımdır.] 6/74
● Hak teâlâ bizim akllarımızdan ve anlayışımızdan, ilm-
lerimizden ve idrâkımızdan verâ’ül verâ’dır [ötelerin ötesidir.] 4/116
● Hak teâlâ verâ’-ı âfâk ve enfüsdür [âfâk ve enfüsün ötesidir]. Onun tâlibi âfâk ve enfüsden geçmedikçe, ma’rifet elde edemez [kavuşamaz]. 4/205
● Hak teâlâ verâ’ül verâ’dır [ötelerin ötesidir]. Sümme verâ’ül verâ’dır [yine ötelerin ötesidir]. Bu ötelerin ötesi olmak, kurb yönündendir. Uzaklıkda değildir. Her ne ki tasavvur olunur ise, hattâ bir kimsenin zâtından dahî ziyâde ona yakındır. Aklın ondan haberdâr olması zordur. Cânib-i bu’dün verâ’iyyeti cevelangâh-ı vehmîdir. [Uzaklık ciheti ile ötelerin ötesi olması vehmin anlıyacağı şeydir]. Hâlbuki yakınlıkda olan bir verâ’iyyeti vehm ve hayâl, anlıyamaz ve kendine, kendinden ziyâde yakınlığı tasavvur eylemeğe kâdir değildir. 4/205.
● Hak teâlânın ihâtası mücmelin müfassalı ihâtası gibidir. Meselâ kelime, aksâmında câri’ olduğu gibidir. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]
● Hak teâlâ hiç-birşeye hulûl etmez. Mahlûkâtın ba’zısının, vâcib-i teâlânın nûrlarının zuhûruna liyâkati [kâbiliyyeti] vardır. Ve senki (taş) ve külûh (toprak keseği), sâhibi liyâkat değildir. Dünyâda rü’yet vâki’ olmaz. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]
● Hak teâlâya, mümkinâtın madde ve heyûlâsıdır demek, çok kötü bir çirkinlikdir. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]
● Hak teâlânın âleme nisbeti [bağlılığı], hâlıkıyyet [hâlık olması] ve mahlûkların onun mahlûku olması ciheti iledir. Sûrî ve zıllerle ilgili nisbet var ise, ismlere ve sıfatlaradır. 5/132.
● Hak teâlâ ne dâhil-i âlemdir, ne hâric-i âlemdir. Ne muttasıldır [bitişikdir], ne münfasıldır [ayrıdır]. 5/108.
●
Hak teâlâya ilm ve fehm vâsıtası ile aşk-i ilâhî [ilâhî aşk] hâsıl olmaz. Aşk-ı
ilâhî, sülûke bağlıdır. [Tesavvuf yo-
lunda sülûk yapmak, ilerlemek lâzımdır]. 5/69
● Hak teâlâ âhıretde kurtulmanın medârını [esâsını], kat’î vahy ile sâbit olan Hakkın dînine bağlı ve yakınlığını sünnete tâbi’ olmağa bağlı kılmışdır. 4/57
● Hak teâlânın mukaddes bârigâhına bizim kusûrlu amellerimiz yakışır değildir. 6/68
● Hak teâlânın kuldan râzı olması, kulun Hakdan râzı olmasının üstüdür [fevkı’dir.] 4/62
● Hak teâlânın ziyâde mahbûbu [en çok sevdiği] şu kimsedir ki, Allahü teâlânın kullarına muhabbetine sebeb olan ve kulların dahî Ma’bûd-i teâlâya muhabbet eylemelerine vesîle olandır. O kimse, teblîg ve da’vet sâhibidir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Hak teâlânın dostları, onun belâsına râzılardır. Bununla berâber, belâların def’i için düâ ederler. 6/206
● Hak teâlânın kendi zâtına ve sıfatına ve ef’âline muhabbeti vardır. Ve bu muhabbetin çokluğundan, her birinde iki i’tibâr vardır ki, muhibbiyyet ve mahbûbiyyetdir. Ve mahbûbiyyet-i zâtiyyenin zuhûru kemâlât-ı Habîbullahdır “sallallahü aleyhi ve sellem”. Ve muhibbiyyet-i zâtiyyenin zuhûru kemâlât-ı kelîmullahdadır. Ve mahbûbiyyet-i esmâ ve sıfatın zuhûru, diğer Enbiyâda tahakkuk eder. Esmâ ve sıfatın zılleri olan mahbûbiyyet ve muhibbiyyet-i zıllıyyenin zuhûru, Evliyây-ı Mahbûbîn ve muhibbînde hâsıl olur. 6/137
● Hak sübhânehu müsebbib-ül-esbâb [sebeblerin îcâd edicisi] ve varlıkların bir araya gelmesini hâsıl edicidir. Bir sebeb îcâd etmeğe kâdirdir. 5/17
● Hak teâlâ hikmet-i bâligası ile [yüce hikmeti ile], kendi yüce kudretini, hikmet perdesinde gizli kılmışdır. 4/110.
● Hak teâlâ cümleyi Cehenneme atsa, zulm değildir. Zîrâ, kendi mülkünde tasarruf etmekdedir. 4/11
● Hak teâlâ kullarının rızklarına kefîldir. Günlük erzâ-
kı ele geçirmek için fazla çalışarak, kendilerini perîşân eylemeyeler. Eğer az bir çalışma ile mümkin olursa, ne a’lâ [ne güzel] ve yoksa onun ardına düşmiyeler. 5/22
● Hak teâlânın talebinde tenbellik [alâkasızlık] eylemeyüp, Onun ma’rifet yolunu arayalar. Ve bu ni’metin kokusu her ne cenâhdan gelirse, o tarafa [ona] alâka göstereler. Ve bu fânî dünyâda istenen şey, bu devletin [ni’metin] ele geçmesidir. İnsanın yaratılmasından maksad, ma’rifete kavuşmasıdır. 6/34 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]
● Hak sübhânehu ve teâlâ, o rahmet ve ref’et ile (merhâmet ile), başaşağı (Cehenneme) düşecek kâfirlere, uzak ve düşman olduğunu izhar buyurup, müslimânlara, onlara düşman olmalarını, şiddet ve sert olmalarını ve muhârebede onları katl etmelerini emr buyurmuşdur. 4/39
● Hak teâlânın hukûku, bütün hukûklardan öncedir. 6/92
● (Hak teâlâ ile ilgili bir iş yaparken, kötü kimseden korkmamalıdır.) Hadîs-i şerîf. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Hak teâlânın mahall-i nazarı kalbdir. 4/48
● Hak teâlâ cilve buyurursa [dilerse], sonradan yaratılmış bîçâre mahlûk âdeme teveccüh eder. 4/13
● Hak teâlâ Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” râzı olmasını taleb etmekdedir. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]
● Hak sübhânehu ve teâlâ, mâsivâya [mahlûklara] köle olmakdan kurtarıp ve uzaklaşdırıp, temâmen kendi mukaddes cenâbına bağlıya. 4/143
● Hakkın iki veyâ üç kısmı Hanefîde, sülûs (1/3), veyâ rub’-ı (1/4) şâfi’îdedir. 4/231.
● Hakâyık-ı selâsenin [üç hakîkatin], (Kur’ân, Kâ’be, salât) muâmelesi, nübüvvet kemâlâtının fevkı’dir (üstüdür). 6/140.
● Hakâyıkın inkılâbı [hakîkatin değişmesi] aklen ve dînen muhaldir. [Mümkin değildir.] 6/2
● Hakkaniyyet ünvâniyle [nâmiyle] zâhir olan bütün şühûdları ve hayâlleri kaldıralar. Ma’lûmât ve şühûdların ötesinde seyr edeler (yürüyeler). Nasıl olduğu anlaşılmayan nisbeti talebde bulunalar. Bu adı geçen nisbetin misâlleri olup ve o mu’âmeleyi hâtırlatan şühûdi nef’ eylemek lâzım değildir. Tâ’at vazîfeleri ve ibâdât üzere müstekîm olalar. [Doğru yol üzere bulunalar]. 4/175.
● Hakâyık-ı eşyâ [eşyânın hakîkati], zât-i şeyden [şeyin kendisinden] ve mâbihi şey’i hüve hüveden ibâret değildir. [Ve onunla olan şey, o ve ondan ibâret değildir.] Belki onun mebde-i füyûz-ı vücûdu ve tevâbi’i vücûdîsidir. [Belki onun başlangıcı, varlığının feyzleri ve vücûdına tâbi’ olan şeylerdir]. 5/1
● Hakîkat-i vâcib-i teâlâyı [Vâcib-i teâlânın hakîkatini] idrâkden, mümkin nasıl haberdâr olabilir ki, bu mümkinin nasîbi acz ve ye’sdir. [Acz ve ye’s olduğu âşikârdır]. 5/57
● Bir hakîkatin diğer bir hakîkatden üstün olması, birinci hakîkat sâhibinin, ikinci hakîkat sâhibinden üstün olmasını gerekdirmez. 4/183.
● Hakîkat-i şey [Bir şeyin hakîkati] o şeyin kendisi demek olmayıp, bundan varlığın başlangıcı ve o varlığa tâbi’ olanlar murâd edilmişdir. 5/1
● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” te’ayyün-i hubbîdir. 4/183.
● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” berzehıyyât-ı kübrâ [büyük aracı] tesmiye edilmekdedir [ismlendirilmekdedir]. 4/88
● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, ilk yaratılan olup, bütün mümkinâtin hakîkatlerini kendinde toplamışdır. Ve ona (Hakîkatlerin hakîkati) derler. 6/164.
● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”den ilerisi ülûhiyyet olup, buraya yükselmek mümkin değildir. 6/205.
● Hakîkat-i Muhammedîye “sallallahü aleyhi ve sellem” berzâh-ı kübrâ [büyük aracı] derler ki, vahdet makâmıdır. Zîrâ Allahü teâlâ ile mahlûklar arasındadır. 6/207
● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, bütün ilâhî şuûnları kendinde toplıyandır. 5/1
● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, te’ayyün-i evveldir. 4/183.
● Hakîkat-i Kâ’be, hakîkat-i Muhammedînin “sallallahü aleyhi ve sellem” fevkidir [üstündedir]. Zîrâ hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, te’ayyünâtın mertebelerinden dolayıdır. Hakîkat-i Kâ’be te’ayyünâtın mertebelerinin üstündedir. 6/195
● Hakîkat-i Kâ’be, hakîkat-ı Kur’ânın üstündedir. 4/183
● Hakîkat-i Kâ’be, mahlûkların hakîkatleri ile ilâhî hakîkatler arasında geçitdir. 4/24
● Hakîkat-i Kâ’beyi, imâm-ı Rabbânî bir mahalde surâdikât-ı azamet-i kibriyâidir [azamet dereceleridir] buyurmuş, bir mahalde nûr-ı sırf deyip, bir mektûblarında dahî hakîkat-i Ahmediyyedir diye karar vermişdir. Bilcümle bu değişiklikler [farklılıklar] nüzûl esnâsındaki söyledikleridir. 6/130.
● Hakîkat-i Kâ’be-i Rabbânî, hakîkat-i Muhammedî sallallahü aleyhi ve sellemin fevkidir [üstündedir]. Zîrâ hakîkat-ı Kâ’be, Zât-ı teâlânın şânı ile olup, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin, kulluk makâmının kemâli ve âbidiyyetidir. 5/1
● Hakîkat-i Kur’ânî ve hakîkat-i Kâ’beden her birinin diğeri üzerine üstünlüğünün beyân olunmasının sebebi, kusûrlu olan hâtıra şöyle gelir ki, Kur’ân-ı Mecîd, Hak sübhânehunun sıfatından veyâ şânından dolayıdır. Ve şu’ûn ve sıfatda iki i’tibâr mevcûddur. Birisi i’tibâr-ı te’ayyün ve biri dahî i’tibâr-ı ıtlak ve lâ te’ayyündür [te’ayyün olunmıyandır]. Dolayısiyle bu iki i’tibâra nazarla iki hakîkatden herbirinin diğeri üzerine üstünlüğü ile hükm olunmuş bulunması mümkindir. Bir hükm bir i’tibâr ile ve hükm-i diğer, i’ti-
bâr-ı diğerle oldukda tehâlüf (muhâlif) olmaz. 4/183.
● Hakîkat-i Kur’ânî, sıfat-ı zâidedir. Şân-ı gayr-ı zâide dahî değildir. 6/130
● Hakîkat-i Kur’ân [Kur’ânın hakîkati], bütün zâtî kemâlâtı kendinde toplamışdır. 4/183
● Hakîkat-i Kur’ânîde, vüs’atin başlangıcı, nemâzın hakîkatinde, vüs’atın kemâli vardır. 6/140.
● Hakîkat-i Kur’ân, Enbiyânın hakîkatlerinin üstündedir. 6/128
● Hakîkat-i Kur’ân, ma’bûdiyyet-i sırfa şâyân değildir [yakışır değildir]. 6/128
● Hakîkat-i salât [nemâzın hakîkati], bütün hakîkatlerin üstündedir. 6/224
● Hakîkat-i salât, hakîkat-i Kâ’benin üstündedir. 6/140
● Hakîkat-i salât, ma’bûdiyyet-i sırfa şâyândır [yakışır]. 6/76
● Hükemâ demişlerdir ki [maddîciler diyor ki], (yok olan var olmaz ve var olan da, yok olmaz. Bunu isbât etmeğe bile lüzûm yokdur, bunu herkes bulabilir.) Bu sözleri insanlar için doğrudur. İnsanlar elbette birşeyi yokdan var edemez. Hiçbirşey yaratamaz. Fekat bu sözü, Allahü teâlâ için söylemek yanlışdır. Herkes değil, kimse böyle söylemez ve isbâta gelmez, vehm ve hayâldir. Allahü teâlânın kudretine inanmamakdır. Allahü teâlânın yokdan var etmesi ve bütün âlemleri hiçden yaratması ve hepsini yok etmesi, Onun kudretine göre, şaşılacak birşey değildir. Bunu söylemek âlemin kadîm olduğunu, yokdan, sonradan yaratılmadığını söylemek demekdir ki, küfrdür. Çünki, kâinâtın, bütün zerreleri ile yokdan var edildiğini, bütün dinler sözbirliği ile bildirdiler. (İnsan düşünmüyor mu ki, biz onu önceden yaratdık, hâlbuki o, birşey değildi) meâlindeki âyet-i kerîmeye uygun değildir. Kâdî Beydâvî “rahmetullahi aleyh” tefsîrinde (insan adem idi, ya’nî yok idi) diye ma’nâ vermişdir. Bu sözleri, hem de, Allahü teâlânın birşey
yapamıyacağını bildirir. Çünki, yok olanı var etmiyor diyorlar. Var olanın var edilmesi de olmaz. Onların dedikleri gibi, var olan yok olmaz ise, varlıkların varlıkda kalabilmeleri için de, Yaratana ihtiyâcları olmıyacakdır. Hattâ Allahü teâlâ eşyâyı yok edemiyecekdir. Bunlar cismlerin hâssaları, hareketleri için acabâ ne diyecek. Bunların her zemân yeniden meydâna geldiklerini ve yok olduklarını herkes görüyor. Vel-hâsıl bu sözleri söylemek, Allahü teâlâyı inkâr etmekdir. Allahü teâlâ böyle şeylerden çok yüksekdir. 4/230 [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● (Halâl zâhir [açık], harâm âşikârdır [açıkdır]. Şübhe eylediğin şeyi terk ve şübhesiz ile amel eyle.) Hadîs-i şerîf. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]
● (Hilm sâhibi kul, oruclunun ve nemâz kılanın derecesini idrâk eder.) Hadîs-i şerîf. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]
● Halvet der encümen, tefrîka yeri olan encümende [toplulukda, kalabalıkda] kalb yolu ile matlûb ile halvet eylemekdir. [Halk içinde Hak ile olmakdır.] 4/163.
● (Hamd etmekden çok, Allahü teâlâya sevgili, birşey yokdur.) Hadîs-i şerîf. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]
● (Hamele-i Kur’ânın diğer insanlar üzerine fazîleti, Hâlıkın mahlûk üzerine olan fazîleti gibidir.) Hadîs-i şerîf. 4/134.
● Havl [hareket] ve kuvvetden kendini tamâmen ihrâc edip, bütün işleri Hak teâlâya havâle edeler. 4/145
● (Hayâ, îmândan bir şu’bedir.) Hadîs-i şerîf. 5/27
● Hayât-i dünyâ [dünyâ hayâtı], bir kaç gündür. Çok değildir. Bu kısa zemânda [fırsatda], kabrin ve kıyâmetin fikri mutlaka lâzımdır. 4/105.
● Hayât-i kabrde [kabr hayâtında], his [hissiyyat] vardır. Hareket yokdur. 4/34 [İslâm Ahlâkı: 558.]
● Hayâti çend rûzeyi [birkaç günlük hayâtı] âhıret azığının tahsîline sarf edip, diğer işleri Hak celle ve a’lâya sipâriş edeler. Magrib ve meşrıkın Rabbi, Ondan başka ilâh yokdur. Onu vekîl edin. 5/8
● Hayâtda iken kabr ittihâzı, yâ mekrûh veyâ müstehâbdır. 5/51
● Hayvânlarda nefs-i emmâre yokdur. 5/50
● Hayât-i dünyevî [dünyâ hayâtı] gâyet azdır. Ebedî ve dâimî mu’âmele ona bağlıdır. Bahtiyâr şu kimsedir ki, bu az zemândaki fırsatı ganîmet bilip, âhıret kârını onda görüp, âhıret rızkını hâzır ede. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]