● Bazgeşt [urûcdan sonraki nüzûl, geri dönme], nefy ve isbât [Lâ ilâhe illallah] zikrinden sonra, ma’lûm yol üzere, kalb dili ile (Allahım), benim maksûdum sensin ve senin rızândır, demekdir. 4/165
● Bâtından murâd, âlem-i emrin beş latîfesidir ki, insanın eczâsındandır [parçalarındandır. Bir kısmıdır, cüz’üdür.]. 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]
● Bâtın, zâhirden perdelenmişdir [gizlidir.] Ve anlaşılmasından hayâ eder. Her ne kadar zâhirden ona imdâd ulaşır ise de, lâkin hayâ, nâz ve ihtiyâc duymamak ma’şûka lâzımdır. 4/215.
● Bâtının taleb ateşi ile alevlenmesi ve mahlûkât ile alâkalarının kesilmesi ve ilâhî hakîkatler ile dolması ve temizlenmesi; zikrin devâmı ile ve insanlar ile az görüşmek ve mâlâ-ya’nî olan sözlerin azlığı ile ve büyüklere olan sevginin derinleşmesine bağlıdır. 4/43.
● Bâtının nûrlanmasında kelime-i tayyibeden [Lâ ilâhe illallah’dan] dahâ fâideli birşey yokdur. Bu kelimenin birinci kısmı ile, isti’dâtlı bir sâlik, Allahü teâlâdan başka herşeyi bırakıp; ikinci kısmı ile, ibâdete müstehak olan bir ilâ-
hı isbât eder ki, sülûkun hülâsasıdır. 4/145
● Bâ kerîmân kârehâ düşvâr nist. [Kerîmler ile yapılan işler güc değildir.] 6/220.
● Bâyezîd-i Bistâmînin nemâzda; Allahü teâlânın korkusu ve islâmiyyeti ta’zîminden dolayı, göğüs kemiklerinin hırıltısı işitilirdi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Bâyezîd-i Bistâmî düâ ederken, âmîn diyen bir fâsık, vefâtından sonra, necât buldu [kurtuldu]. 4/233.
● Bid’at ehline Resûlullah la’net edip, Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların la’netleri, bunların üzerine olsun buyurdu. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● (Bid’ati ortaya çıkaran ve bunu yapan kimseye şeytân çok ibâdet yapdırır. Onu çok ağlatır.) Hadîs-i şerîf. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]
● Bid’at bulunan mahallerde, hikmete riâyet olunup, vakt ve hâle göre, fetevâ-i kalb ile amel edilmelidir. 5/131.
● Bid’at sâhibine buğz için ondan yüz çeviren kimsenin kalbini Allahü teâlâ emn ve emân ile memlû eder [emîn eder, korkudan korur]. Bid’at sâhibine güleryüz göstererek karşılasa, islâmiyyetin hükmünü hafîfe almış olur. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Bid’at sâhibini tahvîf eden [hor gören] kimsenin kalbini, Hak teâlâ emn ve emân ile doldurur ve bir kimse bid’at sâhibini teşhir eylese, Allahü teâlâ onu büyük korkudan [Kıyâmet gününün korkusundan] emîn eder. Bir kimse bid’at sâhibine ihânet eylese, Allahü teâlâ, Cennetde derecesini yüksek eyler. Bir kimse bid’at sâhibine karşılaşdığında, güleryüz üzere mülâyenet ve mülâyemet eylese [yumuşaklık gösterse], islâmiyyeti hafîfe almış olur. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Bid’at yayılmış, sünnet terk edilmiş olan bu zulmetli zemânda, ilmlerin tahsîli ve neşri en ehemmiyyetli işdir. Ve Sünnet-i Muhammediyyenin ihyâsı maksadların en büyüğüdür. “Alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye.” Hâlle-
ri ve vecdleri hiç düşünmiyeler. Bu dâr, dâr-ı ameldir. [Bu dünyâ, amel yeridir]. Tâ’atleri yapmakda merd olalar. Yalnızlığı ve bir yere çekilmeği ganîmet bileler. Bedenin ihtiyâcı olan şeyleri (yiyecek, içecek v.s.) Allahü teâlâya havâle edeler. 4/178.
● Berâhime-i Hindin [Hind Berehmenlerinin] ve felâsife-i yunanın [Yunan felesoflarının] yapdıkları riyâzet ve mücâhedeleri, Peygamberlerin dinlerine uygun olmadığından, âhıretde kurtulamazlar. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]
● Bir kimseye rucû’ eylemeğe (tâbi’ olmağa) illet (sebeb), ve bir mevcûda i’timâd eylemeğe sebeb, yâ mürebbî (terbiye edici) veyâ saltanat sâhibi veyâhud ma’bûdiyyet ve ülûhiyyetdir ki, bunların cümlesi cenâb-ı mukaddese ve bîçûn-i hakîkiye (akl ermiyene) müsellemdir (teslimdir). [Kul’eûzü tefsîri] 4/79.
● Berzah-ı kübrâda [Âhıret gününde] dağılmış parçaları ve çürümüş kemikleri toplayıp, beden zıl mu’âmelesinden kurtulur. O vaktde yakınlık devleti (ni’meti) aslen beden unsuru için olup, bâtın eski nisbetinde iken, zâhire bir yakınlık bahş ederler ki, bâtın zâhire tâbi’ olmağa tâlib olur. 4/109.
● Birinin makbûlü, cümlenin makbûlüdür. Birinin merdûdü, cümlenin merdûdüdür. 4/87
● Bast ve kabz, erbâb-ı kulûbda hâsıl olur ki, onlar başlangıç ehlidir. Kalb, makâm-ı telvînde olduğu müddetçe, kabz ve bastın gelmesine sebeb olur. Temkîne bağlı oldukda kabz ve bastdan kurtulur. Müntehî [yolun nihâyetine eren] için bu kabz ve bast yokdur. Onda yekrengi ve temkîn [sükünet ve temkîn] mevcûd iken, ba’zı noksanlıklar sebebi ile, bir tatsızlık ortaya çıkar. 6/137.
● Bast ve kabz, sâliklere zuhûr eden iki hâldir. Kabzda terakkî edemeyip [yükselemeyip], tâ’ate rağbet ederler. 6/79
● Beşerin havâssı [insanların seçilmişleri], meleğin havâssından [seçilmişlerinden] efdaldir. 6/183
● Beşerin yaratılmasından murâd, Allahü teâlâyı tanı-
mak olup, bu da Allahü teâlâda fânî olmağa bağlıdır. 4/99
● Bedenlerin uzaklığı, kalblerin uzaklığına sebeb değildir. 4/175.
● Ba’zı âyet-i kerîmelerin te’vîlleri. 4/52
● Bekânın hâsıl olmasında yorulma ki, tâm fenâdan sonra, uğraşmaksızın, fadl ve ihsân ederek, bekâ ile müşerref kılarlar. 6/38
● Bekâ, ilâhî ismlerin ve cilvelerin sâlikde görünmesidir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]
● Bekâ ve fenâ dâimîdir. Aynı fenâda bâkî, aynı bekâda fânîdir. 4/154
● Bekâ-yı zâtî ile müşerref olan bir ârif-i kâmil, cemâlini merâyâ-ı âlemde [âlem aynalarında], müşâhede eder. Âlem onun zuhûr yeri ve tafsîlidir. Zâtı, efrâd-ı âlemde sârî olup [âlemde bulunan herşeyde sirâyet edip], külli eczâsını [bütün cüzlerini] ihâta eylediği gibi, bütün âleme de muhît olur. 4/139.
● Bekâ, vilâdet-i sâniyedir ki, vücûd-i mevhûmdan [Bekâ, ikinci bir doğuşdur ki, mevcûd-i mevhûmdan kurtulup] münhali’ olup, vücûd-ı mevhûble [ihsân olunmuş bir vücûd ile] mevcûd olmakdır. 6/161
● Belâ, sevenin matlûbdan başkasına iltifât etmesine mâni’ olup, mahbûba götüren [ulaşdıran] kemend-i mahbûbdur. 4/54
● Beldeler, menziller ve köylerin acâibi ve garâibi vardır. Hânenin sâhibinin hâneye özel yakınlığı vardır. Ve komşuluk hakkı vardır. Ve onun berekâtından nasîblenmek gerekdir. 6/194
● Belâlar ondan ve def’i dahî ondandır. Ve herbirinin muayyen vakti vardır ki, takdîm ve te’hîri mümkin değildir. Her ecel için yazılmış bir kitâb [vakt] vardır. Izdırâb fâidesizdir. 5/42 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]
● Bende-i makbûl [makbûl kul] o kimsedir ki, devâm-ı
zikr ile vasflanmış ola [devâmlı zikr ile vasflanmışdır.]. Bir an gaflet ve hevâ-i nefs ile berâber olmıya. 4/75
● Borçdan kurtulmak için çok vakt (ekseri), (Allahümme ekfini bihalâlike an harâmike ve agninî bi fadlike ammen sivâke.) [Yâ Rabbî! Halâl ile iktifâ edip, harâmdan sakınan ve beni fadlınla senden başkasına (muhtaç olmakdan) müstagni eyle.] 6/84
● Bevâsır halkası takmak hoş değildir. 4/119
● Bu suhte-i firâkın [ayrılık ateşi ile yanan bu kimsenin] ve çok arzûlıyanın [kalbi iştiyak içinde olanın] hâli budur ki...... 4/157
● Bugünün kârını [işini] ferdâya [yarına] te’hîrde özr nedir ki, hergünün bir ferdâsı vardır. 4/38
● Beytullahın haccı, bütün şartları mevcûd olduğu takdîrde, edâ oluna. Ve beytden beytin sâhibine yaklaşmağa say’ eylemek gerekdir. Ve hacc-ı mebrûrun [kabûl olunan haccın] sevâbı ancak Cennetdir, buyurmuşlardır. 5/11. [İslâm Âhlâkı: 551.]
● Bîçûn mertebesine tealluk eden nisbet dahî bîçûn ve ibâret ve işâretden uzakdır. Ba’zan o nisbet-i bîçûnîyi âlem-i misâldeki sûreti ile ortaya çıkarırlar [gösterirler] ki anlamağa ve anlatmağa yakın ola. 6/164