● Yavrum! Allahü teâlâ, seni ve hepimizi, Muhammed Mustafânın “aleyhissalâtü vesselâm” parlak olan yolunda yürümekle şereflendirsin! Yavrum! Bu dünyâ, imtihân yeridir. Dünyânın görünüşü, yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü kadına benzer. Yüzünü saçlar, kaşlar, ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır. Tâze, güzel, körpe sanılır. Fekat aslında, güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leşdir ve böcekler, akrebler dolu bir çöplükdür. Su gibi görünen bir serâbdır. Zehr karışdırılmış şeker gibidir. Aslı harâbdır, elde kalmaz. Kendini sevenlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp, en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan aklsızdır, büyülenmişdir. Âşıkları delidir, aldatılmışdır. Onun görünüşüne aldanan, sonsuz felâkete düşer. Tadına, güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmânlık çeker. Server-i kâinât, Habîb-i Rabbil’âlemîn “aleyhi ve alâ âlihissalevât vettehıyyât” buyurdu ki, (Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir). Demek ki, bir kimse, dünyâyı râzı ederse, âhıret ondan gücenir. Ya’nî, âhıretde, eline bir şey geçmez. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyâya düşkün olmakdan ve dünyâyı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekden muhâfaza eylesin!
Yavrum! Bu, pek kötü olduğunu anladığın dünyâ, nedir biliyor musun? Dünyâ, seni, Allahü teâlâdan uzaklaşdıran şeyler demekdir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevkı’ düşüncesi, Allahü teâlâyı unutduracak kadar aşırı olursa, dünyâ olur. Çalgılar, oyunlar, (Mâlâ-ya’nî) ile, ya’nî fâidesiz, boş şeylerle vakt geçirmek, [top oynamak, kumarlar, kötü arkadaş, kötü filmler, mecmû’a ve romanlar], hep bunun için dünyâ demekdir. Âhırete fâidesi olmıyan ilmler, dersler de, hep dünyâdır. Hesâb, hendese [ya’nî matematik ve geometri], astronomi, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yer-
lerde kullanılmazsa [ya’nî kâfirlerle mücâdele ve onlardan üstün olmak için ve insanlara hizmet etmek için kullanılmazsa] bunlarla uğraşmak, boşuna vakt öldürmek olur ve dünyâ olur. Bu bilgileri bütün derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri [ve son zemânlardaki Avrupanın, Amerikanın fen adamları, mütehassısları] se’âdet yolunu bulur, âhıretdeki ebedî azâbdan kurtulurlardı.
[Liselerde,
üniversitelerde okunan ulûm-i akliyye, ya’nî tecribî ilmler, ya’nî fen
bilgileri ve yabancı diller, islâmiyyete ve mahlûklara hizmet etmek niyyeti ile
öğrenilirse ve bu yolda kullanılırsa, fâideli olur. Bunlara çalışmak lâzım olur
ve sevâb olur. Bunun içindir ki, ecdâdımız, Şâm, Bağdâd, Semerkand ve Endülüs
müslimânları her dürlü fende ve güzel san’atda pek ileri gitmiş, dünyâ
birinciliğini ellerinde tutmuşlardı. Avrupanın ilm ve fen adamları, asrlar boyunca,
islâm fakültelerine gelip ihtisâs kazanırlar ve bununla öğünürlerdi.
Müslimânların o parlak medeniyyetlerinin eserleri, bugün meydândadır ve dünyâ
münevverlerini hayrân bırakmakdadır.
Bugün
liselerde, üniversitelerde okutulan ve insanın bütün gençlik hayâtına mal olan
bilgiler, Allahü teâlânın emrlerine uyarak kullanılırsa, fâideli olur ve dünyâ
ve âhıretin kazanılmasına sebeb olur.
Medeniyyet
demek, yalnız ilm ve fen demek değildir. İlm ve fen, medeniyyet için, ancak bir
âlet, bir vâsıtadır. İlmde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını
ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük gafletdir. Pek
yanlışdır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom cihâzlarının
çok olması, gözleri kamaşdıran yeni buluşların artması, medeniyyeti göstermez.
Bunları medeniyyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmağa benzer. Evet,
mücâhid olmak için en yeni harb vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır. Fekat,
bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir.
Medeniyyet,
ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâddır. Ya’nî, beldeleri, memleketleri i’mâr etmek
ve bütün insanları, rûh, düşünce ve beden bakımlarından râhat yaşatmakdır. Bu
iki gâyeye vâsıl olmak, ancak ve yalnız ahkâm-ı islâmiyyeye, ya’nî Allahü
teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakla olur. İslâmiyyetden ayrıldıkca
medeniyyet geriler. İşte liselerde, üniversitelerde öğrenilen bilgiler, bütün
fen vâsıtaları, fabrikalar, ağır sanâyı’, memleketleri i’mâr için, insanları
râhat etdirmek için kullanılırsa, fâideli olur, sevâb olur. Memleketleri
tahrîb, insanların hürriyyetini ellerinden almak, köle yapmak için
kullanılırsa, fâidesiz olur, günâh olur. Bunların fâideli olması, medeniyyete
hizmet etmesi ancak ve yalnız islâm dînine uygun kullanmakla olur. Avrupa,
Amerika, asrlardan beri, islâm ahlâkını, islâm hukûkunu inceliyor. İslâm
dîninin emrlerini, yasaklarını alıp, kendilerine mal ediyor. Onların bugünkü
ilerlemesi, kanûnlarında bile yer verdikleri, islâmî kıymetler ve esâslar
sâyesinde olduğu açıkça görülmekdedir. Demek ki, bir milleti, bir gemiye
benzetirsek, islâm ahkâmı, ya’nî Allahü teâlânın emrleri ve yasakları, bu
geminin güverte ve kaptan teşkilâtıdır. Bütün ilmler, fen bilgileri, endüstri
kolları, ağır sanâyi’ de bu geminin, çarkçı, makinist kısmı demekdir. Gemide
kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, gemi işe yaramaz, helâk olur.
O hâlde,
dedelerimizin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dünyâ çapındaki
başarılarını, üstünlüklerini, yine elde etmek için, islâm bilgilerinin her iki
kısmını, ya’nî hem dînimizi iyi öğrenmemiz ve ona sarılmamız, hem de ulûm-i
akliyyeyi, asrımızın bütün teknik buluşlarını öğrenmeğe ve en iyi şeklde
yapmağa çalışıp, bunları islâm ahkâmına uygun olarak kullanmamız lâzımdır. Bunu
başarınca, maddî, ma’nevî olgunlaşacak, bütün milletlere örnek olacak, bütün
dünyâca sevilerek, hâkim ve hâmî seçileceğiz.
Hadîs-i şerîfde,
(El Cennetü tahte
zılâlissüyûf) buyuruldu. Ya’nî (İslâmiyyet, kâfirlerdeki silâhların hepsini yapmakla ve bunları iyi
kullanmak ile sağlam kalır). Bunun için,
fen bilgilerine çok çalışmamız, atom bombası, roket, radar, füze yapmamız bunun için askeriyyeye, hükûmete yardım etmemiz, kanûnlara uymamız lâzımdır. Aksi takdîrde din yıkılır. Bindörtyüz bu kadar sene evvel, bugünün kurtuluş yolunu, bu Hadîs-i şerîf, bizlere göstermişdir. (İnsanların (milletlerin) dinleri, kendilerini idâre edenlerin dinleri gibi olur!) Hadîs-i şerîfi de, müslimânların çalışarak, kâfirlerden üstün olmasını emr buyurmakdadır. Bu Hadîs-i şerîfleri iyi anlamalı ve dört el ile sarılmalıdır].
Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki: (Bir kimsenin mâlâ-ya’nî ile, ya’nî fâidesiz şeylerle uğraşması, boş vakt geçirmesi, Allahü teâlânın onu sevmediğine işâretdir!) Fârisî beyt tercemesi:
Ne varsa güzel, Allah
sevgisinden başka,
hepsi câna zehrdir,
şeker bile olsa.
Yıldızlarla uğraşmak, ya’nî astronomi ilmi, nemâz vaktlerini anlamağa yarar demişlerdir. Bunun ma’nâsı, nemâz vaktlerinin bilinmesine yarıyan ilmlerden biri de, ilm-i nücûmdur demekdir. Yoksa kozmoğrafya bilinmezse, nemâz vaktleri anlaşılamaz demek değildir. Astronomiden haberi olmıyan çok kimseler vardır ki, nemâz vaktlerini, bu ilmleri bilenlerden dahâ iyi anlar. Mantık, hesâb ve diğer lise dersleri, hep böyle olup, bunların hepsi islâmiyyetin gösterdiği yerlerde kullanılırsa ve ilm-i kelâm da, islâmiyyetin tek se’âdet ve medeniyyet yolu olduğunu isbât etmek için kullanılırsa câiz olur [ve çok sevâb olur].
Mubâh olan şeyleri yapmak, vâciblerin, farzların yapılmasına mâni’ olursa, bunlarla uğraşmak, yine mubâh olur mu olmaz mı? Elbet olmaz! İnsâf etmek lâzımdır. Dîni, îmânı, farzları, harâmları öğrenmeden önce, lise bilgileri ile uğraşmak da bu zarûrî bilgileri öğrenmeğe mâni’ olmakdadır.
[(Kimyâ-i
se’âdet) kitâbı ilm kısmında buyuruyor ki: Her mü’minin, en önce, Ehl-i sünnet
i’tikâdını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım
olur. Biri
kalb için olan, ikincisi beden
için lâzım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı
emrler, ikincisi sakınacağı yasaklardır. Emrleri öğrenmek şöyle olur: Sabâh
vakti, yeni müslimân olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve nemâzın
farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur.
Akşam olunca, akşâm nemâzının üç rek’at olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramezân
gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra,
zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zemân farz olur.
İşte, herşeyi zemânı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ evlenmek
istediği zemân, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını, kadınların özr
hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir san’ata, ticârete başlayınca, bunlardaki emr
ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi san’ata başlıyacaksa zemânın
ona âid fen bilgilerini de mektebde öğrenmesi farz olur. (Meselâ diş tabîbi olacaksa,
liseyi ve dişçi mektebini bitirmesi, staj ve ihtisâs yapması farz olur. Her
san’at, ticâret, zirâ’at da hep böyledir. Herkese kendi san’atını okuması,
öğrenmesi farz olur. Başka san’at bilgilerini öğrenmesi farz olmaz. Harb
zemânında da askerliği ve yeni silâhları yapmak, kullanmak, korunmak için, fen
bilgilerini kısaca öğrenmek, her müslimâna farz-ı ayn, bunlarda ihtisâs
kazanmak ise farz-ı kifâyedir).
Harâmları
öğrenmek de, herkese başka dürlü farz olur. Meselâ, erkeklerin ipek giydiği bir
yerde bulunanların, ipek giymenin harâm olduğunu öğrenmesi ve bilenlerin
bilmiyenlere öğretmesi farz olur. (Sun’î ipek giymek erkeklere de harâm
değildir). Alkollü içkiler içilen, domuz eti yinilen, başkasının hakkı, fâiz,
rüşvet alınan, kumar oynanan yerde bulunanların, bunların harâm olduğunu
öğrenmesi farz olur. Kadın erkek birlikde oturanların da mahrem ve nâmahrem
olan kadınları ve bakmak câiz olan ve olmıyan kadınları öğrenmesi farz olur.
[Kadınların, kızların açık gezdiği, erkeklerin de dizden yukarısını açdığı
yerlerde bulunan müslimânların, örtmesi farz olan yerlerini öğrenmeleri
lâzımdır. Bu yerlerini açmak ve başkasının açık yerine bakmak günâh ol-
duğu gibi, bunu bilmemek de ayrı günâhdır.]
Kalbe âid bilgileri, ya’nî ilm-i ahlâk öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı ayndır. Meselâ (Hıkd) “ya’nî kin bağlamak”, (Hased) [Başkasında bulunan ni’metin onda olmayıp, kendinde olmasını istemekdir. Onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır], (Kibr) [Kendini büyük bilmek, üstün görmekdir. Kibrli olana karşı kendini büyük göstermek, kibr olmaz. Sadaka vermek gibi sevâb olur], (Sû’i zan) etmek [İyi insânı fenâ bilmek] gibi şeylerin harâm olduğunu öğrenmek, her mü’mine farz-ı ayndır. Görülüyor ki, îmânı, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Ya’nî, herkesin öğrenmesi farzdır. Abdesti, guslü, nemâzı ve orucu ve harâmları da, her müslimânın öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenâze nemâzını, ölüye hizmeti ve san’at ve ticâret bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya’nî lâzım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fekat, lüzûmu kadar kimse öğrenmezse, bütün müslimânlar, hükûmet ve millet, büyük günâha girer. Meselâ, doktor olacak kimsenin lise ve tıbbiyyede okuması farz olup, mühendis olacak kimsenin tıbbiyyede okuması farz değildir. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, ön sözde diyor ki: (Ulûm-i nakliyyeden ya’nî din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden fâideli olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir). Nemâzda kırâ’eti anlatırken diyor ki: (Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veyâ bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lâzım olmıyan fıkh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmakdan dahâ iyidir). Beşinci cildde buyuruyor ki: (Başkalarına öğretmek için ilm öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekden dahâ sevâbdır).]
Yavrum! Hak teâlâ, sana çok lutf ve ihsân ederek, bu
genç yaşda tevbe etmekle ve islâm âlimlerinin yolunda bulunan birinin sohbetine kavuşdurmakla [yâhud Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumakla] şereflendirmişdir. Bilemiyorum ki, nefs ve şeytânın ve din bilgisi olmıyan kötü arkadaşların arasında, o temiz hâlde kalabildin mi? Din düşmanları her yoldan gençleri aldatmağa uğraşırken, değişmeden, akıntıya karşı durmak kolay değildir. Gençlik zemânıdır. Para bol, nefsin her arzûsunu yerine getirmek kolay ve arkadaşların [ve piyasadaki bozuk kitâbların] çoğu da uygunsuz! Fârisî beyt tercemesi:
Cânım, yavrum! Sana
sözüm, yalnız şudur:
körpeciksin, yolun da
çok korkuludur.
Kıymetli oğlum! Mubâhların fazlasından sakınmalısın. Mubâhları, lüzûmu kadar kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyyeti ile yapmalısın. Meselâ, birşey yirken, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken avret yerini örtmeğe ve soğukdan, sıcakdan korunmağa niyyet etmeli ve her mubâh için [ve ders çalışırken böyle] gerekli niyyetler yapmalıdır. Büyüklerimiz azîmet ile hareket etmiş, ruhsatdan elden geldiği kadar kaçınmışdır. Mubâhları, zarûret mikdârı kullanmak da azîmetdir. Bu devlet, bu ni’met ele geçmezse, mubâhlardan dışarı çıkmamalı, harâm ve şübhelilere taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet ve ikrâm ederek, mubâh olan şeylerle zevklenmeğe izn vermişdir. Pekçok şeyleri mubâh etmişdir. Halâl olan bu sayısız zevkleri, lezzetleri bırakıp da, harâm edilen birkaç zevke sapmak, Allahü teâlâya karşı, ne kadar edebsizlik olur. Hem de, harâm etdiği lezzetleri, dahâ fazlası ile mubâhlarda da yaratmışdır. Halâl olan çeşid çeşid ni’metlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabbinin râzı olmasından dahâ büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden dahâ büyük cefâ, sıkıntı olur mu? Cennetde Allahü teâlânın râzı olması, Cennet ni’metlerinin hepsinden dahâ tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlânın râzı olmaması, Cehennem azâblarından dahâ acıdır. Cehennemdeki sonsuz azâb, hiçbir günâha karşılık
değildir. Küfre, inkâra karşılıkdır.
Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yapmağa serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akl sâhibi olalım! Kıyâmet günü utanmakdan, pişmân olmakdan başka, ele birşey geçmez. Gençlik çağı, kazanc zemânıdır. Merd olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, râhat, elverişli vakt ele geçmez. Vakt de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zemânında, yarar iş yapılamaz. Bugün, her vaz’ıyyet elverişli iken, ananın babanın varlığı büyük ni’met iken, geçim derdi olmayıp fırsat elde iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özr ile, hangi sebeble, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etdi) buyurdu. Eğer dünyâ işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhıret işlerini yaparsan güzel olur. Fekat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur.
Gençlik zemânında, insanı üç din düşmanı olan, nefs, şeytân ve kötü insanlar aldatmağa uğraşmakdadır. Bunlar karşısında az bir ibâdet pek kıymetli olur. İhtiyârlıkda yapılan, bundan katkat fazla ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz. Düşman hücûm etdiği zemân, askerin ufak bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zemânında yapılan büyük ta’lîmlerin, manevraların, bu kadar kıymeti olmaz.
Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyf sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâ’at, tevâzu’, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara fâideli şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emr edilmişdir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya fâidesi yokdur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalı. Tâm teslîm olarak, emrleri yapmağa ve yasaklardan kaçınmağa çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbirşeye muhtâc olmadığı hâlde, kullarını emr ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Herşeye muhtâc olan, biz
kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emrleri yapmağa, cândan sarılmamız lâzımdır.
Ey Oğlum! İyi biliyorsun ki, dünyâda biri, mevkı’, rütbe sâhibi olsa, emrinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe verse, bu vazîfenin yapılmasında, emr verene de fâide olduğu hâlde, bu işçi, bu vazîfeye ne kadar çok ehemmiyyet ve kıymet verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zât verdi diye öğünür ve seve seve, zevk ile yapmağa çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Allahü teâlânın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar değil midir de, islâm dîninin istediklerini yapmağa, böyle çalışılmıyor. [Allahü teâlânın emrleri vazîfe bilinmiyor ve (vazîfe mukaddesdir! Önce vazîfe, sonra nemâz) gibi şeyler deniyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın emrleri birinci vazîfe olmak lâzımdır].
Utanmak lâzımdır. Gaflet uykusundan uyanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, iki sebebden ileri gelir:
1- Allahü teâlânın emrlerine, yasaklarına inanılmamışdır. [Bu ibâdetler arablar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir. Bugün İsveç hareketleri, spor, fiziko-terapi, masaj, nemâzın işini görmekde, duşlar, banyolar, plâjlar, abdestden dahâ modern temizlemekdedir denilmesidir].
2- Allahü teâlânın emrlerine ehemmiyyet vermemekdir. Bu emrlerin büyüklüğünü, mevkı’, kumanda sâhibi kimselerin büyüklüğünden aşağı görmekdir. Her iki sebeb ile de, ibâdet etmemenin şenâ’atini, çirkinliğini düşünmemiz lâzımdır.
Ey evlâdım! Yalancılığı çok def’a görülmüş olan birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler, akllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlüke bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi?
Muhbir-i sâdık, ya’nî hep doğru söyleyici, doğruluğu ile
şöhret bulmuş “aleyhissalâtü vesselâm”, tekrâr tekrâr, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını bildiriyor. Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşünmüyorlar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da, göstermekdedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmândır? Îmânım var demek, müslimânım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile yok. Belki vehm bile değil. Çünki, tehlükeli zemânlarda vehm edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akl îcâbıdır.
Hucürât sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, yapdıklarınızı hep görmekdedir) buyurulduğu hâlde, harâmları, yapıyorlar. Hâlbuki, herhangi bayağı bir kimse, bu çirkin işleri görecek olsa, belki görmek ihtimâli olsa, yapmakdan vazgeçerler. Bu hâlin iki sebebi olabilir: Yâ, Allahü teâlânın verdiği habere inanmıyorlar. Yâhud da, Allahü teâlânın görmesine ehemmiyyet vermiyorlar. Harâmları, bu iki sebeb ile işlemek, îmânı mı gösterir, kâfir olmağı mı gösterir?
Yavrum, yeniden îmânını tâzelemelisin! Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki, (Lâ ilâhe illallah, diyerek, îmânınızı yenileyiniz!) Sonra, Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerinden tevbe etmelisin. Yasak etdiği, harâm eylediği şeylerden sakınmalısın. Beş vakt nemâzı cemâ’at ile kılmalısın. Gece nemâz kılabilirsen, teheccüde kalkabilirsen, büyük se’âdet olur.
[Cum’a,
Arefe, Bayram, Kadr, Berât, Mi’râc, Aşûre, Mevlid ve Regâib gecelerinde ibâdet
etmek çok sevâbdır. Mevlânâ Muhammed Rebhâmî “rahmetullahi aleyh”
(Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının, Hind basması, yüzyetmişikinci sahîfesinde
buyuruyor ki, büyük islâm âlimi, imâm-ı Nevevî “rahmetullahi aleyh”, (Ezkâr)
kitâbında buyuruyor ki, gecenin oniki kısmından bir kısmını (ya’nî bir sâat
kadar) ihyâ etmek, ya’nî okumak, kılmak, düâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek
olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İbni Âbi-
dîn)in dörtyüzaltmışbirinci (461) sahîfesindeki yazıdan da, böyle olduğu anlaşılmakdadır. (Hakâyık-ı manzûme)de diyor ki, (fıkh kitâblarında, sâat demek, bir mikdâr zemân demekdir. Nevevî, şâfi’î mezhebinde müctehiddir. Hanefîlerin de, geceleri, böyle ihyâ etmeleri uygun olur). Hakâyık-i manzûme kitâbı, Mahmûd-i Buhârînin olup iki cilddir ve (Manzûme-i Nesefî)nin şerhidir. Kıymetli fıkh kitâbıdır. Mahmûd-i Buhârî, 671 [m. 1271] senesinde, Buhârâda vefât etmişdir.]
Zekât vermek de, islâmın beş şartından biridir. Zekât vermek elbette lâzımdır. [Birçok kitâblar, meselâ Murâd Molla kütübhânesinde, (1113) numaralı (Surre-tül-fetâvâ) kitâbı ondördüncü sahîfesinde, (Zekât vermek lâzım olup da, (o sene vermeyip), özrsüz gecikdiren günâha girer ve şehâdeti kabûl olmaz) buyurmakdadır.] Zekâtı kolayca verebilmek için, altından ve gümüşden ve ticâret eşyâsından, fakîrlerin hakkı olan kırkda biri, senede bir kerre [meselâ her Ramezân-ı şerîf ayında] zekât niyyeti ile ayrılıp, saklanır. Bütün sene içinde, istediği zemân, zekât vermesi câiz olanlardan, dilediğine verir. Her verişde, ayrıca zekât için, niyyet etmeğe lüzûm yokdur. Ayırırken, bir kerre niyyet etmek yetişir. Herkes, fakîrlere ve zekâtdan hakkı olanlara, bir senede ne kadar vereceğini bilir. Buna göre zekâtından ayırıp saklar. Ayırırken, niyyet etmezse, fakîrlere verdikleri zekât olmaz. [Nâfile sadaka olur]. İşte böylece, hem zekât verilmiş olur, hem de, her zemân muhtâclara yapdığı yardım, yerini bulur. Bir sene içinde, fakîrlere yapdığı yardım, zekât için ayrılandan az olursa, artan zekâtı, yine kendi malından ayrı saklamalı, gelecek sene ayrılacak olan zekât ile karışdırıp vermelidir. Her sene, böyle ayırıp, yavaş yavaş vermek câizdir. Yavrum! İnsanların nefsi bahîldir, cimridir, tama’kârdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmakda inâdcıdır. Onun için, biraz aşırı yazdım. Yoksa, malı da, cânı da, mülkü de, hep O vermişdir. Onun verdiğine el uzatmağa kimin hakkı vardır? O hâlde zekâtı ve uşru seve seve vermek lâzımdır.
Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanları ödemeğe, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı dünyâda ödemek kolaydır. Nezâket ile, yumuşaklıkla hakdan kurtulmak mümkin olur. Fekat, âhıretde, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok gücdür, çâresi bulunmaz.
[Kâfirlerin haklarını da gözetmek lâzımdır. Kâfir memleketlerindeki kâfirlerin de mallarına, canlarına ve nâmûslarına saldırmamalıdır. Kâfirlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.] İslâmiyyeti, dînini iyi bilen ve âhıreti düşünen doğru Ehl-i sünnet âlimlerine sorup öğrenmelidir. Böyle mubârek insanların sözleri ve kitâbları, te’sîrli olur. Bunların nefeslerinin bereketi ile, sözlerini yapmak kolay olur. [Para kazanmak için, rey kazanmak, mevkı’ almak için, din kitâbı yazan, nutk söyliyen, müslimânları aldatmak için yüzlerine gülen, din hırsızlarının yanından ve kitâblarından kaçmak lâzımdır]. Doğru âlim, güvenilir kitâb bulunamayan yerlerde, bu gibilerden ancak, çok lüzûmlu şeyler sorulabilir. Va’zları, nutkları dinlenmez.
Ey oğlum! Bizim gibi fakîrlerin, yukarıda ta’rîf etdiğimiz, alçak dünyâ düşkünleri ile, ne işimiz vardır ki, onların gidişlerinin iyiliğine, kötülüğüne karışalım? Allahü teâlânın Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” lâzım olan nasîhatları, açıkça bildirmiş, söylenmedik birşey kalmamışdır. Fekat bu yavru, bu fakîrlere gelip, nasîhat ve yardım istemiş olduğu için, bu yavrunun nasıl, ne yolda bulunduğu sık sık kalbe gelmekdedir. Bu bağlılık bu satırların yazılmasına sebeb olmuşdur. Evet, bu yavrunun böyle sözleri çok işitmiş olduğunu biliyorum. Fekat, yalnız işitmekle, birşey kazanılmaz. Duyduklarını, öğrendiklerini yapmak lâzımdır. Bir hasta, ilâcını öğrenebilir. Fekat, ilâcı kullanmadıkça, iyi olamaz. İlâcı bilmek, onu iyi edemez. Bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve âlimlerin “rahimehümullah” milyonlarca sözleri ve binlerle kitâbları, hep işlemek içindir. Bilmek, kıyâmetde fâideli değil, şefâ’atcı değil, azâb yapılması için
huccet ve şâhid olacakdır. Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdu ki, (Kıyâmet günü, azâbın en şiddetlisine, en kötüsüne düşecek olan, ilminin fâidesini görmiyen, gidişi ilmine uymıyan âlimdir).
Yavrum, o zemânki tevbenin, bağlılığın bir netîce vermediğini sen de biliyorsun! Çünki, Allahü teâlâyı seven ve unutmıyanlardan uzak kalman, o se’âdet tohumunun açılıp büyümesine mâni’ oldu. Fekat, o tohumun çürümemiş olması, bu yavrunun yetişmeğe elverişli, nefîs bir cevher olduğunu göstermekdedir. O tevbenin, o bağlılığın bereketi ile, Allahü teâlânın, bu yavruyu, ergeç, sevdiği, seçdiği yola kavuşduracağı ümmîd olunur. Herne behâsına olursa olsun, Allah yolunda bulunanlara olan sevgiyi elden kaçırmayınız! Bunlara sığınmak, bunlarla berâber olmak iştiyâkını kalbinize yerleşdiriniz! Bu büyüklere olan sevginiz sebebi ile, Allahü teâlânın, kendi sevgisini içinize yerleşdirmesini ve kalbinizi, bu dünyâ çerçöplerine bağlamakdan kurtarıp, büsbütün kendisine çekmesini isteyiniz! Fârisî beytler tercemesi:
Aşk öyle bir ateşdir
ki, yanarsa eğer,
Ma’şûkdan başka herşeyi
yakar, kül eder.
Hakdan gayrıyı katl
için (LÂ) kılıncı çek,
(LÂ) dedikden sonra,
birşey kaldımı bir bak.
(İLLALLAH)dan başka ne
varsa, hepsi gitdi;
Sevin ey aşk! Hakka
ortak kalmadı bitdi.
1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]
● Yetmişiki fırkadan doğru yoldan ayrılanlar, ekserîdir [çoğunlukdadır]. Bunlara sebeb olanlar, tarîkatde yolda kalıp, şaşıranlardır. 1/220. [Mektûbât Tercemesi: 266.]
● Yetmişiki fırka, ehl-i kıbleden oldukları için, tekfîr edilmezler. [Fekat, küfre sebeb olan sözü söyliyenin kâfir [Allahın düşmanı] olduğu anlaşılır] 3/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]
● Yetmişiki fırkanın reîsleri, kötü âlimler idi. 1/47. [Mektûbât Tercemesi: 82.]
● Yetmişüç fırkanın herbiri islâmiyyete uymak da’vâsındadır. Herbiri kendi kurtulduğunu zan etmekdedir. 1/80. [Mektûbât Tercemesi: 127, Eshâb-ı Kirâm: 263.]
● Yetmişüç fırkadan yetmişikisi, bozuk i’tikâdları kadar Cehennemde kalırlar. Ve azâb olunurlar. Fırka-ı nâciyye hâricdir. [Kurtulan, fırka-ı nâciyye, Ehl-i sünnet fırkasıdır.] 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]
● (Yetmişbin kimse; beşerin hayrlısının ümmetinden, hesâbsız Cennete dâhil olacakdır ki, onlar; Ellezîne lâ yeknizûne ve lâ yester-kûne ve lâ yetetayyerûne ve alâ Rabbihim yetevekkelüne, dırlar,) “Hadîs-i şerîfi.” Yetmişbin kimse kıyâmetde zıll-i bârîde âsûdedirler ki, onlar parayı hayrlı işde kullananlardır. Bunlar..... dağlama ve efsûn yapmıyan, uğursuzluğa inanmıyan ve Rablerine tevekkül edenlerdir....... 3/21.
● Yezîd bî-devletin [nasîbsiz Yezîdin] küfründe, ihtiyâd edildiği için, susulmalıdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]
● Yezîd bî-devlet [nasîbsiz Yezîd] eshâbdan değildir. O bedbahtın eylediği işe, hiç frenk kâfiri cesâret eylememişdir. Ona la’netde, ba’zı Ehl-i sünnet âlimlerinin duraklamaları, râzı olduklarından değil, tevbe ve rücû’ ihtimâline riâyet eylemişlerdir. 1/54. [Mektûbât Tercemesi: 90.]
● Yezîdi, Ebû Cehli ve diğerlerini kötülemek, sövmek ibâdet değildir. 2/96. [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]
● Ya’kûb aleyhisselâm. 3/100.
● Ya’kûb-ı Çerhî, evvelâ hâce Alâüddînin müridlerinden olup, ikinci olarak şâh-ı Nakşibende bağlıdır diye, Nefehâtda, Mevlânâ Câmi’ açıklamışdır, beyân etmişdir. 1/119. [Mektûbât Tercemesi: 167.]
● Yakîn sâhibi ârif için rücû’dan [geri dönüş, inişden] sonra, istidlâle [delîl ile anlamağa] ihtiyâc olur. 2/21.
● Yemîn eyleyip, bir şahs, Vallahî ben Zeydin sûretini aynada gördüm dese, hânis olmaz. [Yemîn keffâreti gerekmez.]
Bu şeklde, hem Zeydin sûreti hakîkatde aynada değildir. Hem o sûretin aynada meydâna gelmesi vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Şaşılacak şeydir ki, hakîkatin zıddı olan hayâl ve vehm, burada varlığı hakîkî yapmağa sebeb oluyor. Bir diğer misâl, nokta-i cevvâledir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]
● Yûsüf aleyhisselâmın tâlibleri meyânında, bir yaşlı kadın, [onu satın almak için] ipliğini pazara çıkarmışdı. 1/47. [Mektûbât Tercemesi: 82.]
● (Ahî Yûsüf esbahu ve ene emlehu.) [Kardeşim Yûsüf benden dahâ sabîh, ben ondan dahâ melîhim.] “Hadîs-i şerîf”. 3/100.
● Yûsüf aleyhisselâmın hilkati [tabî’ati, yaratılışı] ve hüsn [güzellik] ve cemâli [yüz güzelliği], bu dünyâda meydâna gelen hilkat, hüsn ve cemâl cinsinden değildir. Onun cemâli, cemâl-i behiştiyân cinsinden idi. 3/100.
● Yıldızların hayât ve ölümle alâkası yokdur. 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]
---------------------------------
Fırsat ganîmetdir. Ömrün temâmını fâidesiz işlerle telef ve sarf etmemek lâzımdır. Belki temâm ömrü, Hak celle ve alânın rızâsına muvâfık ve mutâbık şeylere sarf etmek lâzım ve lâbüd [lâzım, gerekli] ve vâcib ve lâyıkdır. Beş vakt nemâzlar, ta’dîl-i erkân ile, cem’ıyyet-i bâtın ve cemâ’at ile edâ edilmelidir. Ve teheccüd nemâzlarını elden çıkarmamalı. Seher vaktlerini istigfârsız geçirmemeli. Gaflet uykusuyla hoşlanmamalı, huzûz-ı âcile [dünyâ zevkleri] ile magrûr olmamalı [aldanmamalı]; tezekkür-i mevt [ölümü düşünmeli], ahvâl-i âhıreti [âhıret ahvâlini] göz önünde bulundurmalı. Umûr-ı gayr-i meşrû’a-yı dünyeviyyeden i’râz [harâm olan dünyâ işlerinden yüz çevirip], bâkî kalan âhıret işlerine ikbâl etmek lâzımdır. Lâzım ve zarûrî olan, dünyâ ma’îşeti işleri ile meşgûl olup, sâir vaktleri, âhıreti i’mâr etmekle meşgûl
olmalı. Hâsıl-ı kelâm [sözün kısası], mâsivânın [Allahü teâlâdan gayri şeylerin] muhabbetinden korunmalı ve bedeni ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla süslemeli, onunla meşgûl olmalı. İşin hakîkati budur. Bundan gayri cümlesi hiçdir. Bâkî [devâmlı kalıcı] ahvâlimiz hayrlı olsun. Vesselâm. (Mürşid-i kâmil seyyid Abdülhakîm-i Arvâsînin Cum’a hutbesine başlarken, minberde söylediği türkçe hutbesidir.)
---------------------------------
Yâ Allah, yâ Allah. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ afüvvü yâ Kerîm, fa’fü annî verhamnî yâ erhamerrâhimîn! Teveffenî müslimen ve el-hıknî bissâlihîn. Allahümmagfirlî ve li-âbâî ve ümmehâtî ve li âbâ-i ve ümmehât-i zevcetî ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-ebnâî ve benâtî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve li-a’mâmî ve ammâtî ve li-ahvâlî ve hâlâtî ve li-üstâzî Abdülhakîm-i Arvâsî ve lil mü’minîne vel mü’minât yevme yekûmülhisâb. “Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în.”