SİN - S

– S –

● Sâbikûn, temâm Enbiyâ olup, eshâbı ve hakîkî vârisleri de dâhildir. 2/39. [Se’âdet-i Ebediyye: 913.]

(Sârıkların [hırsızların] büyüğü, nemâzından çalandır. Ya’nî nemâzın rükû’ ve sücûdunu temâm eylemiyendir.) Hadîs-i şerîf. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]

● Sâlike lâzım olan, devâm-ı zül [devâmlı alçalma] ve iftikâr [alçak gönüllülük] ve inkisâr [kırıklık] ve tedarru’ [kendini alçaltma, yalvarma] ve ilticâ’ [sığınma] ve kulluk vazîfelerini yapıcı, ahkâm-ı islâmiyyenin hudûdunu muhâfaza edici ve sünnet-i seniyyeye mütâbe’at [uyucu], hayrlı işlerde niyyeti düzeltici, kalbini [bâtınını] temizleyici ve zâhiri

-89-

teslim ve ayblarını ve günâhlarını görücü ve Allahü teâlânın intikâmından korkucu ve titrer olmakdır. Ve işlerine ve niyyetine dikkat etmesi ve ahvâl ve mevâcîde güvenmemesi lâzımdır. Dîni kuvvetlendirmesine ve islâmiyyeti yaymasına ve insanları Allahü teâlâya da’vet etmesine i’timâd edip, bunlara güvenmemeli ki, bunlar kâfir ve fâcirlerden de zuhûr eder. 1/171. [Mektûbât Tercemesi: 212.]

● Sâlik kendini, uyuz köpekden üstün bilirse, bu büyüklerin kemâlâtından mahrûmdur. 1/202. [Mektûbât Tercemesi: 240.]

● Sâlik, hâllerini ve rü’yâlarını üç gün içinde şeyhine arz eylemese, Kübreviyye tarîkatinin büyükleri ta’zîr buyururlar. 1/122 [Mektûbât Tercemesi: 169.]

● Sâlikde hâsıl olan ahvâl [hâller] pîr ahvâlinin aynıdır ki, mir’ât-i istidâdında [onun istidâd aynasında] zuhûr eylemişdir. 3/16.

● Sâlik, yüksek gayretli olmak gerekdir. [Çok yüksekleri istemelidir.] Ve hiç hâsıl olan hâle baş eğmeyip [dönüp, bakmayıp], ötelerin ötesini istemelidir. İşte böyle bir himmetin hâsıl olması, kendisinin bağlı olduğu şeyhinin teveccühüne bağlıdır. Ve onun teveccühü, kendisine uyan müridin ihlâsı ve muhabbeti mikdârıncadır. 1/285 [Mektûbât Tercemesi: 415.]

● Sâlike bir zulmet ve sıkıntı gelince, onun ilâcı cenâb-ı Hakka ilticâ [sığınma] ve tedarru’ [yalvarma] ve niyâz ve şikestelikdir [kırıklıkdır]. Kendi mürebbîsine [yetişdiricisine] teveccühü tâmdır ki, bu devletin husûline [bu ni’metin ele geçmesine] sebeb olur. 1/218. [Mektûbât Tercemesi: 264.]

● Sâliklere yolda hâsıl olan hâller, mevâcid ve bilgiler ve ma’rifetler asl maksaddan değildir. [Özenilecek şey değildirler]. Belki evhâm ve hayâldirler ki, tarîkat yolcuları onunla terbiye olunurlar. Cümlesinden geçip, sülûk ve cezbe makâmının nihâyeti olan, rızâ makâmına varmak gerekdir. Tarîkatin maksadı ve gâyesi, rızâ makâmında hâsıl olan ihlâsı ele geçirmekdir. 1/36. [Mektûbât Tercemesi: 63.]

● Sâlikler, bu yolun başında da, sonunda da, hâllerin tel-

-90-

vîninden [envâından] kurtulamaz. Telvînler kalbde ise, sâlik [erbâb-ı kulûb]dan olur. Bunlara (ibnül vakt) de denir. Eğer kalb telvînden kurtulmuş, temkîn makâmına yetişmiş ise, hâller, artık nefse gelir. Nefs de temkîne ulaşmış ise, kalıba [bedene] gelir. 1/175. [Mektûbât Tercemesi: 217.]

● Sâlikin, aslı, esmâ’i ilâhîden [ilâhî ismlerden] bir ismdir. Ve sâlik onun zıllıdir. 3/118.

● Sâlike feyzlerin gelmesi, Hayrülbeşerin “aleyhissalâtü vesselâm” vâsıtası ve onun perdesi [vâsıtası] iledir. Hakîkî sâlik, tâm tâbi’ olmak sebebi ile ve belki sâdece fadl ile hakîkat-i Muhammedî ile ittihâd etdikde [birleşdikde] vâsıta ortadan kalkar. Çünki, vâsıta başka olmakdadır. İttihâd [birleşme] olan mahâlde mu’amele şirket üzeredir. 3/122.

● Sâlik seyrinin derecesini hayâlde canlandırdığı şeklde anlar. [Hayâline gelenler ile anlar.] 3/119.

● Sâlik, sülûk menzillerini geçdikden sonra, mebde-i te’ayyünü olan isme ulaşır ve o ismde fânî olur. 1/208. [Mektûbât Tercemesi: 245.]

● Sâliklerin kemâli başka-başka olup, kalbin selâmeti, rûhun kurtuluşu, sırrın şühûdü, hafînin hayreti ve ahfânın birleşmesinden bir veyâ birkaçı veyâ hepsi ile olur. Ve ismi geçen mertebelerin birisinde kemâl hâsıl oldukdan sonra, yâ geri inilir veyâ o makâmda kalınır. Birincileri, tekmil ve irşâd ve da’vet için Hakdan halka rücû’ makâmı ve ikincisi kendini gayb etme ve insanlardan uzlet [uzaklaşma] makâmıdır. 1/158. [Mektûbât Tercemesi: 193.]

● Sâlik-i kâmil [kâmil olan tesavvuf yolcusu], Allahü teâlânın zâtına ayna olunca, sıfât ve şu’ûndan onda hiç görünmez [rü’yet edilmez]. 2/11.

● Sâlik, Allahü sübhânehunun inâyeti ile, hazret-i Hakka urûc etse [yükselse], hâlis yokluk makâmına iniş de çok olur. Lâkin, urûc vaktinde [yükselme vaktinde] o makâm kendini yok [helâk olmuş] bilmek makâmıdır ki cehl lâzımdır. Sahva nüzûlde [inişde] makâm-ı ilm ve ma’rifetdir. Bu iniş ma-

-91-

kâmında, zıl makâmının bulaşıklıklarından ayrılmış [uzaklaşmış] ve şu’ûn ve Allahü teâlânın zâtına âid i’tibârâtdan kurtulmuş, sırf Allahü teâlânın tecellîsi ile müşerref olur. Ve bu tecellîden önce hâsıl olan her tecellîyi, ârif her ne kadar esmâ ve sıfât ve şu’ûnât ve i’tibârât düşünmeksizin olduğunu bilir ve tecellî-i zâtî sayarsa da, zıllerin, ismlerin, sıfât, şu’ûn ve i’tibârâtdan bir perde arkasındadır. 3/79.

● Sâlik-i meczûb, ya’nî cezbesi sülûke tekaddüm etmemiş [önce sülûk yapmış, sonra cezbelenmiş] olan pîrler de, nâkısları fenâ ve bekâya ulaşdırırlar. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]

● Sübhânî ve enel-Hak gibi ekâbir kelâmları [büyüklerin sözleri] Îşânın [onların] orta hâllerine haml olunmak [yolda iken, ilerleme zemânındaki hâllerine âid olduğunu anlamalıdır ki] ve onların kemâlleri bu sözlerinden sonradır diye ta’bîr lâzımdır. 3/75.

“Sübhânallahi ve bi hamdihî”, Cenâb-ı Hakkı şirk ve naksdan tenzîh ve ni’metlerine şükr etmekdir. Hergün ve gece yüz kerre okumalıdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]

● “Sabekat rahmetî alâ gadabî” (Rahmetim gadabımı aşmışdır) Hadîs-i kudsîsindeki gadabdan murâd, mü’minlerin günâhkârlarına karşı olan gadab sıfatımı aşmışdır, demekdir. Müşriklere karşı olan zâtın gadabını aşar demek değildir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]

● Sultâna secde etmek câiz ise de, terk etmelidir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]

● Secdeye diz ve el koydukda, önce sağını koyalar. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]

(Secde, Hudâdan gayriye câiz olsaydı, zevcine secdeyi, zevceye emr ederdim.) Hadîs-i şerîf. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]

● Sihr, müslimândan vücûda gelmez. [Müslimân sihr yapmaz.] Îmân ondan ayrıldığı zemân sihr tehakkuk eder. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]

● Sihr, kat’î harâmdır. Ve sihr yapan küfrde kuvvetlidir. Sihr yapıcılıkdan şedîd küfr yokdur. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]

-92-

● Sirâyet-i maraz [hastalığın geçişi] muhakkak değildir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]

● Se’âdet, ömrü uzun ve ameli de çok olan kimsenindir. 1/89. [Mektûbât Tercemesi: 138.]

● Se’âdet-i ma’nevî [ma’nevî se’âdet] kalbin Hakdan gayriden [mahlûka bağlılıkdan] halâs olmasıdır [kurtulmasıdır]. 1/49. [Mektûbât Tercemesi: 85.]

● Se’âdetin sermâyesi, sünnete [ahkâm-ı islâmiyyeye] tâbi’ olmakdır. 1/74. [Mektûbât Tercemesi: 119.]

● Se’âdet-i insan [insanın se’âdeti] ve felâh ve halâsı temâmen Allahü teâlânın zikrindedir. 1/190. [Mektûbât Tercemesi: 226.]

● Sekrden önce olan sahv [uyanıklık] avâmın hâli olup, sekrden sonra olan sahv, seçilmişlerin [büyüklerin] makâmıdır. 3/49.

● Sekr, tesavvuf yolunda olur. Nihâyetin nihâyetine kavuşmak hep uyanıklık hâlindedir. 1/84. [Mektûbât Tercemesi: 134.]

● Son nefesin selâmeti için fâtiha okumayı unutmayalar. 3/103.

● Sülûk, seyr-i ilallah ve seyr-i âfâkî aynı ma’nâyadır. 3/100.

● Sülûk, seyr-i âfâkîden ibâretdir. Cezbe, seyr-i enfüsîdir. 3/100.

● Sülûk, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdan, ya’nî tevbe, zühd ve gayrı emrleri yapmakdan ibâretdir. 3/122.

● Sülûk, tarîkatın levâzımındandır. [Lüzûmlu şeylerindendir.] 3/107.

● Sülûkda inâbet [teslim olmak] tâlib tarafındandır. Vâsıta elbette lâzımdır. Başka çâre yokdur. 1/117. [Mektûbât Tercemesi: 166.]

-93-

● Sülûk, toplu bilgiyi yaymak ve delîl ile anlaşılanı kalb ile anlamakdır. Şâh-ı Nakşibend. 1/30. [Mektûbât Tercemesi: 49.]

● Sülûkde ba’zı mübtedi’lerin gevşekliği ve ilâcı. 1/145. [Mektûbât Tercemesi: 184.]

● Sülûkun nihâyeti, seyr-i ilallahdır ki, fenâ-ı mutlak ta’bîr olunmuşdur. Ondan sonra, makâm-ı cezbeye dönmekdir ki, seyr-i fillah ve bekâbillah ta’bîr eylemişlerdir. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]

● Sülûk esnâsında, sekr vakti ve galebe-i hâl vâsıtasiyle, Ehl-i sünnet i’itikâdının hilâfı [uygun olmıyan] zuhûr eder. Lâkin sâliki o makâmdan geçirip, işin sonuna ulaşdırırlarsa, o muhâlefet yok olur, gayb olur. Yoksa, o muhâlefet üzere kalır. Ammâ, ümmîddir ki, onu o muhâlefet sebebi ile hesâba çekmezler. Zîrâ onun hükmü, hatâ eden müctehidin hükmü gibidir. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]

● Sülûk bir kaç nev’dir. Ba’zısı için sülûk cezbeden öncedir. Ba’zılarında, cezbe sülûkden öncedir. Bir cemâ’at için dahî, sülûk konaklarını geçerken cezbe hâsıl olur. Bir tâife ise, sülûk konaklarını geçer, fekat cezbeye ulaşamazlar. Cezbenin önce hâsıl olması mahbûblar ve murâdlar içindir. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]

● Sülûksuz cezbe yokdur. [Cezbe için sülûk lâzımdır.] Mümkin değildir. Cezbenin önce olması efdaldir ki, sülûk cezbenin hizmetcisi olmuşdur. Cezbenin te’hîr edilmesinde, sülûk cezbenin yardımcısıdır. [Onunla sağlanır.] Ve sülûk devleti ile ona cezbe müyesser olmuşdur. 3/118.

● Sülûku temâmlamıyan meczûblar, sülûksuz ve nefsini tezkiye etmeksizin, kalb makâmından geçip, kalbin sâhibine varamazlar. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]

● Simâ’, raks ve sayha [bağırma] ve ızdırâb ve bunların emsâli, bu nev’ görünen işler, hâller ve görünen zevkler, görünen hâller, bâtındaki hâllere nisbet ile, bilinenin bilinmiyene nisbeti hükmündedir. 2/43.

● Simâ’ ve raks, lehv ve la’ba dâhildir. 1/266. [Mektûbât Ter-

-94-

cemesi: 350.]

● Simâ’, raks ve zikr-i cehri, tarîkatde sonradan ihdâs edilmiş bid’atdir. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]

● Simâ’ ve vecd, bir cemâ’at için [ibnül-vakt olanlar için] fâide verebilir. Onlar ibnül-vaktdirler. Tecelliyât-ı sıfâtiye makâmında, bir sıfatdan bir sıfata geçerler. Bir zemân kabzda, bir zemân bastdadırlar. Erbâb-ı kulûbdurlar. Hâlbuki, zâtın tecellîsine kavuşanlar, kalb makâmından kurtulup, kalbin sâhibine ulaşmışlardır. Bunlar simâ’ ve vecde muhtâc değildirler. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]

● Sem’ ve basarın simâ’ ve rü’yetde hiç medhali yokdur. [Göz ve kulak mahlûk, görmek ve işitmek de mahlûkdur.] Göz ve kulak, görmekde ve işitmekde rol oynamaz. Allahü teâlâ gözü ve kulağı yaratdığı gibi, görmeği ve işitmeği de yaratmışdır. 1/18.

● Sünneti ihyâ ederken dikkat lâzımdır ki, fitnenin uyanmasına sebeb olmıya. Bir iyilik, birçok kötülüğün çıkmasına sebeb olmıya. 3/105. [Se’âdet-i Ebediyye: 397.]

● Sünnete uymak sebebi ile, gün ortasında bir mikdâr uyumak, sünnete uymadan gece boyunca ibâdetden efdaldir. 1/114. [Mektûbât Tercemesi: 164.]

● Sünnet ile bid’at arasında şübheli olan bir işin terki çok iyidir. Ya’nî bid’atin terki efdaldir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]

● Sünnet ile bid’at birbirinin zıddıdır. Birinin ihyâsı, diğerinin ölmesini gerekdirir. [Ortadan kaldırır.] 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]

● Sofistâiyye mezhebi, mâsivâyı [âlemi] Hak teâlânın yaratması ile bilmezler. Âlemi evhâm ve hayâl bilirler. 3/97, 1/125, 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 170, 426.]

● Seyr ve sülûkdan maksad, tezkiye-i nefs-i emmâredir. 1/35 [Mektûbât Tercemesi: 62.]

● Seyr ve sülûkdan maksad, ihlâsı ele geçirmekdir ki, is-

-95-

lâmiyyetin üçüncü kısmıdır. 1/40. [Mektûbât Tercemesi: 68.]

● Seyr-i âfâkî, seyr-i ilallah olup, sülûk ta’bîr ederler. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]

● Seyr-i âfâkînin hâsılı [aslı, netîcesi] odur ki, sâlik, vasflarının değişmesini ve ahlâkının değişmesini âlem-i misâl aynalarında müşâhede eder [seyr eder]. Sâlik aslında kendi nefsinde seyr eder. Lâkin kendi hâllerini, kendi dışında olan âlem-i misâlde müşâhede edip, güyâ âfâkda seyr eylemiş olur. Seyr-i âfâkî seyr-i ilallahdır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]

● Seyr-i ilallah temâm oldukdan sonra, sâlik hakîkati olan ismin zılline ve sonra da aslına vâsıl olur ki, isti’dâdının son derecesidir. 3/102.

● Seyr-i ilallah fenâ, seyr-i fillah bekâdır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]

● Seyr-i ilallahdan sonra seyr-i fillah başlar ki, iş cezb iledir [çekilme iledir]. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]

● Seyr-i enfüsî fenâ-i etem [tam fenâ] ve bekâ-yı ekmelden [olgun bekâdan] sonradır. 1/30. [Mektûbât Tercemesi: 49.]

● Seyr-i enfüsî, seyr-i fillah olup, sülûkdan sonra olan cezbe bu seyrdedir. Bu seyre onun için enfüsî derler ki, enfüs, zıllere ve ismlerin zıllerinin akslerine ayna olmuşdur. Yoksa sâlikin seyri nefsinde olduğu için, enfüsî demezler. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]

● Seyr-i enfüsîde sâlik, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklandığından, seyr-i fillah denir. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]

● Seyr-i enfüsî, zarûrî olup, seyr-i âfâki onun zımnında [onunla birlikde] müyesser olur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]

● Seyr-i âfâkî, rü’yâ gibi isti’dâda alâmetdir. Seyr-i enfüsî lâzımdır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]

● Seyr-i âfâkî ile başka şeylere olan bağlılıkdan, seyr-i enfüsî ile, kendine düşkün olmakdan kurtulunur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]

-96-

● Seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî, vilâyetin rüknleridir ki, ikisi hâsıl olmadıkça, vilâyet tasavvur edilemez. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]

● Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsî, ilmül-yakîn dâiresinden dışarıya çıkamaz. 2/57.

● Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsî nihâyete ulaşdıkda, sülûk ve cezbe işi temâm olur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]

● Seyr-i ilallahı ve seyr-i fillahı geçdikden sonra, ancak zûlmânî perdeler fark edilmiş [aradan kaldırılmış] olur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]

● Seyr-i fillahdan sonra, yükselme hâsıl olursa, ismlerin ve sıfatların ve şu’ûnâtın aslı olan bir dâire ve sonra bunun aslı ikinci bir dâire, nihâyet bunun aslı bir kavs açığa çıkar. Bu üç asl zât-i teâlânın zâtında değildir. [Zâtı bunlardan münezzehdir.] Bu üç aslın tam hâsıl olması nefs-i mutmainneye mahsûsdur. 2/91.

● Seyr ve sülûkda her ne ki görülür ve işitilirse, i’tibâr edilmemesi lâzımdır. Eğer, bu, çoklukda birliği görmek olsa da, kıymet vermemeli, yok etmelidir. Çünki o vahdet hiçbir çoklukda bulunmaz. Görünen vahdetin kendi değil, benzeridir. 1/240. [Mektûbât Tercemesi: 299.]

● Seyr ve sülûkde tam ifâde, bu âyet-i kerîmedir. “Sizin yanınızdaki tükenir. Allah indindeki bâkîdir.” Seyr ve sülûk ilmde hareketden ibâretdir ki, nasıl olduğundan bahs etmekdir. Bu mahalde hareketin yeri yokdur. Ve seyr-i ilallah ilmin hareketinden ibâretdir ki, aşağı ilmden, yüksek ilme gidip, geçip, o yücelikden başka bir yüceliğe varır. Tâ mümkinler ilminin temâmını geçmek ve cümlesini geçdikden sonra vâcib-i teâlâya âid ilmlere ulaşılır ki, buna da fenâ denir. Seyr-i fillah demek, Allahü teâlânın ismleri, sıfatları, şü’ûn ve i’tibârâtı ve takdîsâtı ve tenzîhâtı mertebelerinde ilmin ilerlemesi demekdir. Böylece anlatılamıyan, işâretle bildirilemiyen ve ism verilemiyen ve birşeye benzetilemiyen, kimsenin bilemediği, anlıyamadığı mertebeye varılır. Bu seyre, Bekâ denir. Üçüncü seyre, Seyr-i anillahı billah

-97-

denir. Bu da ilmin hareketinden ibâretdir ki, yüksek bilgilerden aşağı bilgilere inilir. Böylece mahlûkları bilmeğe kadar inilir. Bütün vücûb mertebelerinin bilgileri unutulur. Bundan sonra, dördüncü seyr başlar ki, buna seyr-i eşyâ denir. Birinci seyrde unutulmuş olan eşyânın bütün bilgileri, şimdi yavaş yavaş ele geçer. Bu dördüncü seyr, birinci seyrin, üçüncü seyr de, ikinci seyrin karşılığıdır. 1/144. [Mektûbât Tercemesi: 183.]

● Seyr-i ilallah ile seyr-i fillah, vilâyeti ele geçirmek içindir ki, fenâ ve bekâdan ibâretdir. Seyr-i anillah-ı billah ve seyr-i der eşyâ [üçüncü ve dördüncü seyrler] da’vet makâmını elde etmek için olup, Enbiyâ ve Mürselîne mahsûsdur. Ve bunların tâbi’ olanlarının da nasîbi vardır. 1/144. [Mektûbât Tercemesi: 183.]

● Seyr ve sülûk, [erbâbı sona varanlar indinde] Hak sübhânehunun ihâta ve sereyan, kurb ve ma’iyyeti ilmi olup, ehl-i sünnetin rey’lerine uygundur. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]

● Seyr ve sülûkde, nihâyetin nihâyeti olan mertebelerden sonra, bir mertebe zuhûr eder ki, o yerde [mertebede] zerre kadar sülûk yapılsa, imkân dâiresinin kat-kat fazlası gidilmiş olur. 2/41.