313

ÜÇYÜZONÜÇÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb, hâce Muhammed Hâşime “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmışdır. Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerinin nasıl olduğunu ve tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyede riyâzet çekilmesi olmadığını ve bu yolun niçin hazret-i Ebû Bekre bağlı olduğunu ve bir Peygamberin vilâyetindeki sâliki, başka bir Peygamberin vilâyetine geçirmeği ve gömleğin önü açık olmalı mı yoksa olmamalı mı ve kelime-i tevhîd ve zikri ve birkaç edebi bildirmekdedir. Bu mektûb, Mektûbâtın birinci cildinin son mektûbu olmakdadır. Hepsi, Resûller adedince ve Bedr gazvesindeki mücâhidler adedince, üçyüzonüç olmakdadır. Bu mektûbun sonuna, büyük oğlunun birkaç mektûbunun da eklenmesini emr buyurdular. Böylece, düâ ve Fâtiha okunmasını dilediler:

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun çok sevdiği Peygamberine salât ve selâm olsun! Din ve dünyâ se’âdetinize düâ ederim!

Kardeşim, Muhammed Hâşim “rahmetullahi teâlâ aleyh”! Mîr seyyid

-502-

Muhibbullahın mektûbunda da bildirdiğiniz sorulara, bildiğim kadar cevâb yazarak gönderiyorum:

Süâl 1: Allahü teâlâya yaklaşmak için, Fenâ-fillah ve Bekâ-billah ve Cezbe ile Sülûk makâmlarının hepsini geçmek lâzımdır.

Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, mahlûkların en iyisinin “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sohbetinde bir kerre bulunmakla, bütün ümmetin Evliyâsından dahâ üstün oldular. Acabâ bütün bu Seyr ve Sülûk ve Fenâ ve Bekâ, bunlarda bir sohbetde mi hâsıl oldu? Yoksa, bu bir sohbet, seyr ve sülûkun ve fenâ ve bekânın hepsinden dahâ mı üstün idi?

Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Fenâ ve Bekâları, O hazretin “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” teveccühü ve tesarrufu ile mi idi? Yoksa, yalnız müslimân olmakla mı idi? Bunlar sülûk ve cezbe hâllerini ve makâmlarını biliyorlar mı idi? Yoksa, bilmiyorlar mı idi? Eğer biliyorlar idi ise, bu hâllere ve makâmlara ne ism vermişlerdir? Eğer onlarda sülûk ve cezbe yolları yokdu denirse, bu tarîkatlerin bid’at-i hasene olmaları lâzım gelmez mi?

Cevâb 1: Bu güc sorularınızı cevâblandırmak, yazmakla olmaz. Bir arada bulunmak, uzun zemân hizmet etmek lâzımdır. Bu kadar zemân içinde kimsenin söylemediği şeyleri bir def’ada söylemek ve bir kalemde yazmak kolay olur mu sanıyorsunuz? Fekat, sorduğunuz için, cevâbsız bırakmak da olamaz. Elimden geldiği kadar bunu çözmeğe çalışacağım, iyi dinleyiniz!

Fenâ ve Bekâ ve Sülûk ve Cezbe ile olan yaklaşmağa (Kurb-i vilâyet) denir. Bu ümmetin evliyâsı, bu yaklaşmak ile şereflenmişlerdir. Eshâb-ı kirâmın, Hayr-ül-enâmın sohbetinde “aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâm” kavuşdukları yakınlık ise, (Kurb-i nübüvvet)dir. Resûlullaha uyarak ve Ona vâris olarak kavuşmuşlardır.

Böyle yaklaşmakda, ne Fenâ vardır, ne Bekâ ve ne Cezbe vardır, ne de Sülûk. Bu kurb, vilâyet kurbundan katkat dahâ yüksek ve üstündür. Çünki bu kurb, asla yaklaşdırır. Vilâyet kurbu ise, zılle, gölgeye yaklaşdırır. Ne kadar başka olduklarını buradan anlamalıdır. Fekat, herkesin anlayışı bu ma’rifetin tadını alamaz. Nerde ise, bu ümmetin yüksekleri de, bu ma’rifeti anlamakda, câhiller gibi kalırlar. Fârisî beyt tercemesi:

Ebû Alî Sînâ kalenderlik yapsaydı,

kalenderlerin hepsi sofî olurlardı.

Evet, eğer Peygamberlik kurbunun kemâllerine, vilâyet kurbu yolundan çıkılırsa, o zemân Fenâ, Bekâ, Cezbe ve Sülûk lâzım olur. Çünki, vilâyet kurbunda yükselmek için, bunlar lâzımdır. Fekat, Vilâyet yolundan gidilmeyip, Peygamberlik kurbunun caddesi seçilirse, Fenâ, Bekâ, Cezbe ve Sülûk hiç lâzım değildir. Eshâb-ı kirâm, nübüvvet kurbunun caddesinden ilerlediler. Bunun için, Cezbe, Sülûk, Fenâ ve Bekâ, bunlara hiç lâzım olmadı. Bu ma’rifeti, mevlânâ Emânullaha yazılan mektûbda da arayınız! Bu fakîr, mektûblarımda ve kitâblarımda, hâlimin sülûk ve cezbenin ötesinde ve tecellîlerin, zuhûrların ötesinde olduğunu yazmışdım. O yazılarımda, işte bu

-503-

(Nübüvvet kurbu)nu bildirmişdim. Hâcem hazretlerinin hizmetlerinde iken, bu devlet hâsıl olmuşdu. Bunu hâce hazretlerine şöyle bildirmişdim: Bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, o hâlin karşısında, (Seyr-i enfüsî), (Seyr-i âfâkî)gibi oldu. Bu hâlimi bildirmek için bu kelimelerden başka söyliyecek birşey bulamadım. Bu şaşılacak hâlim, seneler geçdikden sonra, yerleşmeğe, anlaşılmağa başlayınca, kısaca yazmağa kalkışmışdım. Bu ni’meti ihsân eden Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ ihsân etmeseydi, biz bunu bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri doğru olarak gönderilmişlerdir.

Yukarıda bildirdiklerimizden anlaşılıyor ki, Fenâ ve Bekâ ve Cezbe ve Sülûk ismleri sonradan konulmuşdur. Meşâyıhın meydâna çıkardıkları kelimelerdir. Mevlânâ Câmî “aleyhirrahme” (Nefehât) kitâbında yazıyor ki, (Fenâ ve Bekâ kelimelerini ilk olarak kullanan Ebû Sa’îd-i Harrâzdır “kuddise sirruh”).

Süâl 2: Tarîkat-ı aliyye-i Nakşibendiyyede sünnete uyulur. Hâlbuki O Server “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” şaşılacak riyâzetler ve sıkıntılı açlıklar çekdi. Bu yolda ise, riyâzetleri yasak etmişlerdir. Hattâ riyâzetler, sûretlerin, görüntülerin keşflerine sebeb olduğu için, zararlı olduklarını bildirmişlerdir. Sünnete uymakda zarar bulunabileceğini düşünmek, şaşılacak birşey değil midir?

Cevâb 2: Sevgili kardeşim! Riyâzetler çekmenin bu yolda yasak olduğunu yazıyorsunuz. Riyâzetlerin bu yolda zararlı bilindiğini nerede işitdiniz? Bu yolda, nisbeti hep korumak ve sünnet-i seniyyeye uymak “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye” ve hâllerini örtmeğe çalışmak ve orta hâlli yaşamak ve yiyecekde, giyecekde ve herşeyde orta hâli gözetmek vardır. Bunların hepsi, riyâzât-i şâkka ve mücâhedât-i şedîdedir. Câhiller bunları riyâzet saymazlar. Mücâhede bilmezler. Bunlara göre, riyâzet ve mücâhede, yalnız açlık çekmekdir. Çok aç kalmağı pek kıymetli sanırlar. Çünki, hayvanlar gibi yaşayan bu kimseler, yimeğe, içmeğe çok önem verirler. Hep bunları düşünürler. Bunun için, yimemek, içmemek bunlara ağır riyâzet görünür ve sıkı mücâhede olur. Bu câhiller, nisbetin hep korunmasına ve sünnete uymağa “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye” ve benzerlerine hiç kıymet vermezler. Bunun için, bunları yapmamağı çirkin görmezler. Yapmağa çalışmağı da riyâzetden saymazlar. Görülüyor ki, bu yolun büyüklerine, hâllerini örtmeğe çalışmak ve câhillerin kıymet verdikleri riyâzetleri yapmamak lâzımdır. Böyle riyâzetleri câhiller beğenirler. Aralarında yayılarak şöhrete ve âfete sebeb olur ve sonu kötü olur. Resûlullah, (Dinde ve dünyâda parmakla gösterilmesi, insana kötülük olarak yetişir. Bundan ancak Allahü teâlânın koruduğu kimse kurtulur) buyurdu.

Bu fakîre göre, uzun açlıklar çekmek, yimekde ve içmekde orta dereceyi gözetmekden çok dahâ kolaydır. Pek hafîf olur.

Orta hâli gözetmek riyâzetinin, çok aç kalmak riyâzetinden dahâ üstün olduğu meydândadır. Yüksek babam “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Sülûkü anlatan bir kitâbda görmüşdüm. Maksada kavuşmak için, yimekde, içmekde orta dereceyi gözetmek yetişir. Bunu gözetince ayrıca zikr ve fikr lâzım olmaz). Sözün doğrusu da budur. Yiyecekde, giyecekde ve her işde

-504-

orta dereceyi gözetmek çok iyidir. Fârisî beyt tercemesi:

Ağzından taşacak kadar çok yime,

açlıkdan ölecek kadar az yime!

Hak teâlâ, Peygamberimize “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” kırk erkek kuvveti ihsân eylemişdir. Bu kuvveti ile ağır açlıklara dayanırdı. Eshâb-ı kirâm da, insanların en iyisinin sohbeti yardımı ile “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâmü vettehıyye” bu yüke katlanırlardı. Bu yüzden işlerinde ve çalışmalarında hiçbir bozukluk ve gevşeklik olmazdı. Aç iken muhârebede düşmana öyle güclü saldırdılar ki, tok olanlar bunun onda birini yapamazlardı. Bunun içindir ki, sabr eden yirmi kişi, ikiyüz kâfire gâlib gelirdi. Yüz kişi de, bin kişiye galebe çalardı. Eshâb-ı kirâmdan başkaları, öyle aç kalsalar, edebleri ve sünnetleri yapamaz olurlar. Belki çok olur ki, farzları yapamaz hâle gelirler. Gücü yok iken, bu işde Eshâb-ı kirâma benzemeğe kalkışmak, kendini sünnetleri ve farzları yapamıyacak hâle sokmak olur. İşitdiğimize göre, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” O Server gibi “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, hergün oruc tutmak istedi. Za’îfledi, tâkati kalmadı. Birgün yere yıkıldı. O Server “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” buna üzülerek, (İçinizde benim gibi kim vardır? Rabbimin huzûrunda kalırım. Oradan yirim ve içerim) buyurdu. Görülüyor ki, gücü yetmediği şeyi yapmağa kalkışmak iyi değildir.

Eshâb-ı kirâm, insanların en iyisi kadar “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” açlığa dayanamadılar ise de, onun sohbetinin yardımı ile uzun açlıkların zararlarından korunmuş idiler. Başkaları, onlar gibi korunmuş değildirler. Bunu şöyle açıklarız: Açlığın safâ verdiği, temizlediği meydânda birşeydir. Çok kimselerin [Sâlih olan mü’minlerin] kalbine safâ verir. Çoğunun da [Kâfirlerin ve dünyâya düşkün olan mü’minlerin] nefsine safâ verir. Kalbin safâ bulması, insanı doğru yola götürür ve nûrlandırır. [Âlem-i emrdeki nûrlar, feyzler, hidâyet hâsıl olur.] Nefsin safâsı, dalâlete sürükler ve zulmeti artdırır. [Nefs, âlem-i halkdan olduğu için, âlem-i halkdaki, bilinmiyen, gayb olan, gizli olan, çalınan şeyler, hastalıkların teşhîsi, tedâvîsi, cin ile tanışma gibi şeyler hâsıl olur. Böyle kâfir ve sapık kimseler, müslimânların îmânlarının bozulmasına sebeb olurlar.] Ahmak Eflâtun, nefsinin safâsına güvendi. Hayâline gelen görüntülere uydu. Bunları değerli birşey sanarak, kendini beğendi. Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” Eflâtun zemânında Peygamber olmuşdu. Rûhullah olan O yüce Peygambere inanmadı. (Biz gericilikden kurtulmuş kimseleriz. Bizi doğru yola götürecek öndere ihtiyâcımız yokdur) dedi. Eğer kalbini karartan safâsı olmasaydı, hayâlindeki sûretlere aldanmaz, se’âdete kavuşmakdan geri kalmazdı. Maksada ulaşmasına engel olmazlardı. Bu karanlık safâyı görerek, kendini nûrlu sandı. Bu safânın, nefs-i emmârenin ince kabuğundan içeri giremediğini, nefsinin eskisi gibi kirli, pis olduğunu anlıyamadı. Nefsinin ancak, şeker kaplanmış necâsete döndüğünü göremedi. Kalb böyle değildir. O, yaradılışda temizdir. Nûr ile doludur. Yalnız, karanlık nefse yakın olduğu için, üzeri kararmış, kirlenmişdir. Az bir tasfiye, temizlemek ile, üzerindeki pas giderek, eski hâline döner. Nûr ile dolar. Nefs ise, yaradılışda karanlıkdır, pisdir. Kalbin em-

-505-

ri, idâresi altına girmedikce, dahâ doğrusu sünnete uymadıkca, islâmiyyete sarılmadıkca “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”, hattâ ve hattâ, ancak Allahü teâlânın ihsânına kavuşmadıkca, tezkiye bulamaz, içerden temizlenemez. Yaradılışındaki pislikden kurtulamaz. Se’âdete, iyiliğe eremez. Eflâtun, hiç aklı ermediği için, nefsinin safâsını, Îsâ aleyhisselâma inanan kalbin safâsı gibi sandı. O îmânlı kalbin sâhibi gibi, kendini de, nûrlu ve temiz gördü. Bunun için de, O yüce Peygambere “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” uymak ni’meti ile şereflenemedi. Sonsuz felâkete sürüklendi. Böyle belâya düşmekden Allahü teâlâya sığınırız!

Açlığın böyle zararı da bulunduğu için, bu yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” açlıkla riyâzet çekmek yolunu tutmamışlar, yimekde, içmekde, orta dereceyi gözetmek riyâzetine, tâm ortada kalmağa çalışmak mücâhedesine sarılmışlardır. Açlığın bu büyük tehlükesine düşmemek için, fâidelerinden de, vaz geçmişlerdir. Başkaları, açlığın fâidelerini düşünerek, zararlarını göremediler. Açlık çekmeği emr etmişlerdir. Aklı olanlar, bir zarardan kurtulabilmek için, birçok fâidelerin bırakılacağını söylemişlerdir. İslâm âlimlerinin, (Bir işin sünnet veyâ bid’at olduğu anlaşılamasa, bid’ati yapmamak, sünneti yapmakdan dahâ iyidir) sözleri de, akl sâhiblerinin bu sözlerine benzemekdedir. Çünki bu iş, bid’at ise zararlıdır. Sünnet ise, fâideleri vardır. Zararlı olabileceğini, önde tutmuşlar, bid’at olabileceği için bu işi yapmamalıdır buyurmuşlardır.

Açlıkla riyâzet çekmek sünnetinin başka yoldan da zarar getirebileceği, şaşılacak birşey olmaz. Bu sözle demek istiyoruz ki, bu sünnet, yalnız Eshâb-ı kirâm için olabilir. O zemân için olması, çok ince ve örtülü bildirilmiş olduğu için, tesavvufcuların çoğu bunu anlıyamamış, kendileri de, böyle riyâzet yapmışlardır. Birçoğu ise, bunun o zemân için olduğunu anlıyarak, kendileri yapmamışlardır. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.

Süâl 3: Bu yolun büyüklerinin kitâblarında yazıyor ki: (Bizim nisbetimiz, hazret-i Ebû Bekre bağlanmakdadır. Başka yollar böyle değildir). Yolların çoğu, imâm-ı Ca’fer-i Sâdıka bağlanmakdadır. Bu İmâm da, hazret-i Sıddîka bağlıdır. Başka yollar da, hazret-i Sıddîka bağlanmış olmuyorlar mı?

Cevâb 3: İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık “kuddise sirruh” hazretleri, hem hazret-i Sıddîka, hem de hazret-i Emîre bağlıdır “radıyallahü teâlâ anhümâ”. Kendisinde bu iki nisbet birleşmiş olduğu hâlde, her iki nisbetin kemâlleri ayrı ayrı idi. Birbirleri ile karışmamış idi. Birçokları, İmâm hazretlerinden, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” nisbetini aldı. Bunların yaradılışları Sıddîka uygundu. Yaradılışları hazret-i Emîre uygun olanlar da, hazret-i Emîrin nisbetini aldılar. Hazret-i Emîre bağlandılar. Bir aralık, Benâris gölünün yanına gitmişdim. Kenk ve Çemen nehrleri bu göle akmakda idi. Her iki nehrin sularının gölde hemen karışmadıkları görülüyordu. Sanki araları bir perde ile ayrılmışdı. Kenk nehrinin akdığı tarafda bulunanlar, bu nehrden gelen suyu içiyorlardı. Çemen nehrinin akdığı tarafda bulunanlar da, Çemen suyundan içiyorlardı.

Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri “kuddise sirruh”, (Risâle-i kudsiyye) kitâbında buyuruyor ki, hazret-i Alî, Peygamberlerin sonuncusundan

-506-

“aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” terbiye gördüğü gibi, hazret-i Sıddîkdan da yetişmişdir. Bunun için, hazret-i Alînin nisbeti, hazret-i Sıddîkın nisbetinden başka değildir denilirse, evet nisbetleri başka olmasa da, birçok incelikleri bulunduğu yerlere göre, birbirlerinden ayrılırlar. Tek bir su, bulunduğu yerlere göre, başka başka özellikler aldığı gibi, ikisinden herbirine, ayrı incelikleri bakımından, ayrı bir tarîkat bağlanmış olabilir.

Süâl 4: Molla Muhammed Sıddîka yazılan mektûbda, yaradılışı, Vilâyet-i Mûsevîye uygun olan bir tâlibin, rehberi tarafından Vilâyet-i Muhammediyyeye getirildiği hiç işitilmemişdir deniliyor. Büyük oğlunuza yazılan mektûbda ise, sizi Vilâyet-i Mûsevîden Vilâyet-i Muhammedîye getirdiler deniliyor. Bu nasıl olur?

Cevâb 4: Molla Muhammed Sıddîkın “rahmetullahi teâlâ aleyh” mektûbunda, Vilâyet-i Mûsevîden Vilâyet-i Muhammediyyeye geçirilmiş olduğu işitilmemişdir denilmekdedir. Bunu yazarken, geçirildiği bilinmiyordu. Bunu bildirdiklerinden sonra ve geçirmeğe kudret verdiklerinden sonra, sizi o vilâyetden bu vilâyete geçirdiler diye yazıldı. Bu iki mektûb, başka zemânlarda yazılmış oldukları için, birbirlerinin zıddı olmazlar.

Süâl 5: Buradaki sôfîler, önü açık antârî giyiyorlar. Antârînin önü açık olması sünnetdir diyorlar. Hazret-i Mîrin adamları ise, yakası halkalı, kapalı yapıyorlar. Bunun doğrusu hangisidir?

Cevâb 5: Biz de bunu iyi bilemiyoruz. Arabistân ehâlîsi önü açık antârî giyerler. Sünnet böyledir derler. Hanefî mezhebinin kıymetli kitâblarından birkaçında, erkeklerin kadın elbisesi giymemeleri lâzım olduğu yazılıdır. İmâm-ı Ahmed ve Ebû Dâvüd, Ebû Hüreyreden haber veriyorlar ki, Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât”, (Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına la’net olsun) buyurdu. (Metâlib-ül-mü’minûn) kitâbında, kadın, erkeklere ve erkek de kadınlara benzemesin! Benzeyenler mel’ûndur denilmekdedir. Önü açık antârînin din adamları ile ilm sâhiblerinin elbisesi olmadığı anlaşılmakdadır. Bundan dolayı, zimmîlerin ya’nî gayr-i müslimlerin böyle giymeleri câiz görülmüşdür. (Câmi’urrumûz) kitâbında, (Muhît) kitâbından alarak, (Zimmî, din adamlarına ve ilm sâhiblerine mahsûs olan cübbe ve sarık gibi elbise giymemeli, kaba bezden, kadınlar gibi, yakası göğsü üzerinde antârî giymelidir) diyor. Âlimlerden çoğuna göre, önü açık ise antârî olmaz, manto olur. Bunlara göre, (Antâri, ya’nî kamîs), yakası omuzlarda açık olandır. (Câmi’urrumûz)da, kadın kefenini anlatırken böyle demişdir. (Hidâye) kitâbında, kamîs yerine Dir’ demekdedir. (Dir’) göğse kadar açıkdır. Kamîsin önü omuza kadar açıkdır. Çoğuna göre ikisi birdir.

Bu fakîre göre, doğrusu şöyle görünüyor ki, erkeklerin kadın elbisesi giymeleri yasak olduğu için, kadınların önü açık antâri giydikleri yerde, erkekler, kadınlara benzememek için, yakası kapalı giymelidirler. Mâverâ-ünnehrde ve Hindistânda kadınlar, önü açık antâri giymekdedir. Erkeklerin, yakası kapalı giymeleri lâzım olmakdadır. Meyân şeyh Abdülhak-ı Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” dedi ki, (Ben Mekkede iken şeyh Nizâm-ı Narnûlînin talebesinden biri, yakası kapalı antâri ile tavâf ediyordu. Arablardan çoğu, onun kadın antârisi giymiş olduğunu görünce şaşırdılar). Görülüyor ki,

-507-

âdete göre hem arablar doğrudur, hem de Hindistân ve Mâverâ-ün-nehr erkeklerinin giydikleri doğrudur. Bekara sûresi yüzkırksekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, herkesin yüzünü bir tarafa çevirir) buyuruldu. Önü açık antâri giymek sünnet olduğu iyi bilinseydi, Hanefî âlimleri, zimmîlerin böyle giymelerine izn vermezler, yalnız din adamlarının ve ilm sâhiblerinin giymelerini bildirirlerdi. Bu elbisede kadınlar başda geldikleri için, erkeklerin elbiselerini kadınların elbiselerine benzetmemeleri uygun görülmüşdür.

Süâl 6: Bu yolun tâlibleri, başlangıçda, tâm ehadiyyeti arıyorlar. Kelime-i tevhîdi söylemek bunlara nasıl uygun olur? Çünki, tapınacak birşey yokdur derken, Ondan başkaları düşünülmekdedir.

Cevâb 6: Ondan başkalarının düşünülmesi, ehadiyyete bağlanmayı düzeltmek ve terbiye etmek içindir. Başkalarına tapılamıyacağını söylemek, Ona bağlı kalabilmek içindir. Yok etmek için başkalarını düşünmek, bir varlığa bağlanmağa uygunsuz olmaz. Bir varlığa bağlanmağa uygun olmıyan, başkalarına bağlanmakdır. Yok etmek için, onları düşünmek değildir. Bu ikisini birbirine karışdırmamalıdır. [Zikrin çeşidleri çokdur. Bunlardan çok fâidelisi, (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillâhil hamd)dır. Buna (Tekbîr-i teşrîk) denir. Her gün çok okumalıdır.]

Süâl 7: Bu yolda yeni başlıyanların ağızları ile söyledikleri zikri, kalbleri de söylemekdedir. Kelime-i tevhîd ile zikr ederken, kalb de bunun hepsini söyliyor mu, söylemiyor mu? Kalb de hepsini söyliyorsa, (Lâ) derken yukarıya doğru, (İlâhe) derken, sağa doğru söylemek nedendir?

Cevâb 7: Eğer kalb, (LÂ İLÂHE İLLALLAH) kelimesinin hepsini söylerse, niçin bu kusûr olsun? (LÂ) derken, hayâli ile, göbekden yukarı doğru söyler. (İLÂHE) derken, yukardan [göğsün] sağına doğru, (İLLALLAH) derken sağdan kendine [ya’nî kalbe] doğru söyler. Yâhud, bu kelimeleri, bu üç tarafa doğru hayâli ile götürür. Ağzı ile birşey söylemez. Böylece, kalbin ağız ile birlikde olması şartı ortadan kalkar. Sizin bu son iki süâliniz, Fahreddîn-i Râzînin şübhelerine benzemekdedir. İyi düşünseydiniz, sormanıza hâcet kalmazdı.

EK: Son olarak, şunu da bildirelim ki, oradaki kardeşlerimiz arka arkaya yazarak, Mîr [Muhammed Nu’mân “rahmetullahi teâlâ aleyh”] hazretlerinin bu günlerde talebeyle az çalışdığını, ev yapdırmakla uğraşdığını, eline geçenleri ev yapmağa harc etdiğini, talebenin, kendisinden fâidelenemediğini bildiriyorlar. Bunları öyle yazmışlar ki, beğenmedikleri, istemedikleri anlaşılmakdadır.

İyi biliniz ki, bu yola bağlı olanları beğenmemek, öldürücü zehrdir. Bu büyüklerin sözlerine, işlerine karşı gelmek, insanı sonsuz felâkete götürür. Uçuruma sürükler, hele kendi rehberini beğenmez, ona karşı gelirse, üstâdını incitirse, neye varacağını düşünmelidir! Bu büyüklere inanmıyanlar, bunların bereketlerine kavuşamaz. Bunlara karşı gelenler, her zemân ziyân eder, aldanır. Rehberin “rahmetullahi teâlâ aleyh” her işi, her sözü iyi ve güzel görünmedikce, onun yüksekliklerinden hiçbirine kavuşamaz. Eline birşeyler geçerse, istidrâc olup, sonu yıkım ve çöküntü olur. Üstâdına aşırı sevgisi ve bağlılığı olmakla berâber, içinde ona karşı kıl kadar bir beğenmemek bulunursa, bunu kendi için felâket, yıkım bilmelidir. Onun üstün-

-508-

lüklerinden hiçbirine kavuşamıyacağını anlamalıdır.

Rehberin işlerinden birini beğenmezse ve bundan kendini kurtaramazsa, karşı gelmiş olmıyacak bir yol ile, kendisinden bunu sormalı, inanmamış görünmemelidir. Bu zemânda, doğru ile yanlış, iyi ile kötü birbirleri ile karışıkdır. Rehberin ara sıra, islâmiyyete uymıyan birşey yapdığını görürse, kendisi bunu yapmamalı, iyi gözle bakarak, islâmiyyete uygun görmeğe çalışmalı, iyi tarafını aramalıdır. İyi ve uygun yerini bulamazsa, bu belâdan kurtulmak için, Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Üstâdının bundan kurtulması için, ağlıyarak, düâ etmelidir. Üstâdının mubâh olan birşeyi yapmasından şübheye düşerse, bu şübheye kıymet vermemelidir. Herşeyin sâhibi olan Allahü teâlâ, mubâh şeyleri yasak etmemiş, beğenmemezlik etmemiş iken, başkası, kendiliğinden nasıl karşı gelebilir. Çok yer vardır ki, birşeyin dahâ iyisini yapmamak, yapmakdan dahâ iyi olur. Hadîs-i şerîfde “alâ sâhibihessalâtü vesselâm”, (Allahü teâlâ, azîmetle iş yapmayı sevdiği gibi, ruhsatla yapmayı da sever) buyuruldu. Mîr hazretlerinin kabz hâli, sıkıntılı hâli çok olduğu için, böyle zemânlarında, talebesi ile uğraşamayıp da, birkaç mubâh işle kendini avutmak isterse, buna karşı durmak doğru olur mu? Abdüllah-i Istahrî hazretleri, böyle zemânlarında, av köpekleri ile birlikde, ormana ava giderdi. Büyüklerden birçoğu da, böyle zemânlarda, simâ’ ve nağme dinlemekle kendilerini avuturlardı. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın izinde gidenlere selâm olsun “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ”!