Bu
mektûb, molla Muhammed Hâşime yazılmışdır. Allahü teâlânın, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine başlangıcda ihsân etmiş olduğu yolu bildirmekdedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve Onun temiz olan Âlinin ve Eshâbının hepsine salât ve selâm olsun “salevâtullahi teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve Eshâbihi ecma’în”! Tesavvuf âlimlerinin yolları arasında en kısa, en uygun,
en sağlam, en sâlim, en kuvvetli, en doğru, en iyi, en yüksek ve en olgun olanı Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelen yoldur. Bu yolda bulunanların rûhlarını ve sâhiblerinin sırlarını, Allahü teâlâ takdîs eylesin! Bu yolun bütün bu üstünlükleri ve bu yolda yetişenlerin şânlarının üstün olması, sünnet-i seniyyeye yapışdıkları ve bid’atlerden sakındıkları içindir. Eshâb-ı kirâmda olduğu gibi “aleyhimürrıdvân minelmelikilmennân”, bu büyüklerin de, bidâyetlerinde, nihâyetlerinin kazancı yerleşdirilmişdir. Yüksek dereceye kavuşdukdan sonra, huzûrları devâmlı olmuşdur. Başkalarının huzûru geçicidir.
Kardeşim! Allahü teâlâ, seni doğru yola ulaşdırsın! Bu fakîr, bu yola özendiğim zemân, Allahü teâlâ, işimi kolaylaşdırdı. Vilâyet kaynağı, hakîkatin mütehassısı, nihâyetin başlangıcda yerleşdirilmiş olduğu yolun kılavuzu, vilâyet derecelerine kavuşduran caddenin sürücüsü, dînin koruyucusu, şeyhimiz ve imâmımız, şeyh Muhammed Bâkî “kaddesallahü teâlâ sirreh” hazretlerine kavuşdurdu. Bu yoldaki büyüklerin seçkinlerinden olan bu yüksek zât, Allahü teâlânın ismini zikr etmeği öğretdi. Teveccüh buyurdu. Bu fakîrde, zikrin tadı tâm hâsıl oldu. Sevincimin çokluğundan ağladım. Birgün sonra, bu büyüklerin kıymet verdikleri ve (Gaybet) dedikleri, şü’ûrsuzluk hâsıl oldu. Kendimden geçince, büyük bir deniz gördüm. Dünyâdaki şeklleri, sûretleri, bu deniz içinde gölge gibi gördüm. Şü’ûrsuzluğum çoğaldı. Bir sâ’at, iki sâ’at sürdüğü günler oldu. Bütün geceyi kaplamağa başladı. Olanları, kendilerine arz etdim. (Fenâ)dan biraz hâsıl olmuş buyurdu. Zikr etmeği yasakladı. (Bu huzûru elden kaçırma!) dedi. İki gün sonra, bilinen (Fenâ) hâsıl oldu. Arz eyleyince, (Vazîfeni yap!) buyurdu. Fenânın Fenâsı hâsıl oldu. Arz eyledim. (Bütün âlemi bir birleşmiş topluluk olarak görüyor musun?) buyurdu. (Evet) dedim. (Fenânın Fenâsında, âlemi böyle birleşik görmekle birlikde, şü’ûrsuzluk da hâsıl olur) buyurdu. Hemen o gece, buyurduğu gibi, Fenâ hâsıl oldu. Bunu ve bundan sonra olanı arz eyledim ve Allahü teâlâyı, ilm-i huzûrî ile bildiğimi ve kendisinde bulunmıyan sıfatlarla birlikde bildim dedim. Bundan sonra, bütün eşyâyı kaplıyan bir nûr göründü. Onu Hak teâlâ sandım. Bu nûr siyâh idi. Arz eyledim. (Nûr perdesi arkasında Hak teâlâ görülmüşdür. Bu nûrdaki genişlik, ilmdedir. Zât-i teâlâ herşeyle ilgili olduğu için, geniş görünmekdedir. Bunu yok etmek lâzımdır) buyurdu. Sonra, bu nûr küçülmeğe başladı. Darlaşdı. Nokta gibi oldu. (Noktayı da yok etmek, hayrete gelmek lâzımdır) buyurdu. Öyle yapdım. Hayâl olan nokta da yok oldu. Hayrete daldım. Hak teâlâ, kendini kendi görür gibi göründü. Arz eyledim. (İşte, Nakşibendiyyenin huzûru, bu huzûrdur) buyurdu. Bu yoldakilerin nisbeti, bu huzûr demekdir. Bu huzûra, gayb olmıyan huzûr da denir. Nihâyetin bidâyetde yerleşmesi, burada olur. Bu yolda, tâlibe bu nisbetin hâsıl olması, başka yollarda, tâlibin maksada kavuşmak için, çalışılacak zikrleri ve vazîfeleri rehberlerinden almalarına benzer. Fârisî mısra’ tercemesi:
Gül bağçemi gör de, behârımı anla!
Bu fakîrde bu nisbetin hâsıl olması, zikr öğrendiğim günden, iki ay ve birkaç gün sonra başladı. Bu nisbet hâsıl oldukdan sonra, (Fenâ-i hakîkî) denilen, başka bir fenâ hâsıl oldu. Kalb o kadar genişledi ki, yer küresinin ortasından Arşa kadar, bütün âlem, bu genişlik yanında, hardal dânesi
kadar bile değildi. Bundan sonra, kendimi ve âlemin her parçasını, hattâ her zerreyi, Hak teâlâ olarak gördüm. Bundan sonra âlemin her zerresini birer birer hep kendim gördüm. Kendimi onların herbiri olarak gördüm. Sonra, bütün âlemi, bir zerrede yok buldum. Sonra, kendimi ve her zerreyi, o kadar geniş gördüm ki, bütün âlemi hattâ âlemin birkaç katını içimde gördüm. Kendimi ve her zerreyi, her zerreye yayılmış, sızmış olan nûr gördüm. Âlemdeki şekller, sûretler, bu nûrda yok oldular. Sonra kendimi ve hattâ her zerreyi, bütün âlemi tutuyor, varlıkda durduruyor gördüm. Arz eyledim. Tevhîdde (hakk-ul-yakîn) mertebesi işte budur. (Cem’ul-Cem’) bu makâmdır, buyurdu. Önce, âlemin şekllerini, sûretlerini hep Hak teâlâ bulmuş olduğum gibi, bunlardan sonra, hepsini hayâl gördüm. Önce, Hak bulduğum her zerreyi, şimdi hep vehm ve hayâl buldum. Çok şaşırdım. Bu sırada, (Füsûs) kitâbındaki, kıymetli babamdan işitdiğim, (Bu âleme isterseniz Hak deyiniz, isterseniz mahlûk deyiniz. İsterseniz, bir bakımdan Hak deyiniz ve başka bir bakımdan, mahlûk deyiniz. İsterseniz, ikisi arasını ayıramıyarak şaşkına döndüğünüzü söyleyiniz!) sözünü hâtırladım. Bu söz sıkıntımı giderdi. Bundan sonra yanlarına giderek arz eyledim. (Huzûrun dahâ sâf olmamışdır. Vazîfene devâm et de, var ile yok birbirinden tâm ayrılsınlar) buyurdu. Ayrılamıyacağını anlatan, (Füsûs)ün yazısını okudum. (Şeyh Muhyiddîn-i arabî “kaddesallahü sirrehül’azîz”, olgun bir Velînin hâlini bildirmemiş. Birçoklarına göre de ayrılamazlar) buyurdu. Emrlerine uyarak, verdikleri vazîfeye devâm etdim. Onların çok kıymetli yardımları ile, Allahü teâlâ, iki gün sonra, var ile yokun ayrıldığını gösterdi. Hakîkî varlığı, hayâl olandan ayrı buldum. Dışarda, bir varlıkdan başka, hiçbir var görmedim. Kendilerine bunu bildirince, (Fark-ı ba’del-cem’) mertebesi, işte budur. Çalışmakla, buraya kadar varılabilir. Bundan ilerisi herkesin yaradılışında bulunana uygun olarak ihsân olunur. Tesavvuf büyükleri, bu mertebeye (Tekmîl makâmı) demişlerdir buyurdu.
Bu fakîri “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” ilk olarak, sekrden sahva ve Fenâdan Bekâya getirdikleri zemân, kendi bedenimin her zerresine bakdığım zemân, Hak teâlâdan başka birşey bulamadım. Her zerremi, Onu gösteren bir ayna gibi gördüm. Bu makâmdan, yine hayrete götürdüler. Kendime getirdiklerinde, Hak teâlâyı kendi vücûdümün, her zerresinde değil, her zerresi ile buldum. Önceki makâmı, ikinci makâmdan aşağı gördüm. Yine hayrete daldırdılar. Kendime gelince, Hak teâlâyı, âlemle ne bitişik, ne ayrı, ne içinde, ne de dışında bulamadım. Önce bulmuş olduğum, berâberlik, etrâfını çevirmek ve içine işlemek gibi şeylerin hepsi, şimdi yok oldu. Böyle olmakla berâber, yine öyle görüldü. Sanki his olunuyordu. Âlem de,
o ânda görülmekde idi. Fekat, bu bağlantıların hiçbiri, Allahü teâlâda yokdu. Yine hayrete daldırdılar. Sahva getirdikleri zemân, Allahü teâlânın, âlem ile, önce görülen bağlılıklardan başka bir bağlılığı olduğu anlaşıldı. Bu, hiç anlaşılamıyan bir bağlılıkdır. Hak teâlâ, hiç anlaşılamıyan bir nisbet ile görüldü. Yine hayrete daldırdılar. Bu mertebede biraz kabz, sıkıntı hâsıl oldu. Yine kendime getirdiklerinde, Hak teâlâ, o anlaşılamaz nisbetden başka olarak göründü. Bu âlemle, anlaşılan ve anlaşılamıyan hiçbir nisbeti, bağlılığı yok idi. Âlem de böylece görülmekde idi. O ânda, öyle bir ilm ihsân olundu ki, bu ilm, Hak teâlâ ile mahlûklar arasında hiçbir bağlılık bırak-
madı. Her iki şühûd var iken, bildirdiler ki, böylece, hiçbir bağlılık olmadan görülen, Hak teâlânın kendi değildir. Tekvîn sıfatının âlemle olan bağının, Âlem-i misâlde olan sûretidir. Çünki, Onun zâtı, mahlûklarla bir ilgisi olmakdan çok uzakdır. Anlaşılabilen veyâ anlaşılamıyan hiçbir bağlantısı yokdur. Arabî beyt tercemesi:
Sevgiliye kavuşmak, ele geçer mi acabâ?
yüksek dağlar ve korkunç tehlükeler var arada.
Kıymetli kardeşim! Hâllerin hepsini açıklamağa ve ma’rifetleri anlatmağa kalkışırsam, çok uzun sürer. Dinliyenleri usandırabilir. Hele (Tevhîd-i vücûd) ma’rifetleri, herşeyin zıl, görüntü olduğu anlatılırsa, sonu gelmez. Bütün ömürlerini tevhîd-i vücûd ma’rifetlerinde geçirenler, bu sonsuz deryâdan bir damla ele geçirememişlerdir. Şuna da, çok şaşılır ki, onlar, bu fakîri, tevhîd-i vücûd sâhiblerinden saymazlar. Tevhîd bilgilerine inanmıyan âlimlerden sanırlar. Görüşleri kısa olduğu için, tevhîd ma’rifetleri üzerinde durmağı olgunluk bilirler. Bu bilgilerden ilerlemeği, gerilemek sanırlar. Fârisî beyt tercemesi:
Câhildirler, kendilerini de bilmezler,
hüner sanmakdan aybları çekinmezler.
Bunların dayandıkları birinci sened, eski tesavvufcuların tevhîd-i vücûdî üzerindeki sözleridir. Allahü teâlâ, bunlara insâf versin! O büyüklerin, bu makâmlardan ilerlemediklerini, o makâmda bağlanıp kaldıklarını nerden biliyorlar? Biz, tevhîd-i vücûdî ma’rifetleri yokdur demiyoruz. Var olduğunu, fekat bu makâmdan dahâ yüksek makâmlara ilerleneceğini de söyliyoruz. Eğer, bu makâmları aşanlara, bu bilgilere inanmıyor adını takıyorlarsa, ona bir diyeceğimiz yokdur.
Yine sözümüze dönelim. Birşeyin örneği, o şeyi tanıtır. Bir damla sızıntı, bir su menba’ını buldurur. Biz de az bildirdik. Bir damla ile haber veriyoruz.
Kardeşim! Kıymetli hocamız, beni yetişdi ve yetişdirebilir görerek, tarîkati öğretmek için izn verince ve tâliblerden çoğunu, bu yana gönderince, kemâle gelmiş olduğuma ve tâlibleri yetişdirebileceğime inanamıyordum. (Bu işde duraklama! Büyüklerimiz, bu makâmların, kemâl ve tekmîl makâmı olduğunu bildirmişlerdir) buyurdu. (Bu makâma inanmamak, o büyüklerin yüksekliğine inanmamak olur) dedi. Emrlerine uyarak, tarîkati ta’lîm etmeğe başladım. Tâliblere çalışmalarına yardımcı olmağa uğraşdım. Bu uğraşmalarımın tâliblere çok fâideli olduğu görüldü. Öyle oldu ki, senelerce çalışarak kavuşulabilenler, birkaç sâatde ele geçiyordu. Birkaç zemân uğraşdım. Sonra, yine noksân olduğumu, aşağıda kaldığımı anladım. Tesavvuf büyüklerinin, son mertebe dedikleri, gelip geçici (Tecellî-i zâtî)ler, bu yolda hiç hâsıl olmamışdı. (Seyr-i ilallah) ve (Seyr-i fillah) ne demek olduğunu bilmiyordum. Bu kemâllere de kavuşmak lâzımdı. Bunları düşündükce, aşağıda kalmış olduğumu iyi anladım. Yanımda bulunan tâlibleri toplıyarak, geride olduğumu, hepsine bildirdim. Dağılmalarını söyledim. Fekat bu sözlerimi aşağı gönüllülük, bir incelik sandılar. Yanımdan ayrılmadılar. Az zemân sonra,
Allahü teâlâ, umduklarıma kavuşdurdu. Sevgili Peygamberinin sadakası olarak “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” ihsânda bulundu.
FASL - Büyüklerimizin “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” yolunun temeli, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” i’tikâdına uygun olarak inanmak ve sünnet-i seniyyeye yapışmakdır “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”. Bid’atlerden ve nefsin isteklerinden de sakınmak ve işleri, elden geldiği kadar azîmetle yapmak, ruhsat ile hareketden kaçınmakdır.
[(Azîmet), halâl olduğu belli olmıyan şübheli şeyleri de yapmamak, harâm ve mekrûhlardan herhâlde kaçmakdır. (Ruhsât), islâmiyyetin izin verdiği, câiz olur dediklerinden sakınmamakdır].
Önce, cezbe hâsıl olup kendinden geçer. Buna (Adem) denir. Bundan sonra (Bekâ) bulup kendine gelir. Buna (Vücûd-i adem) denir. Bu adem ve kendinden geçmek, hissi gayb etmek, duygusuz olmak değildir. Az kimsede, his de gidebilir. Bu bekâ sâhibi, insanlık isteklerine dönebilir. Nefsin huylarına uyabilir. Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâda ise, geri dönmek câiz değildir. Behâüddîn-i Buhârî, (Vücûd-i adem, insanlık arzûlarına döner. Fekat, Vücûd-i fenâ, geriye hiç dönmez) sözünü, belki bunun için söylemişdir. Çünki, birinci Bekânın sâhibi, dahâ yoldadır. Yolda olan geri dönebilir. İkincisi, müntehîdir, kavuşmuşdur. Kavuşan, geri dönmez. Büyüklerden biri, (Yolda olan döner. Kavuşmuş olan dönmez) buyurdu. Vücûd-i adem sâhibi, her ne kadar yolda ise de, nihâyet, bidâyetde yerleşdirilmiş olduğu için, nihâyetde olanları bilir. Müntehînin, yolun sonunda kavuşdukları, buna topluca tatdırılır. Bu nisbet, müntehîde bol olduğundan, rûhuna da, bedenine de yayılır. Vücûd-i adem sâhibinde ise, yalnız kalbindedir. Müntehîde yayılmış, dağılmışdır. O, insanlık sıfatlarına dönmez. Çünki, bu nisbetin, onun bedeninin her mertebesine yayılması, onun sıfatlarını yok etmiş, fânî yapmışdır. Bu (Fenâ), Allahü teâlânın büyük bir ni’metidir. Allahü teâlâ, azmıyan kulundan, ni’metini geri almaz. Vücûd-i adem sâhibi, böyle değildir. Bu nisbet, onun bedenine geçmemişdir. Böyle olmakla berâber, bedenin mertebeleri kalbe bağlı olduğu için, bu nisbet kalb yolu ile, bütün bedene de, toplu, kısa olarak geçer. Bedenin isteklerini azaltır. Fekat, tâm yok edemez. Bunun için geri dönebilir. Çünki azalmış, yok olmamışdır. Yok olan, geri dönmez. Bu yüksek zincirin büyüklerinden birkaçı “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, bidâyetdeki kendinden geçmeğe ve bundan sonra hâsıl olan bekâya (Fenâ) ve (Bekâ) demişlerdir. Bu mertebede, (Tecellî-i zâtî) olur. Hak teâlânın zâtı görünür de demişlerdir. Bu Bekânın sâhibine, (Vâsıl), kavuşmuş demişlerdir. Devâmlı huzûr, müşâhede demek olan (Yâd-i dâşt) de, bu mertebede hâsıl olur sanmışlardır. Bütün böyle sözler, nihâyetin bidâyetde yerleşdirilmiş olmasından ileri gelmekdedir. Çünki, Fenâ ve Bekâ, yalnız müntehîye hâsıl olur. Ancak, müntehî kavuşmuşdur. Tecellî-i zâtî, yalnız buna olur. Allahü teâlânın devâmlı huzûru, ancak müntehî içindir. Çünki, o hiç geri dönmez. Fekat, birinci söz de, bu bakımdan doğrudur. Sağlam bir görüşe dayanmakdadır. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinin (Fıkarât) kitâbındaki Fenâ ve Bekâ ve Tecellî-i zâ-
tî ve Zât-i ilâhînin şühûdü ve vasl ve Yâd-i dâşt yazıları da, bunlar gibidir. Büyüklerden biri buyurdu ki, Hâce hazretlerinin, sevdiklerinden birkaçına yazmış olduğu mektûblardan ve risâlelerden meydâna gelmiş olan bu kitâb, başlangıcda olan ma’rifetleri mübtedîlere anlatmak için yazılmışdır. (İnsanlara, aklları erdiği kadar söyleyiniz!) gözetilerek yazılmışdır. (Risâle-i silsiletil-ahrâr) kitâbı da böyledir. Hâce-i Ahrâr hazretlerinin sözlerine uygun olarak yazılmışdır. Dînin kuvvetlendiricisi, yüksek hocamız mevlânâ Muhammed Bâkî hazretlerinin, (Rubâ’ıyyât şerhı) kitâbı da böyledir. Bu Bekâ, hattâ Cezbede hâsıl olan her Bekâ, (Tevhîd-i vücûdî) ile karışıkdır. Bunun içindir ki, büyüklerden birçoğu, Hakk-ul-yakîni anlatırken tevhîd-i vücûdî ile karışdırmışdır. Birçoğu da bu sözlerden şübheye düşmüşler. Bunların Hakk-ul-yakîni, cezbede olmuşdur demişlerdir. Çünki böyle ma’rifetler, o makâmda hâsıl olur. (Tecellî-i sûrî) başka şeydir. Ne olduğunu, kavuşanlar bilir. Kesret aynasında vahdeti görürken, ayna belli olmaz, yalnız sonsuz var olan görünürse, bu makâma (Yâd-i dâşt) demişlerdir. Yâd-i dâşt bu mertebenin adıdır demişlerdir. Buna, (Tecellî-i zâtî) ve (Şühûd-i zâtî) de demişlerdir. Bu makâma, (İhsân makâmı) demişlerdir. Bu yok olmaklığa (Vasl) demişlerdir. Fârisî mısra’ tercemesi:
Sen onda yok ol! Kavuşmak budur.
Bu ismleri koyan, dînin yardımcısı, hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleridir. Dahâ önce gelen büyüklerden hiçbiri böyle ismler hiç söylememişlerdir. Fârisî mısra’ tercemesi:
Güzellerin yapdığı, güzel olur!
O büyük zât buyuruyor ki, (Dil kalbin aynasıdır. Gönül de, rûhun aynasıdır. Rûh, insanın hakîkatinin aynasıdır. İnsanın hakîkati de, Hak teâlânın aynasıdır. Bilinmiyen hakîkatler, bilinmiyen zâtdan çıkıp, bu uzun yollardan geçerek, dile gelir. Söz hâlini alarak, hakîkatlere uygun yaradılışlı olanların kulaklarına gelir). Yine buyuruyor ki, (Büyüklerden birkaçının hizmetinde bulundum. Bana iki şey ihsân etdiler. Birisi şudur ki, herne yazsam yenilik olur. Eski birşey söylemem. İkincisi de, her ne söylesem beğenilir, red edilmez). Bu mukaddes kelimeler, söyliyenin büyüklüğünü göstermekdedir. Bunları söylerken, kendisinin arada olmadığı anlaşılmakdadır. Ayna olmakdan başka birşey değildir. Onların içyüzlerini ve derecelerinin yüksekliğini, ancak Allahü teâlâ bilir. Kendi hâllerine uygun olarak, bu mesnevîleri söylerdi. Fârisî iki beyt tercemesi:
Herkes, birşey sanarak sevdi beni;
gel de, içimden dinle esrârımı!
Sırlarım, iniltimden ayrı değil,
fekat, anlıyacak göz, kulak var mı?
Bu fakîr, o büyük Velînin bilgilerinden ve ma’rifetlerinden, bir parça, bu mektûbun sonunda, kısa anlayışıma göre yazmağa çalışacağım. Her iş, Allahü teâlânın dilediği gibi olur.
Allahü teâlâ, bir kimseyi, cezbe hâsıl oldukdan ve temâm oldukdan
sonra, sülûk ni’meti ile şereflendirirse, bu kimse cezbenin yardımı ile çok uzun bir yolu, çok kısa bir zemânda geçer. Bu yolun, ellibin senelik olduğunu bildirmişlerdir. Me’âric sûresinin dördüncü âyetinin, (Melekler ve Rûh, ellibin sene uzunluğundaki bir günde, ona çıkarlar) meâl-i şerîfindeki uzunluk bunu gösteriyor demişlerdir. Böylece, Fenâ-fillah ve Bekâ-billah makâmının kendisine kavuşur. Sülûkün sonu, Seyr-i ilallah yolculuğunun sonuna kadardır. Buraya (Fenâ-i mutlak) denir. Bu makâmdan sonra, cezbe başlar. Buna, Seyr-i fillah ve Bekâ-billah denir. Seyr-i ilallah, sâlikin ismine kadar olan yolculukdur. Seyr-i fillah, bu ismde olan seyrdir. Çünki her ismde sonsuz ismler bulunur. Bunun için, bu ismdeki yolculuk sonsuz olur. Bu fakîrin bu makâmda, ayrıca bir ma’rifeti vardır. Biraz sonra, inşâallahü teâlâ bildirilecekdir. Yükselirken, bu ism, (Ayn-i sâbite)nin üstündedir. Çünki, sâlikin ayn-i sâbitesi, bu ismin zıllidir. Onun ilmdeki sûretidir. Allahü teâlânın lutf ederek seçdikleri, bu ismden de ileri yükselirler. Allahü teâlânın dilediği kadar, sonsuz ilerlerler. Arabî beyt tercemesi:
Bundan sonrasını anlatmak çok incedir,
anlatmamak dahâ iyi olan da vardır.
Başka yollardan vâsıl olanlar da, ikincisinde, bunlarla ortak iseler de ve Fenâ-fillah ile Bekâ-billaha kavuşmuşlarsa da, onların riyâzetler çekerek ve mücâhedeler yaparak, çok uzun zemânda sonuna varabildikleri yolu, bu yolun büyükleri, tadını alarak ve şühûd ni’meti ve maksûda kavuşmanın zevkı ile, çok kısa bir zemânda geçer, aradıklarına kavuşurlar. Kavuşdukdan sonra da, sonsuz ilerlerler. Sülûk ile sona varanlar arasında, böyle ilerlemeğe ve yakınlığa kavuşan pekazdır. Çünki, cezbenin sülûkden önce olması için, biraz sevilmiş olmak lâzımdır. İstenmedikce çekilmek olmaz. Çekilirse, dahâ yakın olur. İstenilen ile isteyen arasında çok ayrılık vardır. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir. Fârisî iki beyt tercemesi:
Sevilenlerin aşkı, gizli ve keskindir.
Sevenlerin aşkı, davul zurna iledir.
Sevenler, aşk ateşi ile erir, biter,
Sevilen, hem semizler, hem de dâim güler.
Süâl: Başka silsilelerdeki sevilenler de, böyle ilerliyor ve yaklaşıyorlar. Onlarda da cezbe, sülûkden önce oluyor. Böyle olunca, bu yolun, başkalarından üstünlüğü ne olur? Niçin dahâ yakın olur?
Cevâb: Başka tarîkler, bu işi elde etmek için kurulmamışdır. Bunlarda bulunan pekaz kimseyi, rastgele bu ni’metle şereflendirirler. Bu yol ise, bu ni’meti elde etmek için kurulmuşdur. Bu yolun büyüklerinin sözleri arasında yer alan (Yâd-i dâşt), cezbe ve sülûkün her ikisi de hâsıl oldukdan sonra ele geçebilir. Buna nihâyet demek şühûd ve huzûr mertebelerinin ötesidir. Bunu şöyle açıklıyalım: Şühûd, yâ sûret aynasında, veyâ ma’nâ aynasında olur. Yâhud da, sûretin ve ma’nânın ötesinde olur. Bu perdesiz olan şühûde (Berkî), ya’nî şimşek gibi demişlerdir. Ya’nî, bu şühûd şimşek çakar gibi hâsıl olup, sonra hemen araya perde girer. Allahü teâlânın büyük-
ni’meti olarak, bu şühûd, perdelenmeyip, devâm ederse, buna (Yâd-i dâşt) demişlerdir ki, gayb olmıyan huzûr demekdir. Çünki şühûd, perdelenirse, gayb olur. Perdelenmeden devâmlı olmadıkca, Yâd-i dâşt denilmez. Burada bir incelik vardır: Her kavuşan, geriye döner. Fekat huzûru devâm eder. Fekat, bu nisbetin onda bulunması, şimşek çakar gibi olur. Mahbûblarda ise, böyle değildir. Çünki bunlarda, cezbe, sülûkden öncedir. Huzûrun bunlarda bulunması, devâmlıdır. Bütün varlıkları bu nisbet olmuşdur. Yukarıda buna işâret eyledik. Bedenleri, rûhları gibi olmuşdur. Bâtınları, zâhirleri gibi ve zâhirleri, bâtınları gibi olmuşdur. Bunun için, bunların huzûrları süreklidir. Nisbetleri, bütün nisbetlerden üstün olmuşdur. Kitâblarında ve risâlelerinde, böyle olduğu bildirilmekdedir. Çünki (Nisbet), huzûr demekdir. Huzûrun son mertebesi de, perdesiz devâmlı olmasıdır. Bu yolun büyüklerinin, bu nisbet yalnız bizimdir demeleri, bu yolu, bu ni’meti elde etmek için kurdukları bakımındandır. Böyle olduğunu biraz önce bildirmişdik. Yoksa, başka silsilelerin büyüklerinden birkaçına hâsıl olması da câizdir ve hâsıl olmuşdur. Evliyânın büyüklerinden şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül-Hayr “kaddesallahü sirreh” bu huzûra işâret etmekde ve üstâdından bunu açıklamasını istemekdedir. Bu iş devâmlı mıdır demiş. Üstâdı ise, hayır devâmsızdır demişdir. Tekrâr sormuş. Tekrâr bu cevâbı almış. Üçüncü soruşunda, üstâdı, devâmlı olabilir. Fekat, çok az kimselere nasîb olur buyurmuşdur. Şeyh bunu işitince raks ederek, bu, o çok az rastlananlardan biridir demişdir.
Mutlak nihâyet, ötelerin ötesidir demişdik. Bunu açıklıyalım. Bu huzûr hâsıl oldukdan sonra, ilerlenirse, hayret girdâbına düşülür. Bu huzûr da, başka mertebeler gibi, arkada kalır. Bu hayrete, (Hayret-i kübrâ) denir. Büyüklerin büyükleri içindir “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”. Böyle olduğu, kitâblarında bildirilmekdedir. Büyüklerden biri, bu makâmda şöyle bildiriyor. Fârisî beyt tercemesi:
Güzelliğin beni alt üst etdi.
Birşey bilmiyorum, aklım gitdi.
Bir başkası buyuruyor ki, fârisî beyt tercemesi:
Hiç yok, yalnız O var dediler, yükseldiler.
yüce serâydan, hepsi eli boş döndüler.
Bu hayret hâsıl oldukdan sonra, (Ma’rifet makâmı) vardır. Acabâ kimi bu ni’mete kavuşdururlar? Hayret makâmı olan (Küfr-i hakîkî)den sonra, (Îmân-ı hakîkî)ye kavuşdururlar. İşin iç yüzünü bilenlere göre, aranılan en son makâm budur. Da’vet makâmı ve islâmiyyetin sâhibine tâm uymak burasıdır “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye”. Yûsüf sûresinin yüzsekizinci âyetinin, (Ben herkesi ve bana tâbi’ olanları, Allahü teâlâya da’vet ederim) meâl-i şerîfinde bildirilen da’vet, bu makâmda yapılır. O, dînin ve dünyânın efendisi “aleyhissalâtü vesselâm”, (Yâ Rabbî! Bana, doğru îmân ve sonu küfr olmıyan yakîn ihsân eyle!) diyerek, bu îmânı istemişdir. Hayret makâmı olan (Küfr-i hakîkî)den Allahü teâlâya sığınmış, (Fakrden ve küfrden sana sığınırım) buyurmuşdur. Bu mertebe, Hakk-ul-yakîn mertebelerinin son mertebesidir. Bu makâmda, bilmek ve görmek, birbirlerine –
perde olmazlar. Arabî beyt tercemesi:
Ni’mete kavuşanlara âfiyet olsun?
zevallı âşık, birkaç damla ile doysun!
İyi dinle! Allahü teâlâ, anlayışını artdırsın! Bu büyüklerin cezbeleri iki dürlüdür: Birincisi, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelmekdedir. Bu bakımdan, yolları, bu hazrete bağlıdır” radıyallahü anh”. Buna kavuşmak, husûsî bir teveccüh ile olur. Bütün varlıkları, varlıkda durduran budur. Kendinden geçmek ve kendini yok bilmek bu cezbede olur. Bu yolun ikinci cezbesi, Behâüddîn-i Buhârîden gelmekdedir. [O zemân başlamışdır.] Zât-i ilâhî ile olmakdan hâsıl olur. Bu cezbe, Hâce hazretlerinden, birinci talebesi olan, hâce Alâ’üddîn hazretlerine geldi. Kendisi, zemânının kutb-i irşâdı olduğundan, bu cezbeyi elde etmek için de bir yol kurdu. Bu yola, bu Silsile-i aliyyede, (Alâiyye yolu) denildi. Büyükler buyuruyor ki, en kısa yol, (Alâiyye yolu)dur. Bu cezbe, Behâüddîn-i Buhârî hazretlerinden gelmekde ise de, bu elde etmek yolunu bulan, hâce Alâ’üddîn-i Attâr hazretleridir “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ”. Doğrusu, bu yolu çok bereketlidir. Bu yolda az ilerlemek, başka yollarda çok ilerlemekden dahâ fâidelidir. Zemânımıza gelinciye kadar, Alâiyye Ahrâriyye silsilesinin büyükleri, bu ni’mete kavuşmuşlardır. Tâlibleri bu yolda yetişdirmişlerdir. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bu büyük ni’meti, Ya’kûb-i Çerhî hazretlerinden aldı. Ya’kûb-i Çerhî “aleyhimürrıdvân”, hâce Alâ’üddîn hazretlerinin halîfelerinden idi.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelen cezbeyi elde etmek için de, başka bir yol kurulmuşdur. Bu yol (Vukûf-i adedî)dir.
Cezbeden sonra hâsıl olan sülûk de, iki dürlüdür, hattâ çok dürlüdür: Birisi, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini maksada kavuşduran yoldur. Peygamberlerin sonuncusu “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” de bu cezbe ve bu sülûk ile vâsıl olmuşdur. Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ ve tekaddese aleyhim ecma’în” arasında Resûlullaha en çok ihlâsı olan ve Resûlullahda fânî olan, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk olduğu için bu yola kavuşdu. Bu cezbe ve sülûk, imâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretlerine olduğu gibi ulaşdı. İmâmın annesi, hazret-i Sıddîkın soyundan olduğu için, imâm-ı Ca’fer-i Sâdık, (Ebû Bekr, beni iki kerre meydâna getirdi) buyurmuşdur. [Böylece, Sıddîkdan gelen cezbeyi ve onun soyundan olduğunu bildirmişdir.] İmâm hazretleri, yüksek babalarından da, başka bir nisbet almış ve bu iki yolu kendisinde toplamışdı. Bu cezbeyi, onlardan gelen sülûk ile birleşdirdi. Bu sülûk ile maksada vardı. İki sülûk arasındaki ayrılık şöyledir ki, hazret-i Emîr “kerremallahü vecheh”, (Seyr-i âfâkî) ile ilerlemişdir. Hazret-i Sıddîkın sülûkü, âfâka o kadar bağlı kalmaz. Cezbe odasının dıvârı delinerek maksada yetişdirmeğe benzer. Birinci sülûkde ma’rifetler hâsıl olur. İkincisinde, tâlibi muhabbet kaplar. Bunun için, hazret-i Emîr, ilm şehrinin kapısı oldu. Hazret-i Sıddîk ise, O Serverin “aleyhissalâtü vesselâm” hılletinden pay aldı. Hadîs-i şerîfde, (Halîl edinseydim, Ebû Bekri halîl edinirdim) buyuruldu. Hazret-i imâm-ı Ca’fer-i Sâdık cezbe ile sülûk-i âfâkîyi topladığı için, muhabbetden ve ma’rifetden çok pay aldı. Çünki, cezbesi muhabbete, sülûki ise ilmlere ve ma’rifetlere kaynak idi. İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık “rahmetullahi aleyh” bu birleşik nisbeti, sultân-ül’ârifîn Bâyezîd-i
Bistâmî hazretlerine “kaddesallahü teâlâ sirreh” emânet olarak bırakdı. Bu emânet, sanki onun sırtında kalmışdır. Yavaş yavaş, elverişli olanlara ulaşdıracakdır. Bu emâneti yüklenmeden önce, başka tarafa bakıyordu. Bu nisbetle ilgisi yokdu. Bunu yüklenmesinde nice hikmetler vardır. Bu nisbeti taşıyanlara, her ne kadar bundan az pay düşer ise de, bu nisbetde büyüklerin nûrları çok bulunur. Şöyle ki, bu nisbetde bulunan az bir sekr, Sultânül’ârifînin nûrlarından bulaşmışdır. Bu sekr, mübtedîlerin hissini giderir. Aklını dağıtır. Sonra kendisi, yavaş yavaş yok olur. Sahv kaplar. Bu nisbet, sahv mertebelerinde de bulunur. Görünüşde sahvdır. İçi ise, sekrdir. Şu beyt bunların hâlini anlatmakdadır. Fârisî beyt tercemesi:
İçerden âşinâ ol, dışardan yabancı,
Böyle güzel yürüyüş az bulunur cihânda!
Bunun gibi, her büyükden bir nûr alarak, elverişli olanlara ulaşmışdır. Ârif-i Rabbânî hâce Abdülhâlık-i Goncdevânî hazretleri, Hâcelerimiz zincirinin baş halkasıdır “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”. Bunun zemânında, bu nisbet yeniden tâzelendi. Meydâna çıkdı. Bundan sonra, bu yolda (Sülûk-i âfâkî), yine örtüldü. Cezbe hâsıl oldukdan sonra, sülûk başka yollarla yapılarak yükseldiler. Hâce Behâüddîn-i Buhârî “kaddesallahü sirrehül akdes” dünyâya gelinceye kadar böyle kaldı. Bunun zemânında, bu nisbet, bu cezbe ve Sülûk-i âfâkî ile birlikde yine meydâna çıkdı. Her ikisi ile, ma’rifeti ve muhabbeti bir araya topladı. Bununla birlikde, hazret-i Sıddîkdan gelen başka bir cezbeyi de, Şâh hazretlerine ihsân etdiler. Bunu yukarıda bildirmişdik. Hâce Alâ’üddîn-i Attâr hazretleri, halîfesi olunca, Şâh hazretlerinin kemâllerinden çok pay aldı. Her iki cezbe ve Sülûk-i âfâkî ile şereflendi. Kutb-i irşâd makâmına ulaşdı. Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri de, Şâh hazretlerinin kemâllerinden tâm pay aldı. Şâh hazretleri, son günlerinde, (Beni görmek isteyen Muhammed Pârisâyı görsün!) buyurdu. Bir kerre de, (Behâüddînin var olması, Muhammed Pârisânın meydâna gelmesi içindir), buyurduğunu kendisi haber vermişdir. Muhammed Pârisâ hazretlerine, (Ferdiyyet) nisbetinin kemâllerini, mevlânâ Ârif-i Kerânî hazretleri son günlerinde ihsân eylemişdir. Bu nisbet kendisini kapladığı için şeyhlik yapamadı ve talebeyi kemâle kavuşduramadı. Yoksa, kemâlin ve kemâle erdirmenin en yüksek derecesinde idi. Hâce Behâüddîn-i Buhârî Muhammed Pârisâ için, (Eğer o şeyhlik yapsaydı, âlem nûrla dolardı) buyurmuşdu. Mevlânâ Ârif, bu ferdiyyet nisbetini zevcesinin pederi Mevlânâ Behâeddîn [Kışlâkî] hazretlerinden almışdı.
Ferdiyyet nisbetinde yüz, Hak teâlâya karşıdır. Şeyhlikle, talebe yetişdirmekle, öğretmekle ilgisi yokdur.
Eğer bu nisbet, da’vet makâmı olan ve tâlibleri kemâle kavuşduran (Kutb-i irşâd) nisbeti ile birleşirse, ferdiyyet nisbeti ağır basınca, irşâd etmek ve kemâle kavuşdurmak az olur. Eğer iki nisbet de tâm ise, görünüşde halk iledir. İçi ise, hep Hak teâlâ iledir. İnsanları yetişdirmekde, en yüksek derece, bu iki nisbeti taşıyan zâtın makâmıdır. (Kutbiyyet-i irşâd) nisbeti de, yalnız başına insanları kemâle erdirmeğe yetişir. Fekat bu büyüklerin bu makâmda ayrı bir mertebeleri vardır. Bakışları, kalb hastalıklarına şifâdır. Onların yanında bulunmak, kötü huyları yok eder. Seyyid-üt-tâ-
ife Cüneyd-i Bağdâdî, bu büyük devlete kavuşmuşdu. Bu yüksek makâmla şereflenmişdi. Kutbiyyet nisbeti, kendisine Sırrî-i Sekâtîden gelmişdi. Ferdiyyet nisbeti de, Muhammed Kassâbdan hâsıl olmuşdu. Cüneyd hazretleri buyurdu ki, (Herkes beni Sırrînin mürîdi sanır. Ben Muhammed Kassâbın mürîdiyim). Bu sözü, (Ferdiyyet nisbeti)nin çok olduğunu, (Kutbiyyet nisbeti)ni, onun yanında yok bildiğini göstermekdedir.
Behâüddîn-i Buhârî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretlerinin talebelerinden sonra, bu yüksek zincirin büyük halkası, hâce-i Ahrâr hazretleridir. Hâcelerin cezbesini temâmladıkdan sonra, (Seyr-i âfâkî)ye başladı. Seyrini isme kadar ulaşdırdı. İsme girmeden önce, Fenâ hâsıl oldu. Sonra yine cezbeye döndü. Böylece, ayrı bir Fenâ sâhibi oldu. Ayrıca bunun Bekâsına da kavuşdu. Bu makâmda büyük şân sâhibi oldu. Fenâ ve Bekâ bilgileri ve ma’rifetleri, kendisine bu makâmda verildi. Makâmlar ayrı olduğundan, bilgileri de başkadır. Birisinde tevhîd-i vücûd vardır. Ötekinde yokdur. Tevhîd ile ilgileri olan ihâta, sereyân, Zât-i ilâhî ile berâberlik, kesretde vahdeti görmek, kesretin, [ya’nî mahlûkların hepsinin] gayb olması, öyle ki, sâlik kendisine (Ben) diyemez gibi bilgiler de hep böyledir. Mutlak Fenâdan sonra hâsıl olan bilgiler böyle değildir. Bunların hepsi, islâmiyyet bilgilerine uygundur. Hiçbirini islâmiyyete uydurmak için sıkıntı çekilmez. Soruya cevâba yer kalmaz. Fekat, hangi cezbe olursa olsun, cezbede olan Bekâ, sekrden kurtulmaz. Tâm sahv olmaz. Bâkî olduğu hâlde, kendisine ben diyemez. Hiçbir kelime ile kendisine işâret edemez. Çünki, cezbede muhabbet kaplar. Muhabbet kaplayınca, sekr lâzım olur. Bunun için, hiçbir zemân sekrden kurtulamaz. Bilgileri de sekrle karışık olur. Vahdet-i vücûdü anlatır. Çünki vahdet-i vücûd, sekrden ileri gelir. Muhabbetin kaplamasından hâsıl olur. Mâ-sivâ görünmez. Sahva gelirse, mahbûbu görmek başka olur. Mâ-sivâyı görmek başka olur. Vahdet-i vücûde inanmaz olur. Mutlak Fenâdan sonra olan Bekâ, sülûkün sonudur. Sahvın ve ma’rifetin başlangıcıdır. Bu makâmda sekr bulunmaz. Fenâ hâlinde, sâlikden gayb olan şeylerin hepsi geri gelir. Fekat şimdi, asl olarak gelmişlerdir. (Bekâ-billah) da, bu demekdir. Buradaki bilgilerde sekr olmaz. Bütün bilgileri, Peygamberlerin bilgilerine uygundur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmâtü vettehıyyâtü velberekâtü ilâ yevmiddîn”.
Büyüklerden birisinden işitdiğime göre, hace-i Ahrâr hazretleri, annesinin babasından da bir nisbet almışdır. Büyük babası şaşılacak hâllere ve kuvvetli cezbelere sâhibdi. Hâce hazretleri, oniki kutbun makâmından da çok pay almışdır. Dîni kuvvetlendirmek, bu kutblara bağlıdır. Muhabbetde büyük şânları vardır. Hâce-i Ahrârın islâmiyyeti kuvvetlendirmesi ve dîne yardım etmesi, aldığı bu paydan ileri gelmekdedir. Mubârek hâllerinden birazı, yukarıda bildirilmişdi.
Hâce-i Ahrârdan sonra “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bu büyüklerin yolunu canlandıran, edeblerini her yere ve en çok, bunların kemâllerinden hiç haberleri olmayan Hindistân memleketlerine yayan âriflerin büyüğü ve ma’rifetlerin kaynağı ve Allahü teâlânın râzı olduğu dînin bekçisi, üstâdımız ve efendimiz Muhammed Bâkî “sellemehüllâhü teâlâ” olduğu, güneş gibi meydândadır. Kemâllerinden az birşey mektûbuma eklemek istedim. Buna râzı oldukları anlaşılamıyarak, bu işe cesâret olunamadı.