Bu
mektûb, mevlânâ Bedreddîne arabî olarak yazılmışdır. Kazâ ve kaderin ince
bilgilerini anlatmakdadır:
Allahü teâlânın ismine sığınarak, mektûbumu yazmağa başlıyorum. Kazâ ve kaderin ince bilgilerini, kullarından seçilmiş olanlara bildiren ve doğru yoldan sapmamaları için, câhillerden saklıyan, Allahü teâlâya hamd ederim! Kazâ ve kaderin esrârını, din câhilleri anlıyamayıp, doğru yoldan kayar. İnsanları işlerinde mecbûr, esîr veyâ hâkim, yaratıcı sanmak tehlükesine düşerler. Allahü teâlâ, Peygamberlerinin en üstünü ile, kullarına doğru yolu, doğru bilgiyi gösterdi. Yanlış düşünen câhillerin ve âsîlerin özr, behâne etmelerine meydan bırakmadı. O büyük Peygambere ve Akrabâsına ve Eshâbının hepsine, bizden iyi düâlar ve selâmlar olsun “sallallahü teâlâ aleyhi ve alâ Âlihi ve Eshâbih”! Onun Eshâbının herbiri, Allahü teâlâya itâ’at edenlerin ve kadere inanıp, kazâya râzı olanların en iyisidir.
Kazâ ve kader bilgisini, çok kimseler anlıyamamış, doğru yoldan ayrılmışdır. Bu bilgi üzerinde akl yürütenler, vehm ve hayâllerine kapılmışdır.
Bunlardan bir kısmı, insanların istiyerek yapdığı işlerinin cebr, zor ile olduğunu sanmış, çokları da, insanların her işi yaratarak yapdığını, istiyerek yapılan işlere, Allahü teâlânın karışmadığını söylemişdir. Üçüncü anlayış şekli de, doğru yolda gidenlerin, islâmiyyeti iyi anlıyanların sözüdür ki, bunlar, (Fırka-i nâciyye) ismi ile müjdelenmiş olan (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) “radıyallahü teâlâ anhüm”dür. Allahü teâlâ, o yüksek âlimlerden ve onların yolunda gidenlerden râzı olsun! Bunlar, birinci ve ikinci kısmda olanlar gibi taşkınlık yapmamış, orta yolu seçmişlerdir. Ehl-i sünnetin reîsi olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, imâm-ı Ca’fer-i Sâdıkdan “radıyallahü anh” sordu:
Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzûsuna bırakmış mıdır?
Allahü teâlâ, rübûbiyyetini, [yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü] âciz kullarına bırakmaz, buyurdu.
-Kullarına, işleri zor ile mi yapdırıyor?
Allahü teâlâ âdildir. Kullarına zor ile günâh işletip, sonra Cehenneme sokmak, Onun adâletine yakışmaz, buyurdu.
O hâlde, insanların, istekli hareketi, kimin arzûsu ile oluyor, kim yapıyor?
İşleri insanların arzûsuna bırakmamış ve kimseyi cebr etmemişdir. İkisi arası olagelmekdedir. Yaratmağı kullarına bırakmadığı gibi, zor ile de yapdırmaz.
İşte, Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi aleyhim” diyor ki, kulların ihtiyârî [istekli] hareketlerini, işlerini Allahü teâlâ îcâd etmekde, yaratmakdadır. Onun kudreti ile var oluyorlar. Fekat, insanın kudreti de karışmakdadır. İstekli hareketlerimiz, Allahü teâlânın kudreti ile (Yaratılır) ve bizim kudretimiz ile (Kesb edilmiş) olur.
Ehl-i sünnetden, Ebül-Hasen-i Alî Eş’arîye göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, insanların istekli işlerine, kendi ihtiyârları, [ya’nî seçim hakları ve kudretleri] hiç karışmaz. Yalnız, kul bir iş yapmak isteyince, Allahü teâlâ, o işi hemen yaratmakdadır. Âdet-i ilâhîsi hep böyledir. İşin yapılmasında kulun kudretinin te’sîri olmaz. Bu sözü, (Cebriyye) mezhebinin sözüne yakındır. Bunun için, Eş’arî mezhebine (Cebr-i mütevassıt) denilmekdedir.
Büyük âlim, Ebû İshâk İsferâînî buyurdu ki, (İnsanların yapdığı, istekli hareketlerinin meydâna gelmesinde, kendi kudretleri de işe karışmakdadır. İş iki kudretin bir araya gelmesi ile yapılıyor. Biri, kulun kudreti, ikincisi Allahü teâlânın kudretidir. Ayrı iki kuvvetin te’sîri ile, bir iş meydâna gelir) diyor. Eş’arîden kâdî Ebû Bekr-i Bâkıllânî buyuruyor ki, (İnsanın kudreti, işin meydâna gelmesine değil, işin iyi veyâ fenâ olmasına, ya’nî tâ’at veyâ günâh olmasına te’sîr eder. Mâtürîdî mezhebi de böyledir). Bu za’îf kulun [ya’nî imâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh”] anladığına göre, insanın kudreti, işin yapılmasına da, iyi veyâ fenâ olmasına da, birlikde te’sîr etmekdedir. Çünki, işin meydâna gelmesine te’sîr etmeyip, yalnız iyi veyâ fenâ olmasına te’sîr eder demek ma’nâsızdır. Çünki, işin iyi veyâ kötü olması, işin
yapılması ile meydâna çıkar. Fekat, bunun için de, aynı kuvvetin ayrıca te’sîr etmesi lâzımdır. İşin yapılması başkadır, iyi veyâ fenâlığının yapılması başkadır. O hâlde, işin iyi veyâ fenâ olması için de, kuvvetin ayrıca te’sîri lâzımdır demek, yanlış olmaz. Ebül-Hasen-i Eş’arî, böyle demiyor. Hâlbuki, insanların kudretini Allahü teâlâ yaratdığı gibi, bu kudretin te’sîr etmesini de Allahü teâlâ yaratmakdadır. Bunun için, kulun kudretinin te’sîr etdiğini söylemek, hakîkate dahâ yakın olur. Eş’arî mezhebi, Allahü teâlânın, kullarını cebr etdiğini bildirmiş oluyor. Çünki, kulda ihtiyârın ya’nî beğendiğini yapmak bulunmadığını ve kulun işinde, kendi kuvvetinin hiç te’sîri olmadığını bildiriyor. Bu mezhebi, cebriyyeden ayıran şey, cebriyye mezhebinde, bir insan, bir işi yapdı demek, mecâzdır. Ya’nî, o istekli işi, yalnız Allahü teâlâ yapmışdır. O insanın eli ile yapmışdır. İnsanda kudret yokdur derler. Eş’arî ise, işi yapan, hakîkatde insandır. Ancak, insanın isteği ile değil, Allahü teâlânın istemesi ile yapmışdır. İnsanda ihtiyâr yokdur diyor. Ehl-i sünnetden, Eş’arîden başkaları, kulun kudreti, yapdığı istekli işde te’sîr eder diyor. Eş’arî ise, kudreti ancak, işin yaratılmasına sebeb olup, yaratılmasında te’sîri olmaz diyor ki, her ikisine göre de, işi insan yapdı demek doğru olur. Ehl-i sünnet, Cebriyyeden, böylece ayrılmış olur. Cebriyye mezhebinin, insanın, istekli işlerini hakîkaten yapdığını kabûl etmemesi, işi insan yapdı demek mecâzdır demesi küfrdür, Kur’ân-ı kerîmi inkâr etmekdir. (Temhîd) kitâbının sâhibi [Ebû Şekür Sülemî “rahmetullahi aleyh”] diyor ki, Cebriyye mezhebinde, (İşi insanın yapması mecâzdır, görünüşdür, insanda kudret yokdur. Kullar, rüzgarla sallanan yaprak gibidir. İnsanların her hareketi, ağacın hareketi gibi mecbûrîdir) diyenler kâfir olur. Yine diyor ki, Cebriyyenin, (Kulların iyi, kötü, bütün işleri, hakîkatde onların değildir. İhtiyârî hareketleri de yapan, yalnız Allahdır) sözleri de küfrdür.
Süâl: İmâm-ı Eş’arî “rahmetullahi aleyh” insanın işinde, kudretinin te’sîri yokdur, hakîkatde insanın ihtiyârı da yokdur dediği hâlde, işi yapan hakîkatde kuldur demesi, doğru mudur?
Cevâb: İnsan kudretinin, işinde te’sîri yok ise de, Allahü teâlâ, işi yaratması için, onun kudretini sebeb kılmışdır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, insan kudretini ve ihtiyârını bir iş için kullanınca, Allahü teâlâ, o işi yaratıyor. İnsanın kudreti, böylece, işin yapılmasına sebeb oluyor. İşlerin yapılmasına te’sîr etmiş oluyor. Çünki, kulun kudreti olmadıkça, âdet-i ilâhî o işi yaratmamakdadır. Bu âdete göre, işi yapan, insandır demek, hakîkatde doğru oluyor. Eş’arî mezhebini doğru yola uydurmak, ancak böyle olur. Başka dürlü anlatanları şübheli dinlemelidir.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi aleyhim”, kadere inanmış, kaderin hayrlısı, şerlisi, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır demişdir. Çünki (Kader), var etmek, yaratmak demekdir ve herşeyi yapan, yaratan, ancak Allahü teâlâdır. (Mu’tezile), ya’nî kaderiyye fırkası kazâ ve kadere inanmadı. İşlerin, yalnız kulun kudreti ile hâsıl olduğunu zan etdi. Şerler, kötülükler, Allahü teâlânın kazâsı ile olsaydı, bunlar için azâb yapmazdı. Bunlara azâb yapması zulm olur dedi. Böyle sözleri söylemek zulmdür. Câhilce sözdür. Çünki, kazâ ve kadere inanmakla, kulun ihtiyârı ve kudreti git-
mez. (Kazâ) demek, bir insanın bir işi kendi ihtiyârı ile yapıp yapmayacağını, Allahü teâlânın, önceden bilmesi demekdir ki, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermekdedir. Kazâya inanmak irâdenin, ihtiyârın yok olmasına sebeb olsaydı, Allahü teâlâ da, yaratmağa mecbûr veyâ memnû’ olurdu. Çünki, ezelde, her şeyin var olacağını bildi ise, onu yaratmağa mecbûr olurdu. Yokluğunu bildi ise, yaratması memnû’ olurdu. Kazâya inanmak, kulda ihtiyârın bulunmasına inanmağa mâni’ olsaydı, Allahü teâlâda irâde ve ihtiyârın bulunmasına inanmağa da mâni’ olurdu. Allahü teâlânın yaratacağı şeyleri ezelde bilmesi, irâde sıfatını yok etmediği gibi, kullarının yapacağı şeyleri de ezelde bilmesi, kulların irâde ve ihtiyâr sâhibi olmalarına mâni’ değildir. Evet, insanların kudreti azdır. İşi yalnız insan kudreti yapar demek, pek aklsızlık olur ve düşüncesizliğin son derecesidir. Mu’tezilenin, burada da, doğru yoldan ayrılmış olduğunu, Mâverâünnehr [Türkistânda, Seyhûn ve Ceyhûn nehrleri arasındaki geniş yer] âlimleri bildirmiş, bunların sözü, mecûsîlerin [ateşe tapanların] sözünden dahâ fenâdır demişlerdir. Çünki mecûsîler, Allahü teâlânın bir şerîki, ortağı var sanmışdır. Mu’tezile ise, sayısız ortak var demekdedir. [Ya’nî, insan, işini, kendi kudreti ile yapmakda, yaratmakdadır diyerek, insanları, Allahü teâlâya şerîk ediyorlar.]
(Cebriyye mezhebi), insan aslâ bir iş yapmaz, cânsızlar gibi hareket eder. İnsanın kudreti, kasdı, ihtiyârı yokdur diyor. İnsanlar iyi iş yapınca sevâb kazanmaz, kötü işlerine azâb yapılmaz sanıyor. Kâfirler, günâh işliyenler ma’zûrdur, mes’ûl olmazlar. Çünki, insanın her işini, yalnız Allah yapıyor. İnsan istese de, istemese de, Allah günâh yaratıyor. İnsan günâh yapmağa mecbûrdur diyorlar. Bu sözleri küfrdür. Bunlara (Mürcie) de denir ki, mel’ûndurlar. Günâh, insana zarar vermez. Âsî, fâsık, azâb görmiyecekdir dediler. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Mürcie mezhebinde olanlara yetmiş Peygamber, la’net etmişdir). Mezhebleri temâmen yanlışdır, bozukdur. Çünki, ihtiyârî, istekli hareketimiz ile, titreme, refleks hareketlerinin başka olduğu meydândadır. Elimizle birşey tutmamız, elbette ihtiyârımız iledir. Göz seğirmesi, kalbin çalışması ise, böyle değildir. Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîfler, bu mezhebin bozuk olduğunu bildirmekdedir. Nitekim, Secde ve Ahkaf ve Vâkı’a sûrelerinde, (Yapdıklarının cezâsıdır) ve Kehf sûresinde, (İstiyen îmân etsin, istiyen inanmasın!) meâl-i şerîfleri ile buyurmakdadır.
İnsanların çoğu, tenbel olduğundan ve niyyetleri kötü olduğundan özr, behâne arıyor. Süâlden, azâbdan kurtulmak için, Eş’arî, hattâ Cebriyye mezhebine yanaşıyor. Bunlar, ba’zan, (İnsanın hakîkatde ihtiyârı yokdur. İşi insanın yapması mecâzdır, görünüşdedir) diyor. Ba’zan da, (İnsanın ihtiyârı azdır. Herşeyi yapan, Allahü teâlâdır) diyor. Bu söz, Cebriyye mezhebine kayıyor. Bunlar, ba’zı tesavvuf büyüklerinin sözlerini öne sürüyor. Meselâ, (İşleri yapan birdir. Hiçbirşey yokdur, yalnız O vardır. İnsanın işinde, kudretinin te’sîri yokdur. İnsanın hareketi, ağacın sallanması gibidir. İnsanın varlığı da, işleri de, çöldeki serâb gibidir, bir görünüşden başka birşey değildir) gibi sözler, bu gevşek, tenbellerin kötü söylemelerini ve işlemelerini destekliyor. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Bildiğimiz kadar, bunlara şöyle cevâb veririz ki: Eş’arînin dediği gibi, eğer ihtiyâr, ha-
kîkaten bulunmasaydı, Allahü teâlâ, kulların zulm etdiğini bildirmezdi. İnsanın yapdığı işde kendi kudreti te’sîr etmeyip, kudreti, yalnız işin yaratılmasına sebeb olsaydı, insanların kötü işlerine zulm denmezdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, insanların zulm işlediğini bildiriyor. İnsanın gücü, işin yaratılmasına te’sîr etmeyip, yalnız sebeb olsaydı zulm buyurmazdı. Evet, Allahü teâlâdan gelen elemlerde, azâblarda, insanın ihtiyârı karışmıyor. Fekat, bu zulm olmaz. Çünki, Allahü teâlâ, kaydsız, şartsız mâlikimiz, sâhibimizdir. Mülk yalnız Onundur. Mülkünü, istediği gibi kullanır, hiç zulm olmaz. Fekat insanların zulm etdiklerini bildirmesi, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermekdedir. Burada zulmün mecâz olması düşünülemez. Hakîkatler, zarûret olmadıkca mecâz yapılmaz.
İnsanların irâdeleri, ihtiyârları za’îfdir, azdır sözüne gelince, eğer Allahü teâlânın ihtiyârı yanında azdır denirse veyâ insanların ihtiyârı yalnız olarak işleri meydâna getiremez demek istenirse, doğru olur. Fekat, eğer ihtiyârları, işlerin yapılmasına te’sîr etmez denirse, doğru olmadığını yukarıda bildirdik.
Allahü teâlâ, kullarına yapabilecekleri şeyleri emr etmişdir. İnsanları za’îf yaratdığı için, her emrinde kolaylık göstermişdir. Nisâ sûresi yirmiyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, size hafîf, kolay emr etmek istedi. Çünki, insan za’îf yaratılmışdır) buyuruldu. Allahü teâlâ, (Hakîm)dir. [Herşeyi yerinde, uygun olarak yapar. (Raûf)dur. (Acımağa lâyık olmıyanlara da acıyıcıdır). (Rahîm)dir. Âhıretde sevdiklerine, ya’nî küfrân-ı ni’met etmiyenlere, ya’nî mü’minlere Cenneti ihsân edicidir.] Kullarına yapamıyacakları şeyi emr etmek hikmetine, re’fetine yakışmaz. Kullarına, kaldırılamıyacak, büyük kayayı kaldırmağı emr etmeyip, herkesin çok kolay yapacağı kıyâm, rükü’, secde, ufak bir âyet okumak ile meydâna gelen nemâzı emr etmişdir. Nemâz kılmak, herkes için çok kolaydır. Ramezân-ı şerîf orucu da, pek kolaydır. Zekâtı da, çok hafîf emr etmiş, malın hepsini değil, kırkda birini verin demişdir. Hepsini veyâ yarısını vermeği emr etseydi, kullarına güç olurdu. Merhameti, pek fazla olduğundan, emri tâm yapılamaz ise, dahâ da hafîfletmişdir. Meselâ, abdest alamıyanlara, teyemmüm etmeğe, nemâzda ayak üzere duramıyanlara, oturarak kılmağa, oturamıyanlara da, yatarak kılmağa, rükü’ ve secde yapamıyanlara, îmâ ile [oturup, rükü’ ve secde için, az eğilerek] kılmağa, bunlar gibi, dahâ nice kolaylıklara izn vermişdir. İslâmiyyetin emrlerine dikkatle ve insâfla bakan, bu kolaylıkları görür. Allahü teâlânın, kullarına ne kadar çok merhametli olduğunu, pek iyi anlar. Emrlerin pek kolay olmasının bir şâhidi de, çok kimselerin, emr olunan ibâdetlerin, dahâ artmasını istemesidir. Nemâzın, orucun artmasını istiyen, çok görülmüşdür. Evet, ibâdet yapmak güç gelen kimseler de, yok değildir. Böyle kimseler, normal insan değildir. Böyle bozuk kimselere, ibâdetlerin zor gelmesine sebeb, nefslerinin karanlığı ve şehvânî arzûlarının kötülüğüdür. Bu karanlık ve kötülükler, nefs-i emmâreden hâsıl olmakdadır. Nefs-i emmâre, Allahü teâlânın düşmanıdır. Şûrâ sûresi onüçüncü âyetinde meâlen, (Îmân ve ibâdet etmek, müşriklere güc gelir) ve Bekara sûresi, kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Nemâz kılmak, yalnız mü’minlere, Allahü teâlâdan korkanlara kolay gelir) buyuruldu.
Bedenin hastalığı, ibâdetlerin yapılmasını güçleşdirdiği gibi, (Bâtın)ın [kalbin ve rûhun] hasta olması da güçleşdirir. Allahü teâlâ, islâmiyyeti, nefs-i emmâreyi, [ya’nî kötülük isteyici] arzûlarından, âdetlerinden vaz geçirmek için gönderdi. Nefsin istekleri ve islâmiyyetin istekleri birbirinin zıddıdır, aksidir. O hâlde, ibâdetleri yapmakda güclük çekmek, nefsin kötülüğünü gösteren bir alâmetdir. Nefsin arzûlarının kuvveti, bu güçlüğün çokluğu ile ölçülür. Nefsin hevâsı [istekleri] kalmayınca, güçlük de kalmaz.
Sôfiyye-i aliyyeden ba’zısının, insanda ihtiyârın bulunmadığını veyâ kuvvetsiz olduğunu gösteren birkaç sözünü yukarıda yazmışdık. Tesavvuf büyüklerinin, islâmiyyete uymıyan sözlerine, hiç kıymet verilmez. Nerde kaldı ki, huccet ve sened olarak kullanılsın. Ya’nî, bir iddi’âyı, düşünceyi isbât için böyle sözleri şâhid getirmek, hiç doğru olmaz. Şâhid, sened olacak, uyulabilecek, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleridir. Sôfiyye-i aliyyenin sözlerinden, âlimlerin sözüne uygun olanlar, kabûl edilir. Uymıyanları, kabûl edilmez. Burada da yine bildirelim ki, Sôfiyye-i aliyyeden, hâlleri, keşfleri doğru olanlar, islâmiyyete uymıyan hiçbirşey söylememiş ve yapmamışdır. Keşflerinden, hâllerinden, islâmiyyete uymıyanların, yanlış olduğunu anlarlar. İslâmiyyete muhâlif olan sözlere ve hareketlere doğru diye sarılmak, zındıklık, ilhâd ya’nî dinsizlik alâmetidir.
Şunu da ilâve edelim ki, Sôfiyye-i aliyyenin islâmiyyete uymıyan ba’zı sözleri, hâlin kapladığı zemânda, keşf yolu ile anladıkları bilgilerdir ki, o zemân, akl ve şü’ûrları örtülü olduğundan, özrlü sayılırlar ve keşfleri yanlış olmuşdur. Başkalarının, böyle keşflere, sözlere uyması câiz değildir. Böyle sözlere, islâmiyyete uyacak şeklde ma’nâ vermek, kelimelerden anlaşılan ma’nâyı bırakıp, meşhûr olmıyan ma’nâlarını vererek, islâmiyyete uydurmak lâzımdır. Çünki âşıkların, muhabbet serhoşlarının sözleri, çeşidli ma’nâlara gelir. Bu ma’nâlar arasından, doğru ve onların büyüklüğüne yakışan ma’nâyı bulup, öyle kabûl etmek lâzımdır.
[Zemânımızdaki din câhilleri, Muhyiddîn-i Arabî, Celâleddîn-i Rûmî, Niyâzî-i Mısrî gibi büyüklerin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, böyle sözlerini ele alarak, tesavvufa, tesavvufculara saldırıyor. Yazdıkları kitâblarda, Evliyânın sözlerine yanlış ma’nâlar vererek, hattâ, onların sözü diyerek, uydurma şeyler yazıyor. O derin âlimleri, islâmiyyet düşmanı imiş gibi göstermeğe çalışıyorlar. Cenâb-ı Hak, böyle zevallılara, islâmiyyeti, tesavvufu anlamak nasîb etsin! Âmîn.]