260

İKİYÜZALTMIŞINCI MEKTÛB

Bu mektûb, hakîkatleri bilen, ma’rifetler sâhibi, ilâhî feyzlere, sonsuz rahmetlere kavuşmuş oğlu şeyh Muhammed Sâdıka yazılmışdır. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolunu ve Vilâyet-i evliyâ, Vilâyet-i enbiyâ ve Vilâyet-i ulyâyı ve insandaki on latîfeyi bildirmekdedir:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe salât ve selâm olsun! Ey oğlum, Allahü teâlâ, seni mes’ûd eylesin! İnsana (Âlem-i sagîr) ya’nî küçük âlem denir. Bu Âlem-i sagîr, on parçadan meydâna gelmişdir. Bu on parçanın beşi (Âlem-i emr)dendir. [Bu âlemde madde ve ölçmek yokdur.] Bu beş latîfe, (Kalb), (Rûh), (Sır), (Hafî) ve (Ahfâ)dır. Bu beş latîfenin aslları, kökleri (Âlem-i kebîr)dedir. [(Âlem-i kebîr), büyük âlem demekdir. İnsandan başka herşey demekdir.] İnsanı meydâna getirmiş olan on parçadan dördü katı, sıvı, gaz maddeleri ve enerjidir. Bunların aslları da Âlem-i kebîrdedir. Beş latîfenin aslları, Arşın dışında görülür. Arşın dışı, Âlem-i emrdir. Ya’nî maddesiz, hacmsizdir. Bunun için, Âlem-i emre (Lâ-mekânî) denir. İmkân dâiresi, ya’nî mahlûklar, bu beş aslın sonunda biter. [Arşın içindeki mahlûklar maddeden yapılmışdır. Zemânlı ve hacmlidirler. Bunlara(Âlem-i halk) ya’nî ölçü âlemi denir. Halk, ölçü de demekdir.] Mahlûklar, ademle vücûdün birleşmesinden meydâna gelmişdir. Ademle vücûdün

-326-

birleşmesi, beş aslın sonuna kadardır.

Akllı, uyanık bir sâlik [ya’nî tesavvuf yolcusu], yaradılışında Muhammedî ise, Âlem-i emrin beş latîfesini, sıraları ile geçdikden sonra, bunların Âlem-i kebîrdeki asllarında seyr eder. Ya’nî ilerler. Allahü teâlânın lutfü ile, bu beş aslın herbirini inceden inceye geçerek sonuna gelir. Böylece, imkân dâiresini (Seyr-i ilallah) ile bitirmiş olur. (Fenâ) hâsıl oldu denir. Şimdi (Vilâyet-i sugrâ)ya başlamış olur. Bu vilâyete (Vilâyet-i evliyâ) da denir. Bundan sonra, bu beş aslın da aslı olan, Allahü teâlânın ismlerinin zıllerinde seyre başlar. Bu zıllerde adem bulunmaz. Allahü teâlânın ihsânı ile bu zılleri birer birer (Seyr-i fillah) ile geçerek sonuna varır. Böylece, ismlerin zılleri biterek, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları mertebesine erişir. Vilâyet-i sugrâda yükselmek, buraya kadardır. Burada tâm Fenâ hâsıl olmağa başlar. (Vilâyet-i kübrâ)ya ayak basılmış olur. Bu vilâyete, (Vilâyet-i enbiyâ) da denir.

Peygamberlerden ve meleklerden başka, bütün mahlûkların (Mebde-i te’ayyün)leri, bu zıl dâiresinde bulunur. Her ismin zılli, bir insanın mebde-i te’ayyünüdür. Peygamberlerden sonra, insanların en üstünü olan hazret-i Ebû Bekrin mebde-i te’ayyünü, bu dâirenin en üstündeki noktadır. Sâlik, kendinin mebde-i te’ayyünü olan isme varınca (Seyr-i ilallah)ı bitirir demişlerdir. Buradaki ism, Allahü teâlânın isminin kendi değildir. Bu ismin zılline varınca demekdir ki, o ismin, zıllerinden bir zıldir. Bu zıller, ismlerin ve sıfatların tafsîlidirler. Meselâ ilm sıfatının parçaları vardır. Bu parçalar, birer birer bu sıfatın zıllidirler. Bu sıfat, o zıllerin icmâli, topluluğudur. Bu parçalardan herbiri, Peygamberlerden başka, bir insanın mebde-i te’ayyünüdür. Peygamberlerin ve meleklerin mebde-i te’ayyünleri, bu parçaların aslları, bütünleri olan ismlerdir. Meselâ, ilm, kudret ve irâde gibi sıfatlardır. Birçok kimsenin mebde-i te’ayyünleri, tek bir sıfatdır. Fekat çeşidli bakımlardan ayrılırlar. Meselâ, Muhammed aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü ilm şânıdır. Yine bu ilm sıfatı, başka bir bakımdan, İbrahîm aleyhisselâmın da mebde-i te’ayyünüdür “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vetteslîmât”. Yine bu sıfat, başka bir bakımdan da, Nûh aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünüdür. Bu çeşidli bakımlar, hâcı Muhammed Eşrefe yazılan mektûbda açıklanmışdır. Büyüklerden kimisi, hakîkat-i Muhammedî, (Te’ayyün-i evvel)dir. Her kemâlin bir arada bulunduğu hazretdir. Buna (Vahdet) denir demişlerdir. Bu fakîrin anladığına göre, bu vahdet mertebesi, bu zıl dâiresinin merkezi, topluluğudur. Bu sözümü, şu da kuvvetlendiriyor ki, insanların mebde-i te’ayyünleri, ismlerin ve sıfatların ilmdeki sûretleri, görüntüleridir demişlerdir. İlmdeki varlık, kendisi değil, kendinin zıllidir, görüntüsüdür. Bunun için, ilmdeki bu sûretler, ismlerin ve sıfatların zılleridir. Bizim bu dâiremiz, zıller dâiresinin çevresi ve merkezidir. Asl dâire değildir. Bu zıl dâiresini, te’ayyün-i evvel sanmışlar. Bunun merkezini topluluk bilerek (Vahdet) demişlerdir. Bu merkezin açılmasını, ya’nî çevresini Vâhidiyyet sanmışlardır. Zıl dâiresinin üstü olan ismlerin ve sıfatların dâiresini, te’ayyünlerle bağlılığı olmıyan Zât-i teâlâ sanmışlardır. Hâşâ! Öyle değildir. Çünki o büyüklere göre, ismler ve sıfatlar, zâtın kendisidirler. Zâtdan ayrı, başka değildirler. Bunun için, zıl dâiresinin üstü, ya’nî ismlerin ve sıfatların mertebesi, zâtın kendisi olur.

-327-

Ondan ayrı olmaz. Hâlbuki, sıfatlar zâtdan ayrı olarak var olduklarından, ismlerin ve sıfatların dâiresi, Zât-i teâlâdan ayrı olur. Sıfatları zâtın kendisi demişler, böyle olmadığını bilememişler.

Zıl dâiresinin merkezi, bu dâirenin aslı olan üst dâirenin merkezinin zıllidir. Üst dâire, ismlerin, sıfatların, şânların ve i’tibârâtın dâiresidir. Hakîkat-i Muhammedî, bu asl dâiresinin merkezidir. İsmlerin ve şânların topluluğudur. Bu dâirede ismlerin ve sıfatların yayılması, vâhidiyyet mertebesidir. İsmlerin zıllerinin mertebesinde vahdet ve vâhidiyyet kelimelerini kullanmak, zılli asl ile karışdırmakdan ileri gelmekdedir. Buradaki seyre, (Seyr-i fillah) demek de böyledir. Çünki bu seyr, (Seyr-i ilallah)dır. Bu seyrden sonra, eğer yükselmek nasîb olursa, zıl dâiresinin aslı olan, ismlerin ve sıfatların dâiresinde Seyr-i fillah ile seyr olur. Vilâyet-i kübrâ derecelerine başlar. Bu vilâyet-i kübrâ, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûsdur. Onların izlerinde gitdikleri için, Eshâb-ı kirâmı da, bu ni’mete kavuşurlar. Bu düşey durumdaki dâirenin yatay çapının altında bulunan yarım dâirede ismler ve (Sıfât-i zâide) bulunur. Üstdeki yarım dâirede şü’ûn ve i’tibârât-i zâtiyye bulunur. Âlem-i emrin beş latîfesi, bu ismler ve şânlar dâiresinin sonuna kadardır. Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile, eğer sıfatlar ve şânlar makâmından yukarı çıkılırsa, bunların aslı olan dâirede seyr olur. Bu aslların dâiresinden sonra, bunların da aslları dâiresinde seyr olur. Bu dâireyi de geçdikden sonra, bunun üstündeki dâireden bir kavs, bir yay görünür. Bunu da geçmek lâzımdır. Bu üst dâireden, bir yaydan başka birşey görünmediğinden, yalnız kavs diyerek sözü kesiyoruz. Burada ince bir sır vardır. Bu sırrı bildirmediler. İsmlerin ve sıfatların ve şü’ûnların mebde’leridirler. Bu üç asllardaki dereceler, nefs-i mutmeinneye mahsûsdur. Nefs, bu mertebelerde itmînâna kavuşur. Yine bu makâmda, (Şerh-i sadr) olur. Sâlik, (İslâm-ı hakîkî) ile şereflenir. Bu makâmda, nefs-i mutmeinne, göğse yerleşir ve (Rızâ makâmı)na kavuşur. Bu makâm, Vilâyet-i kübrânın sonudur. Bu vilâyete, (Vilâyet-i enbiyâ) da denildiğini yukarıda bildirmişdik.

Seyr, buraya kadar varınca, iş bitdi sanıldı. (Bunların hepsi, ism-i zâhirin açıklanmasıdır. Bu ism, uçmak için lâzım olan bir kanatdır. Mukaddes âleme uçmak için lâzım olan ikinci kanat olan ism-i bâtın da, böyle birer birer geçilirse, iki kanat elde edilmiş olur) sesini duyurdular. Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile, ism-i bâtında da seyr bitince, iki kanat elde edilmiş oldu. Bize doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! O bize doğru yolu göstermeseydi, biz bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri doğru sözlü olarak gelmişlerdir.

Ey oğlum! İsm-i bâtındaki seyrden ne yazayım ki, o seyri örtmek, gizlemek lâzımdır. O makâmdan şu kadar açıklanabilir ki, ism-i zâhirde seyr, sıfatlarda seyr olup, Zât-i teâlâ ile hiç ilgisi yokdur. İsm-i bâtında seyr de, her ne kadar ismlerde seyrdir. Fekat bu seyr, Zât-i teâlâ ile ilgilidir. Bu ismler, Zât-i teâlâyı örten perdeler gibidir. Meselâ, ilm sıfatında Zât-i teâlâ hiç akla gelmez. Alîm ismi ise, sıfat perdesi gerisinde, Zât-i teâlâyı bildirmekdedir. Çünki âlim, ilm sâhibi olan zâtdır. O hâlde ilmde seyr, ism-i zâhirde seyrdir. Alîmde seyr, ism-i bâtında seyrdir. Öteki sıfatlar ve ismler de böyledir. İsm-i bâtınla ilgili olan ismler, meleklerin mebde-i te’ayyünleri

-328-

dir. Bu ismlerde seyre başlamak (Vilâyet-i ulyâ)ya ayak basmak olur. Bu vilâyete, (Vilâyet-i mele-i a’lâ) da denir. [(Mele’) cemâ’at, galabalık demekdir.] İsm-i zâhir ile ism-i bâtını anlatırken bildirdiğimiz, ilm ile alîm arasındaki farkı az sanmayınız! İlmden alîme az yol vardır dememelidir. Yer küresi ile Arş arasındaki uzaklık, o iki ism arasındaki uzaklık yanında, okyânus yanında bir damla su gibidir. Söylemeleri yakın, kendileri çok uzakdır. Kısaca söylediğimiz her makâm da böyledir. Meselâ, Âlem-i emrin beş latîfelerini geçip, bunların asllarında seyr olunur. Böylece, imkân [ya’nî mahlûklar] dâiresi biter sözü ile, Seyr-i ilallah, başından sonuna kadar anlatılmışdır. (Bu seyrin yapılması için, ellibin senelik yol geçilir) demişlerdir. Me’âric sûresinin dördüncü [4] âyetinde meâlen, (Melekler ve Rûh oraya ellibin senelik bir günde çıkarlar) buyurulmakdadır ki, bu sözümüze işâret etmekdedir. Böyle olmakla berâber, Allahü teâlânın ihsânının çekmesi ile, bu uzun zemânlık iş, göz açıp kapayıncaya kadar yapılabilir. Fârisî mısra’ tercemesi:

Kerîmlerle yapılan işlerde güçlük yokdur!

Yine bunun gibi, işlerin ve sıfatların ve şü’ûnların ve i’tibârâtın dâiresini geçerek, bunların asllarında seyr olunur denildi. İsmlerin, sıfatların, şü’ûn ve i’tibârâtın hepsini geçmek, söylemekle kolaydır. Fekat, bunları geçmek çok zordur. O kadar çok zordur ki, tesavvuf büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, (İnsanı kavuşduran konaklar sonsuzdurlar. Bitmez tükenmezler) demişler. (Mertebelerin hepsi seyr edilemez) buyurmuşlardır. Fârisî beyt tercemesi:

Onun güzelliği bitmez, Sa’dînin sözü tükenmez,

İstiskali susuz ölür, denizin suyu eksilmez.

Kavuşmak için geçilecek konakların sonsuz olmasını, sıfatların tecellîleri bakımından değil de, Zât-i ilâhînin tecellîleri sonsuz olduğu için söylenmişdir sanmayınız! Bunun gibi, bitmiyen güzelliğin, sıfatların güzelliği olmayıp, zâtın güzelliğidir demeyiniz! Çünki zâtın bu tecellîleri, şü’ûn ve i’tibârât olmaksızın değildir. Zâtın o güzelliği, cemâl sıfatlarının arkasında olmaksızın değildir. Çünki bu mertebede, sıfatların perdeleri olmaksızın söz edilemez. Allahü teâlâyı tanıyan kimsenin dili tutulur, söyliyemez olur. Her tecellîde, biraz zıl, görüntü bulunur. O makâmda, şü’ûnu araya katmadan olamaz. Bunun içindir ki, o vüsûl konakları ve güzellik mertebeleri, ismlerin ve şü’ûnların dâiresindedir ve onlara göre sonsuzdur.

Bu fakîre “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” gösterdikleri ise, tecellîlerin ve zuhûrların ötesindedir. İster zâtın tecellîsi desinler, ister sıfatların tecellîsi desinler, hepsinin ötesidir. İster zâtın, ister sıfatların güzelliği desinler, bütün güzelliklerin ötesidir. Bunun için, yüksek istekleri, çok kıymetli maksadları bu dar kelime kadrosu ile, kısaca anlatmış bulunuyorum. Sonsuz denizleri, birkaç şişeye doldurmuş gibi oluyorum. Öyle ise, anlamamazlık etme!

Yine sözümüze dönelim! İsm-i zâhir ve ism-i bâtın iki kanadı ele geçdikden sonra, uçmak nasîb olursa, yukarı çıkılırsa, buraya çıkan, insanın enerji, hava ve su parçaları olduğu anlaşılır. Melekler de, bu üç parçadan yapıl-

-329-

mışdır. Hadîs-i şerîfde bildirildi ki, (Meleklerin bir kısmı ateşden ve kardan yaratılmışdır. Bunlar, ateşle karı birarada bulunduran Rabbimizde hiçbir noksânlık yokdur derler). Bu seyrde iken rü’yâda gösterdiler ki, sanki bir yolda gidiyorum. Çok gitmekden yorulmuşum. Yürüyebilmek için bir sopa, baston arıyorum. Bulamıyorum. İlerliyebilmek için, çalı çırpıya yapışıyorum. Bu da olmuyor. Öylece yürümek zorunda kalıyorum. Bir zemân, böyle ilerledim. Bir şehr göründü. Yaklaşdım. Şehre girdim. Bu şehrin, (Te’ayyün-i evvel) olduğu bildirildi. Bu te’ayyün, bütün ismlerin, sıfatların, şü’ûn ve i’tibârâtın mertebelerini ve bu mertebelerin asllarını ve bu aslların da asllarını kendinde toplamışdır ve Zât-i ilâhînin i’tibârâtının sonudur. Bu i’tibârât, ilm-i husûlîde, birbirlerinden ayrıldılar. Bundan sonra seyr olursa, ilm-i huzûrî ile ilgili olur.

Ey oğlum! O makâmda, ilm-i husûlî ve ilm-i huzûrî demek, misâl ve benzetmek yolu ile söylenir. Çünki, Zât-i ilâhîden ayrı olan sıfatlar, ilm-i husûlî ile bilinir. İ’tibârât-i zâtiyye, Zât-i teâlâdan hiç ayrı değildirler ve ilm-i huzûrî ile bilinirler. Çünki bu makâmda, ilm, bilinen şeye yalnız bağlanır, bilinen şeyden hiçbirşey ilmde bulunmaz. Te’ayyün-i evvel demek olan, o büyük şehrde, Peygamberlerin ve meleklerin bütün vilâyetleri vardır. Mele-i a’lâ denilen meleklerin yükseklerinin (Vilâyet-i ulyâ)sının sonu bu makâmdadır. Bu makâmda, bu te’ayyün-i evvelin, hakîkat-i Muhammedî olup olmadığı düşünüldü. Hakîkat-i Muhammedînin, yukarıda söylenilen gibi olduğu anlaşıldı. Ona te’ayyün-i evvel denilmesi, bu te’ayyün-i evvelin zıllinin merkezi olduğu içindir. İsmleri, sıfatları, şü’ûn ve i’tibârâtı kendinde toplamışdır. Bu şehrin üstünde seyr edilince, (Kemâlât-ı nübüvvet)e, ya’nî Peygamberlik derecelerine başlanır. Bu derecelerde, yalnız Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” seyr eder. Peygamberlik makâmının dereceleridir. Peygamberlerin izinde gidenlerin büyüklerine de, tatdırılır. İnsanı meydâna getiren on parça içinde, bu derecelere yükselen toprak maddeleridir. İster Âlem-i emrden olsun, ister Âlem-i halkdan olsun, dokuz parçadan herbiri, bu makâmda, toprak maddesinin yolunda ilerler. Onun yanı sıra, bu ni’metle şereflenirler. Toprak maddeleri yalnız insanda bulunduğundan, insanların üstünleri, meleklerin üstünlerinden dahâ üstün oldu. Toprak maddelerinin kavuşduklarına, hiç kimse kavuşmamışdır. Âyet-i kerîmede bildirilen (dünüv) hâsıl oldukdan sonra, tedellâ sırrı bu makâmda hâsıl olur. (Kabe-kavseyn ev ednâ)nın içyüzü meydâna çıkar. Bu seyrde iyice anlaşıldı ki, Vilâyet-i sugrâ, Vilâyet-i kübrâ ve Vilâyet-i ulyânın hepsi, Peygamberlik makâmının kemâlâtının zılleri, gölgeleridir. Bütün o kemâlât, o dereceler, bu derecelerin misâlleri, görüntüleridir. İyi anlaşıldı ki, bu seyrde, bir nokta ilerlemek, Vilâyet makâmının bütün derecelerinden dahâ çokdur. Bu kemâlâtın hepsinin ne kadar olacağını bundan anlamalıdır. Geçilmiş derecelerin hepsi, bunun yanında, okyânus yanında bir damla gibi kalır. Burada, bu orantı bile yokdur. Diyebiliriz ki, (Peygamberlik makâmı) yanında, (Vilâyet makâmı), sonsuz yanında, ufak birşey gibidir. Sübhânallah! Câhilin biri, bu sırdan haber vererek, evliyâlık, Peygamberlikden dahâ yüksekdir der. Bunları anlamıyan, bir başkası da, bu sözü düzeltmek için, Peygamberlerin vilâyeti, kendi Peygamberliğinden dahâ yüksekdir der. Ağızlarından çıkan, çok büyük oldu. Allahü teâlânın ihsânı ile ve Peygamberinin

-330-

“aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” sadakası olarak, bu seyr bitince, bir adım dahâ ileri atılacak olsa yok olunur. Bunun ötesinin yalnız adem olduğu anlaşıldı.

Ey oğlum! Bu sözlerden, sanmayasın ki, Ankâ kuşu avlanıla. Hayır, hayır. Öyle değil! Fârisî beyt tercemesi:

Ankâ avlanılmaz tuzağı topla!

tuzağa giren, olur yalnız hava!

Allahü teâlâ, her düşüncenin ötesindedir. O, ötelerin ötesi, ötelerin ötesidir. Fârisî beyt tercemesi:

Hiç noksanı olmıyan çok uzakdır,

ona yetişiriz sanmak tuhafdır!

Uzak demekle, arada perdeler var sanılmasın! Çünki bütün perdeler aşılmış, hiç perde kalmamışdır. Uzaklık, büyüklükdendir. Anlaşılamaz. Kavranılamaz. Bulunamaz. Allahü teâlânın varlığı, her mahlûka çok yakındır. Anlamakdan, bulmakdan çok uzakdır. Evet, seçilmişlerden çok az kimseyi, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yanı sıra, büyüklük perdelerinin içine alırlar. Onlara yapılan ihsânlar bilinemez.

Ey oğlum! Bu işler, yalnız insanın (Hey’et-i vahdânî)sine olur. Bu hey’et, on parçadan yapılmışdır. Âlem-i halk ile, Âlem-i emrin hepsinden meydâna gelmişdir. Bununla berâber, bu makâmda, hepsinin başı, toprak maddeleridir. Ondan ötesi, ancak yoklukdur denildi. Çünki, dışarda ve ilmde olan varlıkların mertebeleri geçildikden sonra, bunların tersi olan adem hâsıl olur. Allahü teâlânın kendisi, bu varlıkların ve ademin ötesidir. O makâmda adem bulunmadığı gibi, varlıklar da yokdur. Çünki, tersi adem olan bir vücûd, Zât-i ilâhîye lâyık değildir. Başka kelime bulunamadığı için, o mertebede vücûd, ya’nî varlık dersek, tersi, karşılığı adem, ya’nî yokluk olmıyan vücûd demekdir. Bu fakîr, bir mektûbumda [ikiyüzotuzdördüncü (234) mektûbda], (Allahü teâlânın kendisi vücûddür) demişdim. Bunu, anlamıyarak yazmışdım. İşin iç yüzüne varamamışdım. Vahdet-i vücûd gibi birkaç bilgi de, böyle yazılmışdı. İşin içyüzünü bildirdikleri zemân, başlangıcda ve yolda iken yazdıklarıma ve söylediklerime pişmân oldum. Tevbe ve istigfâr eyledim. Estagfirullah ve etûbü ilâllah min cemî’i mâ kerihallah “sübhânehu ve teâlâ”. Buraya kadar olan açıklamadan anlaşıldı ki, Peygamberlik dereceleri, çıkarken geçilmekdedir. Peygamberlik yükselmelerinde, insan Hakka doğrudur. Çokları, vilâyetde yükselirken, insan Hakka doğrudur. Nübüvvetde, mahlûklara karşıdır. Yükselirken, vilâyet dereceleri, inerken Peygamberlik dereceleri vardır demişlerdir. Bunun için, evliyâlığı, Peygamberlikden dahâ yüksek sanmışlardır. Evet, Vilâyetde de, Nübüvvetde de, hem çıkış, hem de iniş vardır. Her iki çıkışda da, insan Hakka doğrudur. İnişlerinde ise, mahlûklara doğrudur. Böyle olmakla birlikde, Peygamberlikdeki inişde, insan bütün bütün mahlûklara karşıdır. Evliyâlıkdaki inişde, bütün bütün mahlûklara doğru değildir. Bâtını Hak ile, zâhiri halk ile olur. Çünki vilâyet sâhibi, ya’nî Velî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” çıkış makâm-

-331-

larını bitirmeden, inişe başlamışdır. Bunun için, gözü hep yukarıdadır. Bütün varlığı ile halka bakamamakdadır. Nübüvvet sâhibi ise,yükselme makâmlarının hepsini bitirip de indiği için, bütün varlığı ile insanları Hak teâlâya çağırmağa bakmakdadır. Bunu iyi anla! Bu şerefli bilgileri, şimdiye kadar, hiçbir kimse söylememişdir.

Yukarı çıkışda, toprak maddeleri, insanın bütün parçaları içinde, en yukarı yükseleni olduğu gibi, inişde de, en aşağı inerler. Çünki bunların yaratıldığı yer, hepsinden dahâ aşağıdır. Hepsinden dahâ aşağı indiği için, onun sâhibinin da’veti, dahâ kuvvetli olur. O, herkesden dahâ çok fâide verici olur.

Ey oğlum! Bizim yolumuzda seyr kalbden başlar. Kalb de, Âlem-i emrdendir. Bunun için, söze Âlem-i emrden başlandı. Başka tarîkatlerde, önce nefsin tezkiyesinden, temizlenmesinden başlanır. Cesedi temizlerler. Bundan sonra, Âlem-i emre sıra gelir. Allahü teâlânın dilediği kadar yükselirler. Bunun içindir ki, başkalarının sonu, bu büyüklerin başında yerleşdirilmişdir. Bu tarîk, yolların en çok yaklaşdırıcısı olmuşdur. Çünki bu seyrde, nefsin tezkiyesi ve cesedin temizlenmesi de birlikde olmakdadır. Böylece, yol kısa olur. Bunun içindir ki, bu büyükler, Âlem-i halkın seyrini boşuna vakt geçirmek bilirler. Hattâ, zararlı, işi bozucu olduğunu anlamışlardır. Çünki başka tarîkatlerin sâlikleri, sıkıntılı riyâzetler ve ağır mücâhedelerle tezkiye yaparak, Âlem-i halkın sûretinin çöllerini geçdikden sonra, Âlem-i emrin seyrine başlayınca ve kalbin çekilmesi ve rûhun lezzet alması hâsıl olunca çok olur ki, bu çekilmeğe ve lezzete bağlanıp kalırlar. Âlem-i emrin mekânsız, maddesiz olması bunları aldatır. Bu âlemin nasıl olduğu anlaşılmaması karşısında, nasıl olduğu hiç anlaşılamıyan maksada, hedefe gitmeği unuturlar. Bunun içindir ki, bir sâlik, (Otuz senedir rûhumu Hak sanarak tapındım) demişdir. Bir başkası, âyet-i kerîmedeki (İstivâ)nın iç yüzü ve Arşın üstündeki münezzeh mertebenin görünmesi, anlaşılması güc olan ma’rifetlerdir demişdir. Hâlbuki, yukarıda bildirilenlerden anlaşıldı ki, münezzeh dedikleri o mertebe, mahlûklar dâiresindedir. Hiçbirşeye benzemez görünür ise de, benzetilir. Tenzîh gibi görünen teşbîhdir. Bu yüksek yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” böyle değildirler. Seyre, Cezbe makâmından başlarlar. Lezzetlerin yardımı ile, ilerlerler. Bu çekiliş ve lezzet bunlar için başkalarının riyâzetleri ve mücâhedeleri gibi olur. Başkalarının kavuşmalarını bozan şeyler, bu büyüklerin kavuşmalarına yardımcı olurlar. Âlem-i emrin mekânsızlığını, maddesizliğini, mekânlı, maddeli bulur; tâm mekânsız olanı ararlar. O âlemin anlaşılamazlığını anlaşılabilir bularak, hiç anlaşılamıyana yükselirler. Bunun için de, başkaları gibi, vecde, hâle aldanmazlar. Bu yolun cevizine, cam parçalarına, çocuklar gibi bakmazlar. Tesavvufcuların, yaldızlı boş sözleri ile öğünmezler. Onların anladık sanarak söyledikleri ile iftihâr etmezler. Yalnız bir olanı isterler. İsm ve sıfatları değil, yalnız zâtı ararlar.

Yukarıda bildirilen yükselme, yaradılışda, tâm uygun, Muhammedî olanlar içindir. Bunlar, Âlem-i emrin, hem Âlem-i sagîrde olan, hem de Âlem-i kebîrde olan, beş cevherinin bütün derecelerine yükselebilirler. Bunların aslları olan, Allahü teâlânın ismlerinin zılleri dâiresinden de pay alırlar. Bu zıllerin aslları olan ismlerin ve sıfatların makâmında da seyr ederler. Yaradılışda tâm uygun dedim. Çünki Muhammedî olduğu hâlde,

-332-

Âlem-i emr latîfelerinin sonuncusu olan hafînin derecelerine yükselen, fekat bu derecelerin hepsini geçemiyen, sonuna varamıyanlar, başında veyâ ortasında kalanlar çokdur. Ahfâyı bitiremeyince, bunun asllarını da, böylece bitiremez. İşi sonuna götüremez. Âlem-i emrin başka dört latîfelerinde de böyle olur. Yaradılışda, her bir mertebeye uygun olan kimse, o mertebenin sonuna kadar ilerler. Bir mertebenin başında veyâ ortasında kalmak, noksân olmağı gösterir. Sona kıl kadar bile varamamak, noksânlıkdır. Fârisî beyt tercemesi:

Dostun ayrılığı az olsa da, az değildir.

göz içinde yarım kıl olsa da çok görünür.

Bu noksânlık, aslların asllarında da kendini gösterir. Aranılana kavuşmağı engeller. Yukarıda yazılanlar, Muhammedî yaradılışlı olanlar içindir demişdik. Çünki, yaradılışda Muhammedî olmıyanlardan birinin çıkacağı en yüksek derece, vilâyet derecelerinin birincisi olur. Birinci derece demek, kalb mertebesi demekdir. Bir başkası, ikinci dereceye kadar yükselebilir. İkinci derece, rûh makâmıdır. Üçüncü bir kimse, üçüncü dereceye kadar çıkabilir. Üçüncü derece, sır makâmıdır. Bir dördüncü kimse dördüncü dereceye kadar yükselebilir. Dördüncü derece, hafî makâmıdır. Birinci derecede, Allahü teâlânın (Sıfât-ı ef’âliyye)si tecellî eder. İkinci derecede (Sıfât-ı sübûtiyye)si tecellî eder. Üçüncü derecede, (Şü’ûn ve i’tibârât-i zâtiyye) tecellî eder. Dördüncü derece, selbî olan sıfatlara uygundur. Tenzîh ve takdîs makâmına uygundur. Vilâyetin her derecesi, ülül’azm bir Peygamberin altındadır. Vilâyetin birinci derecesi, Âdem aleyhisselâmın “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” altındadır. Onun terbiye edicisi, tekvîn sıfatıdır. İnsanların her işini, her hareketini bu sıfat yapar. İkinci derece, İbrâhîm aleyhisselâmın altındadır. Nûh “aleyhisselâm” da, bu makâmda ortakdır “alâ nebiyyinâ ve aleyhimessalevâtü vetteslîmât”. Bunların rabbi, ilm sıfatıdır. Bu sıfat, (Sıfât-i zâtiyye)nin en genişidir. Üçüncü derece, Mûsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır. Onun rabbi, şü’ûnların makâmından, kelâm şânıdır. Dördüncü derece, Îsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”. Onun rabbi, selb sıfatlarındandır, sübût sıfatlarından değildir. Bu derece, takdîs ve tenzîh makâmıdır. Meleklerin çoğu, bu makâmda, Îsâ aleyhisselâmla ortakdırlar. Bu makâmda büyük şân vardır. Beşinci derece, Peygamberlerin sonuncusunun ayağı altındadır “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Onun rabbi, rablerin rabbidir ve sıfatları, şü’ûnları, takdîsleri ve tenzîhleri kendinde toplamakdadır. Bütün yüksek derecelerin merkezidir. Hepsinin üstünde olan bu rabbe, sıfatların ve şü’ûnların mertebesinde (Şân-ül-ilm) adını vermek uygun olur. Çünki bu şân, bütün derecelerin üstündedir. Bu bağlılık içindir ki, onun milleti, İbrâhîm aleyhisselâmın milleti oldu. Onun kıblesi, bu ümmete de kıble oldu.

Vilâyet mertebelerinin üstünlüğü, derecelerin önde ve arkada olmalarına bağlı değildir. Ahfâ sâhibinin dahâ üstün olması lâzım gelmez. Üstünlük, asla olan yakınlığa, uzaklığa ve zıl derecelerinin az veyâ çok konaklarını geçmeğe bağlıdır. Kalb latîfesinin sâhibi olan bir Velî, asla dahâ yakın olduğu için, o kadar yakın olmıyan ahfâ sâhibinden dahâ üstün olur. Birin-

-333-

ci derecede olan bir Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vilâyeti, sonuncu derecede olan bir Velînin derecesinden elbette dahâ yüksekdir.

Latîfelerin, kalbden rûha ve rûhdan sırra ve sırdan hafîye ve hafîden ahfâya doğru sülûkü, yaradılışında Muhammedî olanlar içindir. Bu beş latîfeyi sıra ile bitirerek, bunların asllarında da, bu sıra ile seyr eder. Dahâ sonra, bu aslların da asllarında, bu sıra ile, seyrini bitirir. Bu sıra ile olan yol, yolların en kıymetlisidir. Çabuk kavuşdurur. Ehadiyyete seyr edenler için, Sırât-ı müstakîmdir. Başka vilâyetlerde böyle değildir. Onlarda, maksada kavuşmak için, her dereceden birer dar yol açılır. Meselâ, kalb makâmından bir yol açarak, kalbin aslının aslı olan Sıfât-i ef’âle gidilir. Bunun gibi, rûh makâmından sanki bir yol açılıp, Sıfât-i zâtiyyeye gidilir. Allahü teâlânın fi’lleri ve sıfatları, zâtından ayrı değildirler. Ayrılıkları varsa, zıllerde ayrılıkdır. Bunun için, fi’llere ve sıfatlara vâsıl olanlara, Zât-i teâlânın tecellîlerinden de biraz hâsıl olur. Hâlbuki, ahfâ sâhiblerine, seyrleri bitince, bu tecellîler hâsıl olmakdadır. Bu tecellîlerin aşağı ve yukarı derecelerde olmaları birbirlerine benzemez. Kalb sâhibinin tecellîsi ile, ahfâ sâhibinin tecellîsi müsâvî olmaz. Fekat, burasını yanlış anlamamalıdır. Bu ayrılık, Velîler arasında, birbiri ile olur. Kalb sâhibi ile ahfâ sâhibleri, kemâle vâsıl olduklarından sonra, kalb vilâyetinin sâhibi, ahfâ vilâyetinin sâhibinin vilâyetinden dahâ aşağıdır. Fekat, Velîler ile Peygamberler arasında bu ayrılık yokdur. Çünki, bir Peygamberin (Kalb makâmı)ndan olan vilâyeti, bir Velînin (Ahfâ makâmı)ndan olan vilâyetinden dahâ üstündür. O Velî, ahfâ derecelerinin sonuna varmış olsa da, O Nebînin derecesine varamaz. Bu Velînin başı, her zemân, yine bu vilâyetin sâhibi olan bir Peygamberin ayağı altındadır. Sâffâti sûresinin yüzyetmişbirinci âyetinde meâlen, (Peygamberlere yardım edileceğini, onların üstün olacağını ezelde yazdık) buyuruldu. Bu ayrılık, Peygamberlerin birbiri arasında da vardır. Yüksek derece sâhibi, aşağı derece sâhibinden dahâ yüksekdir. Fekat, Peygamberler arasında olan bu ayrılık da, Âlem-i emr kemâlâtının dâiresinin sonuna kadardır. Bundan sonra, üstünlük, yüksekliğe ve alçaklığa bağlı olmaz. Bu makâmda, aşağı derece sâhibi, yukarı derece sâhibinden dahâ üstün olabilir. Meselâ, bu makâmda, Mûsâ aleyhisselâmla Îsâ aleyhisselâm arasında üstünlük farkı olduğunu görüyoruz. Burada, Mûsâ aleyhisselâm dahâ büyükdür ve dahâ şânlıdır. Îsâ aleyhisselâmda bu büyüklük ve böyle şân yokdur. Bu mertebede üstünlük başka birşeye bağlıdır. Bu derecelerin yukarı, aşağı olmasına bağlı değildir. Bunu, dahâ ileride inşâallah geniş olarak bildireceğim. Bunun gibi, İbrâhîm aleyhisselâm ile, başka Peygamberler arasında da, Kâ’benin hakîkatine bağlı kemâlâtda ayrılık bulduk. Kâ’benin hakîkati, insan ve melek hakîkatlerinin hepsinden dahâ üstündür. İbrâhîm aleyhisselâmın o makâmda büyük şânı ve yüksek mertebesi vardır ki, Muhammed aleyhisselâmdan başka hiçbir Peygamber, bu şâna ve rütbeye yetişememişdir. Bu çok yüksek makâm Allahü teâlânın azamet ve kibriyâlık perdelerinin göründüğü makâmdır. Bu makâmın merkezinde bütün kemâlât toplanmışdır. Bu merkezin kemâlâtı, Peygamberlerin sonuncusu içindir. Bu makâmın başka yerleri, İbrâhîm aleyhisselâmındır. Peygamberlerden ve Evliyânın yükseklerinden bu makâmda görünenler, bu ikisinin

-334-

yanı sıra gelebilmiş olanlardır. Belki bunun için olmalıdır ki, Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât”, o merkezdeki topluluğun, açıklanmasını istiyerek, İbrâhîm aleyhisselâma yapılan salevât ve berekât gibi, kendisine de salevât ve berekât okunmasını emr buyurmuşdur. Bu fakîre gösterdiler ki, bin sene geçdikden sonra, o topluluğun tafsîli kendisine de verildi. Arzûsu kabûl olundu. Bundan dolayı ve bütün ni’metleri için, Allahü teâlâya hamd olsun! O yüksek makâmın kemâlâtı, Vilâyetlerin kemâlâtının ve Nübüvvet ve Risâletin kemâlâtının üstündedir. Nasıl yüksek olmasın ki, o makâm, Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve meleklerin, kendisine karşı secde etdikleri şeyin hakîkatidir. Bu fakîrin (Mebde’ ve Me’âd) kitâbında yazdığım; hakîkat-i Muhammedî, kendi makâmından yükselerek, üstündeki, Kâ’benin hakîkati makâmına çıkar ve onunla birleşir. Hakîkat-i Muhammedînin ismi, hakîkat-i Ahmedî olur demişdim. Burada yazılı olan, Kâ’benin hakîkati, bu hakîkatin zıllerinden bir zıldir. Kâ’benin hakîkati, görünmemiş olduğu için, bu zılli hakîkat sanmışdım. Böyle karışıklık, çok olmakdadır. Birşeyin hakîkati görünmediği zemân, zıl asl sanılmakda, hakîkat diyerek adlandırılmakdadır. Bunun içindir ki, bir makâm, birkaç kerre görünmekdedir. Çünki bu makâmın çok görünmesi, zıllerinin görünmesidir. O makâmın hakîkati, en son görünenidir. Bir görünüşün, son görünüş olduğu nasıl anlaşılır denirse, ondan önceki görünüşlerin zıl olduklarını anlamak, buna en güzel şâhiddir. Çünki bu bilgi, önceki görünüşler zemânında yokdu. Her görünüş hakîkat sanılıyordu. Hiçbiri zıl bilinmiyordu. Bu hakîkatlerin birbirlerine niçin benzemedikleri bilinmediği hâlde, hiçbiri zıl olarak bilinmiyordu.

Ey oğlum “rahmetullahi aleyh”! Yukarıda yazılı ma’rifetlerden anlaşıldı ki, Âlem-i emrin kemâlâtı, başlangıcdır. Âlem-i halkın kemâlâtına ulaşdıran merdiven gibidir. Âlem-i emrin kemâlâtında hep zıl bulunur. Vilâyet makâmlarında ele geçer. Âlem-i halkın kemâlâtında zıl bulunmaz. Nübüvvet makâmlarında ele geçer. Zıl, dünyâda görünenlerde bulunur. Görülüyor ki, tarîkat ve hakîkat, vilâyetde olur ve islâmiyyetin yardımcılarıdır. İslâmiyyet, Nübüvvet mertebesinde olur. Vilâyet, Nübüvvete kavuşduran köprü gibidir.

Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, Nakşibendiyye büyüklerinin seçdikleri yolda, seyre Âlem-i emrden başlanarak, aşağı olan Âlem-i emrden, yukarı olan Âlem-i halka çıkılmakdadır. Bunun için, en uygun, en iyi yoldur. Yukarıdan aşağı olan başka seyrlerde, ne kazanılır? Bu inceliği herkese bildirmediler. Başkaları görünüşe bakarak, Âlem-i halkı aşağı sandı. Bu aşağıdan yukarı çıkmağı, yükselmek bildiler. İşin doğrusunun böyle olmadığını anlamadılar. Aşağı sandıkları, hakîkatde yükseklikdir. Yüksek gördükleri de aşağıdır. Evet, Âlem-i halk, dâirenin sonu olduğundan, aslların aslı olan birinci noktanın yanında bulunmakdadır. Başka hiçbir nokta, böyle yakın değildir. Fârisî mısra’ tercemesi:

Afva kavuşan, günâhkârlardır

Bu bilgiler, ancak Nübüvvet aynasından görülür. Vilâyet sâhiblerinden, bu ma’rifete kavuşanlar pekazdır.

-335-

Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyre Âlem-i emrden başlamışlardır. Hakîkatdan islâmiyyete gelmişlerdir. Seyrleri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyrlerine benziyen Evliyânın büyüklerinin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” seyrleri, islâmiyyetin sûretinden, görünüşünden başlar. Yolun ortasında, tarîkat ve hakîkat vardır. Bu ikisi, vilâyetde olur ve Âlem-i emre bağlıdır. Yolun sonunda, islâmiyyetin hakîkatine, özüne varırlar ki, Peygamberliğin meyvesidir. Görülüyor ki, tarîkatin ve hakîkatin hâsıl olması, islâmiyyetin hakîkatinin hâsıl olması için başlangıcdır. Bunun için, Evliyânın büyüklerinin başlangıcı hakîkatdir. Her ikisinin sonu, islâmiyyetdir. (Evliyânın başlangıcı, Peygamberlerin sonudur) sözü yanlışdır. Bu söz ile, Evliyânın başlangıcı ve Peygamberlerin sonu, islâmiyyet demek istemişler ise de, işin özünü anlamadıkları için, bu yaldızlı sözü söylemişlerdir. Bu sözümüzü başka kimse söylememiş, hattâ çokları, bunun tersini söylemişdir. Çünki, anlaşılması pek güçdür. Fekat, insâflı bir kimse, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” büyüklüğünü düşünürse ve islâmiyyetin kıymetini anlarsa, bu derin inceliği belki kabûl eder. Bunu kabûl etmesi, îmânının artmasına sebeb olur.

Ey oğlum, iyi dinle! Peygamberler yalnız Âlem-i halkın ibâdet etmesini istemişlerdir. (İslâmiyyet, beş şey üzerine kurulmuşdur...) Hadîs-i şerîfi bunu göstermekdedir. Kalb Âlem-i halka çok yakın olduğu için, kalbin tasdîkını da istemişlerdir. Âlem-i emrin öteki dört latîfesinin sözünü etmemişlerdir. Bunları hesâba katmamışlardır. Doğrusu da budur. Çünki, Cennet ni’metleri, Cehennemdeki azâblar ve Allahü teâlâyı görmek ni’meti ve buna kavuşamamak felâketi hep Âlem-i halka olacakdır. Âlem-i emrin bunlarla ilgisi yokdur. Bundan başka, farz, vâcib ve sünnet ile ibâdetler, Âlem-i halkdan olan cesed ile yapılmakdadır. İbâdetlerden, Âlem-i emr ile ilgili olanı, nâfilelerdir. İbâdetlerin sevâblarının mikdârı, ibâdetin mikdârı ile ölçülür. Bunun için, farzlardan hâsıl olan yakınlık, Âlem-i halkın yaklaşmasıdır. Nâfileler de, Âlem-i emrin yaklaşmasına sebeb olur. Elbette nâfilenin kıymeti, farzın kıymeti yanında hiç gibidir. Okyânûs yanında, bir damla kadar bile değildir. Nâfilenin kıymeti, sünnetin yanında bile böyledir. Sünnet de, farzın yanında, okyânûs yanındaki bir damla su gibidir. Bu ikisinin yaklaşdırması arasındaki büyük farkı, buradan anlamalıdır. Âlem-i halkın, Âlem-i emrden üstünlüğünü, bu farkdan ölçmelidir. Çok kimseler, bu inceliği bilmedikleri için, farzları bırakıp, nâfilelerin yayılmasına çalışıyorlar. Câhil sôfîler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yapmakda gevşek davranıyorlar. Kırk gün çile çekmeği ve riyâzetler yapmağı beğeniyor, Cum’a nemâzına ve cemâ’ate gitmiyorlar. Hâlbuki, bir farz nemâzı cemâ’at ile kılmak, onların binlerle, kırk günlük çilelerinden dahâ fâideli olduğunu bilmiyorlar. Evet, islâmiyyetin edeblerini gözetmek şartı ile, zikr ve fikr çok fâideli ve pek kıymetlidir. Câhil hocalar da, nâfilelerin yayılmasına çalışıyor, farzların yapılmasına aldırış etmiyor, terk edilmesine sebeb oluyorlar. Meselâ, Aşûre nemâzının, Resûlullahdan “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” haber verildiği iyi bilinmiyor. Bunu cemâ’at ile ve ehemmiyyet vererek kılıyorlar. Hâlbuki, nâfile nemâzı cemâ’at ile kılmanın mekrûh olduğunu fıkh kitâblarında okuyorlar. Farzları kılmakda gevşek davranıyorlar. Farzları müstehâb olan zemânlarında kılanları pe-

-336-

kazdır. Vaktinde bile kılmıyorlar. Farzları cemâ’at ile kılmağa ehemmiyyet vermiyorlar. Bir iki kişiden fazla cemâ’at toplandığı az görülüyor. Çok zemân da yalnız kılıyorlar. Din adamları böyle olursa, başkalarının nasıl yapdıklarını artık düşünmelidir. Bu kötü hâllerden dolayı, müslimânlık za’îflemeğe başladı. Böyle işlerin zulmeti ile, günâhlar, bid’atler çoğaldı. Fârisî beyt tercemesi:

Az söyledim, dikkat etdim, kalbini kırmamağa,

bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çokdur sana!

Nâfile ibâdetleri yapmak, insanı zıllere kavuşdurur. Farzları yapmak ise, asla ulaşdırır. Ancak, farzları temâmlıyan nâfileler [meselâ, farz nemâzlardan önce ve sonra kılınan sünnetler], asla kavuşdurmağa yardım ederler. Farzlardan sayılırlar. İşte, farzları yapmak, Âlem-i halka uygun oldu ki, asla götürür. Bütün farzlar asla yaklaşdırırlar ise de, farzların en üstünü, en yükseği nemâzdır. (Nemâz, mü’minin mi’râcıdır) ve (Kulun, Rabbine en yakın olduğu zemânı, nemâzda olduğu zemândır!) Hadîs-i şerîfleri bunu haber vermekdedir. (Allahü teâlâ ile öyle vaktlerim vardır ki...) Hadîs-i şerîfinde bildirilen, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin en kıymetli zemânları, bu fakîre göre, nemâzdaki zemânıdır. Günâhları örten nemâzdır. İnsanı kötü, çirkin şeyleri yapmakdan koruyan, nemâzdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” (Yâ Bilâl, beni ferâhlandır!) buyurarak, râhatlandırılmak istediği şey nemâzdır. Dînin direği, nemâzdır. Müslimânlık ile, kâfirliği birbirinden ayıran nemâzdır.

Yine sözümüze gelelim. Âlem-i halkın, Âlem-i emrden dahâ üstün olduğunu açıklıyalım: Âlem-i emr, bu dünyâda nasîbine kavuşmakdadır. Müşâhede, rü’yet hâsıl etmekdedir. Yarın, Cennet ni’metleri, Âlem-i halka olacakdır. Nasıl olduğu anlaşılamıyan tâm rü’yet ona nasîb olacakdır. (Müşâhede), zılli görmekdir. Kıyâmetde, Allahü teâlânın kendi görülecekdir. Müşâhede ile rü’yet arasında ve zıl ile asl arasında ne kadar ayrılık varsa, Âlem-i emr ile Âlem-i halk arasında da o kadar fark vardır. (Müşâhede), Vilâyetde olur. (Rü’yet) ise Nübüvvetdedir ve Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymakla şereflenenlere, onlara uydukları için nasîb olur. Vilâyet ile Nübüvvet arasındaki farkı, buradan da anlamalıdır.

TENBÎH: Âlem-i emr ile bağlılığı dahâ çok olan bir ârif, Vilâyetin derecelerine dahâ çok kavuşur. Âlem-i halk ile ilgisi dahâ çok olan da, Nübüvvetin derecelerine dahâ çok kavuşur. Bunun içindir ki, Îsâ aleyhisselâm, Vilâyetde dahâ ileri gitmişdir. Mûsâ aleyhisselâm da, Nübüvvetde dahâ ileri gitmişdir. Çünki Îsâ aleyhisselâmda, Âlem-i emr kuvvetlidir. Bunun için, melekler gibi oldu. Mûsâ aleyhisselâmda, Âlem-i halk kuvvetli olduğu için müşâhede ile doymayıp, rü’yeti istedi. Bu mektûbun başında, Peygamberlerin, Peygamberlik derecelerindeki ayrılıklarının sebebini, ileride bildireceğiz demişdik. İşte, şimdi anlaşılmış oldu. Latîfelerinin aşağı veyâ yüksek olması, burada sebeb olmamışdır. Latîfelerin aşağı veyâ yukarı olması, vilâyetde te’sîrli olur. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bildirir.

Ey oğlum “rahmetullahi aleyh”! Peygamberlik bilgileri, dinlerdir ve

-337-

dinlerle bildirilen hükmlerdir. Bunlar, dahâ çok insanın bedeni ile ilgili bilgilerdir. Peygamberlerin de “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Âlem-i halk ile ilgileri dahâ çok olduğu için, Peygamberliği, insanları çağırmak için, aşağı inmekdir sanmışlardır. Vilâyetde olan derecelere yükseldikden sonra inmekdir demişlerdir. Yükselmenin sonu ve yakınlığın çokluğu, bu inmekde olduğunu anlamamışlardır. Vilâyetin yüksek derecelerindeki yakınlık, bu yakınlığın zıllerinden bir zılle olan yakınlıkdır. Bu yakınlık, görünüşde uzaklık sanılmakdadır. Vilâyetde olan yükselme, buradaki yükselmenin görüntülerinden biridir. Buradaki yükselme, görünüşde, iniş sanılmakdadır. Meselâ, dâirenin merkezi, çevresinden en uzak olan noktadır. Hâlbuki, dâirenin hiçbir noktası, çevreye, merkezinden dahâ yakın değildir. Çünki çevre, merkezin genişlenmiş, açıklanmış hâlidir. [Çevrenin ta’rîfi bile, merkez noktasının yardımı ile yapılır. Çevrenin çizilebilmesi için, pergelin ayağını merkeze koymak lâzım gelir. Merkez olmazsa, çevre olamaz.] Bu bağlılık, merkezden başka, hiçbir noktada yokdur. Görünüşe bakan câhiller, bu yakınlığı anlıyamazlar. Merkez, çevreye en uzak noktadır derler. Merkezin en yakın olduğunu söyliyene câhil ve ahmak derler.

Vilâyet-i kübrâ derecesinde, Şerh-i sadr olunca, nefs-i mutmeinne, makâmından yükselerek, göğüs makâmına çıkar. Buraya yerleşir. Böylece, yakınlığın sonuna ulaşmış olur. Vilâyet-i kübrâ mertebesinin yükselmesindeki makâmların en üstünü, işte bu (Göğüs makâmı)dır. Bu makâma yükselenin görüşü keskin olur ve gizli şeyleri görür. Evet, en yükseğe çıkan, en uzağı görür. Nefs-i mutmeinne, makâmına oturdukdan sonra, akl da, yerinden çıkarak, nefsin yanına gider ve (Akl-i mu’âd) ismini alır. Her ikisi birleşerek, çalışmağa başlarlar.

Ey oğlum “rahmetullahi aleyh”! Bu mutmeinne, islâmiyyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüşdür. Ona tutulmuşdur. Onun rızâsını kazanmakdan başka, hiçbir düşüncesi yokdur. Ona itâ’at ve ibâdet etmekden başka bir düşüncesi yokdur. Önce, mahlûkların en kötüsü olan nefs-i emmâre, şimdi itmînân kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı ederek, Âlem-i emrin latîfelerinden üstün olmuşdur. Arkadaşlarının şefi olmuşdur. Evet, muhbir-i sâdık [ya’nî hep doğru söyleyici] “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, (Câhillikde en ileride olanınız, islâm âlimi olunca, en ileriniz olur!) buyurmuşdur. Bundan sonra, insanda islâmiyyete uymamak, başkaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydâna getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler bu maddelerden ileri gelmekdedir. Birşeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmakdadır. Hayvanlarda nefs-i emmâre yokdur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda dahâ çok vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!) buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bildirmişdir. Çünki nefsleri itmînâna kavuşmuş, Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mubârek nefslerden râzı olmuşdur. Bu nefsler islâmiyyetden ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldıramazlar. Cesedi meydâna getiren maddelerin islâmiyyete uymuyor görünen arzûları ve baş kaldırmaları, dahâ iyisini yapmağı istememeleridir. İzn verilen şeyleri yapmalarıdır. Azîmeti ya’nî en iyisini terk etmeleridir. Yoksa, harâm iş-

-338-

lemeği ve farzları, vâcibleri terk etmeği istemezler.

Ey oğlum “rahmetullahi aleyh”! Toprak maddeleri, nefs-i mutmeinneden dahâ yukarı derecelere yükselirse de, nefs-i mutmeinne, Vilâyet makâmı ile ilgili olduğu için, Âlem-i emrden olmuşdur. Sekr sâhibidir [kendini unutur]. Herşeyi unutacak makâmdadır. Bunun için, nefsde islâmiyyetden ayrılacak tâkat kalmamışdır. Toprak maddeleri ise, Peygamberlik makâmı ile ilgili olduklarından, şü’ûr, uyanıklıkları dahâ çokdur. Bunun için islâmiyyetden ayrılık gibi şeyler, bunlarda bulunur. Böyle olmalarının fâideleri vardır.

Peygamberlik makâmı, Peygamberlerin sonuncusu ile sona ermişdir “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Fekat, bu makâmın derecelerine, ümmetinden Ona çok uyanları kavuşurlar. Bu olgunluklar, yüksek dereceler, Eshâb-ı kirâmda çokdur. Tâbi’în ve Tebe-i tâbi’înden çokaz kimseye de nasîb olmuşdur. Onlardan sonra örtülü kalmışdır. Bunun yerine, zıl ile olan vilâyet dereceleri çok görülmüşdür. Bununla berâber, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından bin sene geçdikden sonra, nübüvvet makâmının derecelerinin yeniden meydâna çıkması umulur. Asla bağlı makâm ve dereceler, yine yayılır. Zıl ile olanlar gizlenirler. Hazret-i Mehdî “aleyhirrıdvân”, asla bağlı olan bu yüksek yolu, zâhir ve bâtın ile yayar.

Ey oğlum! Resûlullaha “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” tâm uyan bir kimse, Ona uymakla, nübüvvet derecelerini bitirince, mansab, makâm ehlinden ise, (İmâmet makâmı) verilir. Vilâyet-i kübrâ derecelerini bitirene, (Hilâfet makâmı)nı verirler. Zıl derecelerinde, İmâmet makâmına uygun olan, (Kutb-i irşâd makâmı)dır. Hilâfet makâmına uygun olan da, (Kutb-i medâr makâmı)dır. Aşağıda bulunan bu iki makâm, sanki, yukarıda olan o iki makâmın zılli gibidirler. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine göre, Gavs, Kutb-i medâr demekdir. Ayrıca bir (Gavslık makâmı) yokdur demişdir. Bu fakîrin inandığına göre (Gavs), Kutb-i medârdan başkadır. Kutb, işlerinin birçoğunda, Gavsdan yardım ister. Ebdâlin makâmlarına getirilmesinde, Gavsin de te’sîri vardır. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlânın ihsânları pekçokdur.

EK: Peygamberlik makâmına uygun olan ve Peygamberliğin vilâyetine uygun olan ilmler ve ma’rifetler, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirdikleri dinlerdir. Peygamberlerin dereceleri ayrı ayrı olduğu için, dinler de, birbirlerinden ayrı olmuşdur. Evliyânın, Vilâyet makâmına uygun olan ma’rifetler ve tevhîdi, ittihâdı bildiren ilmler ve ihâta, sereyân haberleri ve yakınlık, berâberlik ve aynalık ve görüntülük ve şühûd ve müşâhede sözleri ise tesavvufcuların Şathıyâtı, hikâyeleridir. Kısacası, Peygamberlerin ilmleri, ma’rifetleri, Kitâb ile sünnetdir. Evliyânın ma’rifetleri ise, (Füsûs) ile (Fütûhat-i Mekkiyye)dir. Fârisî mısra’ tercemesi:

Gülbağçemi gör de, behârımı anla!

Evliyânın vilâyeti, Allahü teâlâya yaklaşdırır. Peygamberlerin vilâyeti, Allahü teâlânın çok yakın olduğunu gösterir. Evliyânın vilâyeti, şühûd hâsıl eder. Peygamberlerin vilâyeti, anlaşılamıyan şeylere kavuşdurur. Ev-

-339-

liyânın vilâyeti, Allahü teâlânın pek yakın olduğunu anlıyamaz. Buradaki câhilliğin ne demek olduğunu bilemez. Peygamberlerin vilâyeti, çok yakın olduğu hâlde, yakınlığı uzaklık bilir. Şühûdü, görememek sayar. Fârisî mısra’ tercemesi:

Eğer söylersem, sonu gelmez!

Ey oğlum “rahmetullahi teâlâ aleyh”! Nübüvvetin kemâlâtı, ya’nî yüksek dereceleri ve bunun vilâyetden üstün olduğu ve üç vilâyet, ya’nî, Vilâyet-i sugrâ ve Vilâyet-i kübrâ ve Vilâyet-i ulyâ arasındaki farklar ve herbir vilâyetin ayrı ayrı ma’rifetleri ve herbirine uygun olan yerler anlatılırken, söz çok uzadı. Çok şeyler ve tekrâr tekrâr yazıldı. Böylece, bu pek şaşırtıcı, yadırgayıcı bilgilerin anlaşılması kolaylaşdırılmış oldu. Okuyucular, inanmamak tehlükesinden kurtarıldı. Bu bilgiler, keşf yolu ile ve zarûrî anlaşılan şeylerdir. Fikr yorarak ve teori kurarak elde edilmiş değildirler. Yapılan açıklamalar, câhillerin kolay anlıyabilmeleri içindir. Belki de ilm adamlarının, zekî kimselerin kavrıyabilmelerini kolaylaşdırmak içindir.

Allahü teâlânın bu fakîre “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirmiş olduğu tesavvuf yolu, işte anlaşılmış oldu. Başından sonuna kadar bildirildi. Bu yolun ana caddesi Sıddîkıyye yoludur. Bu yolda, nihâyet, bidâyetde yerleşdirilmişdir. Bu caddede konak yerleri yapılmışdır. Bu cadde olmasaydı, o kadar ileri gidilemezdi. Elimize geçen bu lezîz meyvenin tohumu, Buhârâ ve Semerkanddan getirildi. Hindistân toprağına ekildi. Bu toprak, Medîne ve Mekke bağçelerinden alınmışdır. Senelerce, fadl suyu ile sulandı. İhsân ile terbiye olundu. Böylece yetişerek, bu ilm ve ma’rifet meyveleri hâsıl oldu. Bize bu doğru yolu ihsân eden, Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bizi doğru yola kavuşdurmasaydı, kendimiz bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri doğru sözlü olarak gelmişlerdir.

Bu yüksek yola sülûk etmek, girip ilerlemek, yol gösteren Rehberi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” sevmeğe bağlıdır. O, (Seyr-i murâdî) ile, ya’nî çekilerek, bu yoldan geçirilmişdir. Kuvvetle çekilerek, bu kemâlâta kavuşdurulmuşdur. Onun bakışları, kalb hastalıklarına şifâdır. Onun teveccühü, ya’nî sevgisine kavuşmak, ma’nevî hastalıkları giderir. Böyle kemâl sâhibi bir zât, zemânının imâmıdır. Asrının halîfesidir. Kutblar ve büdelâ onun bulunduğu makâmın zıllerine kavuşmak için cân verirler. Evtâd ve nücebâ, onun kemâlâtı denizinden bir damlası ile doyarlar. Onun hidâyetinin ve irşâdının nûru, güneş ışıkları gibi, o istese de, istemese de, herkese gelmekdedir. Fekat, istediklerine dahâ çok gönderir. Fekat, onun istemesi de, kendi elinde değildir. Çok olur ki, birşeyi yapmak isteğinde bulunur. Fekat, içinden o istek gelmez. Onun nûru ile aydınlanarak, doğru yolu bulanların ve onun istemesi ile yükselenlerin, bu kazançlarını bilmeleri lâzım gelmez. Çok olur ki, uydukları şeyhin kemâlâtına kavuşdukları ve herkese yol gösterdikleri zemân bile, kendi hidâyet ve rüşdlerini de, olduğu gibi anlıyamazlar. Çünki, herkese ilm vermezler ve makâmları birer birer geçmenin ma’rifetini herkese ihsân etmezler. Evet, kavuşduran yollardan birinin önderliği kendisine verilmiş olan bir zâtın ilm sâhibi olması, elbette lâzımdır. Bunun, yolun inceliklerini bilmesi şartdır. Bu bildiği için, yolcuların da bilmesine lüzûm görülmemişdir. Onlar, bunun önderliği ile kemâle kavu-

-340-

şurlar ve başkalarının kavuşmalarına da yardım ederler. Fenâ ve Bekâ ile şereflendirirler. Fârisî mısra’ tercemesi:

Herkesin işini bitirmek için, birini seçer.

Bu yolda yetişmek ve başkalarını yetişdirmek aks ile, uzakdan te’sîr ederek olur. Tâlib, yol gösteren Rehberine “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” karşı kalbindeki muhabbet bağı ile, her ân onun gibi olmakdadır. Ondan aks eden, yayılan nûrlar ile temizlenir. Bunları anlamasına lüzûm yokdur. Nûrları saçan da, alan da bilmez. Güneş ışınları karşısında, her ân olgunlaşan, tatlılaşan karpuzun, bu değişikliğini bilmesine ne lüzûm vardır? Güneş de, karpuzu olgunlaşdırdığını bilmez. Evet, başka yollarda çabalayarak ilerliyenlerin, bunu bilmesi lâzımdır. Eshâb-ı kirâmın yolu olan bizim yolumuzda, ilerlemeği ve çekip götürmeği bilmek hiç lâzım değildir. Bununla berâber, bu yolun sürücüsü gibi olan önderi, derin ilm ve çok ma’rifet sâhibidir. Bunun içindir ki, bu yüksek yolda, diriler ve ölüler, büyükler ve çocuklar, gençler ve ihtiyârlar, kavuşmakda müsâvîdirler. Hepsi, sevgi bağları ile veyâ o ni’met sâhibinin kalbi ile çekmesi ile, isteklerinin sonuna varırlar. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, çok büyük ihsân sâhibidir.

Sona varmış olanın bilgisi olmaz ise de, hârikalar, kerâmetler gösterir. Çok olur ki bunların hâsıl olması, kendi isteği ile değildir. Çoğundan haberi bile olmaz. Herkes, Onun “rahmetullahi teâlâ aleyh” kerâmetlerini görür. Onun ise haberi yokdur. Sona ermiş olanda ilm yokdur demek, hiçbir hâlini bilmez demek değildir. Her birini ayrı ayrı inceden inceye bilmez demekdir. Bunu yukarıda kısaca bildirmişdik. Onun hidâyet nûru, mürîdlerine vâsıtasız olarak veyâ bir, yâhud birkaç vâsıta ile, onun yoluna bağlı kaldıkları müddetçe akar. Onun yolunu değişdirerek, bozarak kirletirlerse [ve reformlar, bid’atler yaparak yıkmağa başlarlarsa], feyz kesilir. Ra’d sûresinin onikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bir millet, kendi işlerini bozmazsa, Allahü teâlâ da, onlara olan ni’metlerini değişdirmez!) buyuruldu. Ne kadar çok şaşılır ki, tarîkatcılar yapdıkları değişiklikleri, reformları, bu yolu düzeltmek, olgunlaşdırmak sanıyorlar. Noksânlarını temâmlıyoruz diyorlar. Bilmiyorlar ki, temâmlamak ve olgunlaşdırmak, her câhilin yapacağı iş değildir. Birşey eklemek, her ahmağa yakışacak şey değildir. Fârisî beyt tercemesi:

Kıldan ince ma’nâlar var, kulağını eyle yakın!

her kürsîde nutk çekeni, birşey bilir sanma sakın!

Sünnetlerin nûrunu, bid’atlerin zulmetleri ile örtdüler. Resûlullahın milletinin parlaklığını “alâ masdarihessalâtü vesselâmü vettehıyye” yeni yeni işlerin kirleri ile söndürdüler. Dahâ da çok şaşılır ki, birçokları, bu yenilikleri, bu reformları, güzel görüyorlar. Bid’atlere (Hasene) adını takıyorlar. Bu bid’atlerle, dîni yükseltiyoruz, islâmiyyetin noksânlarını temâmlıyoruz diyorlar. Herkesin bu bid’atleri yapmasını körüklüyorlar. Allahü teâlâ bunları doğru yola getirsin! Bilmiyorlar ki, din bu bid’atlerden önce kâmil olmuşdu. Allahü teâlânın ni’meti temâm olmuşdu. Allahü teâlâ, bu dinden râzı olmuşdu. Mâide sûresinin üçüncü [3] âyetinde meâlen, (Bugün dî-

-341-

ninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan ni’metimi temâmladım ve size din olarak islâmiyyeti vermekle râzı oldum) buyuruldu. Dînin olgunlaşmasını, bu bid’atlerden, bu reformlardan beklemek, bu âyet-i kerîmeye inanmamak olur. Fârisî beyt tercemesi:

Az söyledim, dikkat etdim kalbini kırmamağa,

bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çokdur sana!

İctihâd derecesinde olan yüksek âlimler, dînin hükmlerini açığa çıkarmışlardır. Dinden olmıyan şeyleri meydâna çıkarmış değillerdir. Görülüyor ki, ictihâd yolu ile bildirilen hükmler, sonradan meydâna çıkarılmamışlardır. Dinden olan, dînin temeli olan şeylerdir. Çünki, din bilgilerinin temelleri dörtdür. Dördüncüsü, kıyâs ya’nî ictihâddır.

Ey oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili ma’rifetler, (Mebde’ ve Me’âd) risâlesinde, (İfâde ve istifâde) bâbında yazılmışdı. Sırası gelmiş iken, fâideli olan bu ma’rifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaşdırınız! Kutb-i irşâd, kemâlât-ı ferdiyyeye de mâlikdir. Çokaz bulunur. Asrlardan, çok uzun zemân sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ Arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve ma’rifet Onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni’mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyânûs gibi, [çok kuvvetli radyo dalgaları gibi] bütün dünyâyı sarmışdır. O deryâ, sanki buz tutmuşdur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fekat, birinci feyz dahâ fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhud o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, bu kimse, Allahü teâlâyı zikr etse bile, rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veyâ onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bu kimsenin zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yokdur. Fâidesi çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Mektûb burada temâm oldu. Fârisî beyt tercemesi:

Susdum artık, zekîlere bu yeter,

çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! O, rahmândır ve rahîmdir. Onun resûlü Muhammed aleyhisselâma ve Âline ve Eshâbına sonsuz salât ve selâm olsun!

---------------------------------

Gel aldanma bu dünyâya, sonu vîrân olur,

birgün, Senin bu sürdüğün demler, elbet yalan olur, birgün.

-342-