BİR MEKTÛB TERCEMESİ

Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden Muhammed Ma’sûm Serhendî “rahmetullahi aleyh”, (Mektûbât) kitâbının birinci cildin, yüzseksenikinci mektûbunda buyuruyor ki:

Sebeblere yapışmak tevekküle münâfî değildir. Çünki, sebeblere te’sîr etmek kuvvetini de Allahü teâlâ vermekdedir. Sebeblere yapışırken, sebeblerin te’sîrini Allahü teâlâdan bilmeli ve Ona güvenmelidir. Te’sîr etdikleri tecribe edilmiş olan sebeblere yapışmak, tevekkül etmek demekdir. Te’sîri bilinmeyen, ümmîd dahî edilmeyen sebeblere yapışmak, tevekküle uygun olmaz. Te’sîri kat’î olan sebeblere yapışmak lâzımdır, hattâ vazîfedir. Ateş yakıcıdır. Ateşe yakmak hâssasını, te’sîrini veren Allahü teâlâdır. Aç olunca, gıdâ, ta’âm yiyeceğiz. Gıdâya doyurmak te’sîrini Allahü teâlânın verdiğine inanacağız. Fâideli te’sîri kat’î olan böyle sebebleri kullanmayarak zarar hâsıl olursa, Allahü teâlâya itâ’at etmemiş oluruz. Ona karşı gelmiş oluruz. Sebebler üç kısmdır: Te’sîri görülmemiş, işitilmemiş sebebleri kullanmak câiz değildir. Tecribe edilmiş, fâideli te’sîr etdikleri anlaşılmış olan sebebleri kullanmak vâcibdir. Bunları terk etmek günâh olur. Te’sîrleri şübheli olan sebebleri kullanmak vâcib, lâzım değil ise de, câizdir. Allahü teâlâ, mühim olan işleri yapmadan evvel, bunları tecribeli, bilgili kimselerle meşveret etmemizi, bundan sonra yapmamızı, yaparken de, Allahü teâlâya tevekkül etmemizi, netîceyi Ondan beklememizi emr etdi. Meşveret etmek de, sebebe yapışmakdır. Bu emr, fâideli sebebe yapışmanın vâcib olduğunu ve sebebin te’sîrini Allahü teâlâdan beklemek lâzım olduğunu bildirmekdedir. Âhıret işlerinde ya’nî ibâdet ve tâ’at yapmakda tevekkül olmaz. İbâdetleri yapmamız, bunun için çalışmamız emr olundu. Âhıret işlerinde tevekkül etmek değil, havf ve ümmîd etmek lâzımdır. Bu emrleri yapmak, bunların kabûl olunması ve sevâb verilmesi için Allahü teâlânın merhametine ve ihsânına i’timâd etmek, güvenmek lâzımdır. Emrleri yapmak ve yasaklardan sakınmak, kulluk vazîfesidir.

Dînimizde öyle bir yüksek makâm var mıdır ki, insan bu makâma varınca kendini ve herşeyi unutmuş olsun? Süâlinize karşı deriz ki, evet tesavvufda fenâ denilen bir makâm vardır. Tesavvuf yolunda çalışan bir kimse, bu makâma ulaşınca, kendisini ve herşeyi unutur. Fekat, fenâ ve bekâ makâmına insanın bâtını [kalbi, rûhu] vâsıl olur. Bu hâl insanın kalbinde, rûhunda hâsıl olur. İnsanın zâhiri [bedeni, aklı], kendi ihtiyâclarını te’mîn etmek mecbû-

-376-

riyyetindedir. İnsan, pekçok ilerlese bile, bu vazîfeden kendisini kurtaramaz.

Başkalarının düşündüklerini keşf etmek, gayb olan şeylerden haber almak ve yapılan düâların kabûl olması, tesavvuf yolunda ilerlemenin, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmanın alâmeti midir diyorsunuz? Muhterem kardeşim! Bu saydıklarımız, hârik’ulâde şeylerdir. Allahü teâlânın âdetinin dışında olan şeylerdir. Bir insanda bunların hâsıl olması, onun yükselmesinin, kabûl olunmasının alâmeti değildir. Bunlar, istidrâc sâhiblerinde, se’âdetden mahrûm olanlarda da hâsıl olur. Riyâzet çekerek nefslerini parlatan kâfirlerde de hâsıl olur. Ba’zılarında riyâzet çekmeden de hâsıl olmakdadır. Velî olmak için, ya’nî vilâyet derecelerine kavuşmak için riyâzet çekmek şart olmadığı gibi, istidrâc sâhiblerinin hârikalar göstermesi ve Evliyânın “rahime-hümullahü teâlâ” kerâmetler göstermesi için de riyâzet şart değildir. Riyâzet çekmek, bunların çok hâsıl olmasına yardım eder.

Evliyânın çoğu ucb denilen günâhdan korunmuşdur. Fenâ makâmına kavuşanda ucb ve riyâ kalmaz. Evet insanlık îcâbı hatâ yapılabilir. Çünki, Evliyâ “rahmetullahi aleyhim ecma’în” hatâ yapmakdan mahfûz değildir. Fekat, gafletden hemen uyanır, istigfâr ederek ve hasenât yaparak onun zararından kurtulur.

Az yimek ve az uyumak tesavvuf yolunda ilerlemek için fâidelidir. Fekat, bedene ve akla zarar verecek kadar aşırı olmamak lâzımdır. Bunları ve riyâzetleri sünnete uygun yapmalıdır. Aşırı yapılırsa rûhbâniyyet olur. İslâmiyyetde rûhbânlık yokdur. Evliyânın keşfleri, hayâlî şeyler değildir. Kalbe ilhâm edilen şeylerdir. Hayâlî olan keşflere i’timâd edilmez. Vehm ve hayâl, kalbe gelen bilgilerin anlaşılmasına yardımcı olurlar. Hâlık ile mahlûk arasındaki elli bin senelik yol vehm sâyesinde az zemânda kat edilir. Hayâl de ledünnî bilgilerin kolay anlaşılmasına yardım eder. Tesavvuf yolunda her ikisinin de çok fâidesi vardır. Ba’zı düâların dünyâ işlerinde fâideli olduğu bildirilmişdir. Allahü teâlânın ismlerini zikr etmek [okumak], dahâ ziyâde fâideli olmakdadır.

Nemâz kılarken kendi bedenini hâtırlamamak, çok iyidir. Nemâzda hâsıl olan şeyler, nemâzın dışında hâsıl olanlardan dahâ kıymetlidir. Nemâzın ehemmiyyetini iyi anlamalıdır. Nemâzı, müstehab olan vaktlerde ve şartlarına ve ta’dîl-i erkâna dikkat ederek kılmalıdır. [Nemâza başlarken, vaktinde kılmakda olduğunu bilmek şartdır.] Nemâz kılan kimse ile Allahü teâlâ arasındaki perdelerin kalkdığı, hadîs-i şerîfde bildirilmişdir.

-377-

Evliyânın “rahime-hümullahü teâlâ” âlem-i misâldeki sûretlerini, şekllerini gördüğünüzü, onlarla konuşduğunuzu yazıyorsunuz. Bunlar iyi şeylerdir. Fekat maksadımız bunlar değildir. Maksadımıza zarar vermedikleri için üzülecek şeyler de değildir.

Hızır aleyhisselâmın hayâtda olduğuna inanmak lâzım olupolmadığını soruyorsunuz? Âlimlerimiz bunu sözbirliği ile bildirmedi. Evliyâdan ba’zıları “rahmetullahi aleyhim ecma’în”, Hızır aleyhisselâmı gördüklerini, konuşduklarını bildirmişler ise de, böyle haberler onun hayâtda olduğunu göstermez. Rûhu insan şeklinde görülmüş, insanın yapacağı şeyleri rûhu ile yapmış olabilir. O zemân hayâtda olmuş ise, şimdi de hayâtda olması lâzım gelmez. (El-İsâbe-fî-ma’rifetissahâbe) kitâbında Hızır aleyhisselâmın yapdığı çok şeyler yazılıdır. Âlimlerin çoğu Hızır aleyhisselâmın öldüğünü bildirdi. Eğer hayâtda olsaydı, Peygamber efendimize gelir, birlikde Cum’a nemâzı kılar, sohbetinde ve cihâdlarında bulunurdu.

Vefât etmiş Velîlerin rûhları ba’zan âlem-i misâldeki sûretleri ile [insan şeklinde] görülür. Çünki, dünyâda olan herşeyin âlem-i misâlde bir sûreti vardır. Hattâ maddî olmayan ma’nevîşeylerin de orada sûretleri vardır. Âlem-i misâl, hayâlî şeyler değildir. Bu gördüğümüz madde âlemi gibi var olan bir âlemdir. Evliyânın rûhları, ba’zan kendi bedenleri şeklinde görünür. Ba’zan da bedensiz, şeklsiz olarak rûhları insanın rûhu ile buluşur, görüşür.

Rûhlar ve kabr hayâtı hakkındaki bilgiler çok ince bilgilerdir. Bunlar hakkında zan ile, tahmîn ile konuşmamalıdır. Nasslar ile [ya’nî âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile] açıkca bildirilmiş olanlara kısaca inanmalı, fazla konuşmamalıdır. Kabrde ni’metler ve azâblar olduğuna inanmalıdır. Mevtâların birbirleri ile konuşdukları da bildirilmişdir. Kabrdeki azâbdan dolayı bağırır, feryâd ederler. Feryâdlarını insanlardan ve cinden başka bütün mahlûklar işitir. Rûhları yalnız olarak da, bedenleri vâsıtası ile de feryâd eder.

İnsan tesavvufda ne kadar ilerlerse ilerlesin, kemâle gelsin, kurb-i ilâhîye kavuşsun, bedeni ile, rûhu da mahlûk olmakdan kurtulamaz. Allahü teâlâdan başka herşey hâdisdir, mahlûkdur. Var olmadan önce yok idiler. Sonra da yok olacaklardır. Müslimân olmak için böyle inanmak lâzımdır. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, Evliyânın rûhları da böyledir. Âhıretde azâbdan kurtulmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak, uymak lâzımdır. Bu kitâblara uymayan keşfler,

-378-

kerâmetler hiçbir işe yaramaz. Tesavvuf yolundan maksad, kendi nefsinin ayblarını, kusûrlarını anlamakdır ve ahkâm-ı islâmiyyeye uymakda kolaylık ve lezzet hâsıl olmakdır ve gizli olan şirkden, küfrden kurtulmakdır.

Talebelerinizin iyi hâllerini yazıyorsunuz. Bunun için, Allahü teâlâya çok şükr ediniz. Talebenizin tam müslimân olmaları, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için çalışınız! İslâmiyyetin edeblerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin edeblerini ve selef-i sâlihînin hâllerini, ahlâklarını onlara bildiriniz! Onlara va’z ve nasîhatden geri kalmayınız! Edebsizi Allahü teâlâ sevmez. Kur’ân-ı kerîmi çok okuyunuz. Nemâzlarınızı [Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları] fıkh kitâblarına uygun olarak ve huşû’ ile kılınız ve (lâ ilâhe illallah) güzel kelimesini her zemân söyleyiniz! Allahü teâlâ hepimize merhamet buyursun. Hepimize, kendi rızâsına kavuşduran iyi işler yapmak nasîb eylesin. Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlere selâm ve düâlar ederim, efendim! Şimdi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânı çok uzakda kaldığı ve kıyâmet yaklaşdığı için, her tarafa bid’atler yayıldı. Bid’atlerin zulmetleri, zararları bütün âleme yayıldı. Sünnetler unutuldu. Sünnetlerin nûrları örtüldü. Şimdi, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşduracak en kıymetli iş, unutulmuş sünnetleri meydâna çıkarmak için, ya’nî islâm ilmlerini yaymak için çalışmakdır. Kıyâmet günü Muhammed aleyhisselâmın yanında bulunmak istiyenlerin, bu yolda çalışmaları lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Terk edilmiş bir sünnetimi ortaya çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır) buyuruldu. [Ya’nî, bir din bilgisini ortaya çıkarmak, öğretmek, yaymak çok büyük sevâbdır.] Sünneti meydâna çıkarmak için ilk yapılacak şey, bu sünneti kendisinin yapmasıdır. Bundan sonra, başkalarının yapması için çalışmak gerekir.

Son nefes korkusunu yazıyorsunuz. Bu korkudan kurtulan kimse yokdur. Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” başka herkesin son nefesi şübhelidir. Son nefesde kurtulabilmek müjdesi ancak vahy ile ma’lûm olur. İyi alâmetler ve eserler ve beşâretler, son nefesin selâmetini haber verirlerse de, zann-ı gâlib hâsıl ederler. Zan, ne kadar gâlib, fazla olursa olsun, insanı bu derdden, bu korkudan kurtaramaz.

İbâdetlerimi ve tâ’atlarımı kabûl olmağa lâyık göremiyorum. Bunun için ba’zen ibâdet yapmakda gevşeklik hâsıl oluyor, diyorsunuz. Bu dünyâda ibâdet yapmak için emr olunduk. Kabûl olunur mu olunmaz mı bilmesek dahî, yapmağa mecbûruz. Hem ibâ-

-379-

det yapacağız, hem de ibâdetdeki kusûrlarımıza istigfâr edip, kabûl olması için ağlayarak, sızlayarak yalvaracağız. Bu istigfâr ve yalvarmak, belki kabûl olmasına sebeb olur. Biz kuluz. Kulluk vazîfemizi yapmağa mecbûruz. Şeytân la’în, kulluk vazîfemizi yapdırmamak için, bizi aldatmağa çalışıyor.

Size karşı olan teveccüh ve sevgimizi soruyorsunuz. Bunu bildirmeğe hâcet var mı? Sizin bize olan sevginiz, bizim size olan sevgimizin eseridir, netîcesidir. Ağaçda hâsıl olan çiçekler, meyveler, hep gövdeden gelmekdedir. Bu kâide her zemân böyle gelmişdir. Mâide sûresinin ellidördüncü âyetinde meâlen, (Onları severim. Onlar da beni severler) ve yüzondokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah onlardan râzıdır. Onlar da Allahdan râzıdırlar) buyuruldu. Kendi muhabbetini ve rızâsını, onlarınkinden önce bildirdi.

---------------------------------

Mezhebsiz kimse kendi, doğru yolu bulamaz,

etse herkesi taklid, bu da, doğru olamaz!

dinde âlim olmıyan, bir müctehid olamaz,

 

Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,

sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!

 

Rahmetin mücrîmedir, kusûrum pek çok benim,

edemem cürmüm inkâr, hâlim ma’lûmun Senin,

yüz karasıyle geldim, sürüyerek zincirim,

 

Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,

sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!

 

Yanılmış şimdi herkes, muhakkak ki hak Sensin,

gayrı yok, ibâdete yalnız müstehak Sensin!

abd-i âciz ne yapar, kâdir-i mutlak Sensin!

 

Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,

sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!

Kâdî-zâde Ahmed efendi “rahime-hullahü teâlâ” 1197 [m. 1783] de vefât etmişdir. Türkçe (Ferâid-ül-fevâid) ismindeki (Âmentü şerhi) kitâbında diyor ki, bir insan hayrlı bir iş yapıp, sevâbını her hangi bir mevtâya hediyye ederse, ona gider. İmâm-ı Taberânî “rahime-hullahü teâlâ”, (Evsat) kitâbında bildirdi ki, Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” buyurdu ki, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işitdim: (Bir kimse, tanıdığı bir meyyit –

-380-

için sadaka verse, Cebrâîl “aleyhisselâm” bu sadakanın sevâbını nûrdan tabak içinde ona götürür ve (Ey kabr sâhibi! Bu hediyyeyi senin ahbâbın gönderdi, bunu al!) der. Meyyit bu hediyyeyi alınca, sevinir. Kendilerine hediyye gönderilmiyen meyyitler, bunu görünce, üzülürler) buyurdu. [Meyyit için yapılacak en kıymetli sadaka, Ehl-i sünnet âlimlerinin bir kitâbını, bir kimseye hediyye etmekdir.]

İbni Ebiddünyâ, Amr bin Cerîrden “rahime-hümullahü teâlâ” nakl ederek buyurdu ki, bir kimse, âhırete gitmiş olan din kardeşi için düâ etse veyâ hayrlı bir amel işlese ve bunların sevâbını ona hediyye etse, bir melek bu sevâbları ol meyyite götürüp, (Ahbâbından filân kimse, bunu sana gönderdi der.) İmâm-ı Müslimin “rahime-hullahü teâlâ” Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” nakl etdiği hadîs-i şerîfde, (Bir mü’min vefât edince, bütün amelleri biter. Yalnız üç ameli bitmeyip, bunların sevâbı amel defterine yazılmağa devâm eder. Bu üç amel, sadaka-i câriyye, ya’nî devâm edici iyi işleri ve fâideli kitâbları ve kendisine hayrlı düâ eden sâlih çocuklarıdır) buyuruldu. Bütün mü’minlere hediyye edilen düâlar ve sevâblar, bunların hepsine vâsıl olur. Bir kimse, bir mü’minin kabrine gidip, ona selâm verse, kabrdeki meyyit işitip, selâmını alır, bildiği kimse ise, onu tanır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kabrleri ziyâret etmeği ve kabrdekilere selâm vermeği emr eyledi. Abdüllah ibni Abbâsın “radıyallahü anhümâ” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, tanıdığı bir mü’minin kabrini ziyâret ederek, ona selâm verse, bunu tanır ve selâmına cevâb verir) buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyâret edip, kabrin yanında otursa, meyyit sevinir) buyuruldu.

Bir mü’min, Peygamberimize “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir salevât-i şerîfe okusa, melekler o salevâtı alıp, Fahr-i âlem efendimize bildirirler. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın yer yüzünde dolaşan melekleri vardır. Ümmetimin benim için okuduğu salevâtı bana bildirirler) ve (Bir kimse, bana salât okursa, onun salâtı hemen bana bildirilir) buyuruldu. Bu iki hadîs-i şerîf, (Ba’zılarını melek bildirir, ba’zılarını ben işitirim) demekdir. Ravda-i mukaddese yanında okunan salât ve selâmı kendisi işitip selâmına cevâb verdiğini bildiren çok hadîs-i şerîf de vardır.

Peygamberlerin “aleyhimüssalâtü vesselâm” mubârek cesedleri çürümez. Bunu bildiren çok hadîs-i şerîfler vardır. Bir hadîs-i şerîfde, (Peygamberler, kabrlerinde diridirler) buyuruldu. Ba’zı âlimler, şehîdler de çürümez dedi. İmâm-ı Kurtubî “rahmetullahi

-381-

aleyh”,[1] sıkıntılara, derdlere sabr eden mü’minlerin ve ahkâm-ı islâmiyyeye uyan sâlihlerin cesedleri çürümez, dedi. Günâh işlememiş olan cesed çürümez. İlmi ile âmil olan âlimlerin ve [günâh işlemiyen, bid’at sâhibi olmıyan, ho-parlör kullanmıyan] hâfızların ve müezzinlerin ve Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” cesedleri çürümez. Hattâ bunların kefenlerine toprak te’sîr etmez. Başkalarının cesedleri çürür. Bir hadîs-i şerîfde, (Her meyyitin vücûdunu toprak çürütür. Yalnız, kuyruk sokumu denilen kemik çürümez) buyuruldu.

Rûhun nasıl olduğunu dînimiz açıkça bildirmedi. Rûh madde değildir. Sıfat da değildir. Fekat, madde gibi kendi kendine vardır. İnsan öldükden sonra, rûhu yok olmaz. Hiçbir maddeye muhtâc olmaksızın kendi kendine vardır. İdrâk etmesi, anlaması da vardır. Rûhun nereye gitdiği açıkça bildirilmedi. (Cevhere) şerhinde, İbrâhîm Lâkânî mâlikî[2] çeşidli rivâyetleri yazmışdır. İmâm-ı Süyûtî, (Şerhüs-sudûr) kitâbında ve İbnül-Kayyım-ı cevziyye dediler ki, şakî olanların, ya’nî kâfirlerin ve fâsıkların ve bid’at sâhiblerinin rûhları azâbdadır. Sa’îdlerin, ya’nî mü’minlerin, sâlihlerin rûhları ni’metler, lezzetler içindedir. Yehûdînin rûhu, yehûdîlerin rûhu ile beraberdir. [Hıristiyanların, mezhebsizlerin, kitâbsız kâfirlerin rûhları da birbirleri iledir.] Azâb olunan rûhların bulunduğu yere (Siccîn) denir. Ni’metler, lezzetler bulunan yere (İlliyyîn) denir. İlliyyînin en yüksek derecesine (Mele-i a’lâ) denir. Peygamber efendimiz, vefât ederken, son sözü, (Yâ Rabbî! Beni afv et! Bana merhamet et! Beni refîk-i a’lâya kavuşdur) oldu. Burası Peygamberlerin makâmıdır. Bunların dereceleri de farklıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râc gecesinde, Âdem aleyhisselâmı birincisemâda, Îsâ aleyhisselâm ile Yahyâ aleyhisselâmı ikinci semâda, Yûsüf aleyhisselâmı üçüncü semâda, İdrîs aleyhisselâmı dördüncü semâda, Hârûn aleyhisselâmı beşinci semâda, Mûsâ aleyhisselâmı altıncı semâda, İbrâhîm aleyhisselâmı yedinci semâda gördü. Ehl-i sünnet âlimlerinin rûhları, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” rûhlarına yakındır. Bir hadîs-i şerîfde, (şehîdlerin rûhları Arş-ı ilâhîdedir. İstedikleri zemân Cennetin diledikleri yerlerine gidip, tekrâr kendi makâmlarına dönerler) buyuruldu. Âhıret hayâtında sabâh ve akşam, gece ve gündüz yokdur. Cennet nûrânîdir. Şehîdlerin ba’zıları Cennete girmez, Cennetin yanındaki (bârık) ismindeki nehr kenârında yeşil kubbeler altındadır. Kendilerine sabâh ve akşam Cennet ni’metleri getirilir. Burada sabâh ve akşam,

---------------------------------

[1] Muhammed Kurtubî 671 [m. 1272] de vefât etdi.

[2] Lâkânî 1041 [m. 1632] de vefât etmişdir.

-382-

dünyâdaki zemâna benzetilerek, söylenmişdir. Böyle sözlere (kinâye) denir. Bir rivâyetde bütün mü’minlerin rûhları bu kubbeler altında bulunur. Şehîdler, (Dünyâdaki din kardeşlerimiz, bizim kavuşduğumuz ni’metleri, se’âdetleri bilseler, cihâda, muhârebeye koşarlardı) derler. Âl-i İmrân sûresi, yüzyetmişinci âyetinde meâlen, (Allah yolunda şehîd olanlara ölü demeyiniz. Onlar diridirler. Kendilerine, her zemân rızk verilir. Onlarda azâb olunmak korkusu yokdur. Ni’metlerden mahrûm kalmak üzüntüsü de yokdur) buyuruldu. Dünyâda onların cesedleri toprak altında kalınca, çürüyüp, fenâ kokarlar. Hayvanlar etlerini yirler. Bu hâllerini görenler, bunları acı çekiyor, azâb içinde sanırlar. Onların kavuşdukları ni’metleri, se’âdetleri anlamazlar. Şehîdler böyle diri olunca, Peygamberler de “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” elbette diri olur. Çünki, her Peygamberde şehâdet mertebesi vardır. Bir hadîs-i şerîfde, (İlm öğrenmekde iken eceli gelen kimseyi Allahü teâlâ Peygamberlerin mertebesinde karşılar) buyuruldu. Osmân bin Affân “radıyallahü anh” diyor ki, Resûlullahdan işitdim, (Kıyâmet günü, evvelâ Enbiyâ, sonra Ulemâ şefâ’at edeceklerdir) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Tâ’ûndan vefât edenler, şehîdlerin mertebesine kavuşur) buyuruldu. Tâ’ûn, vebâ hastalığı gibi sârî hastalıklar demekdir.

Bir kimse, kıyâmet günü kimler arasında bulunacak ise, kabr hayâtında da, onların arasında bulunur. Dünyâda iken kimleri seviyorsa, kimlerin arasında yaşıyorsa, kıyâmetde onlar ile berâber haşr olunacakdır. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel “rahime-hullahü teâlâ”[1] dedi ki, (Mü’minlerin rûhları Cennetdedir. Kâfirlerin rûhları Cehennemdedir). Ba’zı âlimlere göre, Cennet-ül me’vâdadırlar. Bu Cennet, Arşın altındadır. Zinâyı âdet edinen, fâiz ve yetim malı yiyenlerin ve mezhebsizlerin rûhları Cehennemde azâb içinde olurlar. Üzerinde kul hakkı bulunanların rûhları Cennete girmez. Böyle günâh işliyenlerin ve zulm edenlerin rûhları da böyledir. Evliyânın “rahime-hullahü teâlâ” ve sâlih mü’minlerin ve Ehl-i sünnet kitâblarını yayanların rûhları kabrlerine gelerek, cesedlerini ziyâret ederler. Mü’minlerin rûhları birbirlerini ziyâret ederler. Bilhâssa, Cum’a gecelerinde konuşurlar. Mü’min vefât edip, rûhu semâya çıkınca, mü’minlerin rûhları gelip, dünyâda tanıdıklarını sorarlar. Vasiyyet etmeden ölenlerin rûhlarına konuşmak için izn verilmez. [Vasiyyetlerin en kıymetlisi, Ehl-i sünnet kitâbı hediyye etmekdir.] (Ferâid-ül-fevâid)in yazısı temâm oldu.

(Se’âdet-i Ebediyye)de diyor ki, (Belâlardan, sıkıntılardan kurtulmak için, istigfâr çok okumalıdır. Ya’nî, çok (Estagfirullah) demelidir.)

---------------------------------

[1] Ahmed bin Hanbel 241 [m. 855] de Bağdâdda vefât etdi.

-383-

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlânın çok sevdiği kimse, dînini öğrenen ve başkalarına öğretendir. Dîninizi islâm âlimlerinin ağızlarından öğreniniz!)

Hakîkî âlim bulamıyan, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenmeli ve bu kitâbların yayılmasına çalışmalıdır. İlm, amel ve ihlâs sâhibi olan müslimâna (İslâm âlimi) denir. Bu üçünden biri noksan olup da, kendini âlim tanıtana (kötü din adamı, yobaz) denir. İslâm âlimi, dînin bekçisidir. Yobaz, şeytânın yardımcısıdır.[1] İstigfâr okumak, derdlere, sıkıntılara mâni’ olan sebeblere kavuşdurur. İstigfâr, (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) okumakdır.

---------------------------------

[1]  İhlâs ile amel etmek için öğrenilmeyen ilmin fâidesi olmaz. (Hadîka) cild 1, sahîfe 366 ve 367 ve (Mektûbât) cild 1. 36, 40 ve 59. cu ve 157.ci mektûblarına bakınız!