41 - Osmânlı devleti, bu senelerde dış devletlerle uğraşmakda ve ingilizlerin körüklediği isyân ateşlerini söndürmeğe çalışmakda idi. Bunun için, hicâzdaki eşkıyâya karşı, müslimânlara yardım

-352-

etmek imkânını bulamadı. [Mekteb-i sultânî müdîri Abdürrahmân Şeref beğ, 1325 hicrî ve 1909 mîlâdî senesinde basılan (Fezleke-i târîh-i devlet-i Osmâniyye) kitâbında diyor ki, (1213 [m. 1798] de fransızlar Mısrı işgâl etdi. Uzun muhârebelerden sonra Mısr 1216 da istirdâd edildi. Anadoluda ve Rumelide zuhûr eden eşkıyâ ile uğraşıldı. 1221 de Rusya Hotin ve Bender kal’alarına hücûm etdi. İngiliz donanması, bunu fırsat bilerek Marmaraya girdi. Yedi-kuleye kadar gelerek, sâhilleri top ateşine tutdu. Halîcdeki donanmanın kendisine teslîm edilmesini istedi. Başda pâdişâh üçüncü sultân Selîm olmak üzere, bütün me’mûrların gayreti ile sâhillere binden ziyâde top yerleşdirilerek, ingiliz donanmasına ateş edildi. Donanma on gün dayanamayıp kaçdı. Fekat, dâhilî düşmanlar İstanbulda ihtilâl çıkarıp, 1223 de sultân şehîd edildi. Rusya 1224 de tekrâr hücûm etdi. Bu harb 1227 Bükreş müâhedesine kadar devâm etdi.)] 1226 [m. 1811] senesinde, Sü’ûdun müslimânlara işkenceleri ve islâm dînine olan hakâretleri, dayanılmıyacak hâl aldığından, müslimânların halîfesi sultân II. Mahmûd hân-ı Adlî “rahmetullahi aleyh” Mısr vâlîsi Muhammed Alî pâşaya “rahime-hullahü teâlâ” fermân gönderip, eşkiyâyı terbiye etmesini emr eyledi. Muhammed Alî pâşa, oğlu Tosun pâşanın kumandasında bir kolorduyu, Ramezân ayında Mısrdan yola çıkardı. Tosun pâşa, Medînenin iskelesi olan (Yenbû’) şehrini aldı. Cüdeyde yolu ile Medîneye giderken, (Safrâ) vâdisi ile Cüdeyde boğazı arasında ve (1226) zilhicce ayı başında büyük bir muhârebe olup bozguna uğradı. Tosun pâşaya birşey olmadı ise de, Osmânlı müslimânlarının çoğu şehîd oldu. Muhammed Alî pâşa buna çok üzüldü. Büyük bir kolordu ile kendisi yola çıkdı. Orduda onsekiz top, üç havan topu ve pek çok silâh vardı. 1227 [m. 1812] senesinin Şa’bân ayında Safrâ ve Cüdeyde boğazlarını geçdiler. Ramezân ayında, birçok köyleri harbsiz ele geçirdiler. Muhammed Alî pâşa, çok kurnaz davranıp, bu başarıları para ile sağladı. Dahâ doğrusu, bu kurnazlığı ona şerîf Gâlib efendi “rahime-hullahü teâlâ” öğretdi. Para ile köyleri ele geçirdi. Bu yolda yüzonsekizbin riyâl dağıtıldı. Tosun pâşa da, babası gibi, şerîf Gâlib efendi ile görüşmüş olsaydı, koca bir orduyu elinden çıkarmamış olurdu. Şerîf Gâlib efendi, Mekkede vehhâbîlerin emîri idi. Fekat, Mekkenin o azgın şakîlerden kurtarılmasını gönülden istemekde idi. Muhammed Alî pâşa, Zilka’de sonunda Medîneyi de kansız ele geçirdi. Bu zaferleri, halîfe hazretlerine arz edilmek üzere Mısra bildirdi. Mısrda üç gün üç gece bayram yapıldı. Zafer müjdeleri bütün islâm memleketlerine bildirildi. Muhammed Alî pâşa, bir fırkayı da, Cidde yolundan Mekkeye göndermişdi. Bu fırka, (1228) Muharremi baş-

-353-

larında Ciddeye geldi. Mekkeye yürüdü. Şerîf Gâlib efendinin gizlice göndermiş olduğu plânlara uyarak, kolayca Mekkeye girdi. Osmânlı ordusunun Mekkeye yürüdüğü şehre yayılınca, Sü’ûdün askerleri, kumandanları ile birlikde, dağlara kaçdılar.

Sü’ûd bin Abdül’azîz binikiyüzyirmiyedi (1227) senesinde, hacdan sonra Tâife gitmiş, islâm kanı dökülen yerleri gezmiş, fesâd ocağı olan Der’ıyyeye dönmüşdü. Der’ıyyeye gelince, Medîne-i münevverenin ve sonra Mekke-i mükerremenin Osmânlıların eline geçdiğini işitince, şaşkına döndü. O sırada Osmânlı ordusu Tâife yürüdü. Tâif zâlimi olan (Osmân-ül-Mudâyıkî), askerleri ile birlikde, korkudan kaçmış olduğundan, şehr harbsiz ele geçirildi. Müjde haberi İstanbula, müslimânların halîfesine arz olundu. Sultân Mahmûd hân-ı Adlî “rahime-hullahü teâlâ” bu müjdeye çok sevindi. Allahü teâlânın bu ihsânına hamd eyledi. Muhammed Alî pâşaya teşekkürler ve ihsânlar gönderip, Hicâza tekrâr giderek eşkıyâyı teftîş ve kontrol etmesini emr buyurdu.

Muhammed Alî pâşa, sultân Mahmûd hânın fermânına uyarak, Mısrdan tekrâr yola çıkdı. Bu sırada, şerîf Gâlib efendi, Osmânlı ordusu ile birlikde Tâife gitmiş, elleri kanlı vâlî Osmânı aramağa dağılmışlardı. Plânlı davranarak, şakîyi yakaladılar. Mısra ve oradan İstanbula gönderildi. Muhammed Alî pâşa, Mekkeye gidince, Şerîf Gâlib Efendiyi İstanbula gönderdi. Yerine kardeşi Yahyâ bin Mes’ûd efendiyi “rahime-hullahü teâlâ” emîr yapdı. 1229 Muharrem ayında (Mubârek bin Magyan) şakîsi de ele geçirilip İstanbula gönderildi. Binlerle müslimân kanı akıtan bu iki şakî, İstanbul sokaklarında dolaşdırıldıkdan sonra, cezâları verildi. Yirmialtı sene Mekke emîrliği yapan şerîf Gâlib efendiye sevgi ve saygı gösterilerek Selânike gönderilmiş, orada istirâhat ederek, 1231 [m. 1815] de vefât etmişdir. Selânikde türbesi ziyâret edilmekdedir.

Hicâzın mubârek şehrleri eşkiyâdan temizlendikden sonra, Yemene kadar olan yerleri de temizlemek için bir fırka [tümen] gönderilmişdi. Muhammed Alî pâşa, kendi askeri ile bu fırkanın yardımına gitdi. Bütün oraları da temizledi. Mekkeye döndü. (1230) Recebine kadar orada kaldı. Oğlu Hasen pâşayı Mekke vâlîsi yapıp, Mısra döndü. Kadın, çocuk, binlerce müslimânın kanını akıtan ingilizlerin maşası, alçak Sü’ûd bin Abdül’azîz (1231) senesi ortalarında öldü. Yerine oğlu Abdüllah bin Sü’ûd geçdi. Muhammed Alî pâşa Mısra gelince, oğlu İbrâhîm pâşayı bir fırka asker ile Abdüllahın üzerine gönderdi. Abdüllah ibni Sü’ûd önceden Tosun pâşa ile bir anlaşma yaparak, Der’ıyye emîri kalmak şartı ile, Osmânlılara itâ’at edeceğini bildirmişdi. Fekat Muhammed Alî

-354-

pâşa, bu anlaşmayı kabûl etmemişdi. İbrâhîm pâşa, (1231) senesi sonunda Mısrdan yola çıkdı. (1232) başında Der’ıyyeye vardı. Abdüllah ibn-üs-Sü’ûd, bütün askeri ile karşısına çıkdı. Çok kanlı muhârebelerden sonra, binikiyüzotuzüç 1233 [m. 1818] Zilka’de ayında Abdüllah ibn-üs-Sü’ûd yakalandı. Bu zafer müjdesi Mısra gelince, kal’adan yüz top atılıp, yedi gün yedi gece bayram yapıldı. Her taraf bayraklarla donatıldı. Minârelerde tekbîr getirildi ve münâcâtlar okundu.

Muhammed Alî pâşa, Arabistânın mubârek şehrlerinin eşkiyâdan temizlenmesine çok ehemmiyyet vermiş, muvaffak olmak için çok uğraşmış, bu yolda, sayılamıyacak kadar altın sarf etmişdir. Şimdi de, Sü’ûdî hükûmetinin, dahâ çok altın harcıyarak sapık inançlarını bütün dünyâya yaymak çabasında olduğunu üzülerek görmekdeyiz. Mezhebsizlik felâketinden kurtulmak için, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” yazdıkları din kitâblarını okuyup, İslâmiyyeti doğru olarak öğrenmekden başka çâre yokdur.

Abdüllah bin Sü’ûd yakalandıkdan sonra, müslimânlara işkence yapan azgınlar ile birlikde Mısra gönderildi. Binikiyüzotuzdört (1234) Muharreminde, sayılamıyacak kadar çok seyirci arasında Kâhireye getirildiler.

Muhammed Alî pâşa, Abdüllah bin Sü’ûdü pek sevinçli olarak ve nezâketle karşıladı. Şöyle konuşdular:

Pâşa:

-Çok uğraşdınız!

İbn-üs-Sü’ûd:

-Harb, kader kısmet işidir.

-Oğlum İbrâhîm pâşayı nasıl gördünüz?

-Çok cesûrdur. Kurnazlığı dahâ çokdur. Biz de çok çalışdık. Fekat Allahın dediği oldu.

-Üzülme! Müslimânların halîfesine, senin için şefâ’at mektûbu

yazacağım.

-Kaderde ne varsa, o olur.

-O çekmeceyi niçin yanında taşıyorsun?

-Babamın, Hucre-i nebeviyyeden aldığı çok kıymetli eşyâları koydum. Şanlı pâdişâhımıza takdîm edeceğim.

(Pâşanın emri üzerine çekmece açıldı. (Hucre-i Nebeviyye)den çalınmış olan eşyâ görüldü. İçlerinde değer biçilemiyecek kadar süslü üç mushaf-ı şerîf ve pek iri üçyüzotuz inci, bir büyük zümrüd

-355-

ve ayrıca altın zincirler vardı). Muhammed Alî pâşa, bunları gördükden sonra sordu:

-(Hazîne-i Nebeviyye)den alınan kıymetli eşyâ bu kadar değildir. Dahâ çok şeyler olacakdır?

-Hakkınız var, devletli efendim. Fekat ben, babamın hazînesinde bunları buldum. (Hucre-i se’âdet) yağmasında babam yalnız değildi. Arab beğleri ve Mekke ileri gelenleri ve (Harem-i se’âdet) ağaları ve Mekke emîri olan şerîf Gâlib efendi, yağmada ortak idiler. Eşyâlar kapanın elinde kalmışdı.

-Evet doğrudur! Şerîf Gâlib efendinin “rahmetullahi aleyh” yanında, çok şeyler bulduk aldık.

(Şerîf Gâlib efendinin yanında bulunan eşyânın, vehhâbî yağmacılarından kurtarmak için alınıp saklandıklarını düşünmek lâzımdır. Muhammed Alî pâşanın, (Evet, doğrudur) demesi, şerîf Gâlib efendinin, yağma etdiğine inandığını değil, eşyânın az olmasının sebebini kabûl etdiğini bildirmek içindir).

Bu konuşmalardan sonra, Abdüllah bin Sü’ûd, suç ortakları ile birlikde, İstanbula gönderildi. Binlerle müslimânın kâtili olan bu azgın şakîler, (Topkapı serâyı) kapısının önünde i’dâm edilerek cezâları verildi.

İbrâhîm pâşa, Der’ıyye kal’asını yıkdı. Binikiyüzotuzbeş (1235) senesi Muharrem ayında Mısra döndü. Muhammed bin Abdülvehhâbın bir oğlu da Mısra getirilip, ölünciye kadar habs edildi.

Abdüllah ibn-üs-Sü’ûddan sonra, o soydan (Terkî bin Abdüllah) 1240 [m. 1824] de vehhâbîlere baş oldu. Babası Abdüllah, Sü’ûd bin Abdül’azîzin amcası idi. 1249 da, Sü’ûdün oğlu (Meşârî) Terkîyi öldürüp yerine geçdi. Terkînin oğlu Faysal da, Meşârîyi öldürüp, 1254 de vehhâbîlerin başına geçdi. Muhammed Alî pâşanın yeniden gönderdiği askere karşı koymak istedi ise de, binikiyüzellidört 1254 [m. 1838] senesinde mîrliva [tuğgeneral] Hurşîd pâşanın eline geçerek, Mısra gönderildi. Habs edildi. Sü’ûdün Mısrda bulunan oğlu Hâlid beğ Der’ıyye emîri yapılarak (Riyâd) şehrine gönderildi. Hâlid beğ, Mısrda Osmânlı terbiyesi ile yetişmiş, Ehl-i sünnet i’tikâdında, nâzik bir zât idi. Bunun için emîrlikde birbuçuk sene kalabildi. (Abdüllah ibni Sezyân) adında bir adam, Osmânlı devletine sâdık görünerek, birçok köyü eline geçirdi. Ansızın, Der’ıyyeye saldırıp, Necd emîri oldu. Hâlid Mekkeye kaçdı. Mısrda zindanda bulunan Faysal kaçarak, (Cebel-i Semr) emîri

-356-

İbnürreşîdin yardımı ile, Necde gidip, İbni Sezyânı öldürdü. Osmânlı devletine sâdık kalacağına yemîn ederek, 1259 da Der’ıyye emîri yapıldı. 1282 [m. 1865] senesinde ölünceye kadar va’dinde durdu.

Faysalın (Abdüllah, Sü’ûd, Abdürrahmân ve Muhammed Sa’îd) isminde dört oğlu vardı. Faysal ölünce, büyük oğlu Abdüllah, Necd emîri yapıldı. Kardeşi Sü’ûd, Bahreyn adasından topladığı kimselerle birlikde 1288 [m. 1871] de isyân etdi. Abdüllah, küçük kardeşi Muhammed Sa’îdi, Sü’ûdün üzerine gönderdi. Muhârebede Sa’îdin askeri dağıldı. Sü’ûd, bütün Necd şehrlerini ele geçirmek hulyâsına kapıldı ise de, Abdüllah, Osmânlı devletinin bir emîri olduğu için, altıncı ordu kumandanlarından ferîk [tümgeneral] Nâfiz pâşa, Sü’ûdün üzerine gönderildi. Sü’ûd ile yanındaki bütün çeteciler 1291 [m. 1874] de yok edildi. Necd ülkesi râhata ve huzûra kavuşdu. Bütün müslimânlar halîfe-i müslimîne “rahmetullahi aleyh” hayrlı düâ etdiler. 1306 [m. 1888] dan sonra, Muhammed ibn-ür-Reşîd, Necdi ele geçirdi. Abdüllahı esîr eyledi.

Yemeni elde etdikleri zemân, Tâif ile San’a şehrleri arasında (Sevvat) dağları üzerinde yaşıyan bir milyona yakın Asîrli vahşîleri dahî vehhâbî yapmışlardı. Muhammed Alî pâşa, eşkiyânın kökünü temizledikden sonra, bu dağlardaki temizliği sonraya bırakmışdı. Binikiyüzaltmışüç (1263) de Sultân Abdülmecîd hân “rahmetullahi aleyh” zemânında buralar da Osmânlıların idâresi ve kontrolu altına alındı.

Asîrlilerin, kendilerinin seçdikleri emîrleri ve Osmânlıların ta’yîn etdiği vâlîleri vardı. Yumuşak davranan vâlîlere isyân ederler, kendi emîrlerine itâ’at etmenin ibâdet olduğuna inanırlardı. Vâlî Kurd Mahmûd pâşa zemânında isyân ederek, Yemendeki Hudeyde şehrine bile saldırmışlar, öldürücü sâm rüzgârı eserek telef olmuşlardı. Binikiyüzseksenyedi (1287) de de, isyân edip, Hudeyde şehrine saldırdılar ise de, şehrde bulunan az sayıdaki Osmânlı askerleri kahramanca çarpışdıklarından, şehre giremediler. Bunun üzerine, Redîf pâşanın kumandasında bir tümen asker gönderildi. Redîf pâşanın ve Osmânlı kurmaylarının güzel plânları ve idâreleri ile sarp dağlardaki eşkiyâ yuvaları birer birer ele geçirildi. Fitne ve isyân ocakları temizlendi. Redîf pâşanın hastalanması üzerine, Yemen çöllerindeki ve Asîr dağlarındaki vahşîlerin kalkındırılması, islâm bilgilerinin ve ahlâkının oralara yerleşdirilmesi için, Gâzî Ahmed Muhtâr pâşa gönderildi.

Arabistân yarımadası, Mısr fâtihi ve ilk Türk halîfesi yavuz sultân Selîm hânın “rahmetullahi aleyh” zemânı olan 923 [m.

-357-

1517] senesinden beri Osmânlıların idâresinde kaldı. Şehrler tam bir huzûr ve râhatlıkla idâre edildi ise de, çöllerdeki ve dağlardaki göçebe, câhil olanlar, kendi şeyhlerinin ve emîrlerinin idâresi altında bırakılmışlardı. Bu emîrler, ara sıra isyân ederdi. Çoğu vehhâbî oldular. Halka saldırmağa, müslimânları soyup öldürmeğe de başladılar. Hâcıların yollarını kesip, soyarlar ve öldürürlerdi.

1274 [m. 1858] de, İngilizler Hindistânda ihtilâl çıkararak, oradaki islâm devletini yıkarken, Ciddede de fitne çıkardılar ise de, Mekke vâlîsi Nâmık pâşanın siyâseti ile sulh yapıldı.

Binikiyüzyetmişyedi (1277) senesinde bütün bu âsî ve cânî emîrler Osmânlı devletinin itâ’ati ve terbiyesi altına sokuldu.

(Mir’ât-ül-haremeyn) kitâbının yazıldığı 1306 [m. 1888] senesinde, Arabistân yarımadasında oniki milyon insan yaşadığı bildiriliyor. Çok zekî ve anlayışlı iseler de, çok câhil, soyguncu ve kan dökücüdürler. Sü’ûda tâbi’ olmaları, onların bu vahşetlerini dahâ da artdırmışdır.

Birinci cihân harbinde Osmânlılarla birlikde İngilizlere karşı harb eden emîr İbn-ür-Reşîdin büyük dedesi de İbn-ür-Reşîd idi. Bunun oğlu Alî, Medînenin şimâl şarkında bulunan Hâil şehrinde emîr idi. 1251 [m. 1835] de vefât etdi. Yerine geçen oğlu Abdüllah el-Reşîd, onüç sene emîrlik yapdı. Bunun yerine geçen büyük oğlu Tallâla 1282 [m. 1866] de, İbn-üs-Sü’ûd Faysal zehrli şerbet içirip deli oldu. Tabanca ile intihâr etdi. Yerine kardeşi Mu’teb, Hâil emîri oldu ise de, iki sene sonra, Bender bin Tallâl, amcası Mu’tebi öldürüp emîr oldu. Fekat bu da amcası Muhammed-el-Reşîd tarafından öldürüldü. Muhammed, Necdi ve Riyâdı ele geçirdi. Sü’ûd oğullarından emîr Abdüllah bin Faysalı esîr alıp Hâile götürdü. Abdüllah bin Faysalın kardeşi Abdürrahmân ve bunun oğlu Abdül’azîz kaçarak Kuveyte sığındı. Muhammed-el-Reşîd 1315 [m. 1897] senesinde vefât etdi. Yerine geçen birâderi oğlu Abdül’azîz el-Reşîd zâlim olduğundan, vehhâbîliğin yeniden zuhûruna sebeb oldu. Riyâd ve Kasîm ve Büreyde emîrleri, (El-Mühennâ) köyünde bulunan Abdül’azîz ile anlaşdılar. Abdül’azîz bin Abdürrahmân bin Faysal oniki hecinli ile Kuveytden Riyâda geldi. 1319 [m. 1901] senesinde bir gece Riyâda girdi. Abdül’azîz ibnür Reşîdin Riyâd vâlîsi olan Aclânı bir ziyâfetde öldürdü. Zulmden yılmış olan halk, bunu emîr yapdı. Böylece,Sü’ûdî devleti Riyâdda kurulmuş oldu. Üç sene çeşidli muharebeler yapıldı. Abdül’azîz ibn-ür-Reşîd öldürüldü. 1333 [m. 1915] de, Osmânlılar işe karışarak, Abdül’azîz ibn-üs-Sü’ûd Riyâd kaymakamı olmak üzere sulh yapıldı. Sonra, Reşîdîlerle Sü’ûdîler arasında Kasîmde harb olup, Abdül’azîz mağlûb oldu. Riyâda çekildi.

-358-

17 Hazîran 1336 [m. 1918] de Abdül’azîz bin Abdürrahmân İngilizlerin teşvîki ile bir beyannâme neşr etdi. Mekkedeki şerîf Hüseyn ve onunla birlikde olanlar kâfirdir. Bunlarla cihâd ediyorum diyerek Mekkeye ve Tâife saldırdı. Fekat, bu şehrleri şerîf Hüseyn pâşadan alamadı. 1342 [m. 1924] de İngilizler, Mekke emîri şerîf Hüseyn bin Alî pâşayı yakalayıp Kıbrısa götürdü. Pâşa 1349 [m. 1931] de, kapatıldığı otelde vefât etdi. Abdül’azîz bin Abdürrahmân, 1924 de Mekkeyi ve Tâifi râhatça ele geçirdi. Osmânlı devletinin idâresini ellerine geçirmiş olan İttihâdcılarla arasıılan Mekke emîri şerîf Hüseyn pâşaya karşı Medîneyi muhâfaza eden Osmânlı askerleri, Mondros mütârekesine göre, 28 Şubat 1337 [m. 1919] da Hicâzdan ayrılmış, şerîf Hüseyn pâşanın oğlu şerîf Abdüllah da Medîneye yerleşmişdi. Babası ölünce, İngilizler bunu daMedîneden çıkarıp Ammâna sürdü. 1365 [m. 1946] da Ürdün devletini kurdu ise de, 1370 [m. 1951] de Mescid-i aksâda nemâz kılarken İngilizlerin kirâlık kâtilleri tarafından öldürüldü. Yerine oğlu Tallâl geçdi. Fekat, hasta olduğundan yerini oğlu Melik Hüseyne terk etdi. Şerîf Hüseyn pâşanın ikinci oğlu şerîf Faysal, 1339 [m. 1921] da Irâk devletini kurdu. 1351 [m. 1933] de vefât etdi. Yerine oğlu Gâzî geçdi. Bu da, 1939 da, yirmibir yaşında ölünce, yerine oğlu İkinci Faysal Irâk meliki oldu. Fekat, 1958 Ağustosunun ondördüncü günü ihtilâlinde general Kâsım tarafından, yirmiüç yaşında iken öldürüldü. İkinci bir ihtilâlde Kâsım da öldürüldü. Irâk ve Süriye devletleri, çeşidli ihtilâller sonunda sosyalist (Ba’s) partisinin eline geçdiler ve Rusların kolonisi hâline geldiler.

Abdül’azîz bin Abdürrahmân, Medîneye çok saldırdı. 1926 hücûmunda, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek türbesini de bombaladı. Fekat, şehre giremedi. 1344 ve 9 Eylül 1926 da İstanbulda çıkan Son Sâat Gazetesi, şu haberi vermişdi:

MEDÎNE BOMBARDIMANI

İbn-üssü’ûd Abdül’azîz tarafından Medîne-i münevverenin bombardıman edilmesi, Hindistân halkı arasında galeyân yapdığını yazmışdık. Hindistânda çıkan (The Times of İndia) diyor ki:

(Son zemânlarda Medîneye hücûm ve Kabr-i Nebevîyi bombardıman haberlerinin Hind müslimânlarında husûle getirdiği te’sîri hiçbir hâdise vücûde getirmemişdir. Hindistânın her tarafında bulunan müslimânlar, bu hâdise dolayısı ile, o makâm-ı mukaddese nederece hurmetkâr olduklarını göstermişlerdir. Hindistânda ve Îrândaki bu mühim te’essürât, hiç şübhesiz İbni Sü’ûd üzerinde te’sîr yapacak ve onu bütün islâm memleketlerinin nefretini kazanma-

-359-

mak için, böyle alçak hareketlerde bulunmakdan men’ edecekdir. Hind müslimânları İbnüssü’ûda bu fikrlerini açıkça bildirmişlerdir).

Birinci cihân harbinde, Osmânlı devletini eline geçirmiş olan (İttihâd ve Terakkî) komitacıları din câhili idi. İslâmiyyetden ve islâm terbiyesinden ve islâm ahlâkından mahrûm idiler. İş başındakilerin çoğu ingiliz masonu idi. İmperatorluğun her tarafında yapdıkları gibi, Arabistânda da, millete zulm, işkence yapılmasına sebeb oldular. Müslimânlara kan kusdurdular. Sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahi aleyh” zemânında adâlete, merhamete, ihsâna ve saygıya alışdırılmış olan Arabistân ehâlîsi, Türkleri kardeş gibi severlerdi. İttihâdcıların sebeb olduğu zulm, işkenceler karşısında şaşkına döndüler. Mekke emîri şerîf Hüseyn bin Alî pâşanın “rahmetullahi aleyh” akrabâsı ve dâmâdı ve birçok arab beğleri, Cemâl Pâşa tarafından Şâmda işkence ile öldürüldü.

(İttihâdcılar) adındaki hareket ordusu, Selânikden İstanbula gelince, ilk iş olarak, Londradaki müstemlekeler nezâretinin emri ile, son islâm halîfesi olan sultân ikinci Abdülhamîd hânı “rahmetullahi aleyh” tahtından indirerek, devlet işlerini kendi ellerine aldılar. Devlet işleri, ingiliz masonlarının yetiştirdikleri İslâm düşmanlarının eline geçdi. Halîfe zemânında iş başında bulunanları ve ilm adamlarını ve yazarları, kimini zindanlarda çürüterek, kimini kapıdan, câmi’den çıkarken arkalarından vurdurarak öldürdüler. Halîfe yapdıkları sultân Reşâdı “rahmetullahi aleyh” kukla gibi ve işbaşına getirdikleri meb’ûsları, tabanca tehdîdi ile, maşa gibi kullandılar. Memleketi harbden harbe, felâketden felâkete sürüklediler. Dîni, islâmiyyeti bırakarak, işkencelere, eğlencelere, sefâhete koyuldular. Dolu-dizgin giden bu kudurmuşca akıntıya (dur!) diyen hamiyyetli vatandaşları, ilerisini gören hâlis müslimânları sürdüler, asdılar. Bu uyanık müslimânlardan biri, şerîf Hüseyn bin Alî pâşa idi “rahmetullahi aleyh”. Sultân Abdülhamîd hân “rahmetullahi aleyh” zemânında, İstanbulda mühim makâmlarda bulunan şerîf Hüseyn pâşa (Mîr-i mîrân) ya’nî Beğlerbeği rütbesini taşıyor, halîfeye ve devlete hizmetlerde bulunuyordu. İttihâdcıların, memleketi (Birinci cihân harbi) felâketine sürüklemelerine karşı çıkdığı için (Mekke emîri) vazîfesi ile İstanbuldan uzaklaşdırılmışdı. Enver pâşanın 22 Zilhicce 1332 ve 29 Teşrîn-i evvel 1914 de hâzırlatıp sultân Reşâda “rahmetullahi aleyh” imzâ etdirdikleri harb karârına (Cihâd-ı ekber) adını takarak bütün islâm memleketlerine dağıtdılar. Zevallı sultân Reşâd kendini hakîkî halîfe sanıyor. Arasıra müslimânlıkla bağdaşmıyan emrleri imzâlamağa zorlanınca, yakınlarına, (Yâhû bunlar beni hiç dinlemiyor) diyerek, ortada

-360-

dönen dolapların farkına vardığını anlatmakdan geri kalmıyordu.

Şerîf Hüseyn pâşa “rahmetullahi aleyh” ittihâdcıların bir yandan dinden, îmândan ve din düşmanları ile cihâddan söz ederken, öte yandan da koca imperatorluğu parçalamağa sürüklediklerini, binlerce müslimân gencini ateşe atdıklarını anlıyor, daldıkları gafletin ve sefâhatin, hiç de sözlerine uymadığını görüyor. Milleti bu eşkiyânın elinden ve memleketi başımıza gelecek vahîm neticelerden kurtarmak yollarını arıyordu. Cemâl paşânın Şâmda yapdığı çılgınca eğlenceleri ve şerîf hânedânından kıymetli kimseleri öldürdüğünü işiterek, oğlu şerîf Faysal efendiyi Mekkeden Şâma gönderdi. Faysal efendi, bütün bu kötülüklerin vâkı’ olduğunu anlayıp babasına bildirince, şerîf Hüseyn pâşa, artık dayanamadı. Bütün müslimânlara işin içyüzünü bildirmek için, 25 Şa’bân 1334 [m. 1916] târîhli birinci beyânnâmesini ve 11 Zilka’de 1334 de ikinci beyânnâmesini neşr etdi. İttihâdcılar, bu haklı çağrıya (İsyân beyânnâmesi) dediler. İstanbulda çıkan ittihâdcı gazetelerdeki kirâlık kalemler, Şerîf Hüseyn pâşaya ağza ve akla gelmiyen küfr ve iftirâları savurdular. Fekat hâdiseler şerîf Hüseyn pâşanın haklı olduğunu gösterdi. İttihâdcılar, şerîf Hüseyn pâşanın beyânnâmelerinden uyanacakları yerde, onu vatan hâini i’lân etdiler. Üzerine alaylar gönderdiler. Senelerce kardeşi kardeşe boğdurdular. Mekkeyi ve Medîneyi o hâlis müslimânlara, sevgili Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” oğullarına vermemek için, çok ma’sûmun şehîd düşmelerine sebeb oldular. Bununla da kalmayıp, o mubârek yerleri, islâm kâtili, çöl eşkıyâsı, câhil, zâlimlere kapdırdılar. İttihâdcılar, koca Osmânlı İmperatorluğunu da düşmana teslîm edip kaçdılar. 30 Ağustos 1340 [m. 1922] târîhindeki Türk istiklâl zaferi olmasaydı, türklük ve müslimânlık onun dediği gibi, büsbütün yok olacakdı. İngilizlerin Sevr muâhedesi ile sapladıkları hançer, âlem-i islâmı mahv edecekdi.

Aşağıdaki iki beyânnâme dikkat ile okunursa, şerîf Hüseyn pâşanın hiç de (Arab istiklâli) diye birşey düşünmediği anlaşılır. O, kavmiyyeti değil, bütün müslimânların islâm bayrağı altında kardeşçe yaşamalarını istiyordu. İttihâdcıların gazeteleri, kara köpeklere arab arab derken, arab saçı, arab sabunu gibi sözlerle ve kara fatma böceği gibi uydurma ismlerle arab milleti ile alay ederken, Mekkedeki ve Medînedeki temiz müslimânlar, bütün islâm milletlerinin kardeş olduklarına inanıyor, hepsini kardeş gibi seviyorlardı. Ne yazık ki, ittihâdcı komitacılarda bu îmânlı rûh ve bu güzel anlayış yokdu. Onlar, bu hâlis müslimânlara âsî derken, isyân hâlinde olan, Türk askerine saldıran ve Osmânlı topraklarını

-361-

kapışmakda olan kimselere, birşey demiyorlardı. Mekkedeki Peygamberler soyundan olan temiz müslimânlar ile boğuşmağı tekrâr tekrâr emr eden ittihâdcılar, ısyân hâlinde olan Abdül’azîz bin Abdürrahmân bin Faysala dostluk mektûbları yazarak, (Askerinle Medîneye gel! Berâberce Mekkeye gidelim. Padişâha isyân etmiş olan Emîr Hüseyni yakalıyalım) diyordu. Abdül’azîz, bu mektûblara cevâb bile vermedi. Çünki o, Türklerin Mekkeye girmesini istemiyordu. Kendisi İngilizlerle anlaşmış olup, Arabistânın kendisine verileceği zemânı bekliyordu. Öyle de oldu. Abdül’azîz, o sıralarda, Bahreyn adalarında bulunan İngiliz kumandanı ile anlaşmış, İngilizlerden aldığı silâhlarla, Basra körfezi sâhilindeki Osmânlı şehrlerine saldırıp ele geçirmek çabasında idi. Şöyle ki:

Necd çöllerindeki Abdül’azîz ile ibn-ür-Reşîd kabîlelerinin senelerce döğüşerek kan dökmelerine son vermek için, Fârûkî Sâmi pâşa (Kasîm) mutesarrıfı yapıldı. Abdül’azîz, Sâmi pâşayı ve Türk askerlerini bir hücûmda esîr almak, bağlayıp Riyâda götürmek üzere sû-i kasd hâzırladı ise de, Kasîm şehrindeki şeyhler, devletle başa çıkılmaz diyerek, mâni’ oldular. Abdül’azîz, Sâmi pâşaya, (Kasîm bu kadar askeri besliyemez. Aç kalırsınız. Medîneye dön) dedi. O da, bu sözü dost nasîhati sanarak, Medîneye çekildi. Asker çekilince, Abdül’azîz, Kasîm kal’asındaki Osmânlı sancağını indirdi. Kasîmi böyle ele geçirdikden sonra, Necd Mütesarrıflığının merkezi olan (El-Hâssa)ya saldırarak, Osmânlılardan zorla aldı. İttihâdcılar Abdül’azîzi beğeniyorlar, ona birşey demiyorlar. Bilhâssa dinde reformcu olan Basra meb’ûsu Tâlib-ün-Nakîb, onun bu saldırılarını hizmet kılığına sokuyordu. Abdül’azîz, o sırada ibn-ür-Reşîde saldırdı ise de mağlûb ve perîşân oldu. Sü’ûd oğullarından çoğu öldü. Abdül’azîzden alınan ganîmetler arasında İngiliz silâhları ve birçok şapka vardı. Abdül’azîzin bu darbeyi yimesi, Mekke ve Medîneye saldırmasını gecikdirdi. Fekat, İngilizlerin ve meşhûr câsûs yüzbaşı Lavrensin körüklemesi ile 17 Hazîran 1336 [m. 1918] de şerîf Hüseyn pâşaya harb i’lân ederek, Mekkeye saldırdı. Fekat, mağlûb olarak Necde çekildi. 1342 [m. 1924] de, Mekke ile Tâifi ve 1349 [m. 1931] de Medîneyi İngilizlerden teslîm aldı. 1351 [m. 1932] Eylül ayının 23. cü günü de (Sü’ûdî Arabistân devleti)ni kurdu.

[Abdül’azîz bin Abdürrahmân 1373 [m. 1953] de ölünce, yerine oğlu Sü’ûd geçdi. Sü’ûd oğullarının yirmincisi olan bu adam, sefâhate düşkün idi. Atinada içkili kadınlı sefâhet sürerek 1384 de öldü. 1964 de, kardeşi Faysal bunun yerine geçdi. Faysal, petrol şirketlerinden ve hâcılardan her sene aldığı milyonlarca altını, vehhâbîliği yaymak için, her memlekete saçdı. 1395 [m. 1975]

-362-

Mart ayında, yeğeni tarafından, Riyâddaki serâyında öldürüldü. Yerine kardeşi Hâlid geçdi. Hâlid 1402 [m. 1982] de öldü. Yerine kardeşi Fahd geçdi. Fahd, 1417 [m. 1996] de felç olarak kıpırdayamaz hâlde, İspanyadaki serâyında tedâvî edilmekde iken öldü.]

Medîne muhâfızları Basrî ve Fahrî pâşalar, Abdül’azîzin bu hıyânetlerini yakından gördükleri hâlde, ittihâdcılardan aldıkları emrlere uymağı vazîfe sayarak, şerîf Hüseyn pâşayı ve oğullarını âsî ilân etdiler. Kardeşi kardeşe boğdurmağa âlet oldular. Hicâz vâlî ve kumandanı Gâlib pâşa din bilgisi kuvvetli, ileri görüşlü, tecrübeli bir kumandan olup, ittihâdcıların emrlerine aldanmadı. Uzun ve esâslı inceleme ve araşdırmalar yaparak şerîf Hüseyn pâşanın haklı olduğunu ve iki Beyânnâmesini din ve millet sevgisi ile yazmış olduğunu anladı. şerîf Hüseyn pâşaya yapılan iftirâlara karşı aşağıdaki günlük emri yayınladı:

Emîr hazretlerinden hiçbir sûretle şübhe edilmemelidir. Böyle bir ısyân çıkarması ihtimâli aslâ yokdur. Bu yolda çıkarılan sözlerin hiçbiri doğru değildir. şerîf Hüseyn pâşa, halîfe-i müslimîne tâm bir itâ’at ile bağlı olup, ömr-i şâhânelerinin uzaması için her zemân düâ etmekdedir.

Gâlib pâşa, bu yazısından, ittihâdcı eşkıyâsının elebaşılarından olan dördüncü ordu kumandanı Cemâl pâşaya ve İstanbula da gönderdi. Bu yazısında şerîf Hüseyn pâşanın, hâlis müslimân olduğunu, da’vâsında haklı olduğunu açıkça savunmuşdu. Fekat ne yazık ki, ittihâdcılar şerîf Hüseyn pâşayı ve oğullarını, kendilerine büyük bir mâni’ görüyorlar. Bunların milleti uyandırarak, işkence ve taşkınca davranışlarına son verileceğinden çok korkuyorlardı. şerîf oğullarını âsî durumuna sokmak için, iğrenç hîleler hâzırlandı. Medînedeki kahraman Türk subaylarına savaş emri gönderildi. Senelerce kardeş kanı akıtıldı. şerîfleri âsî, hattâ hâin sanarak onlara ateş açan ma’sûm subayların çoğu, sonunda aldatıldıklarını anladılar. Başlarında fırka kurmay başkanı albay Emîn beğ olmak üzere, yüzlerce subay birleşip, (Merkez hey’eti) kurdular. Çeşidli beyânnâmeler dağıtarak, Hicâzda oynanan cinâyetleri bildirdiler. (Kumandan ve dalkavukları yalan söylüyorlar. Arab-Türk, iki millet olarak bundan sonra da kardeş gibi yaşıyacakdır. Zâten kardeş değil mi idik? Târîh ve din bağları ile birbirimize bağlı değil miyiz? Kavm-i necîb-i arab istiklâlîni kazanmakla düşmanımız olabilir mi? Onlara da sorarsanız “Hayır!” diyeceklerdir. Elbirliği ile çalışacağız. Askerlerimizi Yenbû’ iskelesine kadar göndermek için şerîf hazretleri develer hâzırladılar. Hastalarımıza ilâclar gönderdiler. Hepimizin sâhile kadar râhat naklini düşündüler. Bun-

-363-

dan büyük insâniyyet olur mu? Bundan büyük kardeşlik olur mu? Böyle yapmayıp, Medîneden Yenbû’ iskelesine yürüyerek gidiniz deselerdi, hayır biz kahramanız, asarız, keseriz, otomobil isteriz mi diyecekdik? Bundan sonra maksadsız olarak ölmeği göze almak yiğitlik değildir. Bu yazımız, hakîkati anlıyamıyanlar içindir. Ekseriyyet anlamışdır. Bu zulme, hazret-i Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” dahî evet der mi?) dediler.

Medîne muhâfızı Fahreddîn pâşa, hâlâ ittihâdcı hükûmetin emrine uymakda ısrâr ediyordu. Türk subayları, 10 Kânûn-i sânî 1337 [m. 1919] sabâhı pâşanın yatak odasını sardılar. Yâveri mülâzim-i evvel [üsteğmen] Şevket beğ gürültüyü işitince, dışarı çıkdı. Mîralaylar, kaymakamlar, binbaşılar, yüzbaşılar, mülâzımler, seçilmiş piyâde ve jandarma neferleri merdivenleri çıkıyorlardı. Yâveri götürdüler. Odaya girenler, pâşanın bileklerini yakaladı. Dışarı çıkarılıp otomobile bindirildi. İki subay arasında, Yenbû’ iskelesine götürüldü. Subaylar ve askerler, anavatana İstanbula kavuşmak sevinci içinde idi. Fekat, İngilizler hepsini Mısra götürdü. Mısrda altı ay ingiliz esâretinde kaldılar. Pâşa, 5 Ağustosda, harb suçlusu olarak, Maltaya götürüldü. İki sene orada bırakıldı. Bu kahraman Türk kumandanı, ittihâdcıların çılgınca verdikleri emrlere uymağı bir vatan borcu bildiği için, Medînede hareketsiz kalmış, azılı islâm düşmanı İngilizlerle döğüşmek fırsatını bulamamışdı. İttihâdcılar, hükûmeti ele geçirdikden sonra, kahramanlar yurdunu parçalamakla kalmayıp, Fahreddîn pâşa gibi nice vatan evlâdlarının düşman zındanlarında, senelerce inlemelerine sebeb oldular. Mekke ve Medîne gibi mubârek yerlerimizi, Peygamber efendimizin soyundan, hâlis müslimân şerîf evlâdına vermemek için, binlerce ma’sûm Türk ve müslimân kanı dökülmesine sebeb oldukdan başka, o mubârek toprakları, hakîkî müslimânların ve Türklerin târihî düşmanı olan, elleri kanlı, kalbleri katı kimselere bırakdılar.

ŞERÎF HÜSEYN PÂŞANIN
BİRİNCİ BEYÂNNÂMESİNİN TERCEMESİ

Târîhi iyi bilenler pek iyi anlar ki, islâm birliğinin kuvvetlenmesi için, islâm âmirlerinden ve hâkimlerinden (devlet-i aliyye-i Osmâniyye)ye ilk olarak bî’at edenler, bağlananlar, Mekke-i mükerreme emîrleridir.

Osmânlı sultânlarının (Kitâbullah) ve (Sünnet-i Resûlullah)ı icrâ ve islâmiyyete uymakdaki gayretleri ve bu uğurda vücûdlarını fedâ etmeleri dolayısıyle, bu (arab emîrleri), Osmânlılara her zemân sıkı bağlandılar. Hattâ, 1327 [m. 1909] senesinde ben, arablardan meydâ-

-364-

na gelen bir kuvvetle, arabların üzerine yürüyerek devlet-i Osmâniyyenin şerefini ve haysiyyetini muhâfaza için (Ebhâ)nın kuşatılmasını kaldırmağa çalışdım. Ertesi sene, aynı maksadla oğullarımdan birinin kumandasında o hareketi icrâ eyledim. Herkesin bildiği gibi, bu büyük gâyeden hiç ayrılmadım.

(İttihâd ve Terakkî Cem’ıyyeti)nin ortaya çıkması ve devlet işlerini eline alması ve temelinden bozuk olan idâresi, dâhilde ve hâricde birçok karışıklıklara ve herkesin bildiği üzere, birçok muhârebelere sebebiyyet vermiş, devletin azametini ve kuvvetini sarsmış, hele son harbe gereksiz atılmakla, memleketi gâyet tehlükeli bir hâle sürüklemişdir. Bu acı durumu görmiyen, anlamıyan yokdur. Anlatmağa hâcet kalmamışdır.

Biz, bütün Ehl-i islâmın bu büyük islâm devletine olan bağlarının gevşemesini, üzülmelerini ve sıkılmalarını görmek istemiyoruz. Memleketimizin elimizde kalan parçasındaki müslimân ve gayr-i müslim vatandaşların i’dâm edilerek, zindanlarda çürütülerek ve yurdlarından sürülerek, Osmânlı milletinin birliği bozulmuş, böylece halkın, malına, canına emniyyeti bırakılmamışdır. Bu son muhârebeye katıldıkdan sonra, (Mukaddes topraklar)da bulunan ehâlînin çekdikleri sıkıntı o kadar büyükdür ki, orta hâlli olanlar evlerinin kapı ve pencerelerini ve bütün ihtiyâc eşyâsını satdıkdan sonra, damındaki tahtaları da satmağa mecbûr olmuşlardır.

İttihâdcılar bu kadarla da kalmıyarak, saltanat-ı seniyye-i Osmâniyye ile bütün müslimânların arasında yegâne bağ olan (Kitâbullah) ve (Sünnet-i seniyye)yi bozmağa kalkışmışlar ve (Saltanat-ı seniyye)nin başkentinde sadr-ı a’zam, şeyh-ul-islâm ve bütün vezîrlerin ve senatörlerin gözü önünde yayınlanan (İctihâd) gazetesi, Peygamberimize çirkin yazıları ile hakâret etmekden çekinmediği gibi, kimsenin ses çıkaramamasından yüz bularak, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini değişdirmeğe dahî kalkışmış, (Mîrâs bölümü)nü bildiren âyet-i kerîme ile alay etmek küstahlığında bulunmuşdur. [Bu küstahca yazı ve yazarının Ziyâ Gökalp olduğu (Fâideli Bilgiler) kitâbının, (Doğruya İnan, Bölücüye Aldanma) kısmında [197.ci sahîfede] bildirilmişdir.]

Bunlardan başka, islâmiyyetin beş esâsından birini yıkmağa kalkışmışlardır. şöyle ki: Güyâ rus ordusu karşısında harb eden askerlere benzemek üzere, (Mekke-i mükerreme) ve (Medîne-i münevvere) ve (Şâm)da bulunan müslimân askerlerinin Ramezân-ı şerîf ayında oruc tutmamalarını emr etmişlerdir. Buna benzer birçok islâmî esâsları yıkmakdan ve Allahü teâlânın yasak etdiği şeyleri yapmakdan ve yapdırmakdan çekinmemişlerdir.

Şevketli yüce sultânımızın “rahmetullahi aleyh” bütün haklarını elinden aldıkları gibi, serâya bir başkâtib seçmek ve ta’yîn etmek hakkını dahî (Zât-ı şâhâne)den esirgemişlerdir. Osmânlı sultânını müslimânların işlerine bakmak hakkından da mahrûm ederek, kendi

-365-

yapdıkları ve dünyâya i’lân eyledikleri anayasayı kendileri çiğnemişlerdir. Osmânlı pâdişâhını anayasanın vermiş olduğu selâhiyyetlerden, mahrûm bırakmışlardır. Bütün müslimânlar ve bütün yabancılar, bu alçak davranışları görmekde ve iğrenmekdedirler. Böyle, islâmiyyeti yıkıcı işler karşısında, şimdiye kadar hep anlamamazlıkdan gelmemiz, iyiye yormamız, müslimânlar arasına fitne ve ayrılık tohumları saçılmaması için olmuşdur.

(Devlet-i aliyye-i Osmâniyye)nin idâresi, Enver ve Cemal ve Tal’ât pâşaların ellerinde kaldı sözünün memleketin her tarafına yayılması, boş yere değilmiş. Bunun ne demek olduğu, gün geçdikce açığa kavuşmakdadır. İstediklerini yaparlar, dilediklerini yapdırırlar. Onların emrleri, anayasanın, kanûnların üstündedir, demek olduğunu herkes iyice anladı. Mekke (Mahkeme-i şer’ıyyesi kâdîsı)na gönderdikleri bir emrde, hâkim huzûrunda şehâdetlerin dinlenmesi ve hâkim huzûrunda yazılmıyan tezkiyelerin kabûl edilmemesi yazılıdır. Bu emr, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilen, müslimânlar arasında tezkiye yapılmasını ortadan kaldırmakdadır.

Bunlardan başka, meşhûr islâm âlimlerinden ve arab vatandaşların büyüklerinden emîr Ömer-el Cezâirî ve emîr Ârif-el-Şehâbî ve Şefik beğ ve el-Müeyyed Şükrü beğ ve Asenî ve Abdülvehhâb ve Tevfîk beğ ve el-Besat ve Abdülhamîd Zerâvî ve Abdülgani-el-Arisî’ler ve bunlar gibi dahâ nice kıymetli ve fâideli kimseler, mahkemesiz ve kanûnsuz, asılıyor, kurşuna diziliyor. Serhoş iken, şu’ûrsuz iken verilen emrlerle birçok ocaklar söndürülüyor. Katı kalbli, taş yürekli diktatörlerin bile yapamıyacağı bu cinâyetlerde ufak bir ma’zeret bulsam bile bunların geride kalan günâhsız, ma’sûm âilelerinin, kadınlarının, çocuklarının yurdlarından, yuvalarından uzaklaşdırılmasına, sürülmelerine, böylece, felâket üstüne felâket, musîbet üstüne musîbet çekdirilmelerine ne ma’zeret gösterilebilir?

Âile reîslerinin her ne sebeble olursa olsun öldürülmeleri, zındanlarda çürütülmeleri, evlerini, evlâdlarını cezâlandırmağa kâfi iken, bunları ayrıca sürüp inletmek hiçbir sûretde mantıka, adâlete, insanlığa sığacak birşey olmadığı meydândadır. En’âm sûresi, yüzaltmışdördüncü âyetinde meâlen, (Hiç kimse başkasının suçu ile cezâlandırılmaz!) buyuruldu. Adâlete ışık tutan bu emr meydânda iken, ittihâdcıların o canavarca hareketleri, hangi formül ile bağdaşdırılabilir? Bu ikinci cinâyeti de bir siyâsî sebebe bağlıyarak, bir maddeye uydurabilsek bile, âile reislerini gayb eden kadınların ve çocukların mallarının, mülklerinin ellerinden alınmasına ne denilebilir? Haydi bu en alçak hareketlerine de susalım. Milletin, memleketin selâmeti için, ma’sûmları, mazlûmları korumak vazîfemizi de ihmâl edelim. Fekat, meşhûr mücâhid, kahraman emîr Abdülkâdir Cezâyirî’nin nâmûs-u mücessem, iffetli ve şerefli kızının tahkîr edilmesine, haysiyyet ve nâmûsu ile oynanmasına ne sebeb gösterilebilir? Oynatılacak, eğlenilecek bayağı kadınlar bulunamadı da, târîhin vesîkalandırdığı, müslimânların

-366-

gözbebeği mubârek hanımların asâletine, şereflerine saldıranların düşünce ve hedeflerini anlamıyacak kimse var mıdır?

İttihâdcıların kanûn, ahlâk, insâf dışı taşkın ve şaşkın hareketlerinden herkesin bildiği birkaç fâci’ayı yukarıda bildirdik. Bunları bütün insanlık âlemine ve bütün îmânlı kardeşlerime duyuruyorum. Okuyanlar, anlıyanlar, vicdânlarından doğan hükmü vereceklerdir. Bu komitacıların islâmiyyeti nasıl anladıklarını ve işi nereye kadar götürmek istediklerini bildirmek için, bütün müslimânların kalblerini sızlatan çok alçak, pek küstah bir davranışlarını da yazmadan geçemiyeceğim:

Mekke-i mükerreme halkının, cânlarına ve nâmûslarına yapılan saldırıların durdurulması için hâzırladıkları gösteri yürüyüşünde, bir ittihâdcı kumandanın emri ile (Kal’a-i Ciyâd)dan müslimânların kıblesi ve mü’minlerin Kâ’besi olan (Beytullah) üzerine atılan topların iki mermisinden birisi (Hacer-ül-esved) mukaddes taşına bir metre, ikincisi üç metre yakın yere isâbet etmişdir. (Kâ’be-i mu’azzama)yı örten (Sütre-i şerîfe) de bu mermilerden ateş almışdır. Vatandaşlar (Kâ’be-i mu’azzama) kapısını açarak ve üstüne çıkarak yangını söndürmek mecbûriyyetinde kalmışlardır. Bu sırada yangını gördükleri hâlde, (Makâm-i İbrâhîm) ve (Harem-i şerîf) mescidi üzerine sürekli topçu ateşi yapılmış, bir kaç müslimânın şehîd olmasına sebeb olmuşlardır. Halk, günlerce mescide girememiş, nemâz kılınamamışdır. Müslimânların mescidlere ve (Kâ’be-i mu’azzama)ya hurmet etmeleri ve ta’zîm eylemeleri lâzım iken, böyle hakâret ve tahrîb etmeğe kalkışan kimselerin îmânlarının ve düşüncelerinin nasıl olabileceğinin anlaşılmasını bütün dünyâdaki müslimânlara bırakıyorum. İslâm dîninin ve bütün vatandaşlarımın geleceğini, bu zihniyyetde ve bu inançda olan ittihâdcıların elinde oyuncak olarak bırakamayız. Allahü teâlâ, milletimizi gâfil avlanmakdan muhâfaza buyurdu. Hicâz müslimânları, şimdi kendi çalışması ile istiklâlini kazanmış, bu yiğitler diyârına musallat olan ittihâdcı komitacılarından memleketi kurtarmağa karâr vermişdir. Hiçbir dış ülke ile anlaşmıyarak ve böyle bir yardımı kabûl etmiyerek, kendi îmân kuvveti ve târîhde şanlı sahîfeler bırakan, kahramanlığı ile tam ve mutlak bir istiklâle kavuşmuşdur.

Ehl-i islâmın üzerine musallat olan ittihâdcı komitacılarının zulmü, işkencesi altında inliyen memleketlerden ayrılarak (Dîn-i islâm)ı korumakdan ve (Kelime-i tevhîd)i yükseltmekden ibâret olan mukaddes gâyemize doğru ilerliyoruz. İslâmiyyete yakışan ve uygun olan her dürlü fen bilgilerini öğreneceğiz. İleri sanâyi’ kuracağız. Medeniyyet yolunda can ile, baş ile çalışacağız. Bütün islâm âlemindeki din kardeşlerimizin, vâcibi, vazîfeyi îfâ için olan bu hareketimizi kardeşçe destekliyeceklerini ve bu mukaddes cihâdımızda bize yardımcı olacaklarını beklemekdeyiz.

Ellerimizi rablerin rabbi olan yüce Allahımıza kaldırarak, bize

-367-

doğru yolu göstermesi ve bu yolda başarıya kavuşdurması için Onun yüce Peygamberi hurmetine düâ ve istirhâm ediyoruz. Onun yardımı her yalvarana yetişir ve yeter. O çok iyi yardım edicidir.

25 şa’bân, sene 1334 (1916)

Mekke-i mükerreme emîri

Şerîf Hüseyn bin Alî      

ŞERÎF HÜSEYN PÂŞANIN
İKİNCİ BEYÂNNÂMESİNİN TERCEMESİ

Birinci beyânnâmede bildirilen sebeblerden dolayı harekete geçen biz Hicâzlıların gayret ve fikrlerinde, ba’zılarının tereddüde düşebileceğini düşünerek aydın vatandaşlar ve bilgili müslimânlar için bu ikinci beyânnâmeyi de yayınlamağı uygun gördüm. Açık ve pek yeni delîller, vesîkalar göstererek, milletimizi uyarıyorum.

İleriyi görebilen müslimânlar ve Osmânlı topluluğunun bilgili ve tecribeli olanları ve bütün dünyânın akllı ve anlayışlı olanları, Osmânlı devletinin umûmî harbe girmiş olmasına râzı değildirler. Bunun başlıca iki sebebi vardır:

Birincisi dâhilî sebeblerdir. Devlet-i aliyye-i Osmâniyye, (Trablusgarb) ve (Balkan) muhârebelerinden pek yakın zemânda çıkmış, bu savaşlarda askerî ve ekonomik kuvvetleri pek yıpranmış, hattâ bozulmuş ve güç kaynağı olan millet za’îflemişdir. Osmânlı milletinin askerleri yurdlarına dönerek çoluk çocuklarının nafakasını kazanmak için çalışmağa başlar başlamaz, birbiri arkasından tekrâr silâh altına çağrılmış, bu hâl millet için bir felâket olmuşdur. İttihâdcıların yeniden katıldıkları umûmî harb ise, öncekilerle ölçülemiyecek derecede korkunç ve yıkıcı olduğundan, yıpranmış bir milletin sırtına ağır vergiler ve işkence şeklinde vazîfeler yükleyerek böyle tehlükeli bir harbe milleti sürüklemek akl işi değildir.

İkinci sebeb hâricîdir. İttihâdcıların kurduğu hükûmet, harb eden iki tarafdan kendine ortak olanı seçerken çok yanılmışdır. Osmânlı devleti, bir islâm devletidir. Topraklarının coğrafî yeri pek mühim ve genişdir. Sâhilleri, kara sınırlarından dâha fazladır. Bunun için, Osmânoğulları, o yüce sultânlar, hemen her zemân, milletlerinin çoğu müslimân olan ve denizlere hâkim bulunan devletlerle işbirliği yapmışlardır. Bu siyâsetleri, hemen hemen her zemân başarı sağlamışdır. İttihâdcıların tecribesiz ve bilgisiz önderleri, görünüşe kapılarak ve ingilizlerin köksüz, yaldızlı sözlerine aldanarak, Osmânlı sultânlarının “rahmetullahi aleyhim ecma’în” bu siyâsetini bozmuşlardır. Doğruyu iğriden ayırabilenler ve târîh bilgisine vâkıf olanlar,

-368-

bu şaşkın hareketin kötü ve çok acı netîcelerini hemen görmüşler. İttihâdcılarla işbirliği yapmakdan çekinmişlerdir. Hattâ, bu son harb felâketine katılmak hakkında fikrim telgrafla sorulduğu zemân, görüşümü uzun açıklamış, târihî misâller vererek, onları uyarmağa çalışmış idim. Cevâb olarak gönderdiğim telgraf, düşüncelerimi ve devlete karşı olan iyi niyyetimi ve bağlılığımı ve islâmın şerefini korumak için çırpındığımı gösteren sağlam bir vesîkadır.

Harbin başlangıcında, yanarak yakılarak bildirdiğimiz, korkduğumuz, çok acı, yıkıcı netîceler, şimdi ortaya çıkıyor. Bugün Osmânlı devletinin Avrupadaki hudûdları, hemen hemen İstanbul surlarına dayandı. Rus ordularının öncüleri, Sivâs ve Mûsul vilâyetlerinde Osmânlı halkını çiğnemekdedirler. İngilizler Basra vilâyeti ile Bağdâd vilâyetini aldılar. El-Arîş çölünde, Cemâl pâşanın ahmakca idâresi yüzünden binlerce Osmânlı evlâdı esîr düşdü. Hiç şübhe yok ki, bu çok elîm gidişi ve ittihâdcıların bu gidişle memleketi sürükledikleri felâketi gören sâdık vatandaşlar, iki şeyle karşı karşıya kalmakdadırlar.

Birincisi, Osmânlı devletinin haritadan silinmesi, yok olmasıdır.

İkincisi, bu felâketden, mahv olmakdan kurtulmanın çârelerini arayıp bulmakdır. Bunu araşdırmağı, düşünmeği, meşveret etmeği ve îcâb eden teklîflerde bulunmağı bütün islâm âlemine bırakıyorum.

Tehlükeler vatanı kuşatmadan, milleti mahv etmeden önce, haklı olarak harekete geçdik. Bir diktatör, mason azınlığın elinde oyuncak olan Osmânlı devletinin böyle gâfil ve şaşkın idâresine bağlı kalmakla, devlete, millete fâideli olacağımızı, bilsek değil, zan etsek bile, hiçbir şey söylemez, yerimizden kımıldamaz, her dürlü meşakkate, hattâ ölmeğe tehammül eder, sabr edenlerden olurduk. Fekat, bunun hiçbir fâidesi olamıyacağı, ateşi körüklemekden başka bir işe yaramıyacağı, artık gün gibi meydândadır. Nasıl meydânda olmasın ki, bizleri yürütmek istedikleri yoldan gitsek, bu yola düşen milletlerin uğradıkları felâkete düşeceğimiz yüzde yüzdür. İttihâdcıların birkaç sene içinde koca devleti parçaladıklarını, müslimânları ve islâm dînini perîşan etdiklerini görmiyen, anlamıyan hiç var mı? Koca imperatorluk, Enver, Cemâl, Tal’ât ve arkadaşları gibi masonların keyflerine kurban oluyor.

Osmânlı sultânlarının asrlardan beri tecribe ederek ve devletin ileri gelenleri ile meşveret ederek kabûl etdikleri temelli siyâseti, İngiltere ve Fransa hükûmetleri ile işbirliği yapmak siyâsetidir. Bu siyâset, târîh boyunca, devletimize, milletimize hep fâideli olmuşdur. Son harbde bu siyâsetden ayrılmamıza sebeb olanlar, adı geçen ittihâdcı diktatörlerdir.

Şimdi biz, ittihâdcıların câhil ve ahmak siyâsetlerine ve zâlim ve işkenceli idârelerine karşıyız. Memleketin felâkete sürüklendiğini görüyor, bunu aslâ tasvîb etmiyoruz. Herkes anlasın ki, bu muhâlefetimiz Enver, Cemâl, Tal’ât ve yardakcılarına karşıdır. Bizim bu haklı hareketimize her müslimân râzıdır. Her vatandaş haklı yolumuzda bi-

-369-

zimle berâberdir. Hattâ, devlet başkanı, halîfe-i müslimîn de kalbi ile, vicdânı ile, bizimle berâberdir. Bu sözümüzün en kuvvetli vesîkası, velîahd Yûsüf İzzeddîn efendinin ittihâdcılar tarafından tecâvüze uğraması ve şehîd edilmesidir.

Tekrâr ediyorum: Koca Osmânlı devleti bu diktatörlerin kötü niyyetlerine ve yıkıcı davranışlarına kurban oluyor. Biz bunların şerrinden Allahü teâlâya sığınırız. İttihâdcıların bizi uyaran ve harekete getiren kötü bir davranışlarını da şerefli Türk milletine duyurmadan geçemiyeceğim:

İttihâdcı komitanın azgın şeflerinden Cemâl pâşa, (Şâm)da istediğini asmakda, dilediğini kurşuna dizmekdedir. Şâmda bir pavyon meydâna getirmiş, bu fuhuş ve içki batakhânesinde, emrle getirdiği subaylarla birlikde yapdığı âlemde, şehrin ileri gelen müslimân âilelerinin kızlarını hizmetci olarak kullanmış, millî ve dînî hislerimizi yıkıcı konuşmalar yapılmış, nâralar atılmışdır. Bu alçakca hareketleri Kur’ân-ı kerîmde, Nûr sûresinde bulunan emrleri hiçe saymak olduğu gibi, Türk ve müslimân kadınının şeref ve haysiyyetini ayaklar altına almak değil midir? Cemâl pâşanın bu hareketi, ittihâdcıların islâm dînine düşman olduklarını göstermiyor mu?

İttihâdcı komitacıların, masonların merkezi olan [müstemlekeler nezâreti]nin emrleri ile çok üzücü ve yıkıcı ve milleti, memleketi felâkete sürükleyici davranışlarından birkaçını bildirmiş bulunuyorum. Osmânlı topraklarında ve islâm memleketlerinde yaşıyan din kardeşlerimi gafletden uyandırmak, böylece milletime ve dînime hizmetde bulunmak için bunları yazdım. Bu komitacıların vatan ve milletin mukaddes dînimizin selâmetini düşünmiyerek, yalnız müstemlekeler nezâretinin emrleri ile hareket etdiklerini ve ilâhî emr ve yasaklara inanmak ve saygılı olmak şöyle dursun, bu kudsî hükmleri değişdirmek ve bozmak çabasında olduklarını vatandaşlarıma duyurmak istedim. Böylece, bu yıkıcı, bölücü, şaşkın ve alçak gidişlerine yardımcı olmamalarını ricâ ediyorum. Allahü teâlâya âsî olana, insanlara zulm yapana, itâ’at olunmaz. Bunun hareketlerini eli ile, dili ile ve kalbi ile değişdirmeğe gücü yeten, bunu yapmalıdır! İttihâdcıların zararlarını anlıyamayıp, hareketlerini beğenenler varsa, bunları da dinlemeğe hâzırım. Doğru yolda olanlara ve fâideli iş yapanlara bizden selâm olsun.

11 Zilka’de 1334 [m. 1916]

Mekke-i mükerreme emîri

Şerîf Hüseyn bin Alî      

Yukarıdaki iki beyânnâme, şerîf Hüseyn pâşanın niyyetinin hâlis, îmânının bütün olduğunu göstermekle berâber, yanlış düşüncelerini ve zararlı hükmlerini de bildiriyor. En büyük hatâsı, ingilizlerin târîh boyunca, islâmiyyete karşı yapdıkları saldırıları anlıyamamış olmasıdır. [Denizlere hâkim, askeri, silâhları çok olan ingilizle-

-370-

re karşı harbe girmek, elbet yanlış idi. Fekat, bu azılı islâm düşmanı ile işbirliği yapmak, dahâ şaşkın bir hatâdır.] İngilizlerin üçüncü Selîm hân zemânında, Osmânlıları ve islâmiyyeti yok etmek için, İstanbula kadar yapdıkları baskından habersiz olduğu anlaşılıyor. Hele onun zemânında Asyadaki ve Afrikadaki islâm memleketlerine barbarca saldırmışlar, buraları koloni yapıp, sömürmüşlerdi. Buralarda, islâm âlimlerini, islâm kitâblarını, islâm bilgilerini ve ahlâkını yok etmişlerdi. Osmânlı sultânı Abdülmecîd hânı “rahmetullahi aleyh” da aldatarak, devlet koltuklarına masonları yerleşdirdiler. Böylece, milletin îmânını, ahlâkını bozmağa başladılar. Birinci cihân harbinde İngilizlere câsûsluk yapanları, bu masonlar yetişdirdi. İçerden ve dışardan yıkarak, bu koca imperatorluğu yok etdiler. Sadr-ı a’zam Sa’îd Halîm pâşa, (İnhitât-ı islâm) kitâbında, devletin nasıl yıkıldığını uzun anlatmakdadır. şerîf Hüseyn pâşa, târihî vesîkaları incelememiş olacak ki, en korkunç islâm düşmanının islâma yardım edeceğini ummakdadır. İttihâdcıların kötü olduklarını anlıyan, onun gibi güçlü bir kimse, şâmda Cemâl pâşayı ve İngilizlere satılmış olan soysuzları etkisiz hâle getirebilir, post kavgası yüzünden, Filistin cebhesinde yapılan hıyânetleri önliyebilirdi. O, bunu kolay yapabilirdi. Yapsaydı, Osmânlı ordusu bozgundan kurtulurdu. Arabistân yarımadasında büyük bir Hâşimî islâm devleti kurulur, Mekke, Medîne, Kudüs mubârek şehrleri onun elinde kalırdı.