35 - (Hadîka) kitâbının altıyüzkırksekizinci sahîfesinde diyor ki, ilm-i zâhirden birkaç şey öğrenip, ilm-i bâtından birşey bilmiyenler, tesavvuf kitâblarını okuyunca, âriflerin sözlerini küfr ve dalâl sanıyorlar. Anlamadıkları ma’rifet bilgilerine inanmıyorlar.Muhyiddîn-i Arabî ve Ömer bin Fârıd ve ibni Seb’in İşbîlî ve Afîf’üddîn-i Telemsânî ve Abdülkâdir Geylânî ve Celâlüddîn-i Rûmî ve Seyyid Ahmed Bedevî ve Ahmed Ticânî ve Abdülvehhâb-i Şa’rânî ve Şerefüddîn-i Busayrî gibi tesavvuf büyüklerini “rahime-hümullahü teâlâ” beğenmiyorlar. [Muhyiddîn-i Arabî 638[m. 1240] de Şâmda, Ömer bin Fârıd 636 [m. 1238] da Mısrda, İbni Seb’in 669 [m. 1270] da Mekkede, Afîf-üddîn Süleymân Telemsânî 690 [m. 1290] da Şâmda, Abdülkâdir Geylânî 561 [m. 1166] de Bağdâdda vefât etdi.]

Bâtın ilmlerine inanmıyorlar. Bâtın bilgilerine inanmıyan ise, Muhammed aleyhisselâmın dîninin sırlarına inanmamış olur. Böyle kimseye bid’at ve dalâlet ehli, ya’nî sapık denir. Îmânlı görünür ise de, münâfık gibidir. İmâm-ı Süyûtînin ve Hatîbin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Din bilgisi iki kısmdır: Biri kalbde olan fâideli bilgilerdir. İkincisi, dil ile anlatılan zâhir bilgileridir) buyuruldu. Yine Süyûtînin ve Deylemînin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Bâtın bilgileri, Allahü teâlânın sırlarından bir sırdır. Onun hükmlerinden bir hükmdür. Dilediği kulunun kalbine verir) buyuruldu. İmâm-ı Mâlik buyurdu ki, (İlm-i zâhire mâlik olan, ilm-i bâtına kavuşabilir. Zâhir bilgisi olan kimse, ilmi ile amel ederse, Allahü teâlâ, ona bâtın bilgisi ihsân eder). Alî bin Muhammed Vefânın ârifâne sözlerine şaşırıp kalan imâm-ı Ömer Bülkînî, bunları nerden öğrendin deyince, Bekara sûresindeki, (Allahdan korkunuz! Allahü teâlâ, kendinden korkanlara bilmediklerini öğretir) meâlinde olan âyet-i kerîmeyi okudu. [Celâlüddîn-i Rûmî 672 [m. 1273] de Konyâda, Ahmed Tîcânî 1230 [m. 1815] da Fasda, Şerefüddîn Muhammed Busayrî 695 [m. 1295] de Mısrda, İbnüvefâ 807 [m. 1404] de Medînede vefât etdi.] Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki, (İlm-i zâhir ile ilm-i bâtın, birbirlerinden ayrılmazlar. Beden ile kalbin bir-

-317-

likde bulunması gibidirler. Bâtın ilmleri, ârifin kalbinden kalblere akar. Zâhir ilmleri, âlimin sözünden öğrenilir. Kulaklara kadar gidip, kalblere girmez.) Hadîs-i şerîfde, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Bu âlimler, yalnız zâhirî ilm sâhibi olanlar değildir. Bu âlimler, bildikleri ile amel eden, takvâ sâhibi olan, Peygamberlerdeki ilmlerin hepsine kavuşan hakîkî âlimlerdir. (Zâhirî ilm) sâhiblerinin niyyetleri hâlis olmadığı ve şehvetlerinin pençesinden kurtulmadıkları için, ilmin nûru kalblerine girmez. Beyinlerine işlemez. Bunların kalblerini, beyinlerini Cehennem ateşi temizliyecekdir. İmâm-ı Münâvî, imâm-ı Gazâlîden “rahimehümullahü teâlâ” haber veriyor ki, âhıret bilgisi iki dürlüdür: Biri keşfle hâsıl olur. Buna (İlm-i mükâşefe) ve (İlm-i bâtın) denir. Bütün ilmler, bu ilme kavuşmak için sebebler, vesîlelerdir. İkincisi (İlm-i muâmele)dir. Âriflerden çoğuna göre, ilm-i bâtından nasîbi olmıyanın îmânsız gitmesinden korkulur. Bundan nasîb almanın en aşağısı, bu ilme inanmakdır. Bid’at veyâ kibr bulunan kimseye bâtın ilmi nasîb olmaz. Dünyâya düşkün olan ve hep nefsinin isteklerine uyan da, çok şey öğrense de, bâtın bilgisinden hiçbirşeye kavuşamaz. Bâtın bilgisi, temizlenmiş kalblerde hâsıl olan bir nûrdur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Öyle ilmler vardır ki, çok gizlidirler. Bunları, ancak ma’rifet sâhibleri bilir) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, bâtın ilmlerini göstermekdedir. İmâm-ı Mâlikin “rahmetullahi aleyh” ilm-i bâtına kavuşdurur dediği zâhir bilgisi, onun zemânındaki, kendisi ile amel olunan ilmdir. Şimdi, dünyâlığa kavuşmak, şöhret sâhibi olmak için öğrenilen şeyler değildir. Allahü teâlânın emr ve yasaklarını doğru yapabilmek için herkese lâzım olan (İlm-i hâl) bilgileri az zemânda ve kolayca öğrenilebilir. Bununla amel edince, ilmi bâtın hâsıl olabilir.

Bâtın ilmlerine kavuşmamış olan din adamları, bilmedikleri ilmlere inanmıyorlar. Bâtın ilmi olarak anladıkları ve söyledikleri de, kendi gibi bir câhilden işitdikleri veyâ bâtın âlimlerinin kitâblarından okuyup ezberledikleri şeylerdir. Paslı kalbleri açılmamış, rahmânî nûra kavuşamamışlardır. Kendilerini bâtın âlimi sanan bu câhiller, akllarının esîridirler. O büyüklerin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” bildirdiklerini kısa aklları ile ölçerek yanlış anlamakdadırlar. Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri de böyle yanlış anlıyorlar. Bozuk, zararlı tefsîr kitâbları yazıyor. Müslimânları felâkete sürüklüyorlar. Nûr sûresinin, (Allahü teâlâ bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz!) meâlindeki kırkıncı âyet-i kerîmesi, bunları göstermekdedir.

[Sirâcüddîn Ömer Bulkînî Mısrî 805 [m. 1402] de, Ebû Tâlib

-318-

Muhammed Mekkî 386 [m. 996] da, Bağdâdda vefât etdi.]

[Allahü teâlâya kavuşmak, Allahü teâlâya yaklaşmak, Allahü teâlâyı tanımak, Allahü teâlâyı sevmek, feyz almak, nûrlanmak,Ârif olmak, ilm-i bâtın sâhibi olmak gibi şeyler, hep kalb ile olur. Bunlara akl eremez, anlıyamaz. Allahü teâlâ, herşeye kavuşmak için bir sebeb yaratmışdır. Birşeye kavuşabilmek için, o şeyin sebebine yapışmak lâzımdır. Bildirdiğimiz şeylere kavuşmanın sebebi, kalbi mâ-sivâdan temizlemekdir. Mahlûkların varlığını, sevgisini kalbden çıkarmakdır. Buna, (Fenâ-i kalbî) denir. Kalb, Allahdan başka herşeyi tam unutursa, yukarıda bildirdiğimiz şeyler, kendiliğinden kalbe dolar. Kalb, görülmiyen, tutulmıyan bir şeydir. Ya’nî madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek dediğimiz et parçası ile ilgisi vardır. Aklın, dimâg [Beyin] ile olan ilgisi gibidir. Bir şişeye hava sokmak için uğraşmak lâzım değildir. Sıvıyı boşaltmak lâzımdır. Şişedeki sıvı boşaltılınca, hava kendiliğinden girer. Kalb de böyledir. Mahlûkların sevgisi, hattâ düşünceleri kalbden çıkarılınca, Allah sevgisi, feyz, nûr, ma’rifet, kendiliğinden kalbe gelir. Kalbi mahlûklardan temizlemeğe sebeb de, Ehl-i sünnet i’tikâdı, harâmlardan sakınmak, farzları ve nâfile ibâdetleri yapmakdır. Nâfile ibâdetlerden, te’sîri en çok ve sür’atli olanı, zikr yapmak ve Allahü teâlânın Velîlerinden biri ile berâber bulunmakdır.]

(Hadîka) ikinci cild, yüzüçüncü sahîfesinde diyor ki, cemâ’at rahmetdir. Ya’nî müslimânların hak üzerinde birleşmeleri, Allahü teâlânın merhamet etmesine sebeb olur. Tefrika [bölünmek] ise azâbdır. Ya’nî, müslimânların topluluğundan ayrılmak, Allahü teâlânın azâb yapmasına sebeb olur. Demek ki, her müslimânın doğru yolda olanlara katılması lâzımdır. Îmânı doğru olanlar az olsa dahî, bunlara katılmalı, bunlar gibi inanmalıdır. Doğru yol, Eshâb-ı kirâmın yoludur. Bu yolda olanlara, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) denir. Eshâb-ı kirâmdan sonra, ortaya çıkan bâtıl, bozuk kimselerin çok olması insanı şaşırtmamalıdır. İmâm-ı Beyhekî buyuruyor ki, (Müslimânlar bozulduğu zemân, bunlardan önce olanların doğru yoluna sarılmalısın! Bir kişi kalsan bile, o yoldan ayrılmamalısın!). Necmeddîn-i Gazzî buyuruyor ki, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimi) demek, Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın gitdikleri doğru yolda bulunan âlimler demekdir. (Sivâd-i a’zam), ya’nî islâm âlimlerinin çoğu böyle idiler. Hak olan cemâ’at ve yetmişüç fırka içinde Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan (Fırka-i nâciyye) bunlardır. Kur’ân-ı kerîmde, (Parçalanmayınız!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, i’tikâdda, inanılacak bilgilerde parçalanmayınız demekdir. Â-

-319-

limlerin çoğu, meselâ Abdüllah ibni Mes’ûd, böyle olduğunu bildirmişdir. Ya’nî nefslerinize ve bozuk düşüncelerinize uyarak, doğru îmândan ayrılmayınız demekdir. Bu âyet-i kerîme, fıkh bilgilerinde ayrılmayınız demek değildir. Âyet-i kerîme, bozgunculuk olan ayrılmağı yasaklamakdadır. Bu ise, akâiddeki, inanılacak şeylerdeki ayrılıkdır. Ahkâmda, amellerde olan ictihâd bilgilerindeki ayrılık böyle değildir. Çünki bu ayrılık, hakları, farzları, amellerdeki, ibâdetlerdeki ince bilgileri ortaya koymuşdur. Eshâb-ı kirâm da, günlük işleri açıklıyan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı. Fekat, i’tikâd bilgilerinde hiç ayrılıkları yokdu. Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin ayrılığı rahmetdir) buyurdu. Dört mezhebin amel, iş bilgilerinde ayrılması böyledir. [Şimdi] Dört mezheb olması, Allahü teâlânın hidâyeti ve rahmetidir. Hepsi sevâb kazanmışdır. Kıyâmete kadar, bu mezheblerde olanların ibâdetlerine verilen sevâbların bir misli de, bunların mezheblerinin imâmlarına verilmekdedir. Âlimlerin amel, iş bilgilerinde çeşidli ihtisâs kollarına ayrılmaları da böyledir. Böylece; bir çoğu hadîs bilgisinde, birçoğu tefsîrde, çoğu da fıkh bilgisinde, arabî bilgilerde yetişmişlerdir. Tesavvufcuların riyâzet çekmekde ve tâlibleri yetişdirmekde, ayrı yol tutmaları da, ya’nî çeşidli yolların meydâna gelmesi de, bu hadîs-i şerîfe uygun olmakdadır. Necmeddîn-i Kübrâ “rahmetullahi aleyh” (İnsanları Allahü teâlâya kavuşduran yollar, insanların sayısı kadardır) buyurdu. Bu söz de, tâlibleri yetişdirmek yolunu bildiriyor. Yoksa, i’tikâdlarında hiçbir ayrılık yokdur. Bütün Evliyânın i’tikâdları, îmânları birdir. Hepsi, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) i’tikâdındadır. San’at sâhiblerinin çeşidli iş kollarına ayrılmaları da öyle rahmetdir. Fekat, i’tikâdda ayrılmak, parçalanmak, böyle değildir. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Cemâ’at rahmetdir. Ayrılık azâbdır) buyurdu. [Necmüddîn-i Kübrâ 618 [m. 1221] de, Hârezmde, Cengiz askerleri tarafından şehîd edildi.]

(Hadîka) ikinci cild, yüzonüçüncü sahîfede diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kişi, sevdiği ile berâber olur) buyurdu. (Müslim) kitâbında bildirildiği üzere, bir kimse, Resûlullaha kıyâmeti sorunca, (Kıyâmet için ne hâzırlık yapdın?) buyurdu. Allahın ve Resûlünün sevgisini hâzırladım dedi. (Sevdiklerinle berâber olursun) buyurdu. İmâm-ı Nevevî, bu hadîs-i şerîfi açıklarken, (Bu hadîs-i şerîf, Allahü teâlâyı ve Onun Resûlünü ve sâlihlerin ve hayr sâhiblerinin dirilerini ve ölülerini sevmenin kıymetini, fâidesini bildiriyor) dedi. Allahü teâlâyı ve Onun Peygamberini sevmek demek, emrlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, bunlara karşı edebli, saygılı olmak demekdir. Sâlihleri seve-

-320-

rek onlardan fâidelenmek için, onların yapdıklarını yapmak lâzım değildir. Çünki, onların yapdıklarını yaparsa, o da, onlardan olur. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir kimse, bir cemâ’ati sever. Fekat onlardan olmaz). Onlarla berâber olmak, onların derecesine yükselmek demek değildir. Hadîs-i şerîfde, (Bir cemâ’ati seven kimse, onların arasında haşr olunur) buyuruldu. Ebû Zer “radıyallahü anh”: Yâ Resûlallah! Bir kimse, bir cemâ’ati sevse, fekat onların yapdıklarını yapmasa, nasıl olur dedikde, (Yâ Ebâ Zer! Sevdiklerinle berâber olursun) buyurdu. Fekat, Hasen-i Basrî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Bu hadîs-i şerîfler seni yanıltmasın! Sen iyilere, ancak onların iyi amellerini yapmakla kavuşabilirsin! Yehûdîler ve hıristiyanlar, Peygamberlerini seviyorlar ise de, onlar gibi olmadıkları için, onların yanına gidemiyeceklerdir). İmâm-ı Gazâlî bunun için, (Onların iyi amellerinden birkaçını veyâ hepsini yapmadıkca, yalnız sevmekle, onların yanına kavuşulamaz) dedi. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, bir cemâ’ati seven kimse, üç nev’ olabilir: Onların bütün amellerini ve ahlâkını edinmişdir. Yâhud hiçbirini edinmemişdir. Yâhud da, birkaçını yapar. Başkalarını yapmayıp, bunların tersini yapar. Hepsini yapabilen, onlardan olur. Onlarla olur. Onlara olan sevgisi, onu da tâm onlar gibi yapmışdır. Muhabbetin en yüksek tabakasına erişmişdir. Elbet onlardan olur. Sevdiklerine hiç uymıyan, onlara hiç benzemiyen kimse, onlardan hiç olamaz. [Sevgisi, sözde kalır. Kalbine girmez. Sevginin yeri ise, kalbdir. Ya’nî gönüldür.] İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” Hasen-i Basrînin bunları anlatdığını bildirmişdir. [Böyle sevgi, yalnız sözde kalmakdadır. Yalnız sözde kalan sevmeğe, sevmek denilmez. Seviyorum demesi doğru olmaz.] Sevdiklerinin birkaç ameline uyan kimseye gelince, îmânda uymamış ise, onlardan olamaz. Onları seviyorum demesi hiç doğru değildir. Onun kalbinde, onlara sevgi değil, düşmanlık vardır. Din düşmanlığından dahâ büyük düşmanlık olmaz. Yehûdîlerin ve hıristiyanların, Peygamberleri seviyoruz demeleri böyledir. Kişi, sevdikleri gibi inanıp, tâ’at ve ibâdetlerde, onlara tâm uymazsa, beğenmediği için uymamış ise, seviyorum demesinin yine fâidesi olmaz. Onlarla birlikde olamaz. Gücü yetmediği, nefsine hâkim olmadığı için, hepsine uyamamış ise, onlarla birlikde olmasına mâni’ olmaz. Hadîs-i şerîfler, bu ikinci kısmı bildirmekdedir. Bir cemâ’ati seven, fekat tâm onlar gibi olmıyan kimseye karşı söylenmişdir. Ebû Zer hadîsi, bunu açıkca bildirmekdedir. Bu hadîs-i şerîf, müslimânları çok sevindirmekdedir. Yüzseksenüç 183 [m. 799] senesinde Kûfede vefât etmiş olan Muhammed ibnis-Semmâk “rahime-hullahü teâlâ”, son nefesinde, (Yâ Rabbî! Sana hep ısyân etdim. Fekat, sana

-321-

itâ’at edenleri hep sevdim. Beni bu sevgime bağışla!) diyerek düâ etdi.

[Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “rahmetullahi aleyh” de, (Yâ Rabbî! Sana lâyık hiçbirşey yapamadım. Yüzüm kara olarak huzûruna geldim. Fekat, senin dînini yıkmak, islâmiyyeti yok etmek istiyenleri sevmedim. Senin için olan bu buğduma beni bağışla!) diyerek düâ ederdi]. Necmüddîn-i Gazzî “rahime-hullahü teâlâ”, sâlihleri seven zâlimleri, üçüncü nev’in birinci kısmının sevgisine benzetmekdedir. Ya’nî sevdiklerinin îmânları gibi inanan, fekat onların amellerine ve ahlâklarına uymak istemiyen kimseye benzetmekdedir. Sâlihlere olan muhabbetleri ve yardımları, bu zâlimlere fâide vermez demekdedir. Biz deriz ki, böyle zâlimler, ikinci sevmeğe benzemekdedirler. Ya’nî sevdiklerinin îmânı gibi inanan, fekat onlar gibi olamıyan kimseler gibidirler. İbnis-Semmâk da, böyle olduğunu bildirmişdi. Bu zâlimler, nefslerine uyarak zulm yapmışlarsa da, sâlihleri sevmekde, düâlarını almağa çalışmakdadırlar. [Necmüddîn-i Gazzî Şâfi’î 1061 [m. 1651] de vefât etmişdir.]

(Hadîka), ikinci cild, yüzyirmidördüncü sahîfesinde diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kişi sevdiği ile birlikde olur) buyurdu. Selef-i sâlihîni, ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerini sevsek, onlar gibi olmasak bile, bu hadîs-i şerîfdeki müjdeye kavuşuruz. Allahü teâlânın sevdiklerinin ve Allahü teâlâyı sevenlerin dirilerini ve ölülerini seven kimse, büyük se’âdete, iyiliklere kavuşur. Onları sevmek, meselâ onların düşmanlarına karşı ve onları kötüliyen câhillere karşı, onları savunmak, övmekdir. Dünyâya düşkün olanların en kötüleri, Allahü teâlânın sevdiklerini, Evliyâyı kötüliyenlerdir. Dünyâya düşkün olmak, bütün kötülüklere yol açar. Hased, hırsızlık, rüşvet, kibr gibi harâmlara sebeb olur. Câhil din adamlarının kibrli olmaları, hep dünyâya düşkün olmalarından ileri gelmekdedir. Muhyiddîn-i Arabînin kalbinin açılması, bâtın ilmlerine kavuşması, tesavvuf büyüklerini sevdiği, onları savunduğu için olduğunu, kendisi bildirmekdedir. (Rûh-ul-kuds) kitâbında diyor ki, (Elhamdülillah! Câhil din adamlarına karşı, tesavvufcuları hep savundum. Ölünceye kadar da savunacağım. Bunun için, kalb bilgilerine kavuşduruldum. Onlara saldıran, ismlerini söyliyerek kötüliyen, kendisinin câhil olduğunu ortaya koyar. Bunun sonu felâket olur).

Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi aleyh”, kendisinin (Vasıyyet-i Yûsüfiyye) kitâbınııklarken diyor ki, Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” rü’yâda gördüm. (Allahü teâlânın bu ni’metine nasıl kavuşduğunu biliyor musun?) buyurdu. Hayır, bil-

-322-

miyorum dedim. (Ehlullah olduğunu söyliyenlere, saygı gösterdiğin için kavuşdun!) buyurdu. Sözü doğru olsa da, olmasa da, ona saygı göstermesi, se’âdete kavuşmasına sebeb oldu.

Kendi kusûrlarını araşdırıp düzeltmeğe çalışan kimse, başkalarının ayblarını görmeğe vakt bulamaz. Hep, kendinden dahâ iyi olan müslimânları görür. Ya’nî her gördüğü müslimânı kendinden dahâ iyi bulur. Velî olduğunu söyliyen kimsenin doğru söylediğine inanır. Başkalarının kötülüklerini araşdıran, kendi kusûrlarını görmiyen ise, Velîye inanmaz.

Necmeddîn-i Gazzî “rahmetullahi aleyh” (Hüsn-üt tenebbüh) kitâbında diyor ki, (Sâlihleri sevmek, sohbetlerinde bulunmak, ziyâretlerine gitmek, onlarla bereketlenmek lâzımdır. Evliyâ bunlardır). Şâh-ul-kermânî buyuruyor ki; (Evliyâyı sevmekden dahâ kıymetli ibâdet olmaz. Evliyâyı sevmek, Allahü teâlâyı sevmeğe yol açar. Allahü teâlâyı seveni, Allahü teâlâ da sever). Ebû Osmân Hayrî diyor ki, (Evliyânın sohbetine kavuşan kimse, Allahü teâlâya kavuşduran yolu bulur). Yahyâ bin Muâz “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, (Evliyânın sohbetine kavuşan sâdık bir kimse, herşeyi unutur. Allahü teâlâ ile olur. Böyle olmazsa, Allahü teâlâya hiç kavuşamaz). Muhammed bin Irak (Sefînetül-ırâkıyye) kitâbında diyor ki, (Fıkh âlimlerinden Muhammed bin Hüseyn Beclî, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda gördü. Hangi amelin en iyi olduğunu sordu. (Evliyâullahdan olan bir Velînin yanında bulunmakdır) buyurdu. Diri iken bulamazsak deyince, (Diri iken de, ölü iken de onu sevmek, düşünmek böyledir) buyurdu.) [Muhammed bin Alî Şâmî ibni Irak 933 [m. 1527] de Medînede vefât etdi.]

İmâm-ı Birgivî “rahmetullahi aleyh” düâ ederken, (Ey yardımcıların en iyisi! Ey ümmîdsizlerin sığınağı! Yâ Erhamerrâhimîn! Ey günâhları örten merhameti bol Allahım! Habîbin, sevgili Peygamberin hurmeti için ve bütün Peygamberlerin ve Meleklerin ve Peygamberinin Eshâbının ve Tâbi’înin hurmetleri için, günâhı çok olan bizlere acı! Suçlarımızı afv eyle!) derdi. Allahü teâlâya, Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Onun Eshâbı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve Tâbi’înin hurmeti için düâ etmek, düânın kabûl olması için bunları vesîle etmek câizdir, meşrû’dur. Onların şefâ’atini istemek olup, Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” câiz olduğunu bildirmişdir. Mu’tezile, buna inanmadı. Vesîle ederek yapılan düâ, o Velînin kerâmeti olarak kabûl olur. Bu da, öldükden sonra da, kerâmetin bulunduğunu göstermekdedir. Bid’at ehli olan sapıklar, buna inanmıyor.

-323-

[İmâm-ı Muhammed Birgivî 981 [m. 1573] de Anadoluda Birgide vefât etdi.]

İmâm-ı Münâvî “rahmetullahi aleyh” (Câmi’ussagîr)i açıklarken buyuruyor ki, (İmâm-ı Sübkî “rahmetullahi aleyh” düâ ederken, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” vesîle yapmak, onu şefî yapmak, ondan yardım istemek güzel olur. Selef-i sâlihînden ve sonra gelen âlimlerden hiç kimse “rahime-hümullahü teâlâ” buna karşı çıkmadı. Yalnız ibni Teymiyye bunu inkâr ederek, doğru yoldan ayrıldı. Kendinden önce gelenlerden, kimsenin söylemediği bir yola sapdı. Ehl-i islâm arasında sapıklığı ile nâm aldı buyurdu). Âlimlerimiz “rahime-hümullahü teâlâ”, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûs olan üstünlükleri bildirirken, düâ ederken Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” vâsıta kılmak câiz olur. Başkalarını vâsıta etmek böyle değildir dediler. Fekat, imâm-ı Kuşeyrî “rahmetullahi aleyh” diyor ki, (Ma’rûf-i Kerhî “rahmetullahi aleyh” talebesine, düâ ederken beni vâsıta ediniz! Ben, Allahü teâlâ ile aranızda vâsıtayım demişdir. Çünki Evliyâ “rahime-hümullahü teâlâ” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vârisleridir. Vâris olan, vârisi olduğu zâtın bütün üstünlüklerine kavuşur). Yirminci maddeyi de lütfen okuyunuz! (Hadîka)dan terceme temâm oldu. [Abdülkerîm Kuşeyrî 465 [m. 1072] de Nişâpûrda vefât etdi. Ma’rûf-i Kerhî, Sırrî Sekatînin mürşidi idi. 200 [m. 815] de Bağdâdda vefât etdi.]

---------------------------------

Hak teâlâ, intikâmını yine kul ile alır.

Bilmiyen (ilm-i ledünnî) anı kul yapdı sanır.

 

Cümle eşyâ Hâlıkındır, kul elîle işlenir.

Emr-i Bârî olmayınca, sanma bir çöp deprenir!

---------------------------------

TEVHÎD DÜÂSI: Yâ Allah, yâ Allah. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ afüvvü yâ Kerîm, fa’fü annî verhamnî yâ erhamerrâhimîn! Teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn. Allahümmagfirlî ve li-âbâî ve ümmehâtî ve li âbâ-i ve ümmehât-i zevcetî ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-ebnâî ve benâtî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve li-a’mâmî ve ammâtî ve li-ahvâlî ve hâlâtî ve li-üstâzî Abdülhakîm-i Arvâsî ve li kâffetil mü’minîne vel-mü’minât. “Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în.”

-324-