34 - Abdülganî Nablüsî (Hadîka) kitâbının yüzdoksanıncı sahîfesinde buyuruyor ki: İbâdetleri iktisâd üzere, ya’nî ne az, ne de pek aşırı olmıyarak, orta mikdârda yapmak lâzımdır. Bekara sûresinin yüzseksenbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, sizin için kolaylık istiyor. Güç işleri yapmanızı istemiyor) buyuruldu. Bunun için, hastanın ve yolcunun oruc tutmamasına izn verdi. Bize ağır ve sıkıntılı işler yapmağı emr etmedi. İnsan iki işden birini yapmak karşısında bulunursa, bunlardan hafîf ve kolay olanını yapması dahâ doğrudur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, birinin mescidde sâatlerce nemâz kıldığını işitdi. Mescide gelip, bunu omuzlarından tutarak, (Allahü teâlâ, bu ümmetden kolay işler yapmasını istiyor. Güç işleri beğenmiyor) buyurdu. Allahü teâlâ, bu ümmete kolay şeyleri emr etdi. İslâm ahkâmına uymak pek kolaydır.
Mâide sûresinin doksanıncı âyetinde meâlen, (Ey mü’minler! Allahü teâlânın size halâl etdiği tayyıb, ya’nî güzel şeyleri, kendi-
nize harâm etmeyiniz! Halâllere harâm demeyiniz! Allahü teâlâ, halâl etdiği şeylere harâm diyenleri sevmez!) buyuruldu. [Abdülvehhâb oğlu Muhammed, halâl olan şeylere, hattâ ibâdetlere harâm diyor. Hattâ, şirk diyor. Bu âyet-i kerîme, Allahü teâlânın bunu sevmediğini bildiriyor. Bir mü’min günâh işleyince, günâhın cezâsından, azâbından kurtulmak için, Allahü teâlâ yol gösterdi. Tevbe ile, keffâret vermekle afv edeceğini bildirdi. Vehhâbî kitâbı, devr ile iskât yapılmasına saldırırken, bunlar, kötü kimselerin günâh işlemesine yol açan, uydurma şeylerdir diyor. Günâhların tevbe ve keffâret ile afv edilmeleri karşısında acabâ ne diyecek? Bunlar, kötü kimselerin günâh işlemelerine yol açıyor diyerek, Allahü teâlânın gösterdiği kolaylığa ve merhamete de dil uzatacak mı?]
Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, emr etdiği şeyleri yapmanızı sevdiği gibi, izn verdiği şeyleri yapmanızı da sever) buyuruldu. Zarûret olduğu zemân, harâm işlemeğe ve farzı terk etmeğe (ruhsat), izn verilmişdir. Ya’nî azâb yapılmaz. Zarûret zemânında da, dînin emrlerini yapmağa (azîmet) denir. Ba’zan, azîmet olanı yapmak dahâ iyidir. Meselâ, ölüm ile korkutulan kimsenin, îmânını gizlememesi böyledir. Öldürülürse, şehîd olur. Ba’zan ruhsat olanı yapmak, dahâ iyi olur. Yolcunun oruc tutmaması böyledir. Yolcu, orucu tutarak hastalanır, ölürse günâha girer.
Ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdan kurtulmak için, mezheblerin ruhsatlarını, kolaylıklarını araşdırıp, bunlara göre iş yapmak câiz değildir. Böyle araşdırmağa (Telfîk) denir. İhtiyâc olunca, başka mezhebe geçmek veyâ birkaç şeyi başka mezhebe göre yapmak câizdir. Farzı yapmamak veyâ harâmı yapmak için hîle yapmak harâmdır. Buna, (Hîle-i bâtıla) denir. Birşey, farz veyâ harâm olmadan önce, farz veyâ harâm olmasını önlemek câizdir. Buna (Hîle-i şer’ıyye) denir.
Abdüllah Mûsulî,[1] (Muhtâr) kitâbının şerhi olan (İhtiyâr) kitâbında diyor ki, (Farzları yapamıyacak kadar za’îfleten riyâzet, ya’nî az yimek câiz değildir. Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını kazanacak ve borçlarını ödiyecek kadar çalışıp kazanmak farzdır. Bu niyyet ile çalışan kimse, borcunu ödiyemeden ölürse, azâb çekmez. Hadîs-i şerîfde, (Her erkeğin çalışıp [nafakasını] kazanması farzdır) buyuruldu. Bundan fazlası için çalışmamak câizdir. Âdem a-
---------------------------------
[1] Mûsulî 683 [m. 1285] de vefât etdi.
leyhisselâm buğday eker ve ekmek yapardı. Nuh âleyhisselâm neccâr, marangoz idi. İbrâhîm aleyhisselâm kumaş tüccârı idi. Dâvüd aleyhisselâm demirci idi. Süleymân aleyhisselâm zenbil yapardı. Muhammed aleyhisselâm, önce koyun güderdi. Sonra ticâret yapdı. Sonra cihâd yapardı. Asker idi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahüanh”, kumaş tüccârı idi. Ömer-ül-Fârûk, kösele dikerdi. Osmân-ı Zinnûreyn gıdâ maddeleri idhâlâtçısı idi. Alî “radıyallahü anhüm” işçilik ve cihâd yapardı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Çoluk çocuğunun bir yıllık nafakasını toplıyacak kadar çalışmak mubâhdır. Müslimânlara yardım için, cihâd etmek için, fazla çalışıp kazanmak müstehabdır, iyidir. Hadîs-i şerîfde, (İnsanların en iyisi, insanlara fâideli olandır) buyuruldu.) İhtiyâr kitâbından terceme temâm oldu. Gösteriş için, övünmek için kazanmak tahrîmen mekrûhdur. Mültekâ kitâbında harâmdır denildi. Çalışmak rızkı artdırmaz. Rızkı veren, Allahü teâlâdır. Çalışmak, sebebe yapışmakdır. Sebeblere yapışmak sünnetdir.
Çalışan insan beş dürlü olur: Birincisi, rızkın yalnız çalışmakdan geldiğine inanır. Kâfirler böyledir. İkincisi, rızkın Allahdan geldiğine ve çalışmanın, sebebe yapışmak olduğuna inanır. Çalışırken, Allahü teâlâya âsî olmaz. Harâm işlemez. Hâlis, sâlih mü’minler böyledir. Üçüncüsü, rızkın Allahü teâlâdan geldiğine inanır ise de, çalışırken Allahü teâlâya âsî olur. Fâsık mü’minler böyledir. Dördüncüsü rızkın hem Allahü teâlâdan, hem de çalışmakdan geldiğini sanır. Müşrikler böyledir. Beşincisi, rızkın yalnız Allahü teâlâdan geldiğini bilir. Fekat rızkı verir mi vermez mi bilmez. Münâfıklar böyledir.
Âlim bin Alâ,[1] (Zâd-ül-müsâfir) ve (Tâtârhâniyye) ismindeki fetvâ kitâbında diyor ki, Câmi’de, evde kapanıp hep ibâdet etmek ve yiyip içip, evlenmek, gezmek gibi eğlenceleri ve halâl kazanmağı terk etmek, tahrîmen mekrûhdur.
Süâl: Din âlimlerinin yukarıdaki sözleri, tesavvufcuların “rahmetullahi aleyhim ecma’în” riyâzet ve sıkıntılı yaşamağı övmelerine uymıyor. Bu ikisinden hangisi dahâ iyidir?
Cevâb: Tesavvufculardan bir kısmı, (Kırk gün aç kalan, ilâhî sırları anlamağa başlar) dedi. Sehl bin Abdüllah, onbeş günde bir yirdi. İmâm-ı Gazâlî diyor ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” altı günde bir yirdi. Cüneyd-i Bağdâdî hergün dörtyüz rek’at nemâz kılardı. Sehl bin Abdüllah, yedi yaşında hâfız oldu. Hergün
---------------------------------
[1] Âlim bin Alâ 688 [m. 1289] da vefât etdi.
oruc tutardı. On iki sene, yalnız arpa ekmeği yidi. Abdülvehhâb-i Şa’rânî “rahmetullahi aleyh” hergün akşam ile yatsı arasında Kur’ân-ı kerîmi iki kerre hatm ederdi. Buna inanmakda tereddüd etmemeli. Evliyâda rûhânî kuvvet vardır. Rûh, bir ânda çok şey yapar. [Sehl bin Abdüllah Tüsterî 283 [m. 896] de Basrada, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî 973 [m. 1565] de, imâm-ı Gazâlî 505 [m. 1111] de Tus şehrinde vefât etdi.]
Âlimler, (ibâdetlerde aşırı gitmemeli, kendini sıkıntıya düşürmemeli) buyurdu. Bu sözleri, bütün ümmet için farz veyâ vâcib veyâ sünnet olan şeylerdedir. Her müslimânın böyle yapması lâzımdır. Tesavvufcuların çekdikleri sıkıntılar ise, nâfile ibâdetdir. Herkesin yapması lâzım değildir. Tegâbün sûresi onaltıncı âyetinde meâlen, (Gücünüz yetdiği kadar, Allahdan korkunuz!) buyuruldu. Furkan sûresi yetmişinci âyetinde meâlen, (Îmân edip tevbe eden ve sâlih ameller işliyenlerin günâhlarını sevâblara çeviririm. Allahü teâlâ günâhları afv edici, acıyıcıdır) buyuruldu. Vahşî, bu âyeti işitince, afv için şartlar bildiriyor. Bu şartları yapamazsam korkarım. Bunun dahâ kolayı yok mudur dedi. Buna karşılık, (Allahü teâlâ, dilediği kullarının şirkden başka herşeyini afv eder) meâlindeki âyet geldi. Vahşî, bunu işitince, Allahü teâlâ, beni afv etmek dilemezse, ne yaparım dedi. Bunun üzerine, (Ey kendilerine zulm eden kullarım! Allahın rahmetinden ümmîdinizi kesmeyiniz! Allahü teâlâ, bütün suçları afv eder.O, gafûr, rahîmdir) meâlindeki âyet-i kerîme geldi. Vahşî, bu müjde bana yeter dedi. Îmân etdi. Bu âyet-i kerîme, kıyâmete kadar gelecek olan herkes için müjdedir. Su bulamıyanların teyemmüm etmeleri için de, önce (Temiz toprakdan ellerinize ve yüzünüze sürünüz!) ve sonra, (Temiz topraklı ellerinizi, ellerinize ve yüzünüze sürünüz!) meâlindeki âyet-i kerîme geldi. Toprağı sürmeği emr eylemedi. Emri kolaylaşdırdı. Allahü teâlâ, Peygamberine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Mekke dağlarını altın yapayım ister misin buyurunca, bu altınları Allah yolunda ve düşmanlarla cihâd için kullanmağı düşünmedi. İstemedi. Güçlük çekmeği arzû eyledi. Tebük gazvesinde ise, (Bu orduya lâzım olanları getirene Cenneti müjdeliyorum) buyurarak, Eshâbından yardım istedi. Resûlullahın uzun günler orucunu bozmadığı ve açlıkdan mubârek karnına taş bağladığı, kitâblarda yazılıdır. Mubârek ayakları şişinceye kadar geceleri, çok nemâz kıldığı da bildirilmişdir. Mubârek zevceleri de “radıyallahü teâlâ anhünne”, böyle çok ibâdet yaparlardı. Fekat, ümmetine çok merhamet etdiği için, onların böyle sıkıntı çekmelerini istemezdi. Ümmetine ruhsat ile emr ederdi. Kendisi azîmet ile ibâdet yapardı. Din demek, yalnız emr demek değildir. Ruhsat ile azîme-
tin ikisi de dindir. Tahrîm sûresinde, (Allahü teâlânın halâl etdiklerini kendinize harâm etmeyiniz!) meâlindeki âyet-i kerîme, (Ruhsat, izn verilen şeyleri inkâr etmeyiniz! Bunları harâm etmeyip de, terk eder, çekinirseniz zühd olur, iyi olur. Yapması ise, günâh olmaz) demekdir. Hadîs-i şerîfde, (Sünnetimi kabûl etmiyen benden değildir!) buyuruldu ki, ruhsat, izn verdiğim şeyleri kabûl etmeyip, kendine sıkıntı veren benden değildir demekdir.
Tesavvuf büyükleri, ruhsat ve azîmetden, ikincisini seçmişlerdir. Ruhsat ile amel etmeği de inkâr etmemişlerdir. Herkese ruhsat ile amel etmeği emr etmişlerdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, böyle yapardı. Tesavvuf demek, Kitâba ve sünnete uymak, bid’atlerden sakınmak ve tesavvuf büyüklerine saygılı olmak ve herkese merhametli olmak ve ruhsat olan ameli terk etmekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, azîmet ile, vera’ ile hareket etdiklerinden, bir harâm işlememek için, yetmiş halâli terk ederlerdi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Biz bir harâma düşmek korkusundan, yetmiş halâli terk ederdik.)
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Hüreyreye “radıyallahü teâlâ anh”, (Vera’ üzere ol ki, insanların en âbidi olursun!) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki, din demek, yalnız ruhsat, her işde orta yol demek değildir. Azîmet, zühd ve vera’ da dindendir. Riyâzetin, açlık çekmenin tahrîmen mekrûh olması, buna dayanamıyanlar, bedenine ve aklına zarar verecek olanlar içindir. Çünki, kendini tehlükeye düşürmek harâmdır. Rûhânî kuvvetleri, bu tehlükeyi önliyenler için, riyâzet çekmek câiz ve fâideli olur.
Rehberin lâzım olduğu buradan da anlaşılmakdadır. Kâmil olan Rehber, talebenin sıhhatini, mizâcını, rûhunun kuvvetini anlar. Ona uygun olan mikdârda riyâzet etmeği emr eyler. Onu tehlükeden korur. Kâmil olan Rehber, hem beden, hem de rûh ve din mütehassısıdır. Resûlullah efendimizin vârisi, vekîlidir. Kâmil olan Rehberin emri ile yetişenlerde hiçbir zarar ve tehlükeye düşen görülmemişdir. Hepsi yükselmiş, olgunlaşmışdır. Tesavvuf yolunda ilerlerken, islâmiyyete uymakda hiç gevşeklik göstermemişlerdir. Farzı terk etmeğe sebeb olan şeyi yapmak harâmdır. Rehber bundan korur “rahmetullahi aleyh”. Nâfile ibâdetleri iznle yapmak, bunun için lâzımdır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmetine çok merhametli idi. Mi’râc gecesi, elli vakt nemâzın beş vakte inmesini diledi. Ümmetine sıkı emrler gelmesine yol açmaması için, Eshâbının sıkıntılı riyâzetler yapmalarına izn vermezdi. Onun, ümmetine çok fâideli olacak ibâdetleri bildirmiyeceği ve yapılmalarını önli-
yeceği düşünülemez. Herşeyin en iyisini, en fâidelisini söylemiş, yapmış ve yapdırmışdır. Ruhsat ile amel, aşırı ve noksan olmaksızın kulluk etmek, bütün ümmeti için fâideli olacağından, bunları açıkca yapmış ve emr eylemişdir. Eshâb-ı kirâmın yükseklerine ise, gizli bilgiler ve ibâdetler öğretmişdir. Bekara sûresinin ikiyüzseksenikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahdan korkunuz! Böylece, size çok şeyler öğretir) buyuruldu. Bu (çok şeyler), ilâhî ma’rifetler, gizli bilgilerdir. Hadîs-i şerîfde, (İlmin, inceleri ve gizlileri vardır. Bunları ancak Allah adamları bilir. Bildiklerini söylerlerse, câhiller bunlara inanmazlar) buyuruldu.
İmâm-ı Kastalânînin (Mevâhib) kitâbında yazılı olan mi’râc hadîsinde, (Rabbim bana başka başka üç ilm bildirdi. Birinci ilmi kimseye bildirme dedi. Çünki, bu ilmi benden başka hiç kimse anlıyamaz. İkinci ilmi, dilediğine bildirebilirsin dedi. Üçüncü ilmi, ümmetinin hepsine bildir dedi) buyuruldu. Görülüyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın bana bildirdiği ilm, yalnız ümmetin hepsine bildirilmesi emr olunan ilmdir buyurmadı. Hak olan başka iki ilm dahâ bulunduğunu haber verdi. Resûlullahın, dilediğine bildirmesi için izn verilen, ikinci ilm (Vilâyet) ya’nî evliyâlık, tesavvuf ilmidir. Bu ilm, islâmiyyetin bâtınını ve hakîkatini bildirmekdedir. Bu ilm, ancak takvâ ile elde edilir. Kehf sûresinde, Hızır aleyhisselâm için, (Ona Bizden ilm verildi) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, (Vilâyet ilmi)ni bildirmekdedir. Herkese bildirilmesi emr olunan (Fıkh bilgileri), Resûlullahın mubârek sözlerinden ve hareketlerinden alınmış olduğu gibi, vilâyet ma’rifetleri de, Onun mubârek kalbinden çıkıp, kalblere akmakdadır. Bunun içindir ki, Ebû Hüreyre “radıyallahü anh”, (Resûlullahdan iki ilm aldım. Birisini sizlere bildirdim. İkincisini bildirmiş olsam, anlıyamaz, beni öldürürsünüz) dedi. Birincisi, (İlm-i zâhir)dir. İkincisi (İlm-i bâtın)dır. Bunu ancak, Evliyâ ve Sıddîklar bilir.
Tesavvufcular, bâtın ilmine kavuşmak için, riyâzetler çekiyor, mücâhedeler yapıyorlar. İlm-i zâhirde, sahte, yalancı ilm adamları olduğu gibi, sahte, bozuk kimseler, tesavvufcu kılığına girmişler, bu mubârek yolu, dünyâ çıkarlarına âlet etmişlerdir. Bu yalancılardan sakınmak, tuzaklarına düşmemek için, onları tanımak lâzımdır. Bunun için de, islâmiyyeti iyi öğrenmek lâzımdır. Doğru ile bozuğu ayıran biricik mi’yâr islâmiyyetdir. İslâmiyyete uyan bir kimse, tesavvuf yolunda da çalışırsa çok iyidir. Fekat, bu yolda ilerlemek için, kâmil olan Rehberin kontrolü lâzımdır. Kâmil olan Rehber, kalb ve rûh mütehassısıdır. Tâlibin kalbindeki hastalığı
anlıyarak, ona uygun olan riyâzeti ve zikri seçer, yapdırır. Bekara sûresinin onuncu âyetinde meâlen, (Kalblerinde hastalık vardır) buyuruldu. Bu hastalığın tedâvîsi, Resûlullahın sohbeti ile oluyordu. Başkaca bir riyâzete, sıkıntıya lüzûm kalmıyordu. Eshâb-ı kirâmın hepsi, o sohbetin bereketi ile Resûlullahın mubârek kalbinden feyz aldılar. Tesavvufun en yüksek derecelerine kavuşdular. Kendilerinden sonra gelen Evliyânın hepsinden dahâ yüksek oldular. Onlardan sonra gelenler, Resûlullahın sohbetine kavuşamadıkları için, riyâzetler, sıkıntılar çekerek, kalb hastalıklarından kurtulmağa çalışmışlardır. İlm-i bâtın, ilm-i zâhirden ayrılmaz. Her ikisine kavuşanlara, (Ulemâ-i râsihîn) denir. Resûlullaha vâris olan ulemâ, yalnız bunlardır. Riyâzet, sıkıntı çekerek, kalblerini tedâvî edenler, ilm-i bâtına kavuşunca, riyâzeti bırakırlar. Yalnız farzları, sünnetleri yaparlar. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm” gibi bâtınları ile de, kalbleri ile de, ibâdet ederler. Pazarda alış veriş etmeleri onların bâtın ibâdetlerine zarar vermez. Allahü teâlâyı bir ân unutmazlar. Kur’ân-ı kerîmde, bunlar övüldü. Nûr sûresi, otuzyedinci âyetinde meâlen, (Alış verişleri, Allahı unutdurmaz!) buyuruldu. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm ecma’în” riyâzet çekmeden bu dereceye kolayca ve az zemânda yükseldiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, ilk sohbetinde yükseldi. Eshâb-ı kirâma riyâzet çekmeleri için izn verilseydi, din âlimleri, mezheb imâmları, onların riyâzetlerini kitâblarına yazarak, bütün müslimânların böyle yapmaları lâzım olurdu.
Hadîs âlimlerinden Muhammed bin Abdüllah Hâkim Nişâpûrînin “rahime-hullahü teâlâ” (Müstedrek) kitâbında bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Deccâlın zemânında bulunan mü’minlerin gıdâsı, meleklerin gıdâsı gibi, tesbîh ve takdîs etmek olur. Allahü teâlâ, o zemân tesbîh ve takdîs edenlerin açlığını giderir) buyuruldu. Bu da gösteriyor ki, Allahü teâlâ, dilediği kullarına öyle hâl verir ki, yimeğe, içmeğe ihtiyâcları kalmaz. Deccâl zemânında, bütün mü’minlere bu hâli ihsân edecekdir. Deccâlın fitnelerinden biri şudur ki, uğradığı şehrlere, (Bana ibâdet ediniz, bana uyunuz!) diyecek. Ona uyarlarsa, göke emr ederek yağmur yağacak, yere emr ederek, ekin çıkacakdır. Ona uymazlarsa, emr edip, hiç yağmur yağmıyacak ve yerden ot bitmiyecekdir. Herkes aç kalacakdır. Hadîs-i şerîf, bu fitnenin mü’minlere zarar vermiyeceğini bildiriyor. Mü’minler tesbîh ve takdîs okuyarak, açlık duymıyacaklardır. [Hâkim-i Nişâpûrî “rahmetullahi aleyh” 405 [m. 1014] de Nişâpûrda vefât etmişdir.]
Zühd, sabr, riyâzet, açlık gibi sıkıntı çekmenin islâmiyyete uymadığını zan etmemelidir. Çünki islâmiyyet, bedene eziyyet ve za-
rar veren şeyleri yasak etmişdir. Bu riyâzetler, tesavvufculara zarar vermemekdedir. Bunlar da, islâmiyyetin her hükmü gibi, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen İslâm dîninden bir parçadırlar. Bu işleri ve bunları yapan Evliyâyı inkâr etmek, dînin bir parçasını inkârdır.
Tesavvufcular riyâzet yapıyor diyerek, bunları Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, hattâ Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” dahâ üstün sanmamalı ve dahâ üstün tutmamalıdır. Evliyânın hiçbirine de dil uzatmamalıdır. Evliyânın büyüklüğünü anlıyamadığı için, kusûru kendinde bilmelidir. Hadîs-i şerîfde, (Kendi ayblarını, kusûrlarını düşünmekden, başkalarının ayblarını araşdırmıyana müjdeler olsun!) buyuruldu. Sehl bin Abdüllah Tüsterî buyurdu ki, (Günâhların en kötüsü, müslimâna kötü gözle bakmakdır. İnsanların çoğu, bunu günâhdan saymazlar. Tevbesini hiç yapmazlar). Bir kimse, Evliyânın hepsine hüsn-i zan edip, övse, yalnız bir Velîyi, dînimize uygun bir sebeb göstermeden kötülese, o hüsn-i zanlarının hiç fâidesi olmaz. Evliyânın hepsini tasdîk etmiyen kimse, Velî olamaz. Allahü teâlânın bir Velîsini, kötü gözle bakarak inciten kimse, dînin bir parçasını kötülemiş olur. Muhammed Ebül-mevâhib-i Şâzilî “rahime-hullahü teâlâ” buyurdu ki, (Zemânındaki Evliyâya saygılı olmayan, Evliyâ defterinden silinir hemân). Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Evliyâya ve ilmi ile âmil olanlara düşmanlığın küfr olduğunu, büyüklerin çoğu bildirmişdir). Abdülvehhâb-i Şa’rânînin üstâdı, Aliy-yül-havâs buyurdu ki, (Evliyâdan ve ulemâdan birine düşman olandan uzaklaşmak lâzımdır). Velîye ve âlime karşı gelmek, dalâletdir. Kendini helâk etmekdir. Bunun için, vehhâbîlerden uzaklaşmak lâzımdır.
Allahü teâlânın Velîleri, ilmi ile âmil olan âlimlerdir. Bunlardan ölü veyâ diri olan birisini dil veyâ kalb ile inkâr etmek, açık bir küfrdür. İnkâr edenin kâfir olacağını bütün müslimânlar sözbirliği ile bildirmişlerdir. Müslimânların bütün mezheblerine göre kâfir olurlar. Çünki, dîn-i islâmı inkâr etmekdir. Câhil ve ahmak olduğu için, bu inkârını anlamamakdadır. Bâtıl ve bid’at olan birşeyi ve kendine göre çirkin olan birşeyi inkâr etdiğini zan etmekdedir. Velînin işini ve sözünü böyle sanarak, bu tehlükeye düşmekde, ona fâsık veyâ kâfir, zındık demekdedir. Hâlbuki, Allahın Velîsi, bunun kötülediği şeylerden çok uzakdır. Sözleri ve işleri islâmiyyete uygundur. Tâ’at ve kurbetdir. O câhil ise, inâd etmekde, Evliyânın ilmlerini, sıddîkların ma’rifetlerini anlamamakdadır. Kalbi ölmüş. Hakîkati göremiyor. Küfr veyâ dalâlet, ilhâd ve zın-
dıklık çukuruna kendisi batmışdır. Tevhîd ehli olduğunu, tâ’at yapdığını, insanlara ilm ve feyz verdiğini sanıyor. Kıyâmet günü küfrünün cezâsını bulacak, zulmlerinin, iftirâlarının azâblarını çekecekdir. Dünyâda kendine ve benzerlerine kâfir demiyor. Çünki, hepsi inkârda ortakdırlar. Kendilerini müslimân sanıyorlar. Hâlbuki, müslimânlar, bunların kâfir olduklarını bilmekdedir. Çünki müslimânlar, Allahü teâlânın Evliyâsına “rahime-hümullahü teâlâ” inanıyorlar. Onların doğru hâllerine inanıyorlar. İnkâr edenlerin anlamamaları, bilmemeleri özr olmaz. Çünki, dînini bilmemek özr değildir. Bunların Evliyâyı bilmemeleri, yehûdîlerin, hıristiyanların ve mecûsîlerin ve putlara tapanların, Muhammed aleyhisselâmın hak dînini bilmemeleri gibidir. Onların bilmemeleri özr olmadığı gibi, bunların bilmemesi de özr olmaz.
Allahü teâlânın Evliyâsını “rahmetullahi aleyhim ecma’în” inkâr etmek, islâm dîninin herhangi bir hükmünü inkâr etmek gibi küfrdür. İslâmiyyeti inkâr eden mürtede yapılan cezânın, Evliyâyı inkâr eden kâfire de yapılması lâzımdır. Önce, bu inkârından vazgeçmesini, tevbe etmesini isteriz.
Evliyâ ve Peygamberler, ne kadar yüksek olurlarsa olsunlar, Allaha kul olmakdan kurtulamazlar. Hârika, kerâmet hâsıl olmasında, kulların hiç te’sîri olmadığı gibi, âdet üzere yaratılmakda olan şeylerde de, te’sîrleri yokdur. Herşeyi, yalnız Allahü teâlâ yaratmakdadır. Evliyânın ve Peygamberlerin, hiçbirşeyin yaratılmasında te’sîrleri olmaz. Fekat Allahü teâlâ, Evliyâsını ve Peygamberlerini, başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği ni’metlerini, bunlara ihsân etmişdir. Allahü teâlâ, her insanın istekli işlerini, insanların istemelerinden sonra, dilerse yaratmakdadır. İnsanların istediği şeyleri, O istemezse yaratmaz. İnsanların istedikleri ba’zı şeyleri, O da hep istemekde ve hep yaratmakdadır. Meselâ, insan kolunu kaldırmak, gözünü kırpmak isteyince, O da hemen istemekde ve hemen onun kolunu kaldırmakdadır. İstememesi pek nâdirdir. İnsanların ba’zı isteklerini ise, O nâdiren istemekde ve yapmakda ve çok zemân istemeyip yapmamakdadır. Dünyâdaki isteklerimizin çoğu böyledir. Fekat bu da, insandan insana değişmekde olduğu hergün görülmekdedir. İşte Allahü teâlâ, Evliyâsının ve Peygamberlerinin isteklerinin çoğunu, kol kaldırmak ve göz kırpmak gibi, hemen dilemekde ve yaratmakdadır. Bu onlara karşı, Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Burada, Evliyânın birbirlerine göre farkları olduğu gibi, hiçbir Velî, hiçbir Peygamber derecesine varamaz. Hiçbiri dünyâya değer vermedikleri için, Allahü teâlâdan dünyâ için birşey istemezler. Dünyâdan her istedik-
leri de âhıret için ve Allah içindir. (Hadîka) kitâbından terceme burada temâm oldu.
Allahü teâlânın Evliyâsı “rahime-hümullahü teâlâ” mezhebsizlerin türeyeceklerini ve Evliyâyı inkâr edeceklerini, yüzlerce sene önce, kerâmet olarak anlamışlar. Sapık, hattâ kâfir olacaklarını bildirmişler. Müslimânların, bunlara aldanmamaları için lâzım olan herşeyi yazmışlardır. Evliyâya inanmak için yalnız bu açık kerâmetleri yetişmez mi?