33 - Vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitâbı, tesavvufa inanmıyor. (Mezhebler Eshâb zemânında yokdu. Bunlar, sonradan uyduruldu. Tesavvuf da, yehûdîler tarafından dîne sokuldu) diyor. Bunun yalanlarına, iftirâlarına, Hindistânda yetişmiş büyük âlimlerden Muhammed Senâüllah-i Osmânî Dehlevî “rahmetullahi aleyh”,[1] (İrşâd-üt-tâlibîn) adındaki fârisî kitâbında çok güzel cevâblar vermekdedir. Senâüllah-i Dehlevî buyuruyor ki:
Evliyâya inanmıyan var. Evliyâ vardı, şimdi yok diyen var. Evliyâ hiç günâh yapmaz. Gaybleri bilirler. Her diledikleri hemen olur. İstemedikleri hemen yok olur diyenler ve bunun için, Evliyânın kabrlerinde dilekde bulunanlar var. Böyle sananlar, kendi zemânlarındaki Evliyânın böyle olmadıklarını görünce, bunların Evliyâ olduklarına inanmıyor. Bunların feyzlerinden mahrûm kalıyorlar. Müslimân ile kâfiri birbirinden ayıramıyacak kadar câhil olanlar da, kendilerinin Evliyâ olduklarını söylüyor. Böyle câhilleri Evliyâ sanarak, bunlara bağlanan ahmaklar da var. Evliyânın (sekr) hâlinde iken, ya’nî Allah sevgisi kaplayıp kendilerini unutdukları zemân, bilmiyerek söylediklerini dillerine dolayarak, Evliyâya kâfir diyenler de var. Evliyânın böyle sözlerinden kendilerine göre yanlış ma’nâ çıkararak, böyle yanlış inananlar, böylece Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden
---------------------------------
[1] Senâüllah pani-pütî 1225 [m. 1810] da vefât etdi.
çıkarmış oldukları doğru bilgilere inanmıyanlar, sapıtanlar var. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hepsini teblîg etmeğe me’mûr olduğu zâhir bilgilerini öğrenip, Resûlullahın Eshâbından dilediğine dilediği kadar bildirmesi için izn verilen tesavvuf ma’rifetlerine inanmıyanlar var. Evliyâya kıymet vermiyen, saygı göstermiyenler bulunduğu gibi, Evliyâya tapınan, onlar için adak yapanlar, Kâ’be tavâf eder gibi, kabrleri etrâfında dönenler var. Bunun için, vilâyetin ya’nî Evliyâlığın ne olduğunu din kardeşlerime bildirmek istedim ve arabî dil ile (İrşâd-üt-tâlibîn) kitâbını yazdım. Şimdi de, bunu fârisî olarak yazıyorum. Bu kitâb beş kısmdır:
Birinci kısm, vilâyetin doğru olduğunu bildirmekdedir.
İkinci kısm, tesavvuf yolunda gözetilecek edeblerdir.
Üçüncü kısm, Rehberin gözeteceği edeblerdir.
Dördüncü kısm, tesavvuf yolunda ilerlerken gözetilecek edeblerdir.
Beşinci kısm, Allahü teâlâya yaklaşmağı ve yaklaşdırmağı bildirmekdedir.
Birinci kısm: İslâmiyyetde vilâyet ve tesavvuf ilmi vardır. İnsanda zâhirî olgunluklar, üstünlükler bulunduğu gibi, bâtınî üstünlükler de vardır. Zâhirî üstünlükler, Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlayıp çıkardıkları bilgilere uygun olarak inanmak ve farzları, vâcibleri, sünnetleri, müstehabları yapmak ve harâmlardan, mekrûhlardan, şübhelilerden, bid’atlerden sakınmakdır. Bâtınî üstünlükler, insanın kalbinin, rûhunun yükselmesidir. (Buhârî) ve (Müslim) kitâblarında, hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bildiriyor ki, bir gün, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında oturuyorduk. Tanımadığımız bir adam geldKi. (İslâm ne demekdir?) dedi. (elime-i şehâdet söylemek, hergün beş kerre nemâz kılmak, Ramezân ayında oruc tutmak, zekât vermek ve gücü yetince Hacca gitmek) buyurdu. Soran kimse, (Doğru söyledin) dedi. Sormasına ve sonra, verilen cevâbları tasdîk etmesine, biz dinleyiciler şaşdık. Sonra, (Îmân ne demekdir?) dedi. (Îmân, Allaha ve Meleklere ve Kitâblara ve Peygamberlere ve kıyâmet gününe ve hayrın şerrin, Allahın takdîri ile, dilemesi ile olduklarına inanmakdır) buyurdu. Buna da, (Doğru söyledin) dedi. Sonra, (İhsân ne demekdir?) dedi. (Allahü teâlâya, Onu görür gibi ibâdet etmendir. Sen Onu görmiyor isen de, O seni hep görmekdedir) buyurdu. Sonra, (Kıyâmet günü ne zemân olacakdır?) dedi. (Bunu senden dahâ çok bilmem) buyurdu. Sonra, (Kıyâmetin alâmetleri nedir?) dedi. Resûlullah “sallal-
lahü aleyhi ve sellem” kıyâmet kopacağı zemânın alâmetlerini bildirdi. Sonra, bize dönerek, (Bunları sorup giden, Cebrâîl aleyhisselâm idi. Size dîninizi bildirmek için gelmişdi) buyurdu.
[(Hadîs-i Cibrîl) denilen bu hadîs-i şerîf, imâm-ı Nevevînin “rahmetullahi aleyh”, kırk hadîsinin ikincisidir. Bu kırk hadîsi, Ahmed Na’îm efendi “rahmetullahi aleyh”, türkçeye terceme etmiş ve basılmışdır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî “rahmetullahi aleyh”, bunu fârisî olarak açıklamış, (İ’tikâdnâme) ismini vermişdir. Feyzullah efendi, İ’tikâdnâmeyi fârisîden türkçeye terceme ederek, (Ferâid-ül-fevâid) ismini vermiş, 1312 [m. 1894] senesinde İstanbulda basdırılmışdır. Bu terceme, latin harfleri ile (Herkese Lâzım OlanÎmân) ismi ile 1982 de basdırılmışdır. Kemâhlı Feyzullah efendi 1323 [m. 1905] de vefât etmişdir.]
Bu hadîs-i Cibrîlden anlaşılıyor ki, îmândan ve ibâdetlerden başka, (İhsân) denilen bir kemâl, bir üstünlük vardır ki, biz bu üstünlüğe (Vilâyet) diyoruz. Velîyi Allahü teâlânın sevgisi kapladığı zemân, onun kalbinde, mâ-sivânın varlığı ve sevgisi yok olur. Bu hâle (Fenâ-i kalb) denir. Bu müşâhede Allahü teâlâyı görmek değildir. Allahü teâlâ, bu dünyâda görülemez. Fekat, Velîde Allahü teâlâyı görmüş gibi bir hâl olur. Bu hâl, istemekle hâsıl olmaz. İşte, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmekdir) buyurmakla, bu hâli haber vermişdir.
İkinci olarak deriz ki, bir hadîs-i şerîfde, (İnsanda bir et parçası vardır. Bu sâlih olursa, bütün beden sâlih olur. Fâsid olursa, bütün beden fâsid olur. Bu et parçası, Kalbdir!) buyuruldu. Bedenin sâlih olması için, kalbin sâlih olmasına tesavvufcular (Fenâ-i kalb) demekdedir. Kalb, Allahü teâlânın sevgisinde fânî olur. Onun sevdiği şeyleri seven kalbi olunca, kalbin bu fenâsı, komşusu olan nefse de te’sîr eder. Nefs, emmâreliğinden kurtulmağa başlar. (Hubb-i fillah ve Buğd-i fillah) kazanır. Ya’nî Allahü teâlânın beğendiği şeyleri sever. Allahü teâlânın beğenmediklerini sevmez. Bundan dolayı, bedenin hepsi islâmın ahkâmına uymak ister.
Süâl: Kalbin sâlih olması için, îmândan ve amelden başka bir şey var mıdır?
Cevâb: Hadîs-i şerîfde, (Kalb sâlih olunca, beden de sâlih olur) buyuruldu. Bedenin sâlih olması, islâmın ahkâmına yapışması demekdir. Çok kimse vardır ki, kalbinde îmân var iken islâmın ahkâmına uymıyor. Îmânı olup da, sâlih işleri az, bozuk işleri çok olanların Cehennemde azâb görecekleri bildirildi. Demek ki, kalbde yalnız îmân bulunması, bedenin sâlih olmasına sebeb ola-
mamakdadır. O hâlde kalbin sâlih olması, îmânlı olması demek değildir. Kalbin sâlih olması, hem îmânlı olması, hem de bedenin sâlih işler yapmasıdır da denilemez. Çünki, bedenin sâlih olmasına yine bedenin sâlih olmasını sebeb göstermek mantıksız bir söz olur. Bundan anlaşılıyor ki, kalbin sâlih olması, îmân ve ibâdetden başka birşeyin kalbde bulunması demekdir. Bu da, tesavvufcuların (Fenâ-i kalb) dedikleri Allah sevgisidir.
Üçüncü olarak deriz ki, Eshâb-ı kirâmın her birinin, Eshâb olmıyan müslimânların hepsinden dahâ üstün oldukları sözbirliği ile bildirilmişdir. Hâlbuki, kıyâmete kadar gelecek olan islâm âlimleri arasında ilmleri ve amelleri, Eshâb-ı kirâmın ba’zılarının ilm ve amelleri kadar olanları çok vardır: Bundan başka, hadîs-i şerîfde, (Başkaları Allah rızası için Uhud dağı kadar altın sadaka verseler, Eshâbımın Allah yolunda verdiği yarım Sâ’ arpanın sevâbına kavuşamazlar) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın ibâdetlerinin böyle kıymetli olması, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmakla, kalblerinde hâsıl olan (Bâtınî kemâl)lerinden dolayıdır. Onların bâtınları ya’nî kalbleri, Resûlullahın mubârek bâtınından nûr aldı. Bâtınları nûrlandı. Yedinci maddenin birinci sahîfesinde bildirdiğimiz gibi, hazret-i Ömer vefât edince, oğlu Abdüllah, (ilmin onda dokuzu gitdi) buyurdu. Orada bulunan gençlerin bu söze şaşdıklarını görünce, sizin bildiğiniz fıkh ve kelâm ilmlerini söylemiyorum. Resûlullahın mubârek kalbinden fışkırmış olan bâtın ilminin, ma’rifetin onda dokuzu gitdi diyorum dedi. Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen müslimânlar arasında, bu bâtın nûruna kavuşanlar, Rehberlerinin sohbetlerinde kavuşdular. Onlar vâsıtası ile, Resûlullahın mubârek kalbinden fışkıran nûrlara kavuşdular. Bunların sohbetlerinde kavuşulan nûr, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetinde kavuşulan kadar, elbet olamaz. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” üstünlükleri, işte buradan gelmekdedir. Bundan anlaşılıyor ki, zâhirin kemâllerinden, ya’nî üstünlüklerinden başka, bâtının da kemâlleri vardır. Bu kemâllerin çeşidli dereceleri vardır. Böyle olduğunu, Hadîs-i kudsî de göstermekdedir. Hadîs-i kudsîde, Allahü teâlâ buyurdu ki, (Kulum bana biraz yaklaşırsa, ben ona çok yaklaşırım. Kulum bana çok yaklaşırsa, ben ona dahâ çok yaklaşırım. Kulum [farzlarla birlikde] çok nâfile ibâdet de yapınca bana öyle yaklaşır ki, onu çok severim. Onu sevince, düâlarını kabûl ederim. Onun görmesi, işitmesi ve gücü yetmesi benimle olur). Allahü teâlânın böyle çok sevmesine sebeb olan nâfile ibâdetler, tesavvuf yolundaki çalışmalardır.
Dördüncü olarak deriz ki, bin seneden dahâ çok bir zemânda, dünyânın üç büyük kıt’asında gelmiş olan milyonlarca müslimân, tesavvuf yolunda çalışarak ve Sâlihlerin sohbetinde bulunarak, kalblerinde bir hâl hâsıl olduğunu söylemiş ve yazmışlardır. Yalan birşey için böyle dehşetli bir sözbirliği olabileceğini kimse düşünemez. Bu sözbirliği yapanların çoğunun hâl tercemeleri kitâblarda vardır. Hepsinin ilm, takvâ sâhibi, sâlih kimseler oldukları meydândadır. Böyle olgun, iyi kimselerin yalan söyliyecekleri, olacak şey değildir. İşte, böyle milyonlarca temiz, olgun insan sözbirliği ile bildiriyorlar ki, herbiri kendi Rehberinin sohbetinde bulunmakla, kalbleri Resûlullahın sohbetinde yayılan nûrlara kavuşmuşdur. Herbiri, (Sâlihlerden birinin sohbetinde bulunarak, kalblerimizde îmândan ve fıkh bilgilerinden başka bir hâl hâsıl oldu. Kalblerimizde bu hâl hâsıl olunca, Allah sevgisi ve Allahın sevdiklerinin sevgisi ve Allahü teâlânın emr etdiği şeylerin sevgisi kalblerimizi doldurdu. İyi işleri, ibâdetleri yapmak tatlı oldu. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâdlar gönüllerimize yerleşdi) demişlerdir. Kalblerde hâsıl olan bu hâl, elbet kemâldir, yükseklikdir. Kemâle sebeb olan bir hâldir.
Beşinci olarak deriz ki, Evliyânın kerâmetleri olur. (Kerâmet), Allahü teâlânın, âdeti dışında, ya’nî fen ve tabî’at bilgilerinin dışında yaratdığı hârık-ul’âde şeyler demekdir. Fekat, bir insanda, fen kanûnları dışında şeyler bulunması, o kimsenin elbet bir Velî olduğunu göstermez. Allahü teâlânın sevmediği kimselerde, hattâ kâfirlerde de, böyle âdet dışında, şaşılacak şeyler hâsıl olabilir. Kâfirlerde hâsıl olan âdet dışı şeylere (Sihr) denir. Evliyâda “rahmetullahi aleyhim ecma’în” kerâmet ile birlikde takvâ da bulunur. Takvâ, Allahü teâlâdan korkmak, Onun emrlerine ve yasaklarına uymakdır.
VİLÂYET NEDİR? Şimdi evliyâlık ne demek olduğunu bildirelim. Evliyâlık, Allahü teâlâya yakın olmak demekdir. Fekat, insanların Allahü teâlâya yakın olması, iki dürlü olur: Birinci yakınlık, Allahü teâlânın her insana yakın olmasıdır. Kaf sûresinin onaltıncı âyetinde meâlen, (Biz ona, boynundaki şahdamarından dahâ yakınız!) ve Hadîd sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, (Her nerede olursanız olunuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir) buyuruldu. İkinci yakınlık, Allahü teâlânın, insanların yalnız üstün olanlarına ve meleklere olan yakınlığıdır. Alak sûresinin son âyetinde meâlen, (Secde et ve Allahü teâlâya yaklaş!) buyuruldu. Yukarıda bildirdiğimiz Hadîs-i kudsîde, (Kulum bana, nâfile ibâdetleri de yaparak öyle yaklaşır ki, onu çok severim...) buyuruldu. Bu
âyet-i kerîmede ve Hadîs-i kudsîde bildirilmiş olan yakınlık, yalnız seçilmiş üstün kimselerde hâsıl olur. Bu yakınlığa (Vilâyet) ya’nî evliyâlık denir. Bu yakınlığa kavuşmak için, önce Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun îmân lâzımdır. Âl-i İmrân sûresinin altmışsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, îmân edenleri sever) buyuruldu. Fekat, mü’minler arasında seçilmiş olanları dahâ çok sever. Her mü’mini sevmesine (Vilâyet-i âmme) denir. Seçilmiş mü’minleri çok sevmesine, (Vilâyet-i hâssa) denir. Yukarıda yazılı Hadîs-i kudsîde bildirilmiş olan sevgi, işte bu sevgidir. Bu sevginin de dereceleri vardır. Şunu da bildirelim ki, Allahü teâlâ, insan aklı ile anlaşılamıyacağı gibi, Onun sıfatları da insanın aklı ile anlaşılamaz. Allahü teâlânın kendisi gibi ve i’tibârâtından her hangi biri gibi, hiçbirşey yokdur. Bunun için, Allahü teâlânın insanlara olan her iki yakınlığı, insan aklı ile anlaşılamayan, bilinemiyen bir yakınlıkdır. İki zemânın ve iki cismin birbirlerine yakın olmaları gibi değildir. Allahü teâlânın kullarına yakın olması, akl ile düşünülen ve his organları ile anlaşılan yakınlıklar gibi değildir. Ancak ba’zı seçilmiş mü’minlere verdiği ma’rifet denilen ilm ile anlaşılabilir. Bu bilgiye (İlm-i huzûrî) denir. Bizim bilgilerimiz (İlm-i husûlî)dir.
Allahü teâlânın, kullarına olan bu iki yakınlığı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile bildirilmiş olduğundan, her ikisine de inanmamız vâcibdir. Allahü teâlânın bizleri gördüğüne inanmamız lâzım olduğu gibi, bize olan bu iki yakınlığına da inanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın görmesi, fizik kanûnları ile îzâh edilen, ışığın yansıması ile olan görmek olmadığı gibi, Onun bu iki çeşid yakınlığı da ölçü ile, metre ile, angstrom ile bildirilen yakınlık değildir. Ba’zı hadîs-i şerîflerde arşın, zrâ’ [kol], karış, arpa boyu gibi birimler bildirilmesi, ölçü bildirmek için değil, azlık, çokluk bildirmek içindir.
Süâl: Vilâyet, Allahü teâlâ ile kul arasında olan, insanların anlıyamıyacağı bir hâl olduğuna göre, bunu niçin yakınlık sözü ile anlatmışlardır?
Cevâb: Bu süâle cevâb verebilmek için, önce iki şeyi bildirmek lâzımdır:
1 -Evliyâya hâsıl olan keşf ve herkesin gördüğü rü’yâlar, birşeyin misâlinin, benzerinin hayâl aynasında görünmesidir. Uykuda iken olursa, rü’yâ denir. Uyanık iken olunca, (Keşf) denir. Hayâl aynası, ne kadar çok sâf, temiz ise, keşf ve rü’yâ, o kadar doğru ve güvenilir olur. Bunun içindir ki, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” gördükleri rü’yâlara tâm inanılır ve güvenilir (Vahy)in bir
nev’idir. Çünki, Peygamberlerin hepsi ma’sûmdurlar. Ya’nî hiç yanılmazlar. Hayâlleri çok sâf, çok temizdir. Bâtınları, ya’nî kalbleri tertemizdir. Evliyânın rü’yâlarının çoğu da böyledir. Doğru olur. Çünki Eshâb-ı kirâmda olduğu gibi, doğrudan doğruya veyâ Eshâbdan sonra gelenlerde olduğu gibi, Rehberleri vâsıtası ile, Resûlullahın sohbetinde kazanılan nûrları ile ve Onun emrlerine uymak ile, Evliyânın hayâlleri temizlenmiş ve kalbleri cilâlanmışdır. Celâlüddîn-i Rûmî “rahmetullahi aleyh”,[1] bu inceliği Mesnevîsinde ne güzel anlatıyor. Beyt:
Evliyâyı avlıyan hayâller
bilirmisin nedir?
Hudâ bostanı güzellerinin
görüntüleridir!
Peygamberlere uymaları sâyesinde, Evliyânın bâtınları cilâlanır, parlak ayna gibi olur “rahmetullahi aleyhim ecma’în”. Ba’zan bâtınlarının eski zulmetleri, kara lekeler gibi meydâna çıkıp, hayâl aynaları bulanır. Keşf ve rü’yâlarında yanlışlık olur. Bu bulanıklık, ba’zan harâm veyâ şübheli birşey yaparak veyâ haddi aşarak, ba’zan da câhillerden, sapıklardan bulaşarak hâsıl olur. Günâh işliyenlerin rü’yâları çok kerre yanlış olur. Bâtınları zulmetli olduğundan çok yanılırlar.
2 -Allahü teâlânın yaratdığı şeylerin hepsine (Âlem) denir. Üç dürlü âlem vardır: (Âlem-i şehâdet), bildiğimiz madde âlemidir. (Âlem-i ervâh), maddî olmıyan, ölçüsüz olan rûh âlemidir.(Âlem-i misâl)de maddeli ve maddesiz hiçbirşey yokdur. Âlem-i misâlde, birinci ve ikinci âlemde bulunan herşeyin ve Allahü teâlânın, hattâ düşüncelerin ve ma’nâların misâlleri vardır. Allahü teâlânın misli yokdur. Misâli vardır denildi. Birşeyin kendisine ve sıfatlarına benziyen başka birşeye, birinci şeyin misli denir. Allahü teâlânın kendinin ve sıfatlarının misli yokdur, olamaz. Birşeyin kendine değil, yalnız sıfatlarına benzetilen başka şeye, birinci şeyin misâli denir. Meselâ, güneşe pâdişâh denir. Pâdişâh, güneşin misâli olur. Nûr sûresi, otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Mü’minin kalbindeki Allahü teâlânın nûru, fener içindeki mum gibidir) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, Allahü teâlâya misâl bildirilmişdir: (Öyle bir Hâkimdir ki, bir ev yapmış, içini maddelerle doldurmuşdur). Bundan dolayı, Allahü teâlâ rü’yâda görülebilir denildi. Yûsüf aleyhisselâm, kıtlık senelerini za’îf sığırlar gibi, bolluk senelerini de, semiz sığırlar gibi ve buğday başakları gibi rü’yâda gördü.
---------------------------------
[1] Celâlüddîn-i Rûmî 672 [m. 1273] de Konyada vefât
etdi.
(Buhârî) kitâbında bildirilen bir hadîs-i şerîfde, (Rü’yâda gördümki, çok kimseler yanıma geldi. Üzerlerinde gömlek vardı. Kiminingömleği göğsüne kadar, kiminin dahâ aşağı idi. Ömeri “radıyallahü anh” gördüm. Gömleği yerlere kadar uzundu) buyurdu. Ma’nâsını sordular. Gömlek, ilm demekdir buyurdu. Bu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, misli olmıyan ve madde olmıyan şeylerin misâlleri rü’yâda görülebilir ve keşf yolu ile görülebilir.
Yukarıdaki iki açıklama öğrenildikden sonra deriz ki, vilâyet denilen, bilinemiyen bir hâl vardır. Bu hâl keşf yolu ile, âlem-i misâlde, iki cismin birbirlerine yakın olmaları gibi görünmekdedir. Vilâyet hâli ilerledikce, keşfde, Allahü teâlâya doğru yürümek gibi, yâhud Onun sıfatlarının birinden ötekine gitmek gibi görünmekdedir. Evliyânın “rahmetullahi aleyhim ecma’în” bilinmiyen hâllerindeki değişmeler, Âlem-i misâlde böyle göründüğü için, bu hâllere (Kurb-i ilâhî) ve değişmelerine de (Seyr-i ilallah) ve (Seyr-i fillah) gibi ismler verilmişdir.
Tesavvuf yolunda (Fenâ) hâsıl olunca geriye dönülmez. Geri dönenler fenâdan önce dönmüşlerdir. Bu fakîr [ya’nî Senâüllah hazretleri] bunu, Bekara sûresinin yüzkırküçüncü âyet-i kerîmesinin, (Allahü teâlâ îmânınızı gidermez. O, kullarına çok acıyıcıdır) meâl-i şerîfinden anlamakdayım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâ, kullarının îmânlarını geri almaz. Fekat, âlimleri yok ederek ilmi giderir). Bu hadîs-i şerîf de gösteriyor ki, Allahü teâlâ, hakîkî îmânı ve bâtın ilmini geri almaz. [Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf, Eshâb-ı kirâmın hiçbirinin, sonradan mürted olmadığının şâhididir. Çünki, hepsinin îmânı, hakîkî idi. Şî’îler, bu inceliği bilselerdi. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hiçbirine dil uzatamazlardı.]
Tâm takvâ, ancak Evliyâda hâsıl olur. Hased, kin beslemek, kibr, riyâ, şöhret ve benzeri nefsin kötülükleri büsbütün gitmedikçe, tâm takvâ hâsıl olamaz. Bunların büsbütün gitmeleri için de, (Fenâ-i nefs) ya’nî nefsin fânî olması lâzımdır. Allahı sevmek, başka şeyleri sevmekden dahâ çok olmadıkça, hattâ kalbde Allahdan başka şeylerin sevgisi yok olmadıkça, kâmil îmân ve tâm takvâ elde edilemez. Bu da, ancak (Fenâ-i kalb) ile hâsıl olur. Fenâ-i kalb için, hadîs-i şerîfde, (Kalbin sâlih olması) denildi. (Buhârî) ve (Müslim) kitâblarında bildirilen hadîs-i şerîfde, (Bir mü’min beni ana babasından ve çocuklarından ve herkesden dahâ çok sevmedikçe, onun îmânı, kâmil olmaz) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfin, (Fethulmecîd) vehhâbî kitâbında da yazılı olduğunu bildirmişdik.
Bir hadîs-i şerîfde, (Üç kimse îmânın tadını bulur: Allahı ve Resûlünü herşeyden dahâ çok sever. Yalnız Allahın sevdiği kimseleri sever. Îmâna kavuşdukdan sonra, kâfir olmakdan korkması, ateşde yanmak korkusundan dahâ çok olur) buyuruldu. Râbi’a hazretleri, bir elinde su dolu, öteki elinde ateş dolu bir kap götürüyordu. Böyle nereye gidiyorsun dediklerinde, (Cehennem ateşini söndürmeğe ve Cenneti yakmağa gidiyorum. Böylece müslimânları Allahü teâlâya, Cehennem korkusu ve Cennete kavuşmak arzûsu ile ibâdet etmekden kurtarmak istiyorum) dedi ki, Evliyâlık da böyledir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eshâbıma ikrâm ediniz!) buyurdu. Hucurât sûresi onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (İkrâma lâyık olanınız, ittikâsı çok olanınızdır) buyuruldu. Bunun için, islâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu ümmetin en üstünleri ve en müttekîleridir. Çünki, Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” Allahın Resûlünün sohbetlerinde bulunmakla, vilâyet makâmlarının en ilerisine vardılar. Tevbe sûresinin yüzbirinci âyetinde meâlen,(Îmânları ileride olanlar ve hicretde önde olanlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, Eshâb-ı kirâmı övüyor “radıyallahü aleyhim ecma’în”. Vâkı’a sûresinin onuncu âyetinde meâlen, (Îmânları ileride olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakda ileride olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir) buyuruldu.
Bâtının kemâle kavuşması için, tesavvuf yolunda çalışmak vâcibdir. Âl-i İmrân sûresinin yüzikinci âyetinde meâlen, (Ey mü’minler! Allahü teâlânın yasak etdiği şeylerden tâm olarak sakınınız!) buyuruldu. Ya’nî zâhirdeki işlerde ve bâtındaki ahlâk ve akâidde, Allahü teâlânın beğenmediği hiçbirşey kalmamasını istedi. Bu âyet-i kerîmedeki emr, tesavvuf yolundaki çalışmanın vâcib olduğunu göstermekdedir. Tâm takvâ, ancak vilâyet ile elde edilebilir. Nefsin, yukarıda yazdığımız kötülükleri harâmdır. Bu kötülükler temizlenmedikçe, tâm takvâ elde edilemez. Bunlar da, nefsin fenâsı ile temizlenebilir. Takvâ, günâhlardan sakınmak demekdir. Buna hadîs-i şerîfde, (Bedenin sâlih olması) denildi. Bedenin sâlih olması için de, kalbin sâlih olması lâzımdır. Kalbin sâlih olmasına tesavvufcular (Fenâ-i kalb) demişlerdir.
Vilâyet, kalbin ve nefsin fânî olmaları demek olduğunu bildirdik. Tesavvuf âlimleri “rahmetullahi aleyhim ecma’în” buyuruyor ki, vilâyet yedi derecedir. Beşi, âlem-i emrden olan Kalb, Rûh, Sır, Hafî, Ahfâ adındaki beş latîfenin fânî olmalarıdır. Altıncısı, nefsin fânî olmasıdır. Yedincisi, bedendeki maddelerin fânî olmasıdır. Be-
den maddelerinin fânî olmasına (Bedenin sâlih olması) adı verildi.
Takvâ, yalnız nâfile ibâdet yapmakla elde edilmez. Takvâ, farzları ve vâcibleri yapmak ve harâmlardan sakınmak demekdir. İhlâs ile yapılmıyan farzların, vâciblerin hiç kıymeti yokdur. Zümer sûresinin ikinci âyetinde meâlen, (Allaha ihlâs ile ibâdet et! İbâdet, ancak Ona yapılır) buyuruldu. Harâmlardan kaçınmak da, fenâ-i nefs olmadan hâsıl olamaz. Görülüyor ki, vilâyetin kemâllerine kavuşmak, farzları yapmakla olur. Fekat, vilâyete kavuşmak, Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Dilediğine verir. Çalışmakla elde edilemez. Allahü teâlâ, insanlara güçleri yeten şeyleri emr etmişdir. Tegâbün sûresinin onaltıncı âyetinde meâlen, (Allahın yasak etdiği şeylerden, gücünüz yetdiği kadar perhiz ediniz!) buyuruldu. Görülüyor ki, elden geldiği kadar çalışmak lâzımdır.
Vilâyetin dereceleri sonsuzdur. Sa’dî Şirâzî “rahmetullahi aleyh”, (Gülistân) kitâbında:
Onun güzelliği sonsuz, Sa’dînin sözü uçsuz,
hasta içmekle doymaz, deryânın suyu azalmaz!
beyti ile bunu anlatmakdadır. Bunun gibi, takvâ dereceleri de sonsuzdur. Hadîs-i şerîfde, (Allahı en iyi tanıyanınız ve Ondan en çok korkanınız benim) buyuruldu. Bir kimse, vilâyet derecelerinde yükseldikçe, Allahü teâlâdan korkusu da artar. Hucurât sûresinin onüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, Ondan en çok korkanınızdır) buyuruldu. Takvâ dereceleri sonsuz olduğundan, vilâyet derecelerinde ilerlemek için, her zemân çalışmak vâcibdir. Bâtın ilminin artmasını istemek her vakt farzdır. Tâhâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Sevgili Peygamberim! Sen hep, yâ Rabbî benim ilmimi artdır düâsını söyle!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme böyle olduğunu bildirmekdedir. Bir Velînin, kavuşduğu derecede kalması, yükselmek istememesi harâmdır. Muhammed Bâkî-billah “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki:
Allah
yolunda edeb lâzımdır edeb!
ölünceye dek, taleb gerekdir taleb.
Deniz
dolusu ağzına dökseler de,
hiç
doymamak, hep su aramak gerek!
Celâlüddîn-i Rûmî de:
Kardeşim,
bu yolun yokdur sonu,
çok gitsen
de, yine yürümeli!
buyurdu. Hâce Muhammed Bâkî-billah:
Ne kadar
çok içirsen de bana,
ateşim artıyor senden yana!
buyurdu.
Bâtında yükselmeğe çalışmak vâcib olduğu için, Rehber aramak da vâcib olmakdadır. Çünki, Rehber “rahmetullahi aleyh” arada olmaksızın Allahü teâlâya kavuşmak, çok az kimseye nasîb olmuşdur. Bunun için, Celâlüddîn-i Rûmî:
Rehberden
başka yokdur insanı çeken,
bir Rehber
ara, ona sarıl pek
muhkem!
buyurdu. Fekat, yalancı Rehberlere aldanmamalıdır.
Mürşid-i kâmilin alâmeti, Ehl-i sünnet i’tikâdında olması ve islâm ahkâmına tâm uymasıdır. Sözleri, hareketleri islâm ahkâmına uygun olmıyan, [karısının, kızının, kolları, başları açık gezmelerine mâni’ olmıyan] kimse, havada uçsa da, Rehber olamaz. [Müslimân olan, îmânı olan kadınların, kızların başları, kolları, bacakları açık olarak sokağa çıkmaları, kendilerini yabancı erkeklere göstermeleri harâmdır. Müslimân erkeklerin, kadınlarını, kızlarını örtmeleri farzdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” kitâblarına uymıyan kimse, Rehber olamaz. Bundan, insanın dînine fâide değil, zarar gelir.] İnsan veyâ Dehr sûresinin yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Günâh işliyene veyâ kâfir olana itâ’at etme!) buyuruldu. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîmede, önce günâh işliyene itâ’at etme buyurdu. Ondan sonra, kâfire itâ’at etme buyurdu. Çünki, müslimânın kâfirle buluşması az olur. Günâh işliyenden emr alması dahâ çok olur. Bundan başka, günâh işliyen ile birlikde bulunmanın, kâfirle berâber bulunmakdan dahâ çok zararlı olduğunu göstermekdedir. Kehf sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Kalbi bizi zikr etmekden gâfil olan ve nefsinin arzûları peşinde koşan ve hareketlerinde islâmın dışına taşan kimseye itâ’at etme!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, nefse uymak, kalbin gâfil olmasını gösterir. Bedenin bozuk olması, ya’nî günâh işlemek, kalbin bozuk olmasını göstermekdedir.
[Şimdi açık gezen kadınlar, içki içenler, ya’nî günâh işliyenler ve ibâdet etmiyenler, müslimânlara karşı, sen kalbe bak, kalbimiz temizdir. Allah kalbe bakar diyorlar. Onların böyle konuşmaları-
nın yanlış ve bozuk olduğunu, bu âyet-i kerîme göstermekdedir. Hadîs-i şerîfde, (Kalb bozuk olunca, bedenin işleri de hep bozuk olur) buyurulduğunu yukarıda bildirmişdik. Bu hadîs-i şerîf de, günâh işliyenlerin bu gibi sözlerini yalanlamakdadır. (Allah dışınıza bakmaz. Kalblerinize ve niyyetlerinize bakar) hadîs-i şerîfi, ibâdet yapanlar, hayr işliyenler içindir. Ya’nî, ibâdetin kabûl olması için, Allahü teâlânın rızâsı için yapılması lâzımdır.]
Mürşid-i kâmilin ikinci alâmeti, hadîs-i şerîfde bildirilmişdir ki, onunla konuşmak ve onu görmek, Allahü teâlâyı hâtırlamağa sebeb olur. Allahü teâlâdan başka herşey kalbe soğuk gelir. Nevevînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” Evliyânın alâmetleri sorulunca, (Onlar görülünce, Allah hâtırlanır) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi ibni Mâce de bildirmekdedir. Muhyissünne Hüseyn Begavînin,[1] (Mesâbîh) kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ buyurdu ki, ben zikr olunduğum zemân Evliyâm hâtırlanır. Onlar zikr olununca da, ben hâtırlanırım) buyurulmuşdur. Fekat, Allahı hâtırlamak için, Velî ile bağlılık lâzımdır. Velîyi inkâr eden, Velî olduğuna inanmıyan, ona bağlı değildir. İnanmıyan, bu ni’mete kavuşamaz. Beyt:
Allahın nasîb etmediği kimse,
feyz alamaz
Peygamberi de görse!
Her Velîde böyle te’sîr vardır. Ba’zısında dahâ kuvvetli te’sîrler olur ki, talebeyi çekerek tesavvuf yolunun yüksek derecelerine çıkarırlar. Bunlara (Kâmil ve mükemmil) denir.
Câhiller ve yalancılar ilk görmekde ve birkaç görüşmekde Velîyi “rahmetullahi aleyh” tanıyamaz. Bunların, güvendikleri kimselerden sorup anlamaları lâzımdır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırküçüncü âyetinde ve Enbiyâ sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Bilmediklerinizi bilenlerden sorup öğreniniz!) buyurdu. Hadîs-i şerîfde, (Cehâletden kurtulmanın yolu, bilenlerden sorup öğrenmekdir) buyuruldu. Rehber olarak tanınan bir kimsenin yanında yıllarca bulunup da, kalbinde bir değişiklik hâsıl olmıyan kimse, onun yanından ayrılmalıdır.
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm” sıra ile dört halîfeyi seçdiler. Halîfe seçmek, yalnız dünyâ işlerini düze-
---------------------------------
[1] İmâm-ı Begavî 516 [m. 1122] de vefât etdi.
ne koymak için değildi. Bâtınlarını kemâle getirmek için de seçmişlerdi.
Süâl: Evliyâ ölünce, onun feyz vermesi kesilir mi? Feyz almak için hep diri olanı aramak lâzım mıdır?
Cevâb: Evliyâ ölünce, feyz vermesi bitmez. Hattâ artar. Fekat, nâkıs olanların, kendilerini kemâle erdirecek kadar, meyyitden feyz almaları pekaz nasîb olur. Velîden, öldükden sonra alınan feyz, diri iken alınan kadar olsaydı, Medînede yaşıyan müslimânların, bu zemâna gelinceye kadar, hepsinin Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” feyz alarak, Eshâb-ı kirâm derecesinde olmaları lâzım gelirdi. Kimsenin Rehber aramasına lüzûm kalmazdı. Çünki, Rehberden feyz alabilmek için, feyz alan ile feyz veren arasında bağlılık lâzımdır. Rehber ölünce, bu bağlılık kalmaz. Evet, fenâ ve bekâya kavuşdukdan sonra, bâtınları arasında bağlılık hâsıl olup, kabrden de, çok feyz alınabilir ise de, bu feyz de, diri iken alınan feyz kadar olamaz.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi aleyhim ecma’în” buyuruyor ki, hiçbir Velî, gaybı bilmez. Allahü teâlâ keşf veyâ ilhâm ile bildirirse, ancak onu söyliyebilir. Evliyâ gaybı bilir diyen kâfir olur. Evliyâ, yok olan şeyi var edemez. Var olanı yok edemez. Kimseye rızk veremez. Çocuk veremez. Hastalığı gideremez. A’raf sûresinin yüzseksenyedinci âyetinde meâlen, (Ey Sevgili Peygamberim! Onlara söyle ki, kendime fâide ve zarar vermeğe gücüm yetmez. Ancak Allahın dilediği olur) buyuruldu. Allahü teâlâdan başkasından yardım beklemek câiz değildir. Fâtiha sûresinde, (Ancak sana ibâdet eder, Senden yardım bekleriz) dememizi emr etmekdedir. (İyyâke) yalnız sana mahsûsdur demekdir. Bunun için, Evliyâya adak yapmak câiz olmaz. Çünki, nezr yapmak ibâdetdir. Evliyâdan birine nezr yapan kimsenin, bu nezrini yerine getirmemesi lâzımdır. Çünki, elden geldiği kadar, günâhdan kaçınmak vâcibdir. Kabr etrafında saygı için dönmek câiz değildir. Çünki, Kâ’be etrafında dönmeğe benzemekdir ki bu dönmek, nemâz kılmak gibi ibâdetdir.
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Velîlerin dirilerine ve ölülerine düâ ederek, kendiliğinden birşey yapmalarını istemek câiz değildir. Hadîs-i şerîfde, (Düâ ibâdetdir) buyuruldu. Mü’min sûresinin altmışıncı âyetinde meâlen, (Bana düâ ediniz! Düânızı kabûl ederim. Kibr edip bana ibâdet etmek istemiyenler, zelîl olarak Cehenneme gideceklerdir) buyuruldu. Câhiller, yâ
Abdülkâdir Geylânî, yâ Şemseddîn pânipütî, yâ Tezveren dede, Allah için bana şunu ver diyorlar. Böyle söylemek şirkdir, küfrdür. Yâ Rabbî! Abdülkâdir-i Geylânî hürmeti için bana şunu ver! Seyyidet Nefîse[1] hürmetine hastama şifâ ver demelidir. Allahü teâlâya böyle düâ etmek câizdir ve fâidelidir. A’râf sûresinin yüzdoksanüçüncü âyetinde meâlen, (Allahdan başka her kime düâ ederseniz, onlar da sizin gibi kuldur. Kimseye yardım edecek güçleri yokdur) buyuruldu.
Süâl: Bu âyet-i kerîme kâfirlerin putlarına tapınmalarının şirk olduğunu bildirmek için gelmişdir. Evliyâyı “rahmetullahi aleyhim ecma’în” putlara benzetmek doğru mudur?
Cevâb: Âyet-i kerîmede, Allahdan başka buyuruldu. Bu, Allahdan başka herşey demekdir. Evet, hadîs-i şerîfde, (Peygamberi zikr etmek ibâdetdir. Sâlihleri zikr etmek günâhlara keffâretdir.Ölümü zikr etmek sadaka vermek gibidir. Kabri zikr etmek, sizi Cennete yaklaşdırır) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf Ebû Nasr Deylemînin “rahmetullahi aleyh” (Müsned-ül-firdevs) kitâbında yazılıdır. (Alîyi zikr etmek ibâdetdir) hadîs-i şerîfini de Deylemî bildirmekdedir. Bu hadîs-i şerîflerdeki zikr etmek, onların yüksek mertebelerini, hâllerini, güzel huylarını hâtırlamak, söylemek demekdir. Böylece bunları sevmek, Allah sevgisindendir. Bunları işitenler, bunlar gibi olmağa çalışırlar. Yalnız ezânda ve ikâmetde, Allahü teâlânın ismi yanında Muhammed aleyhisselâmın ismini de zikr etmek ibâdetdir. İnşirâh sûresi dördüncü âyetinde meâlen, (Senin için, senin zikrini yükseltdik) buyuruldu. Bu yükseltmek, yalnız Muhammed aleyhisselâm içindir. Bir kimse, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) dedikden sonra, Alî veliyyullah dese, bu kimse ta’zîr olunur. Ya’nî cezâlandırılır. Muhammed aleyhisselâmın ismini zikr etmek de, yalnız dînimizin bildirdiği yerde câiz olur. Meselâ, yâ Muhammed, yâ Muhammed diyerek tesbîh çekmek câiz değildir.
İsmet, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûsdur. İsmet, bilerek ve bilmiyerek, büyük ve küçük hiçbir günâh işlememek demekdir. Evliyâda ismet vardır demek küfr olur.
Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü anhüm” Evliyânın hepsinden dahâ yüksekdirler. Tebe’i tâbi’înin büyüklerinden olan Ab-
---------------------------------
[1] Seyyidet Nefîse hazret-i Hasenin torunu Hasenin kızı 208 [m. 823] de Mısrda vefât etdi.
düllah ibni Mubârek hazretleri[1] buyurdu ki, (Hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullahın yanında bindiği atın burnuna giren toz, Veysel Karânîden ve Ömer bin Abdül’azîzden dahâ hayrlıdır).
Evliyânın kabrlerini yüksek yapmak, onlara saygı için üzerlerine türbe yapmak, yanında ziyâfet vermek, kabrlerinde kandil, mum yakmak bid’atdir. Kimisi harâm, kimisi mekrûhdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh”, göndererek, kâfirlerin yüksek kabrlerini yıkdırdı ve resmleri yok etdirdi.
[Evliyâ öldükden sonra da, kendilerini sevmek, hurmet etmek lâzımdır. Böylece, rûhlarından feyz alınır. İstifâde olunur. İnsanın kalbi temizlenir. Ziyârete gelenlerin bu kabrin bir Velî mezârı olduğunu anlıyarak, saygı göstermeleri için ve ziyâret edenin soğukdan, sıcakdan, yağmurdan, yırtıcı hayvandan korunması için, Evliyânın “rahmetullahi aleyhim ecma’în” kabrleri üzerine türbe yapmak câiz, hattâ lâzımdır. Türbe, Velî için değil, ziyârete gelen diriler için yapılmakdadır.]
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabrini ziyâret etmek için sünnet şöyledir: Abdestli olmalı, Resûlullaha salevât getirmeli, önceden yapmış olduğu nemâz, sadaka, oruc, Kur’ân-ı kerîm okumak gibi hayrlı işlerin sevâbını Ona bağışlamalı, gönlü uyanık olmalı, Onu sevmeği ve sünnetine uymağı, Allahü teâlâdan dilemelidir. Eğer, ziyâret etdiği kabr, mensûb olduğu Velînin kabri ise, kalbinden dünyâ düşüncelerini çıkarıp, ondan feyz almağı beklemelidir. Kabr başında Kur’ân-ı kerîm okumak sünnetdir.
Dünyâlığa, mala, şöhrete kavuşmak, saygı toplamak için Rehberlik yapanlar, şeytânın vekîlleridir. Müseyleme-tül-kezzâb gibidirler.
Evliyânın “rahmetullahi aleyhim ecma’în” Allahü teâlâdan kendilerine gelen ni’metleri haber vermeleri, bulundukları yüksek dereceleri talebelerine bildirmeleri câizdir. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın verdiği ni’metleri bildirmek, bunlara şükr etmek olur)buyuruldu. Öğünmek harâmdır. Kendindeki iyilikleri, ni’metleri, kendinden bilirse, Allahü teâlânın verdiğini düşünmezse, öğünmek olur. Ya’nî (Tezkiye-i nefs) olur. Bu ni’metlerin Allahü teâlâ-
---------------------------------
[1] Abdüllah ibni Mubârek 181 [m. 797] de, Veysel Karânî
37 [m. 657] de vefât etdi.
dan geldiğini bilip, kendinin kusûrlu olduğunu düşünürse, (Şükr) olur.
İnsanların Allahü teâlâya yaklaşması, ancak Allahü teâlânın çekmesi ile olur. Eğer, vâsıtasız doğrudan doğruya çekerse, (İctibâ) denir. Vâsıta ile çekmesi, iki dürlü olur: İbâdet yapmak ve riyâzet çekmek vâsıtası ile yaklaşdırır. [Tesavvuf yolundaki vazîfelerin te’sîrleri tecribe edilmiş olduğu için, riyâzet olarak bu nâfile ibâdetleri yapmak tercîh edilmekdedir.] Buna (Sülûk) denir. Yâhud bir Rehberin sohbeti vâsıtası ile (Cezb) eder. Bütün bu çekişlerin asl sebebi, insanın kendi kâbiliyyetidir. Bu kâbiliyyetleri, insana yaratılışda verilir. İnsanların kâbiliyyetleri, isti’dâdları başka başkadır. İnsanın Allaha yaklaşmasına en büyük mâni’ nefsinin şehvetleri ile bedenin ihtiyâc ve kötülükleridir. İkinci mâni’, (Âlem-i emr) latîfelerinin kendilerinden ve Rablerinden gâfil olmalarıdır. İnsanı Allahü teâlâya yaklaşdıran ibâdetleri, riyâzetleri de, bir Rehberin göstermesi lâzımdır. Riyâzet ve ibâdet yapmakla, hem nefs ve beden tezkiye bulur. Ya’nî kötülüklerden temizlenirler. Hem de, âlem-i emrden olan latîfeler, beden maddelerinden ve nefsden bulaşmış olan zulmetlerden tasfiye olur. Gafletden kurtulurlar. Tesavvuf yollarının çoğunda, önce sülûk yapılır. Önce, iki mâni’ ortadan kaldırılır. Böylece, Âlem-i emrin beş latîfesi sâf olur ve nefs (Makâmât-ı aşere) denilen güzel huylarla bezenir. Bundan sonra, Rehber sâliki Allahü teâlâya cezb eder. Bu sâlike, (Sâlik-i meczûb) denir. Böyle ilerlemesine (Seyr-i âfâkî) denir. Çünki Rehber sâlikin temizlenmesini Âlem-i misâlde görerek anlar. Bu seyr çok güçdür ve uzun sürer. Allahü teâlâ Behâüddîn-i Buhârîye “rahmetullahi aleyh” sülûkden önce cezb yapmasını ilhâm eyledi. Önce teveccüh ederek, her latîfede zikr yapdırırlar. Her latîfede fânî olurlar. Buna (Seyr-i enfüsî) denir. Seyr-i âfâkînin çoğu da, bununla birlikde hâsıl olur. Sonra, nefsi ve bedeni temizlemek için riyâzet yapdırılır. Bu sâlike, (Meczûb-i sâlik) denir. Bu seyr kolay ve çabuk olur. Nâkısların, câhillerin kendiliklerinden yapdıkları ibâdetlerle, terakkîleri pek az olur veyâ hiç olmaz. Çünki, bunların ibâdetlerinin sevâbı pek azdır. Elli sene ibâdet ile vilâyetin en aşağı derecesine yetişebilirler. O hâlde, yalnız mücâhede ve riyâzet ile vilâyet elde edilemez. İbâdetlerin, riyâzetlerin ancak sünnete uygun olanları fâidelidir. Bunun için, bid’atlerden sakınmak şartdır. Hadîs-i şerîfde, (Amelsiz söz kabûl olmaz. Niyyetsiz amel kabûl olmaz. Sünnete uygun olmazsa, hiçbiri kabûl olmaz) buyuruldu. Ya’nî, hiçbirine sevâb verilmez. İbâdetlerin, riyâzetlerin güç, sıkıntılı olması değil, sünnete uygun olmaları lâzımdır.
Süâl: Çok sıkıntılı riyâzetler çekenlerin çok ilerledikleri, keşf ve kerâmet gösterdikleri görülüyor. Buna ne dersiniz?
Cevâb: Riyâzet çekmekle keşf, kerâmet ve dünyâ işlerinde tesarruf elde edilir. Eski Yunan felesofları ve Hind papasları böyle yaparlardı. Allah adamları, bunlara kıymet vermez. Nefsi kötülüklerden kurtarmak, şeytânı öldürmek, ancak sünnete uymakla mümkindir.
Süâl: Yukarıdaki cevâba göre, yalnız riyâzet yapılan tesavvuf yollarında kimsenin Velî olmaması lâzım gelir. Buna ne dersiniz?
Cevâb: Tesavvuf yollarının hepsi sünnete uymakdadır. Ba’zılarına bir bid’at karışmış ise, başka işlerinde sünnete uymaları, bu bid’ati işlemekden kurtarabilir. Bunlara bid’at karışması keşf ve ilhâmlarını yanlış te’vîl etmelerinden hâsıl olur. Câhillerin, yalancıların bid’atleri böyle değildir. Bunlar zararlıdır. Feyzin kesilmesine sebeb olur.
Nâkıs ve kâmil, herkes dahâ kâmil olandan feyz alır. Vilâyet ancak kâmilin sohbeti ile elde edilebilir. Nâkısların, câhillerin sohbeti hiç kimseyi vilâyete kavuşduramaz. Çünki, bunların Hak teâlâ ile münâsebetleri yokdur. Kâmil olan rehberin zâhiri halk ile, bâtını Hak ile olduğu için, Allahü teâlâdan aldığı feyzi, insanlara vererek, onları vilâyete kavuşdurur. İsrâ sûresinin doksanbeşinci âyetinde meâlen, (Eğer yeryüzünde melekler olup yürüselerdi, onlara gökden Peygamber olarak elbette melek gönderirdim) buyuruldu. Bunun içindir ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra, görünüşde kendisi ile münâsebet kalmadığı için, herkes Kabr-i se’âdetden feyz alamaz oldu. Resûlullahın vârisleri olan âlimlerden, Rehberlerden feyz alındı. Çünki hadîs-i şerîfde, (Zâhir ve bâtın bilgilerinde âlim olanlar, Peygamberlerin vârisleridirler) buyuruldu.
Kemâle yetişen, Velî olan kimseler “rahmetullahi aleyhim ecma’în”, Allahü teâlâdan vâsıtasız feyz alabilirler. İbâdet yapmakla da yükselirler. (Secde et ve Allaha yaklaş) âyet-i kerîmesi bunu bildirmekdedir. Bu Velî, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Evliyânın kabrlerinden de feyz alabilir.
Peygamberlerin insanlardan gönderilmesi, sohbetde hâsıl olan te’sîr içindir. Çünki, i’tikâd ve fıkh bilgileri meleklerden de öğrenilebilir. Cibrîl hadîsi bunu göstermekdedir. Çünki Resûlullah, (Bu gelen Cebrâîl idi. Size dîninizi öğretmek için gelmişdi) buyurdu. Sohbetin te’sîri için, Rehberlerden feyz alabilmesi için, arada tâm münâsebet [tanımak ve sevmek] bulunması lâzımdır. Vilâyet
elde etmek için de, bu te’sîr lâzımdır.
Az kimse vardır ki, isti’dâdları çok kuvvetli olup, Peygamberin “salevâtullahi aleyhim ecma’în” veyâ bir Velînin “rahime-hullahü teâlâ” rûhundan feyz alarak, vilâyet mertebesine kavuşurlar. Bunlara (Üveysî) denir. Eshâb-ı kirâmın sohbeti de, feyz verdi. Fekat bir sohbet yetişmezdi. Çok def’a sohbet etmek lâzım idi. Sonra gelen Evliyânın sohbetleri, ancak riyâzet çekmekle birlikde te’sîr etdi.
Allahü teâlâ, insanlarda kendine yaklaşmak ve kendini tanımak isti’dâdını yaratdı. Bu isti’dâdın mikdârı herkesde başkadır.
Farzları, vâcibleri yapdıkdan ve harâmlardan, şübhelilerden kaçdıkdan sonra, nâfile ibâdetlerin en te’sîrlisi zikrdir. Her zemân Allahü teâlâyı zikr etmelidir. Hadîs-i şerîfde, (Cennetdekiler, en çok, dünyâda Allahü teâlâyı zikr etmeden geçirdikleri zemânlar için üzülürler) buyuruldu. Fenâ-i nefs hâsıl olmadan önce, diğer nâfile ibâdetleri yapmakla ve Kur’ân-ı kerîm okumakla Allahü teâlâya yaklaşılamaz. Bâtını temizlemedikçe, bunlarla terakkî olmaz. Bâtını temizlemek, Allahı zikr etmekle olur. Hadîs-i şerîfde, (Zikrin en iyisi, Lâilâhe illallahdır) buyuruldu. Bunun için, boş zemânlarda hep bu (Kelime-i tevhîd)i okumalıdır. Zikrin çeşidleri arasında (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillâhil hamd) çok fâidelidir. Buna (Tekbîr-i teşrîk) denir. Bundan sonra kalan zemânlarda, âhıret adamları ile, sâlihlerle görüşmeli, sohbet etmelidir. Sâlih kimse bulamıyan, bunların kitâblarını arayıp, bulmalı, bunları okumalıdır. Mürtedlerle, bid’at sâhibleri ile, fâsıklarla arkadaşlık etmemeli, bunlarla oturmamalıdır. Harâm işliyenlere (Fâsık) denir. Din câhilleri ile, dünyâya düşkün olanlarla ve mezhebsizlerle görüşmemelidir. Bunlarla görüşmek, insanın bâtınını [Kalbini, rûhunu] harâb eder. Evliyânın sohbetinde bulunmak, zikrden ve diğer nâfile ibâdetden dahâ fâidelidir. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm”, birbirlerini görünce, biraz benimle otur. Îmânımı tâzeliyeyim derlerdi. Celâlüddîn-i Rûmî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki:
Evliyâ yanında geçen az zemân,
fâidelidir
yüzyıllık takvâdan!
Hâce Ubeydullah-i Ahrâr “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki:
Kılınabilir her zemân
nâfile nemâz,
Bizim
sohbetimiz bir dahâ bulunamaz!
Birisine, Bâyezîdin sohbetinde bulun dediler. Ben her ân Rabbimin sohbetindeyim dedi. Bâyezîdin sohbeti sana dahâ fâidelidir
cevâbını verdiler. Ya’nî cenâb-ı Hakdan, Ona bağlılığın ve isti’dâdın kadar feyz alabilirsin. Bâyezîdin sohbetinde ise, Onun yüksek derecesine uygun feyzlere kavuşursun demek istediler.
Kötü
arkadaşla hiç görüşme,
O, zehrli yılandan da fenâdır!
Yılan alır insanın cânını,
O alır cânını, îmânını!
Senâüllah-i Dehlevînin fârisî (İrşâd-üt-tâlibîn) adındaki kitâbından seçerek, türkçeye terceme burada temâm oldu. Senâüllah-i Dehlevî, Mazher-i Cân-ı Cânânın yetişdirdiği Evliyânın büyüklerinden olup, 1225 [m. 1810] senesinde Hindistânda vefât etdi. Pani-pût şehrindedir.
TENBÎH: Muhammed Pârisâ, (Risâle-i kudsiyye) kitâbında buyuruyor ki, Yûsüf-i Hemedânîye,[1] Kâmil bir rehber bulamazsak, ne yapalım dediler. Hergün onların kitâblarını okuyunuz buyurdu. Şimdi, selâmete kavuşmak için, İmâm-ı Rabbânînin “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât) kitâbını okumalıdır. (Mektûbât)ın birinci cildinin tercemesi, (Mektûbât Tercemesi) adı ile, 2005 de İstanbulda basdırılmışdır. Se’âdete kavuşmak istiyenlerin, bu kitâbı okumaları çok fâidelidir.
---------------------------------
[1] Yûsüf Hemedânî 535 [m. 1141] de Hirâtda vefât etdi.