26 - (Feth-ul-mecîd) ismindeki vehhâbî kitâbının dörtyüzseksenbeşinci ve sonraki sahîfesinde de, hak olan Ehl-i sünnet bilgilerini yazmak zorunda kalmış, bunların arasında bozuk, zehrli saldırılarından da geri kalmamışdır. Diyor ki:
(Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kabr ziyâret ederken âhıreti hâtırlamağı, meyyite düâ ederek, ona ihsânda bulunmağı, ona acımağı, istiğfâr etmeği emr etmişdir. Ziyâret eden kimse, hem kendisine, hem de meyyite iyilik etmiş olmakdadır. Müslimin, Ebû Hüreyreden “radıyallahü anh” bildirdiği hadîsde (Kabrleri ziyâret ediniz! Kabr ziyâreti, ölümü hâtırlatır) buyuruldu. Abdüllah ibni Abbâs diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medînede, kabristân yanından geçiyordu. Kabrlere bakarak, (Esselâmü aleyküm yâ ehlel-kubûr! Yagfirullahü lenâ ve leküm, entüm selefünâ ve nahnü bil-eser) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi imâm-ı Ahmed ve Tirmüzî bildirmekdedir. İbnül-Kayyım-ı Cevziyyenin, imâm-ı Ahmedden bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Size, kabr ziyâretini yasaklamışdım. Şimdi, kabrleri ziyâret ediniz! Böylece âhıreti hâtırlarsınız) buyurdu. İbni Mâcenin Abdüllah ibni
Mes’ûddan bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kabr ziyâretini önce yasaklamışdım. şimdi ziyâret ediniz! Böylece dünyâya gönül vermekden kurtulur, âhıreti hâtırlarsınız) buyuruldu. İmâm-ı Ahmedin, Ebû Sa’îdden bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kabr ziyâretini size yasaklamışdım. şimdiden sonra ziyâret edebilirsiniz. Böylece, ibret alır, gafletden uyanırsınız) buyuruldu. İbn-ül Kayyım-ı Cevziyye, Seleme-tebni Verdandan haber veriyor. Diyor ki, Enes bin Mâliki gördüm. Resûlullaha selâm verdi. Sonra bir kabrin dıvarına dayandı, düâ etdi. Müşrikler kabr ziyâretini değişdirdiler. Dîni tersine çevirdiler. Kabre giderek, meyyiti, Allaha şerîk yapıyorlar. Meyyite düâ ediyorlar. Meyyit vâsıtası ile Allaha düâ ediyorlar. İhtiyâclarını meyyitden istiyorlar. Bereketin ondan gelmesini bekliyorlar. Düşmanlarına karşı onun yardım etmesini diliyorlar. Böylece, kendilerine de, ölüye de kötülük yapıyorlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu kötü âdetleri önlemek için, kabr ziyâretini erkeklere yasak etmişdi. Sonra, tevhîd kalblere yerleşince, kabr ziyâretine izn verdi. Fekat kabrde hücr [saçma, çirkin söz] söylemek yasak edildi. Hücrün en büyüğü, kabr başında, söz ve hareket ile şirk yapmakdır. Şimdi, türbeleri süslüyorlar, câmi’lere bakmıyorlar. Allahın Peygamberlerle bildirdiği dîni tersine çeviriyorlar. Şî’îler, insanların en câhilleri ve dinden en uzak kalanları olduğu için, türbeleri yapıyorlar. Câmi’leri yıkıyorlar) diyor.
Câhillerin ve sapıkların kabr başlarında ve türbelerde yapdıkları taşkınlıklara, şirke ve Allahü teâlânın yaratdığını düşünmiyenlere karşı, biz de vehhâbîlerle birlikdeyiz. Elbet şirkin ve müşriklerin düşmanıyız. Bunu imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” çeşidli mektûblarında ve ençok üçüncü cildin kırkbirinci mektûbunda çok güzel ve açık anlatmakdadır. Bu mektûb (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının üçüncü kısmının ikinci maddesinde yazılıdır. Fekat, vehhâbîler kabr ziyâretine, Kur’ân-ı kerîm okuyup, sevâbını meyyitin rûhuna göndermenin, düâ etmenin meyyite fâide vereceğine inandıklarını yazdıkları hâlde, meyyit işitmez, his etmez, ona birşey söylemek, Peygamberden şefâ’at istemek, Evliyâyı vesîle ederek, Allahü teâlâya düâ etmek şirk olur diyorlar. Sözleri birbirini tutmıyor. Kitâbımızın başından beri görüldüğü gibi, vehhâbîlerin Ehl-i sünnetden farkı, bu noktada toplanmakdadır. Biz de, din kardeşlerimizi korumak için, bu nokta üzerinde durmağı uygun görüyoruz.
Osmânlı devleti zemânında, mekteblerin, medreselerin, üniversite üstünlüğünde olan (Medrese-tül-mütehassısîn) adındaki
yüksek kısmında, tesavvuf müderrisi ya’nî profesörü bulunan, büyük islâm âlimi ve olgun Velî, seyyid Abdülhakîm Efendi “rahmetullahi aleyh” 1342 hicrî ve 1924 mîlâdî yılında, İstanbulda basılan (Râbıta-i şerîfe) kitâbında buyuruyor ki:
Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmış ve müşâhede makâmına varmış olgun bir Velîye, kalbini bağlıyarak, yanında iken ve yanında olmadığı zemânlarda, o zâtın yüzünü hayâlinde bulundurmağa (Râbıta) denir. (Onlar görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanır) ve Buhârîde ve Müslimde bildirilen (Onlarla berâber bulunanlar şakî olmaz) hadîs-i şerîflerinde bildirildiği gibi, bu kemâle ermiş olanları düşünmek, insana birçok fâideler sağlar. Sâdık ve temiz bir müslimân, böyle bir Allah adamını düşünmekle, onun sıfatları, hâlleri kendisinde hâsıl olur. Hadîs-i şerîfler sâlih müslimânlarla, ya’nî Allahü teâlânın sevdiği kimselerle berâber bulunmağı emr etmekdedir. [Deylemîde ve Taberânîde ve Künûz-üd-dekâıkde bildirilen hadîs-i şerîfde, (Ben ilm şehriyim. Alî onun kapısıdır) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfin gösterdiği gibi, Allahü teâlânın sonsuz feyz deryâsının kapısı gibi olan, Allah adamlarının kalblerinden, bunları seven ve hâtırlayan müslimânların kalbine feyz, ma’rifet, nûr akar. Bu feyze kavuşmak için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak, Resûlullaha tâm uymak ve Allahü teâlânın sevdiği Allah adamlarını sevmek, kalbinde onların sevgisini bulundurmak lâzımdır. Bu şartlardan mahrûm olanlar, Allah adamlarının feyzlerinden, ma’rifetlerinden mahrûm kalmışlardır. Bilmediklerini, inkârdan başka çâre bulamıyorlar. Allah adamının kalbinden feyz almak için ikinci şart, o zâtın Resûlullah efendimizin tam vârisi olması, Onun yolunda, izinde bulunması ve Allahü teâlânın sevgili kulu olması lâzımdır. Vehhâbîler arasında böyle bir Allah adamı bulunmadığından da, onlar için feyz ve ma’rifet kapıları kapalıdır. Putlara, heykellere tapınan müşriklerin ve câhillere, sahte Rehberlere gönül veren zevallı müslimânların bir feyz ve fâide edinememeleri, bundan ileri gelmekdedir. Ebû Cehl, Ebû Tâlib ve Ebû Leheblerin, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” feyz ve hidâyet alamamaları ise, birinci sebebin kendilerinde bulunmamasından ileri gelmekdedir. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, Allahü teâlânın yeryüzünde halîfeleridir. Evliyâ-yı kirâm, Peygamberlerin vârisleri oldukları için, onlar da bu şerefden pay almışlar, mubârek kalbleri, Allahü teâlânın aynası olmuşdur. (Sâd) sûresinin yirmialtıncı ve (En’âm) sûresinin yüzaltmışbeşinci âyet-i kerîmeleri ve benzerleri, bu sözümüzün vesîkalarıdır.
Olgun bir Velînin “rahime-hullahü teâlâ” kalbine bağlanan bir
müslimân, onun mubârek kalbi vâsıtası ile Allahü teâlâdan gelen feyzlere kavuşur. Deylemîde ve Künûz-üd-dekâıkde “rahmetullahi alâ müellifeyhimâ” yazılı hadîs-i şerîfde, (Ehli arasında bir âlim, ümmeti arasındaki Peygamber gibidir) buyuruldu. Kalbin feyzlere, ma’rifetlere kavuşmasında, Allah adamının diri ve ölü olması arasında hiç fark yokdur. Onun kemâlâtı, rûhâniyyetinden hiç ayrılmaz. Rûhâniyyet de, zemâna ve mekâna ve ölülüğe ve diriliğe bağlı değildir. Yukarıdaki iki şart mevcûd ise, her nerede olursa olsun, diri olsun, ölü olsun, Allah adamlarına bağlanan, ya’nî onları seven ve hâtırlıyan müslimânlar, hemen feyz ve ma’rifete kavuşurlar. Bunların rûhlarının tesarrufları, Allahü teâlânın tesarrufu ile olduğuna inanmak lâzımdır.
İnsan, Allahü teâlâdan vâsıtasız feyz almağa kâdir olmadıkça, Allahü teâlânın sevdiği, Allahü teâlâdan feyz alıp, talebesine verebilen bir vâsıtaya muhtâcdır.]
Buhâra, Hîve, Semerkand ve Hindistân âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hicretin ikiyüz senesinden, binikiyüz senesine kadar sözbirliği ile bildirmiş olmaları ve yapmış olmaları ve emr etmeleri, yukarıdaki yazımıza en büyük sened ve vesîka olmakdadır. Bunların üstünde başka bir vesîka aramağa kalkışmak, bin seneden fazla bir zemânda, koca Asya kıt’asında yetişmiş olan milyonlarca islâm âlimlerini küçültmek, hattâ kötülemek olur. Bunların âlim ve çoğunun da olgun Velî olduklarını gösteren kitâbları meydândadır.
Mâide sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız) buyuruldu. Bu emrdeki vesîle, ya’nî vâsıta, bir şarta bağlanmamış, mutlak olarak, ya’nî umûmî olarak bildirilmişdir. İbâdetler, zikrler, düâlar ve Evliyânın rûhları bu emrin içinde bulunmakdadır. Umûmî olan bu emri sınırlamağa kalkışmak, âyet-i kerîmeye iftirâ etmek olur. Vesîlenin Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” olduğunu, Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyet-i kerîmesi bildiriyor. Bu âyetde meâlen, (Allahü teâlâyı seviyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Allahü teâlâ, bana tâbi’ olanları sever) buyuruldu. Müslimân olduğunu söyliyen herkesin buna inanması lâzımdır. (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i şerîfi, âlimlerin, Velîlerin “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” de vesîle olduğunu göstermekdedir. Âyet-i kerîmedeki, (Tâbi’ olunuz) emrine uymak için, sevmeden tâbi’ olmak mümkin olamaz.
(Buhârî) kitâbında diyor ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” kalbinden ve hayâlinden Resûlullahın hiç ayrılmadığını söyledi. Hattâ halâda bile hayâlinde olduğundan şikâyet etdi.
Tevbe sûresinin yüzyirminci âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Allahdan korkunuz! Sâdıklarla berâber bulununuz!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede de (Berâber bulunmak) bir şarta bağlanmamış, mutlak olarak, umûmî olarak emr olunmuşdur. Bundan dolayı, beden ile ve rûh ile berâberlik demekdir. Beden ile berâberlik, sâdıkların yanında edeb ile, saygı ile ve sevgi ile bulunmakdır. Rûh ile berâberlik ise, Allahü teâlânın sevdiği sâdık bir kulunu, saygı ile hâtırlamakdır.
Yûsüf sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Yûsüf “aleyhisselâm”, Rabbinin burhânını görmeseydi) buyuruldu. Burada bildirilen burhân, Ya’kûb aleyhisselâmın şeklinin görülmesinin olduğunu sözbirliğine yaklaşık olarak bildirmişlerdir. Keşşâf tefsîrinin sâhibi olan Zimahşerî, mu’tezilî mezhebindeki sapıklardan olduğu hâlde, bu da, müfessirlerin çoğunluğuna katılarak, Ürdünde bulunan Ya’kûb “aleyhisselâm” Mısrda, odada Zelîhânın yanında bulunan Yûsüf aleyhisselâma göründü diyor.
Hanefî âlimlerinden ve Eşbâh kitâbının muhşîsi Ahmed Hamevî “rahmetullahi aleyh”, (Nefehât-ül-kurb vel ittisâl bi-isbât-ittesarrufi li-evliyâillâhi teâlâ velkerâmeti ba’del-intikâl) kitâbında, Evliyâ-ı kirâmın rûhâniyyetlerinin, cismâniyyetlerinden dahâ kuvvetli olduğunu, bunun için aynı zemânda çeşidli yerlerde görülebileceklerini bildirmekdedir. Bu yazılarına vesîka olarak şu hadîs-i şerîfi yazmakdadır: (Cennete her kapıdan girecekler vardır. Her kapı bunları kendisine çağıracakdır). Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, sekiz kapının hepsinden birden giren olur mu yâ Resûlallah dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Umarım ki sen onlardan olursun) buyurdu. İnsanın rûhu, (âlem-i emr) deki asl mertebesi ile irtibât kurabilecek gücünü kazanınca, insan bir ânda çeşidli yerlerde görünebilir. İnsan ölünce, rûhunun dünyâ ile ilgisi azalacağından, dahâ kuvvetli olur. Bir ânda çeşidli yerlerde görülmesi dahâ kolay olur. [Seyyid Ahmed Hamevî Mısrî, 1098 [m. 1686] de vefât etmişdir.]
Ahmed ibni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh” Şemâil şerhinde ve Celâleddîn-i Süyûtî (Tenvîr-ül-halek) kitâbında, Abdüllah ibni Abbâsın (Resûlullahı rü’yâda gördüm. İltifât buyurdu. Uyanınca, mubârek zevcelerinden birisini ziyâret etdim. Aynaya bakdım. Aynada Resûlullahı gördüm, kendimi görmedim) dediği yazılıdır. Bu hâl, yalnız Resûlullaha mahsûs olan şeylerden değildir. Çünki, islâm âlimleri, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hasâ’isini toplamışlardır. Bu hâli hasâ’is kitâblarına sokmamışlardır. Fıkhın ve üsûl-i fıkhın temel kâidelerine göre, Resûlulla-
hın hasâ’isinden olmıyan her hâline ümmetinin âlimleri ve Velîleri vâris olurlar. Meselâ, nemâzda Resûlullah ile konuşmak nemâzı bozmaz. Bu, Resûlullahın hasâ’isindendir. Ya’nî yalnız Ona mahsûsdur. Âlimlerle, Velîlerle konuşmak, nemâzı bozar. Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” gözünün önüne getirerek görür gibi salât ve selâm vermek, hasâ’isinden değildir. Evliyâyı da gözünün önüne getirip rûhâniyyetinden yardım beklemek câizdir. Şâfi’î âlimlerinden Celâleddîn-i Süyûtînin (Kitâb-ül-Müncelî fî tetavvuril velî) kitâbında, Subkînin (Tabakât-ül-Kübrâ) kitâbından nakl ederek, kerâmetin yirmiikincisi, Evliyânın çeşidli insanların şekllerinde görülmesidir diyor. Meryem sûresinin onaltıncı âyetinde meâlen, (Ona insan olarak göründü) buyuruldu. Ya’nî Cebrâîl aleyhisselâm, hazret-i Meryeme insan şeklinde göründü âyet-i kerîmesinden, Evliyânın rûhlarının çeşidli şekllerde görüleceğini anlamışlardır. Kadîb-ül-Bân Hasen Mûsulînin meşhûr vak’ası da, bu çeşid kerâmetlerdendir. [Bu vak’a ve diğer kerâmetleri, Yûsüf Nebhânînin (Câmi’ul-kerâmât-ül-evliyâ) kitâbında uzun yazılıdır. Beşyüzyetmiş [570] de Mûsulda vefât etmişdir. Şâfi’î âlimlerinden allâme Ceylî (Buhârî) kitâbını şerh ederken, şeytân Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” şekline giremediği gibi, Onun vârisi olan olgun Velîlerin şekline de giremez buyurdu.]
Hanefî âlimlerinden allâme Seyyid Şerîf Alî Cürcânî “rahmetullahi aleyh”,[1] (şerh-ı Mevâkıf) kitâbının sonuna doğru, müslimânların yetmişüç fırkasını yazmadan önce ve ayrıca (şerh-ı Metâli’) kitâbına yapdığı hâşiyesinde, Evliyânın “rahime-hümullahü teâlâ” çeşidli şekllerde talebesine göründüklerini ve diri iken de, ölü iken de görülen bu şekllerinden, talebesinin feyz aldıklarını, fâidelendiklerini yazmakdadır.
Mâlikî âlimlerinden Tâceddîn Ahmed ibni Atâullah İskenderî “rahmetullahi aleyh”, (Tâciyye) risâlesinde, olgun Velîyi “rahimehullahü teâlâ” görmekle veyâ düşünmekle, onlardan istifâde edileceğini bildirmişdir. [Atâullah-ı İskenderî mâlikî şâzilî, 709 [m. 1309] da Mısrda vefât etdi.]
Hanefî âlimlerinden allâme Şemseddîn ibnün-Nu’aym “rahmetullahi aleyh” (Kitâb-ür-Rûh)da diyor ki, rûh bedende olduğundan başka bir hâlde de bulunur. Evliyânın rûhları (Refîk-ı a’lâ)dadır. Bir yandan ölünün bedenine de bağlıdır. Bir kimse, o rûhun sâhibinin mezârına gelip selâm verse, Refîk-ı a’lâda bulunan rûhu, oradan bu selâma cevâb verir. Böyle olduğu, imâm-ı
---------------------------------
[1] Seyyid Şerîf 816 [m. 1413] de Şîrâzda vefât etdi.
Süyûtînin (Kitâb-ül-Müncelî)sinde de yazılıdır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Velîler vefât etdikden sonra, bilemediğimiz kuvvetli bir tesarrufa ve te’sîre mâlikdirler.
Mâlikî âlimlerinden (Muhtasar) kitâbının sâhibi Halîl bin İshâk Cendî “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki, Velî olgunlaşınca, kendisine Allahü teâlâ tarafından çeşidli şekllerde görünme kuvveti verilir. Bu da, olamıyacak birşey değildir. Çünki, başka başka görünen şekller, rûhâniyyetdir. Bedeni, cismi, görünmemekdedir. Rûhlar, madde değildirler. Boşlukda yer kaplamazlar. [Halîl mâlikî Mısrî 767 [m. 1365] de vefât etdi.]
Bu kadar derin âlimlerin ve Velîlerin açıkça bildirmiş oldukları bilgilere ve vesîkalara inanmamak, dîne ve akla uymamak olur. Bu inanışlarından dolayı, Ehl-i sünnet olan müslimânlara kâfir ve müşrik damgasını basan vehhâbîlere, Allahü teâlâ, akl ve insâf ihsân eylesin! Buna inanan müslimânları, kabrlere tapınan, heykelleri, mahlûkları yaratıcı sanan müşriklere benzetenlere yazıklar olsun! Kalbi Resûlullahın ve Onun vârisi olan Evliyânın aşkı, sevgisi ile yanmış, tutuşmuş olan, sultân-ül-âşıkîn ismi ile tanınmış, mâlikî ve kâdirî Ömer bin Fârıd “rahmetullahi aleyh” (Hamriyye) adındaki meşhûr kasîdesinde, tesavvuf büyüklerini, şanlarına yakışacak sûretde övmekdedir. [Ömer bin Fârıd, 576 [m. 1180] da Mısrda vefât etdi.] Ezelde, dalâlet ve felâket damgası vurulmuş olan sapıklar, ne kadar anlatılsa, vesîkalar, hattâ kerâmetler gösterilse, inanmak ni’metine kavuşamazlar. Mevlânâ Abdürrahmân-ı Câmî “rahime-hullahü teâlâ” aşağıdaki rubâîsinde, bunlara çok güzel cevâb vermekdedir.
Cihân
arslanları hep, bu
zincire bağlıdır.
Bu zinciri,
hîleyle, tilki nasıl koparır?
Evliyâya,
bir sapık, dil uzatırsa eğer,
Onlara
birşey olmaz, ahmaklığın anlatır.
[Molla Câmî “rahmetullahi aleyh” 898 [m. 1492] de Hiratda vefât etdi.]
Cenâb-ı Hakkın yakdığı çırayı üfürerek söndürmek istiyenin, ancak sakalları tutuşur. (Râbıta-i şerîfe) kitâbının yazısı burada temâm oldu.