19 - Kitâbın üçyüzüncü sahîfesinde, (Kerâmet, Allahü teâlânın müttekî olan mü’minlere ihsân etdiği bir şeydir. Düâ veyâ ibâdet edince ihsân eder. Velînin dileği ve gücü ile olmaz. Ben Velîyim, gaybleri bilirim diye ortaya çıkanlar, Velî değildir, şeytândırlar) diyor.
---------------------------------
[1] Eyyûb-i Sahtiyânî 131 [m. 748] de Basrada vefât etdi.
[2] Fudayl 187 [m. 803] de Mekkede vefât etdi.
Kitâbın müellifi, burada doğruyu inkâr edememekdedir. Fekat, Evliyânın kerâmet satdığını söylemesi yalandır. Evliyâyı ve tesavvufu inkâr etmek için, yalan söylemekden çekinmemekdedir. Evliyâlığı ve kerâmeti bilmediği için, zındıkların, dinsizlerin bozuk, iğrenç sözlerini tesavvuf büyüklerine bulaşdırıyor. Bakınız, tesavvuf büyükleri, evliyâlığı ve kerâmeti, nasıl açıklamışlardır. Büyük islâm âlimi, Evliyânın önderi, Muhammed Ma’sûm “rahime-hullahü teâlâ” (Mektûbât) kitâbının birinci cildi, ellinci mektûbunda buyuruyor ki:
Allahü teâlâyı tanımak, keşf ve kerâmet sâhibi olmakdan dahâ kıymetlidir. Çünki, Allahü teâlâya ârif olmak, Onun zâtındaki ve sıfatlarındaki gizli bilgileri anlamak demekdir. Hârika ve kerâmet ise, mahlûkların gizli bilgilerini anlamakdır. Allahü teâlâyı tanıyıp ma’rifet hâsıl etmek ile, hârika, kerâmet arasındaki fark, Hâlık ile mahlûk arasındaki fark gibidir. Ma’rifet, Allahü teâlâyı tanımakdır. Hârika ve kerâmet ise, mahlûkları tanımakdır. Doğru olan marifetler, îmânı artdırır, olgunlaşdırır. Hârika ve kerâmet, böyle değildir. İnsanın yükselmesi, kerâmete bağlı değildir. Şu kadar var ki, Allahü teâlânın çok sevdiği kullarından birçoğunda kerâmet hâsıl olmuşdur. Evliyânın birbirlerinden üstünlükleri, Allahü teâlâya olan ma’nevî kurbları, ma’rifetleri ile ölçülür. Kerâmetleri ile ölçülmez. Hârikalar, kerâmetler, ma’rifetden dahâ kıymetli olsalardı, Cûkıyye ve Berehmen denilen Hind kâfirlerinin, Evliyâdan dahâ üstün olmaları lâzım gelirdi. Çünki onlar, riyâzet çekerek nefsin isteklerini yapmıyorlar. Böylece, kendilerinden hârika hâsıl oluyor. Evliyâda ise, kurb, ma’rifet hâsıl olmuşdur. Hârika hâsıl olmasını istemezler. Allahü teâlâyı tanımak varken, mahlûkları tanımak istemezler. Hârika ve kerâmet, açlıkla ve riyâzet ile, her alçak kimsede hâsıl olabilir. Bunun Allahü teâlâya karîb olmakla, tanımakla bir ilgisi yokdur. Keşf ve kerâmet istemek, mahlûklarla uğraşmak demekdir. Şi’r:
Uğursuz, la’în
şeytândan,
hârikalar
görünür her ân.
Girer kapıdan, hem bacadan,
beden, kalb, olur ona vatan.
Tesavvuf
sözlerini anma!
Nûrdan,
kerâmetden dem vurma!
Kerâmet,
Hakka kul olmakdır,
gerisi,
riyâ, ahmaklıkdır!
İnsanın kemâli, yüksekliği, fenâya kavuşmak, her şeyi gönülden çıkarmakdır. İbâdetleri yapmak, tesavvuf yolunda yürümek ve nefse riyâzet çekdirmek, insanın kendi hiçliğini anlaması ve varlığın ve varlık sıfatlarının yalnız Allahü teâlâya mahsûs olduğunu anlaması içindir. Bir kimse, kerâmet göstererek, herkesi yanına toplamak, böylece başkalarından dahâ üstün tanınmak isterse, kibr yapmış, kendini beğenmiş olur. İbâdetlerin, seyr ve sülûkün ve riyâzet çekmenin fâidelerinden mahrûm olur. Allahü teâlânın ma’rifetine kavuşamaz. Tesavvuf büyüklerinden Şihâbüddîn-i Sühreverdî “rahime-hullahü teâlâ” (Avârif-ül-me’ârif) kitâbında buyuruyor ki, kerâmetler, kalbin Allahü teâlâyı zikr etmesi yanında hiç kalır. [Şihâbüddîn Sühreverdî, Abdülkâdir Geylânînin “rahime-hullahü teâlâ” talebesidir. 632 [m. 1234] de Bağdâdda vefât etdi.] Şeyh-ul-islâm Abdüllah-i Hirevî “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki, ma’rifet sâhibi olanların firâseti, ya’nî kerâmeti, Allahü teâlânın ma’rifetine kavuşmağa elverişli olup olmıyan kalbleri birbirlerinden ayırabilmekdir. Açlık ve riyâzet çekenlerin firâseti ise, mahlûkların gizli şeylerini haber vermekdir. Bunlar, Allahü teâlânın ma’rifetine kavuşamazlar. Ma’rifet sâhibi olan Evliyâ “rahime-hümullahü teâlâ” hep Allahü teâlâdan sözederler. İnsanlar, mahlûkların gizli şeylerini haber verenleri Velî sanırlar.
[Nitekim, kitâbın müellifi de,Evliyâ deyince, böyle kimseleri düşünmekde, bu aşağı kimseleri örnek vererek, islâm âlimlerini, tesavvuf büyüklerini kötülemekdedir.]
Evliyâ-yı kirâmın “rahime-hümullahü teâlâ” Allahü teâlânın ma’rifetlerinden söylediklerine inanmazlar. Bunlar Velî olsalardı, mahlûkların gizli şeylerini bilirlerdi. Mahlûkların gizli şeylerini bilemiyen, Allahı hiç bilemez derler. Bu bozuk düşünce ile, Evliyâya “rahime-hümullahü teâlâ” inanmazlar. Allahü teâlâ, Evliyâsını çok sevdiği için, bunları mahlûklarla uğraşmağa bırakmaz. Mahlûkları bunların hâtırlarına bile getirmez. Allah adamları, mahlûklara düşkün olanları beğenmedikleri gibi, mahlûklara düşkün olanlar da, Allah adamlarını tanıyamaz ve beğenmezler. Allah adamları, mahlûkların gizli şeylerini düşünürlerse, başkalarından dahâ iyi anlar.
Riyâzet çekenlerin ve mücâhede yapanların firâsetleri kıymetsiz olduğu için, müslimânlarda, yehûdîlerde, hıristiyanlarda ve her çeşid insanda hâsıl olabilir. Yalnız Allah adamları için değildir. Şeyh-ul islâm Hirevînin sözü burada temâm oldu. [Abdüllah-i Ensârî, 481 [m. 1088] de Hirâtda vefât etdi.]
Allahü teâlâ, fâideli olacağı zemân, Evliyâsının hârika göster-
mesini diler. Ma’rifetleri işiten kötü kimselerin, bunları söyliyerek, kendilerini Evliyâ imiş gibi göstermeleri, bu ma’rifetleri lekeliyemez. Cevher çöplüğe düşerse, kıymetden düşmez.
Tesavvuf yolunda Rehber lâzımdır. Feyz Rehber vâsıtası ile gelir. Rehber doğru değilse, yol bulunamaz. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbeti bereketi ile, tesavvufun yüksek derecelerine vardılar. Ellinci mektûbdan terceme temâm oldu.
Ellibirinci mektûbda buyuruyor ki, (Zâriyât) sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Cinni ve insanları bana ibâdet etmeleri için yaratdım) buyuruldu. Tesavvuf büyüklerinden birkaçı, bu âyet-i kerîmeden (Beni tanımaları için yaratdım) anlamışlardır. İyi düşünülürse, iki anlayış da birdir. Çünki, ibâdetlerin en iyisi, zikr yapmakdır. Zikrin en yüksek derecesi, zikr olunanı düşünmekden, kendini unutmakdır. Bu ise, ma’rifet demekdir. Görülüyor ki, ibâdetin en yüksek derecesinde ma’rifet hâsıl olmakdadır. Âyet-i kerîmede, nefs ve şeytân karışmadan, ihlâs ile ibâdet yapılması emr olunmakdadır. Bu da, fenâya kavuşmadan ve ma’rifetsiz yapılamaz. Görülüyor ki, ma’rifetsiz ibâdet hâlis olamaz.
İmâm-ı rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî “rahime-hullahü teâlâ” (Mektûbât)ın ikinci cildinin doksanikinci mektûbunda buyuruyor ki: Velînin [ya’nî, Allahü teâlânın râzı olduğu, sevdiği kimsenin] kerâmet göstermesi şart değildir. Âlimlerin hârika ve kerâmet göstermeleri lâzım olmadığı gibi, Evliyânın “rahime-hümullahü teâlâ” da, kerâmet ve hârika göstermeleri lâzım değildir. Çünki, evliyâlık, (Kurb-i ilâhî) demekdir. [Ya’nî, Allahü teâlâya yaklaşmak, Ona ârif olmak, Onu tanımak demekdir. İkiyüzaltmışaltıncı mektûbda diyor ki, (Zâriyât) sûresinde, (Cinni ve insanları, bana ibâdet etmeleri için yaratdım) meâlindeki âyet-i kerîme, bana ârif olmaları için yaratdım demekdir. Görülüyor ki, insanın ve cinnin yaratılmaları, Allahü teâlânın kemâlâtına ma’rifet hâsıl etmeleri içindir. Onu tanımakla kemâl bulmaları içindir.]
Bir insana kurb-ı ilâhî ihsân olunur. Fekat hiç kerâmet verilmez. Meselâ, gayb olan şeyleri bilmez. Bir başkasına, hem kurb, hem de kerâmet verilir. Bir üçüncüye ise, kurb verilmeyip, yalnız hârika şeyler, gayblardan haber vermek bildirilir. Bu üçüncü kimse, Velî değildir. İstidrâc sâhibidir. Nefsinin cilâlanması, gaybleri bilmesine sebeb olmuş, dalâlete düşmüş, hak yoldan ayrılmışdır. Birinci ve ikinci kimseler, kurb ni’metine kavuşmakla şereflenerek, Evliyâ olmuşlardır. Evliyânın birbirlerinden yükseklikleri, kurblarının derecesi ile ölçülür.
Muhammed Ma’sûm-ı Fârûkî “rahime-hullahü teâlâ” 1079 [m. 1668] senesinde, Hindistânın Serhend şehrinde vefât etdi. (Mektûbât)ının ikinci cildinin yüzkırkıncı mektûbunda buyuruyor ki: (Hadîs-i kudsîde, (Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur. Kulumu bana yaklaşdıran şeyler arasında bana en sevgili olanları, ona farz etdiğim şeylerdir. Kulum nâfile ibâdetleri yapmakla bana o kadar yaklaşır ki, onu çok severim. Onu sevince, onun duyan kulağı, gören gözü ve tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Her istediğini veririm. Benden yardım isteyince, imdâdına yetişirim) buyuruldu. [Bu Hadîs-i kudsî (Hadîka)nın yüzseksenikinci sahîfesinde de yazılıdır ve (Buhârîyi şerîf) de mevcûd olduğunu bildirmekde ve (Burada zikr olunan nâfileler, farzlarla berâber yapılan nâfilelerdir. Bu kulumun gözüne, kulağına, eline, ayağına öyle kuvvet veririm ki, başkalarının yapamadıklarını ihsân ederim demekdir) buyurmakdadır. Bu ihsâna kavuşabilmek için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak ve ibâdetleri şartlarına uygun olarak ve ihlâs ile yapmak lâzımdır. Bu doğru i’tikâd ve ibâdetlerin şartları ve ihlâs da, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin sohbetlerinden ve kitâblarından elde edilir. Hulâsa, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşduran (Vesîle), Ehl-i sünnet âlimleridir. Bu âlimlere (Mürşid) ve (Velî) denir. Bu vesîleyi, ya’nî mürşidi arayıp bulmamızı Allahü teâlâ Mâide sûresinde emr etmekdedir.] Farzların kurb hâsıl etmeleri için ve terakkî etdirmeleri için, a’mâl-i mukarribînden olmaları lâzımdır. Bunun için de mürşidlerin bildirdikleri nâfile ibâdetleri yapmak şartdır. Nemâz için, önce abdest almak lâzım olduğu gibi, farzların da kurb hâsıl etmeleri için, önce tesavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır. Kalb ve rûh, tesavvuf [mütehassıslarının, ya’nî Rehberin bildirdiği vazîfeyi yapmak] ile temizlenmedikce, farzların kurbuna kavuşulamayıp, Velî olmak şerefi hâsıl olamaz.)
Hadîs-i şerîfde, (Unutulmuş bir sünnetimi ihyâ edene yüz şehîd sevâbı vardır) buyuruldu. Unutulmuş sünneti ihyâ etmek, yâ onu yapmakla olur. Yâhud, hem yapmak, hem de başkalarına öğreterek, onların da yapmalarına sebeb olmakla olur. İslâmiyyeti ihyâ etmenin bu ikinci şekli, a’lâ şeklidir. Umûmî olan birinci şeklden dahâ kıymetlidir. [Sünneti a’lâ şeklde ihyâ edenlere, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdını, farzları, harâmları, sünnetleri, mekrûhları, kısacası (İlmihâl) kitâblarını yazanlara, yayanlara ve bunlara para yardımı yapanlara ve kendileri de bunlara tâbi’ olanlara müjdeler olsun!]
Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak ve kurb derecelerinde ilerlemek, ancak sünnete [ya’nî Resûlullahın yoluna] yapışmakla o-
lur. Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyeti olan, (Onlara de ki, Allahı seviyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Allah da sizi sever) meâlindeki emr, bu sözümün vesîkasıdır. [Hadîs-i şerîfdeki sünnet kelimesinin islâmiyyet, ya’nî bütün ahkâm-ı islâmiyye demek olduğunu bu âyet-i kerîme açıkca göstermekdedir.]
Bid’atden çok sakınmalıdır. Bid’at sâhibi ile arkadaşlık etmemeli, onunla görüşmemelidir. [Ya’nî i’tikâdı bozuk olan müslimânlarla, mezhebsizlerle ve bid’at işliyenlerle konuşmamalıdır. Meselâ, sakalı bir tutamdan kısa yapanın, sakal bırakmak sünnetini yerine getirdiğini söylemesi, bid’atdir. Çünki, (sakalı çok uzatmak) emr olundu. Bu emrin, bir tutamdan kısa yapmayınız demek olduğu (Berîka)da ve başka kitâblarda yazılıdır. Bir tutam demek, sakalı alt dudak kenârından avuçlayıp, avuçdan taşan fazlasını kesmekdir. (Bid’at), emr olunmıyan şeyi veyâ emri değişdirerek, ibâdet olarak yapmak demekdir. Emri yapmamak, bid’at olmaz. Fısk, günâh olur. Fâsık, ibâdet yapdığına değil, suçlu olduğuna inanmakdadır. Özrsüz sakal kazımak, bid’at değildir, fıskdır, suçdur. Özr ile kazımak, fısk da değildir. Bid’at işlemek, en kötü fıskdır. Adam öldürmekden de dahâ büyük günâhdır. Hoparlör ile ibâdet yapmak, çalgı ile, ney ile Kur’ân, salevât, ezân ve ilâhî okumak ve böyle zikr yapmak da bid’atdir. Ba’zı bid’atler, küfre sebeb olurlar. Bid’at işliyen ve başkalarının işlemesine sebeb olan kimseyi din adamı sanmamalı, ona birşey sormamalı, onun din kitâblarını okumamalıdır.]
Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibleri, Cehennemdekilerin köpekleridir) buyuruldu.
Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî “rahime-hullahü teâlâ” ikinci cildin yüzonüçüncü mektûbunda buyuruyor ki: Kalb ile yapılacak vazîfeler beş çeşiddir: Birincisi, Allahü teâlânın ismini zikr etmekdir. İnsanın yüreğinde kalb [gönül] denilen bir latîfe vardır. [Latîfe, maddesi olmıyan, cism olmıyan şey demekdir. Rûh da bir latîfedir.] Sessiz olarak, hayâl ile kalbde Allah, Allah denir. İkinci vazîfe, yine hayâl yolu ile Kelime-i tevhîdi zikr etmekdir. Her iki zikrde de hiç ses çıkarılmaz. Üçüncü vazîfe, (Vukûf-i kalbî)dir. Bu da, hep kalbini düşünüp, Allahdan başka, hiçbir şey hâtırlamamak için dikkatli olmakdır. Kalb denilen latîfe hiç boş kalamaz. Mahlûkların düşüncelerinden temizlenen kalb, kendiliğinden Allahü teâlâya teveccüh eder. [Boşaltılan bir şişeye havanın kendiliğinden dolması gibidir.] (Kalbini düşmandan boşalt! Dostu kalbe çağırmağa lüzûm kalmaz) demişlerdir. Dördüncü vazîfe, (Murâkaba)dır. Buna (Cem’ıyyet) ve (Âgâhî) de denir. Allahü teâlânın,
her an, herşeyi gördüğünü, bildiğini hep düşünmekdir. Beşinci vazîfe (Râbıta)dır. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tam uyan bir zâtın karşısında olduğunu, onun yüzüne bakdığını düşünmekdir. Böyle düşünmek, ona karşı hep edebli olmağı sağlar. Edeb ve sevgi, kalbleri birleşdirir. O zâtın kalbinden, kendi kalbine feyz, bereket akmasına sebeb olur. Bu beş vazîfeden en kolayı, en fâidelisi râbıtadır. Resûlullaha tâm tâbi’ olmıyan kimse, kendisine râbıta yapdırırsa, ikisine de zarar verir.
İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, birinci cildin ikiyüzseksenaltıncı mektûbunda buyuruyor ki: Tesavvuf yolunda ilerlemek için, kâmil ve mükemmil, yolu bilen bir Rehberin teveccühü, rehberlik etmesi lâzımdır. Böyle hakîkî bir Rehber bulmak, çok büyük ni’metdir. Ona isti’dâdına uygun olan bir vazîfe verir. İsti’dâdına göre, hiç vazîfe vermeyip, yalnız sohbetinde bulunmasını kâfî görmesi de câizdir. Onun hâline uygun gördüğünü emr eder. Rehberin sohbeti ve teveccühü, diğer vazîfelerden dahâ fâidelidir.
Beş vazîfe ve Rehberin sohbeti, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymağı kolaylaşdırmak içindir. İslâmiyyete uyulmadıkca, bu vazîfeler ve sohbet fâide vermez.
Yukarıda bildirilen çeşidli mektûblardan anlaşılıyor ki, insanların birinci vazîfesi, Allahü teâlânın kurbuna, ya’nî ma’rifetine, rızâsına, sevgisine kavuşmakdır. Bunun da tek yolu, Resûlullaha uymak ve bid’atlerden sakınmakdır. Resûlullaha kolay ve doğru uyabilmek için ihlâs lâzımdır. İhlâs ile yapılmıyan ibâdetler fâideli olmaz. Kabûl edilmez. Kurb ni’metine kavuşdurmaz. İhlâs elde etmek de, tesavvuf yolunda çalışmakla nasîb olur. Görülüyor ki, tesavvufun bildirdiği vazîfeleri yapmak, ibâdetlerin ihlâs ile yapılması ve kabûl olması içindir. Makbûl olan ibâdetler de, insanı Allahü teâlânın kurbuna, ma’rifetine, rızâsına kavuşdurur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, sohbet ve râbıta vazîfelerini yaparak, ihlâsın en üstün derecesine kavuşdular. Onların bir avuç arpa sadaka vermelerinin kıymeti, başkalarının dağ kadar altın vermelerinden katkat ziyâde oldu. Görülüyor ki, tesavvuf yolu, bid’at değildir. İslâm dîninin temellerinden biridir. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”, tesavvuf yolunda bulunan vazîfeleri yapmışlar, bu sâyede, bu ümmetin en üstünleri olmuşlardır.