18 - (Feth-ul-mecîd) kitâbının yüzaltmışsekizinci sahîfesinde, (Evliyâ kerâmet olarak, diri ve ölü iken, istediklerine yardım edermiş. Şaşırdıkları, sıkışdıkları zemân, onlara yalvarıyor, yardım istiyorlar. Kabrlerine gidip, sıkıntılarının giderilmesini istiyorlar. Ölülerin kerâmet yapacaklarını zan ediyorlar. Bunlara Ebdâl, Nükabâ, Evtâd, Nücebâ, yetmişler, kırklar, yediler, dörtler, Kutb, Gavs gibi ismler takıyorlar. Bunların yalan olduğunu ibnül-Cevzî[1] ve ibni Teymiyye bildirmekdedir. Bunlar Kur’ân-ı kerîme karşı gelmekdir. Evliyânın diri ve ölü iken birşey yapacağını Kur’ân red etmekdedir. Herşeyi yapan Allahdır. Başkaları birşey yapamaz.Âyet-i kerîmeler, ölüde his ve hareket olmadığını bildiriyor. Ölü, kendine birşey yapamaz. Başkalarına hiç yapamaz. Allah, rûhların kendi yanında olduğunu bildiriyor. Bu zındıklar ise, rûhlar serbest olup, dilediklerini yaparlar diyorlar. Bunların kerâmet olduğunu söylemeleri de yalandır. Kerâmeti, Allah dilediği velîsine verir. Kendi istekleri ile olmaz. Sıkıntılı zemânlarda, onlardan yardım istemek, dahâ çirkindir. Peygamber, melek ve velî, kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. Diri olan kimseden maddî yardım istemek câizdir. Fekat maddî olmıyan, görülmiyen şeyler için, Allahdan başkasına yalvarılmaz. Hastanın, boğulacak olanın, fakîrin, Peygamberlerden, rûhlardan, velîlerden ve başka şeylerden yardım istemeleri şirkdir. Bunlara kerâmet demek, puta tapanların koyduğu bir ismdir. Allahın Evliyâsı böyle olmaz) diyor. İkiyüzdoksandokuzuncu sahîfesinde:

(Bir kimse velî olduğunu söylerse, gayb olan şeyleri bilirim derse, bu kimse, şeytânın Evliyâsıdır. Rahmânın Evliyâsı değildir. Kerâmet, Allahü teâlânın müttekî kulunun elinde hâsıl etdiği bir şeydir. Düâsı ile veyâ ibâdeti ile hâsıl olur. Velînin bunda bir kuvveti ve arzûsu te’sîr etmez. Evliyâ, Velî olduklarını söylemez. Allahdan korkarlar. Sahâbe ve Tâbi’în Evliyânın en yüksekleri idi. Bunlar, gaybı biliriz demedi. Allah korkusundan ağlarlardı. Temîm-i Dârî, Cehennem korkusundan uyumazdı. Evliyânın nasıl olduklarını Ra’d sûresi bildirmekdedir. Böyle olan tesavvufculara Evliyâ denir) diyor.

Önce şunu bildirelim ki, bu son yazısında, işin doğrusunu yazmakdadır. Keşki, Evliyâdan yardım istemeğe ve türbelerde düâ etmeğe şirk demeseydi ve kubbeleri yıkmak lâzımdır demeseydi, ne iyi olurdu. Fekat doğru yazıları arasında zehr saçıyor. Müslimânlar arasında bölücülük yapıyor.

---------------------------------

[1] Abdürrahmân Cevzî hanbelî 597 [m. 1202] de Bağdâdda vefât etdi.

-149-

Velî, kerâmet ne demek? Bunun doğrusunu imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”in (Mektûbât) kitâbının çeşidli mektûblarından alarak aşağıda bildireceğiz:

Kerâmet hakdır. Kerâmet, şirkden kaçıp kurtulmak, ma’rifete kavuşmak, kendini yok bilmekdir. Kerâmet ile istidrâcı birbiri ile karışdırmamalıdır. Kerâmet ve keşf sâhibi olmak istemek, Allahdan başkasını sevmek demekdir. Kerâmet, kurb ve ma’rifet demekdir. Kerâmetin çok olması, tesavvuf yolunda yükselirken pek ileri gitmek ve inerken, inişi az olmakdandır. Kerâmet, yakîni kuvvetlendirmek içindir. Yakîn ihsân olunmuş Velînin kerâmete ihtiyâcı yokdur. Kalbin zikre alışması yanında, kerâmetin hiç kıymeti yokdur. Evliyânın keşfinde hatâ olabilir. Keşfin yeri kalbdir. Sahîh olan keşfler, hayâl değildir. İlhâm ile kalbde hâsıl olur. Hayâl karışmış olan keşflere güvenilmez. Evliyânın keşfi, islâmiyyete uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Evliyânın keşfleri, ilhâmları, başkaları için huccet, sened olamaz. Fekat müctehidin sözü, onun mezhebinde olanlar için huccetdir. Keşf ve kerâmet sâhibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez. Keşfler, tecellîler, tesavvuf yolunun yolcularında hâsıl olur. O yolun sonunda olanlar, hayretde ve ibâdetdedirler. Evliyânın önüne, boynu bükük gelmelidir ki, fâide elde edilebilsin. Evliyânın elbisesini edeb ve saygı ile giyince, çok fâide hâsıl olabilir. Allahü teâlâ, Evliyâsını büyük günâh işlemekden korur. Evliyâdan birkaçı, uzak yerlerde görülmüşdür. Bu görünüş, rûhlarının, kendi bedenlerinin şeklinde görünmesidir. Evliyâ, küçük günâhdan korunmuş değildirler. Fekat, hemen gafletden uyandırılıp tevbe eder ve iyi işler yaparak, afv dilerler. Evliyâ, insanları hem islâmiyyetin açık emrlerine, hem de ince, gizli bilgilerine çağırırlar. Evliyânın bir kısmı, sebebler âlemine inmemişdir. Bunların Peygamberlik üstünlüklerinden haberleri yokdur. İnsanlara fâideli olmazlar. Feyz veremezler. Evliyânın çoğunda, vilâyetin üstünlükleri vardır. Kutblar, evtâd ve ebdâl böyledir. Bunların gençleri yetişdirebilmeleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh”ın yardımı ile olur.

Velîlerin yükseklikleri arasındaki farklar, Allahü teâlânın bunları sevmesinin derecesine göredir. Evliyâlık, zıllere, gölgelere kavuşmak demekdir. Sevgileri ve zevkleri hep zılleredir. Evliyâlık, Peygamberliğin zıllidir, gölgesidir. Evliyâlığı abdest gibi, nübüvveti nemâz gibi bilmelidir. Evliyâlık, kötü huylardan kurtulmak demekdir. Evliyânın, kendinin Velî olduğunu bilmesi lâzım değildir. Evliyâlık verilip de, Velî olduğu bildirilmezse, hiç kusûr olmaz. Velî olmak için, dünyâ ve âhıret sevgisini gönülden çıkarmak lâ-

-150-

zımdır. Peygamberlik üstünlüklerinde, âhırete düşkün olmak iyidir. İnsanda, rûh âleminden gelmiş olan on latîfe, on kuvvet vardır. Evliyâlık ve Peygamberlik üstünlükleri, bu on latîfede olur. Evliyâlık, fenâ ve bekâ demekdir. Ya’nî, kalbi dünyâya düşkün olmakdan kurtarıp, Allahü teâlâya düşkün olmakdır. Evliyâlık, akl ile ve düşünmekle anlaşılamaz. Evliyâlık, Allahü teâlâya yakınlık demekdir. Mahlûkları düşünmeği gönülden çıkaranlara ihsân edilir. Mahlûkların düşüncesini gönülden çıkarmağa (Fenâ) denir. Evliyâlığın bütün üstünlükleri, islâmiyyete uymakla hâsıl olur. Peygamberliğin üstünlükleri ise, islâmiyyetin görünmiyen, herkesin bilemediği inceliklerine de uyanlara verilir. Peygamberliğin üstünlükleri demek, Peygamberlik demek değildir. Evliyâlık derecelerinin hepsini geçip, sonuna varanların keşfleri ve ilhâm olunan bilgilerin hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin Nasslardan, ya’nî Kitâb ve sünnetden anlayıp bildirdikleri bilgilere tâm uygun olur. Evliyâlıkda ilerlemenin yarısı yükselmek, yarısı da inmekdir. Çok kimse, yalnız yükselmeği evliyâlık sanmış, inişe de, Peygamberlik üstünlükleri demişlerdir. Hâlbuki, bu iniş de, yükseliş gibi, evliyâlıkdır. Evliyâlıkda cezbe ve sülûk vardır. Bu ikisi, evliyâlığın iki temel direğidir. Peygamberlik üstünlükleri için, bu ikisi lâzım değildir. Evliyâlık derecelerinin sonu, kulluk makâmıdır. Kulluk makâmının üstünde, hiçbir makâm yokdur. Velîler Hakka doğrudurlar. Peygamberlikde, hem Hakka, hem de halka doğru olup, birbirine engel olmaz. Evliyânın nefsleri mutmainne olmuş ise de, bedendeki maddelerin ihtiyâc ve istekleri vardır.

 Evliyâlık, beş derecedir. Her biri, beş latîfeden birinin yükselmesidir. Her biri, Ulül’azm Peygamberlerden birinin yoludur. Birinci derecesi Âdem aleyhisselâmın yoludur. Evliyâlığı birinci derecede olan bir Peygamberin evliyâlığı, beşinci derecede olan bir Velînin evliyâlığından dahâ kıymetlidir. Evliyâlığın (Vilâyet-i hâssa) denilen en yüksek derecesine kavuşabilmek için, nefsin fânî olması lâzımdır. (Ölmeden önce ölünüz!) emri, bu fânîliği göstermekdedir. Evliyâlık, yâ hâssa [husûsî] olur veyâ umûmî olur. (Vilâyet-i hâssa), Muhammed aleyhisselâmın evliyâlığıdır. Onun ümmetinden, ona tâm tâbi’ olan evliyâ da bu vilâyete kavuşabilir. Bu vilâyet, tâm fenâ ve olgun bekâdır. Burada nefs fânî olmuş, Allahü teâlâdan râzı olmuşdur. Allahü teâlâ da, ondan râzıdır. Evliyâlığın yüksekliği, beş latîfenin derecesine, sırasına göre değildir. En yüksek derecedeki (Ahfâ) latîfesinin evliyâlığına kavuşmak, öteki derecelerde bulunan Evliyâdan dahâ yüksek olmağı göstermez. Evliyâlığın üstünlüğü, asla yakınlık ve uzaklıkla ölçülür. Kalb denilen aşağı derecedeki latîfenin evliyâlığına kavuşmuş bir Velî, as-

-151-

la dahâ karîb [yakın] olunca, ahfâ latîfesinde bulunan, fekat o kadar yakın olmıyan Velîden dahâ üstün olur. Muhammed aleyhisselâmın evliyâlığına kavuşan Velî, geri dönmekden korunmuşdur. Ya’nî bulunduğu dereceyi kaybetmez. Öteki Velîler, korunmuş değildirler, tehlükededirler. Evliyâlık, yalnız kalbin ve rûhun fânî olması ile hâsıl olabilir. Fekat, bunların fânî olmaları için, öteki üç latîfenin de fânî olmaları lâzımdır. Evliyânın evliyâlığına (Vilâyet-i sugrâ) denir. Peygamberlerin evliyâlığına (Vilâyet-i kübrâ) denir. Vilâyet-i sugrânın sonu, enfüsdeki ve âfâkdaki ilerlemenin sonuna kadardır. Vilâyet-i sugrâda, vehmden ve hayâlden kurtuluş yokdur. Vilâyet-i kübrâda vehmden ve hayâlden kurtuluş vardır. Vilâyet-i sugrâ, beş latîfenin, arşın dışındaki asllarını geçdikden sonra başlayıp, bu aslların da aslları olan, Allahü teâlânın sıfatlarının zıllerini, görünüşlerini geçince, biter. Vilâyet-i sugrâ âfâkda ve enfüsde, ya’nî insanın dışındaki ve içindeki mahlûklarda olur. Ya’nî zıllerde, görünüşlerde olur. Bunda sona erenler, (Tecellî-yi berkî)ye, ya’nî şimşek gibi çakıp geçen tecellîlere kavuşurlar. Vilâyet-i kübrâ, bu tecellîlerin [görünüşlerin] aslında olur. Allahü teâlâya yakın olan ilerlemedir. Peygamberlerin evliyâlığı böyledir. Burada, tecellîler, dâimîdir. Vilâyet-i sugrâ, (cezbe) ile (sülûk)dür. Evliyâlık kemâlâtına kavuşmak, sülûk, ya’nî çalışarak ilerlemek, kalbin zikr etmesi ve murâkaba ve râbıta ile olur. Peygamberlik kemâlâtında ilerlemek ise, Kur’ân-ı kerîm okumakla ve nemâz kılmakla olur. Bundan sonra ilerlemek için hiçbir sebebin te’sîri yokdur. Ancak, Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, islâmiyyetden dışarı çıkamaz. İslâmiyyete uymakda sarsıntı olursa, bütün vilâyet dereceleri yıkılır. Bundan da yukarı yükselmek, muhabbet ile, sevmek ile olur. Lutf ve ihsân başkadır. Aşk ve muhabbet başkadır. Peygamberlerin evliyâlığı bile Peygamberlik üstünlükleri yanında aşağıdadır. (Vilâyet-i Muhammediyye), bütün Peygamberlerin vilâyetlerini kendisinde toplamışdır. Peygamberlerden birinin vilâyetine kavuşmak, bu (Vilâyet-i hâssa)nın bir parçasına kavuşmakdır. Velînin inişi çok olunca, üstünlüğü de çok olur. Velînin bâtını, ya’nî kalbi ve rûhu ve öteki latîfeleri zâhirinden, ya’nî duygu organlarından ve aklından ayrılmışdır. Zâhirinin gâfil olması, bâtınına ulaşamaz. Hiçbir Velî, hiçbir Peygamberin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” derecesine ulaşamaz. Bir Velî, bir bakımdan, bir Peygamberin üstünde olabilir. Fekat, her bakımdan, bu Peygamber, bu Velîden dahâ üstündür. Velî, küçük günâh işliyebilir. Fekat, hemen tevbe eder ve velîlik derecesinden atılmaz. Tesavvuf yolunda aranılan şey, fenânın ve bekânın, tecellîlerin ve zuhûrların, şühûd ve müşâhedenin, söz ve

-152-

ma’nânın, ilm ve cehlin, ism ve sıfatın, vehm ve aklın ötesindedir.

Mürşid ya’nî Rehber, insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduran vâsıtadır. Talebe rehberini ne kadar çok severse, Onun kalbinden feyz alması da, o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, Resûlullahın mubârek kalbinden çıkıp, mürşidlerinin kalbleri vâsıtası ile, kendi kalbine gelen feyzleri neşr eden bir vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır. Mürşid-i kâmil, emme basma tulumba gibidir. Kalb makâmına inmiş olup, kendi mürşidinden aldığı feyzleri, ma’rifetleri, talebesine ulaşdırır. Rehberini inciten veyâ inanmıyan, hidâyete kavuşamaz. [Bunun için vehhâbîler, Allahü teâlânın feyzlerinden, ma’rifetlerinden mahrûmdurlar.] Rehberini incitenden kalbin kırılmazsa, köpek senden dahâ iyidir, buyurmuşlardır. Rehberine inanmakda, güvenmekde sarsıntı olursa, feyz alamaz. Bu sarsıntının ilâcı yokdur. Rehberden feyz almak için teveccüh olmaksızın, yalnız onu sevmek yetişir. Rehber ile bulunanların, îmânları kuvvetlenir. İslâmiyyete uymak isteği hâsıl olur. Rehberin sözleri, hâlleri, hareketleri, ibâdetleri hep islâmiyyete uygundur. Ona uyan, onu dinliyen, Resûlullaha uymuş olur. Böyle olmıyan kimse, rehber olamaz.

[Doğru yolda olmayıp, sözde rehber geçinenler, talebesini doğru yoldan sapdırır. Zararlı olurlar.]

Tesavvuf, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” izinde bulunmakdır.İnsanların yaratılışlarına göre, ayrı yollar hâsıl olmuşdur. Tesavvuf, ihlâsı artdırmak içindir. Tesavvuf yolunda Rehber lâzımdır. Rehber, oniki imâm ve Abdülkâdir-i Geylânî ve bunlar gibi olanlardır “rahime-hümullahü teâlâ”.

Allahü teâlâya kavuşduran yol ikidir: Nübüvvet yolu, Vilâyet yolu. Nübüvvet yolunda rehber lâzım değildir. Bu yol asla kavuşdurur. Vilâyet yolunda rehber lâzımdır. Nübüvvet yolunda, fenâ, bekâ, cezbe ve sülûk gibi şeyler yokdur. Vilâyet yolunda ilerlemek için herşeyi [dünyâyı ve âhıreti] unutmak lâzımdır. Gönlün bunlara bağlı olmaması lâzımdır. Nübüvvet yolunda âhıreti unutmak lâzım değildir. Tesavvuf, îmânı kuvvetlendirmek ve islâmiyyete uymakda kolaylık duymak içindir. Tarîkat ve hakîkat, islâmiyyetin hizmetcileridir. Tarîkat, mahlûkları yok bilmekdir. Hakîkat, Allahü teâlâyı var bilmekdir. Birincisi, herkesden kaçıp, bir yere kapanmak demek değildir. Emr-i ma’rûf, nehy-i münker, cihâd ve sünnetlere uymakdır. (Mektûbât)dan terceme burada temâm oldu.

Hiçbir islâm âlimi “rahime-hümullahü teâlâ” benim kerâmetim var, dilediklerinize kavuşdururum dememişdir. Kerâmetlerini örtmeğe çalışmışlardır. İslâm dînini, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i

-153-

şerîflerin bilgilerini yaymağa uğraşmışlardır. Feth-ul mecîd kitâbının müellifi, sapıkların, münâfıkların, zındıkların yanlış, bozuk sözlerini ve câhil müslimânların bilmiyerek yapdıkları yanlış hareketleri yazarak, islâm âlimlerine, tesavvuf büyüklerine saldırmakda, doğru yoldaki müslimânlara iftirâ etmekdedir. Yalanlarına, âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri de âlet etmek çabasındadır. Bu ise, sapıklığın en aşağı, en iğrenç ve en kötü bir örneğidir. Hiçbir islâm âlimi, levhil-mahfûzu bilirim dememişdir. Allahü teâlâ, dilediği, sevdiği, seçdiği kuluna, gaybden bilgi verir. Kerâmetler ihsân eder. Fekat bunlar, bu kerâmetleri kimseye söylemez. Kendileri, istemeden hâsıl olur.

Münâfıkların, fâcirlerin, hak sözü de söyliyecekleri hadîs-i şerîfde bildirildi. Bu hadîs-i şerîf, mezhebsizlerin, zındıkların âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler söyliyerek, müslimânları aldatacaklarını haber vermekdedir. Allahü teâlâ, sevdiklerinin düâlarını kabûl edeceğini söz veriyor. Müslimânlar da, Allahü teâlânın bu va’dine güvenerek, islâmiyyete uyan, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” izinde giden, islâm âlimlerinin düâlarının kabûl olacağına inanıyorlar. Bu mubârek insanlara, kendilerine düâ ve şefâ’at etmeleri için yalvarıyorlar.

Fâtiha sûresinde, (Yalnız Allahdan yardım isteriz) dememiz emr olundu. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, Allahü teâlâdan başka hiçbir mahlûk, hiçbirşey yaratamaz. Allahdan başkasından birşey yapmasını istiyen, müşrik olur. Kitâbın müellifi, insanları ölü ve diri olarak ikiye ayırıyor. Ölüden ve uzakda olandan birşey istiyen müşrik olur. Yanında bulunan diriden maddî yardım istemek câizdir diyor. Böylece, Fâtiha sûresine karşı gelmekdedir. Kur’ân-ı kerîmi değişdirmekdedir. Çünki, bu âyet-i kerîme, yanında bulunan diriden de birşey yapması istenilemiyeceğini, Allahdan başka kimsenin birşey yaratamıyacağını bildirmekdedir. Bunun için, böyle söyliyenlerin müşrik olmaları lâzım gelmekdedir.

Hâlbuki, herşeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır. Fekat Allahü teâlâ, herşeyi bir sebeb ile yaratmakdadır. Böyle olduğunu âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve günlük olaylar açıkça gösteriyor. Câhiller de, âlimler gibi, böyle olduğunu bilmekdedir. Bunun için, dünyâ hayâtına (Âlem-i esbâb) denilmişdir. Birşeye kavuşmak için, o şeyin yaratılmasına sebeb olan işi yapmak lâzımdır. Birşeyin sebebine yapışmak, Fâtiha sûresine karşı gelmek olmaz. Hadîs-i şerîflerde, (Herşeye kavuşmak için yol vardır. Cennetin yolu ilmdir) ve (Mağfirete kavuşmanın sebebi, müslimânı sevindirmekdir) ve (Mağfirete kavuşduran sebeblerden biri, aç olan

-154-

müslimânı doyurmakdır) ve (Biz müşrikden yardım istemeyiz) ve (İlm öğretmek, büyük günâhların afvına sebebdir) ve (Her hastalığın ilâcı vardır) ve (Hâfızasını kuvvetlendirmek istiyen, bal yisin!) ve (Şerâb içmek kötülüklere sebebdir) buyuruluyor. Hadîs-i şerîfler, Allahü teâlânın, herşeyi sebebler ile yaratdığını göstermekdedir. Allahü teâlâ, Kehf sûresinde, (Zülkarneyne herşeyin sebebini öğretdim) buyurdu.

Mukaddemede bildirdiğimiz gibi, cânlı, cânsız, yakın, uzak, herşey, bir olaya, bir reaksiyona sebebdirler. Cansızların ve hayvanların bir kimseye fâideli sebeb olmaları için, o kimsenin bunları akla uygun olarak kullanması lâzımdır. İnsanın birşeye sebeb olması için, önce sebeb olmağı kabûl etmesi, sonra bir iş yapması veyâ düâ etmesi lâzımdır. İnsanın birşeye sebeb olmağı kabûl etmesi de, buna lüzûm olduğunu kendiliğinden anlaması ile veyâ kendisinden taleb edilmesi ile olur. Kitâbın yazarı, cânsızların ve hayvanların, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olacaklarına, Ehl-i sünnet olan müslimânlar gibi inanıyor. Bu sebeblere yapışmağa şirk demiyor. Bu sebeblerden beklenen şeyleri Allahü teâlânın yaratacağına inanıyor. Diri ve yanında bulunan insanın yardım talebini işitdiği zemân, bunun düâ ile yardım edeceğine de inanıyor. Uzakda olanın ve ölülerin ise, hem işitmelerine, hem de düâ ile yardım edeceklerine inanmıyor.

Görülüyor ki, vehhâbî yazar, Ehl-i sünnet gibi, sebeblerin yaratıcı olmadıklarına inanmakdadır. Böylece müşrik olmakdan kurtulmakdadır. Fekat uzakda bulunanın ve ölünün duyduklarına ve ölünün düâ edeceğine ve düâlarının kabûl olacağına inanmadığı için, Ehl-i sünnetden ayrılıyor. Ehl-i sünnete, bunlara inandıkları için müşrik diyor. Uzakda olanların ve ölülerin işitdiklerini ve sâlihlerin düâlarının kabûl olacağını yirmidördüncü maddede isbât etdik. Hadîs-i şerîflerde, (Din kardeşine arkasından yapılan düâ red olmaz) ve (Mazlûmun düâsı kabûl olur) ve (Ümmetimin günâh işlemiyen gençlerinin düâları kabûl olur) ve (Babanın oğluna düâsı, Peygamberin ümmetine düâsı gibidir) ve (Düâ belâyı def’ eder) buyuruldu. Yukarıdaki hadîs-i şerîflerin hepsi, (Künûz-üddekâık) kitâbından alındı.

(Tenbîh-ül-gâfilîn) kitâbındaki hadîs-i şerîflerde, (Bir müslimân düâ edince, elbet kabûl olur) ve (Bir lokma harâm yiyenin kırk gün düâsı kabûl olmaz) buyuruldu. (Bostan)daki hadîs-i şerîfde, (Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve huves-semî’ul alîm düâsını sabâh, üç kerre okuyan kimse, akşama kadar, akşam okuyan da, sabâha kadar belâdan kurtu-

-155-

lur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfler, Sâlihlerin, Velîlerin düâlarının kabûl olacağını göstermekdedir. Kitâbın müellifi, başdan başa her yerinde, buna saldırıyor. Allahü teâlânın sevdiklerine yalvarmağa şirk diyor. Allahü teâlânın sevdiklerine yalvarmak, bunların sebeb olmalarını istemek, Allahü teâlânın düşmanı olan putlara yalvarmağa, putların yaratmalarını istemeğe benzetilebilir mi? Hak ile bâtıl birbirlerine karışdırılır mı? Allahü teâlâ, vehhâbîlere ve bütün mezhebsizlere akl versin, insâf versin, doğru yola getirsin! Müslimânları bu felâketden kurtarsın!

Bu felâketi ortaya çıkaran kimse, islâm dîninde büyük bir yara açdı. Şimdi, câhiller, islâm memleketlerine zehr saçıyorlar. Müslimânların, bunlara aldanmamaları için, islâmiyyeti, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitâblarından doğru olarak öğrenmeleri lâzımdır. İslâmiyyeti doğru olarak öğrenenler, vehhâbîlerin yalanlarına, yaldızlı yazılarına aldanmazlar. Onların sapık, bölücü olduklarını, müslimânları bölmeğe çalışdıklarını anlarlar. Vehhâbîliğin kurucusu, Muhammed bin Abdülvehhâb, genç yaşında iken, Basrada, Hempher isminde bir ingiliz câsûsunun tuzağına düşdü. İslâmın doğru îmânından, temiz ahlâkından ayrıldı. İngilizlerin (İslâmiyyeti yok etmek) çalışmalarına âlet oldu. Câsûsun yazdırdığı bozuk şeyleri, (Vehhâbîlik) ismi ile neşr eyledi. (İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları) kitâbımızda, vehhâbîliğin kuruluşu uzun anlatılmakdadır. Mehdî “rahime-hullahü teâlâ” (Deccâl)ı öldürdükden sonra, Mekkeye, Medîneye giderek, binlerle vehhâbî din adamını kılınçdan geçireceği hadîs-i şerîfde açıkça bildirilmekdedir. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ”, bu hadîs-i şerîfi (Mektûbât)da uzun açıklamakdadır. Vehhâbîler, Ehl-i sünnete, doğru yoldaki müslimânlara saldıracakları yerde, kâfirlere ve sapık fırkalara saldırsalardı, islâmiyyete hizmet etmiş olurlardı. Ne yazık ki, islâmiyyeti yıkanlara, islâmiyyete hizmet etmek nasîb olmuyor.

Büyük islâm âlimi imâm-ı Kastalânînin “rahime-hullahü teâlâ”[1] (Mevâhib-i ledünniyye) kitâbının tercemesi, beşyüzonbirinci sahîfesinde diyor ki: Allahü teâlânın bu ümmete ikrâm etdiği kerâmetlerden birisi, bu ümmet arasında Kutblar, Evtâd ve Nücebâ ve Ebdâl “rahime-hümullahü teâlâ” vardır. Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Ebdâl) kırk kişidir. İmâm-ı Taberânînin “rahime-hullahü teâlâ” (Evsat) kitâbında bildirdiği hadîs-i şerîfde buyuruyor ki, (Yeryüzünde, her zemân kırk kişi bulunur. Herbiri, İbrâhîm aleyhisselâm gibi bereketlidir. Bunların bereketi

---------------------------------

[1] Ahmed Kastalânî 923 [m. 1517] de Mısrda vefât etdi.

-156-

ile yağmur yağar. Bunlardan biri ölünce, Allahü teâlâ, onun yerine başkasını getirir). İbni Adî “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki, (Ebdâl, kırk kişidir). İmâm-ı Ahmedin “rahime-hullahü teâlâ” bildirdiği hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bu ümmetde, her zemân otuz kimse bulunur. Herbiri, İbrâhîm aleyhisselâm gibi bereketlidir). Ebû Nu’aymın “rahime-hullahü teâlâ” (Hilye) kitâbında bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetim içinde, her yüz senede iyiler bulunur. Bunlar beşyüz kişidir. Kırkı ebdâldir. Bunlar, her memleketde bulunurlar) buyuruldu. Bunları bildiren, dahâ nice hadîs-i şerîfler vardır. Yine (Hilye) kitâbında, Ebû Nu’aymın merfû’ olarak bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetim arasında her zemân kırk kişi bulunur. Bunların kalbleri, İbrâhîm aleyhisselâmın kalbi gibidir. Allahü teâlâ, onların sebebi ile, kullarından belâları giderir. Bunlara ebdâl denir. Bunlar, bu dereceye nemâz ile, oruc ile ve zekât ile yetişmediler) buyuruldu. İbni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” sordu ki, yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye vardılar? (Cömerdlikle ve müslimânlara nasîhat etmekle yetişdiler) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Ümmetim içinde ebdâl olanlar hiçbirşeye la’net etmezler) buyuruldu. Hatîb-i Bağdâdî “rahime-hullahü teâlâ”[1] (Târîh-i Bağdâd) kitâbında, (Nükabâ) üç yüz kişidir. (Nücebâ) yetmiş kişidir. (Büdelâ) kırk kişidir. (Ahyâr) yedi kişidir. (Amed) dörtdür. (Gavs) birdir. İnsanlara birşey lâzım olsa, önce Nükabâ düâ eder. Kabûl olmazsa, Nücebâ düâ eder. Yine kabûl olmazsa, Ebdâl, dahâ sonra Ahyâr, sonra Amed düâ ederler. Kabûl olmazsa Gavs düâ eder. Bunun düâsı elbet kabûl olur, dedi.

Görülüyor ki vehhâbî yazar, hadîs-i şerîflerde bildirilen tesavvuf bilgilerini inkâr ediyor. Sonra, biz âyetlere, hadîslere uyuyoruz diyerek, müslimânları aldatıyor.

Kerâmetleri inkâr etmek, islâmiyyetden haberi olmamağı ve çok câhil olmağııkça göstermekdedir. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hiç kerâmet göstermedi demek de, alçakça ve çok çirkin bir yalandır. Eshâb-ı kirâmdan herbirinin yüzlerce kerâmetlerini kıymetli kitâblar yazmakdadır. Yûsüf-i Nebhânînin “rahmetullahi aleyh” (Câmi’-ul-kerâmât) kitâbında ellidört Sahâbînin kerâmetleri, vesîkaları ile birlikde arabî yazılıdır. Bunlardan birkaçını bildirelim:

(Câmi’ul-kerâmât)ın doksanüçüncü ve (Kısas-ı enbiyâ) kitâbının beşyüzseksendokuzuncu sahîfelerinde diyor ki, hicretin yirmi-

---------------------------------

[1] Ahmed Hatîb Bağdâdî 463 [m. 1071] de vefât etdi.

-157-

üçüncü senesinde, Sâriye adındaki kumandan Nehâvendde bir ovada savaşa tutuşmuşdu. Îrânlılar, müslimânları sarmak üzere idi. O zemân, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”, Medîne-i münevverede, minber üzerinde hutbe okuyordu. Allahü teâlâ, ona, o ânda ordunun durumunu gösterdi. Hutbe arasında (Ey Sâriye dağa, dağa!) dedi. Halîfenin sesini, Sâriye işitdi. Dağa arka verdiler. Ovaya hücûm ederek düşmanı bozguna uğratdılar. Bu kerâmet, (Şevâhid-ün-nübüvve) kitâbında uzun anlatılmakdadır. (İrşâd-üt-tâlibîn) kitâbında da vardır. Beyhekînin ibni Ömerden “rahmetullahi aleyhimâ” haber verdiği burada yazılıdır.

Muhammed Ma’sûm Fârûkî “rahmetullahi aleyh”, (Mektûbât) kitâbının üçüncü cildi ondokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, Osmân “radıyallahü anh” halîfe iken, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” yanına geldi. Yolda bir kadın görmüşdü. Hazret-i Osmân, buna bakınca, (gözlerinde zinâ eseri anlaşılıyor) buyurdu. Bu da, hazret-i Osmânın kerâmetlerinden biri idi. (Câmi’-ul-kerâmât)da da yazılıdır.

Molla Câmî, (Şevâhid-ün-nübüvve)de buyuruyor ki, imâm-ı Ahmed bin Hanbelden “rahime-hullahü teâlâ” sordular. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” çok kerâmet göstermedi. Onlardan sonra gelenlerde çok kerâmet göründü. Bunun sebebi nedir? Cevâbında buyurdu ki, Eshâb-ı kirâmın îmânları çok kuvvetli olduğundan, îmânı kuvvetlendirmek için, bunlara kerâmet verilmesine lüzûm yokdu. Sonra gelenlerin îmânları öyle kuvvetli olmadığından, bunlara verildi.

(Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, Ebû Bekr “radıyallahü anh”vefât edeceği zemân, çocuklarını hazret-i Âişeye “radıyallahü teâlâ anhâ” ısmarladı. Bir oğlum ile iki kızım sana emânet dedi. Hâlbuki, hazret-i Âişeden başka, yalnız Esmâ adında bir kızı vardı. Benim bir kızkardeşim var diye sorunca, refîkam hâmiledir. Kızı olacak sanırım buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr vefât etdikden sonra, dediği gibi, bir kızı oldu.

(Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, Alî vefât edeceği zemân Hüseyne “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu ki, benim tabutumu (Arneyn) denilen yere götürünüz. Orada, beyâz bir kaya görürsünüz. Her yere ışık saçmakdadır. Orayı kazıp, beni defn ediniz. Öyle yapdılar. Dediği gibi buldular.

(Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, hazret-i Hasen, Abdüllah bin Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhümâ”[1] ile yola çıkmışdı. Bir

---------------------------------

[1] Abdüllah bin Zübeyr 73 [m. 692] de şehîd edildi.

-158-

hurmalıkda dinlendiler. Ağaçlar kurumuşdu. Abdüllah bin Zübeyr, ağaçda hurma olsaydı, iyi olurdu dedi. Hazret-i Hasen, düâ etdi. Bir ağaç hemen yeşerip hurma ile doldu. Bu bir sihrdir denildi. Hasen, hayır, Resûlullahın torununun düâsı ile cenâb-ı Hak yaratmışdır, buyurdu.

Yine (Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, Alî Zeynel’âbidîn bin Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” çoluk çocuğu ile kırda yemek yiyorlardı. Bir ceylân yakınlarında durdu. Ey âhû! Ben Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyn bin Alî, anam Fâtıma bint-i Resûldür. Gel, sen de yi dedi. Ceylân gelip yidi ve gitdi. Sofradaki çocuklar, yine çağır diyerek yalvardılar. Birşey yapmazsanız çağırırım buyurdu. Yapmayız dediler. Yine çağırdı. Geldi, yidi. Bir çocuk elini hayvanın sırtına sürdü. Ürküp kaçdı.

Muhammed bin Hanefiyye, Alî bin Hüseyne “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ben senin amcan ve yaşça büyüküm. Halîfeliği bana bırak dedi. (Hacer-ül-esved)den soralım dedi. Muhammed sordu. Taşdan ses çıkmadı. Alî bin Hüseyn, ellerini kaldırıp düâ etdi. Sonra, ey taş! Halîfelik kimin hakkı olduğunu Allah hakkı için söyle dedi. Hacer-ül esved taşı titredi ve hilâfet Alî bin Hüseynin hakkıdır sesi işitildi.

İmâm-ı Alî Rızâ “rahmetullahi aleyh”, bir dıvar yanında oturuyordu. Önüne bir kuş gelip ötmeğe başladı. İmâm hazretleri, yanında oturana bu kuş ne diyor anlıyor musun dedi. Hayır, Allah ve Resûlü ve Resûlünün torunu bilir dedi. Yuvama yılan yaklaşdı. Gelip yavrularımı yiyecek. Bizi bu düşmandan kurtar diyor. Kuş ile git! Yılanı bul, öldür buyurdu. Gitdi, buyurduğu gibi buldu. [İmâm-ı Alî Rızâ “rahmetullahi aleyh” oniki İmâmın sekizincisi olup, 203 [m. 818] senesinde Tus ya’nî Meşhed şehrinde vefât etmişdir.]

Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” yolculuk yapıyordu. Yolda, bir topluluk gördü. Sebebini sordu. Yolda bir arslan varmış. Kimse ileriye gidemiyor dediler. Gitdi. Arslanın yanına vardı. Sırtını okşayıp, yoldan uzaklaşdırdı.

Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” âzâd etmiş olduğu kölelerinden Sefîne “radıyallahü anh” diyor ki, deniz yolcusu idim. Fırtına çıkdı. Gemi batdı. Bir tahta üstünde kaldım. Dalgalar, beni sâhile götürdü. Bir orman içine düşdüm. Karşıma bir arslan çıkdı. Ey arslan! Ben, Resûlullahın Sahâbîsiyim dedim. Boynunu bükdü. Bana sürtündü. Yol gösterdi. Ayrılırken mırıldandı. Vedâ’ etdiğini anladım.

-159-

Eyyûb-i Sahtiyânî “rahime-hullahü teâlâ”,[1] bir arkadaşı ile çölde kalmışdı. Arkadaşının susuzlukdan dili sarkıyordu. Derdin mi var dedi. Susuzlukdan ölmek üzereyim dedi. Kimseye söylemezsen sana su bulayım dedi. Söylemem diye yemîn etdi. Ayağını yere vurunca, su belirdi, içdiler. Eyyûb ölünciye kadar arkadaşı bunu kimseye söylemedi.

Görülüyor ki, Allahü teâlâ, sevdiği kullarına kerâmetler ihsân etmekdedir. Velîler, kerâmetlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.

Hâmid-i Tavîl diyor ki, Sâbit Benânîyi “rahime-hümallahü teâlâ” kabre koyup örterken bir tuğla düşdü. Sâbit Benânînin kabrde nemâz kıldığını gördük. Kızına sorduk. Babam elli sene hep gece nemâz kılar ve seher vaktleri düâ ederek, yâ Rabbî! Peygamberlerden başka kullarına kabrde nemâz kılmak nasîb etdin ise, bana da nasîb et derdi, dedi.

Habîb-i Acemîyi “rahime-hullahü teâlâ” Terviye günü Basrada, ertesi arefe günü Arafâtda görürlerdi. [Habîb-i Acemî, Hasen-i Basrînin talebesidir. 120 [m. 737] de vefât etdi.]

Fudayl bin İyâd “rahime-hullahü teâlâ”[2] diyor ki, gözleri kör biri, Abdüllah bin Mubârek “rahime-hullahü teâlâ” hazretlerine gelip, gözlerinin açılması için düâ etmesini istedi. Abdüllah, uzun düâ etdi. Gözleri hemen açıldı. Gözleri açılmış görenler çok idi. [Abdüllah bin Mubârek, İmâm-ı a’zamın “rahmetullahi aleyhimâ” talebesidir. 181 [m. 797] de vefât etdi.]

(Şevâhid-ün-nübüvve) kitâbından aldığımız yukarıda yazılı, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kerâmetleri mezhebsizlerin yalan söylediklerini ortaya koymakdadır. Eshâb ve Tâbi’în hiç kerâmet göstermediler diyerek, müslimânları aldatmak istiyorlar. [(Şevâhid-ün-nübüvve) kitâbını Nûrüddîn Câmî “rahmetullahi aleyh” yazmış, 898 [m. 1492] de, Hirâtda vefât etmişdir. 1417 [m. 1996] de, İstanbulda ofset baskısı yapılmışdır.]

Ehî-zâde Abdülhalîm 1013 [m. 1604] de vefât etmişdir. (Riyâdüssâdât fî-isbât-il-kerâmât) kitâbında, Evliyânın vefâtdan sonra da kerâmetleri olduğunu isbât etmekdedir.