6 - Kitâbının yüzkırkikinci sahîfesinde: (Eshâb ve onlardan sonra gelenler, Peygamberden başka, kimse ile bereketlenmedi. Peygambere mahsûs olan şeylerde, kimse ona ortak olamaz) diyor.

Bu da, yazarın yalanlarından biridir. Hazret-i Ömer, yağmur düâsına çıkarken, hazret-i Abbâs ile bereketlendi. Bunu yirmidördüncü maddede uzun bildirdik. Lütfen oradan okuyunuz! İslâm âlimleri, Resûlullaha mahsûs olan şeyleri uzun yazmışlardır. Meselâ, (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesinde vardır. Bu kitâbların hiçbiri, Resûlullahla “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bereketlenmek, yalnız ona mahsûsdur. Başkaları ile bereketlenmek câiz olmaz dememişlerdir. Başkaları ile de bereketlenildiğini bildirmişlerdir. Allahü teâlânın sevdiği kullarının kabrlerini ziyâret ederek, onlardan bereketlenmeği, Lât ve Uzzâ putlarına tapınmağa benzetmek, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere iftirâ etmekdir. Hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîme yanlış ma’nâ veren kâfir olur) buyuruldu. Kitâbın müellifi, ma’nâları şübheli olan âyet-i kerîmelere yanlış ma’nâ vererek, Ehl-i islâma müşrik diyor.

7 - Yüzyirmialtıncı sahîfesinde: (Görülüyor ki, tesavvufun başlangıcı, Hind yehûdîlerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan alınmışdır. Böylece, islâmiyyeti fırkalara ayırdılar, parçaladılar) diyor.

Pâkistânlı Mevdûdî[1] adındaki mezhebsiz birisi de, (İslâmda İhyâ Hareketleri) kitâbında, yukarıdaki yazıları yaymakdadır. Sa-pık kimseler, isteklerine kavuşmak, çıkarlarını sağlamak için, insanlar arasında değer taşıyan kılıklara giriyorlar. Aklı ve bilgisi olan, böyle bozuk kimseleri hemen anlar. Bunları iyilerden ayırır. Fekat câhiller, bunları doğru sanır. Tesavvufcu kılığına girmiş bo-

---------------------------------

[1] Mevdûdî 1399 [m. 1979] da öldü.

-96-

zuk kimseleri de tesavvufcu sanarak, tesavvuf büyüklerini de bunlar gibi sanır. Bu yüzden, tesavvuf büyüklerini de kötülemeğe kalkışır. Müslimânlar doğruyu iğriden ayırabilmeli, tesavvuf büyüklerine dil uzatmamalıdır.

Tesavvuf bilgilerinin mütehassısı, zemânının büyük âlimi, Evliyânın önderi, imâm-ı Muhammed Ma’sûm Fârûkî “rahmetullahi aleyh”[1] (Mektûbât) kitâbının ikinci cildi ellidokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki:

Sûrî ve ma’nevî kemâlâtın hepsi, Muhammed Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” alınmışdır. Sûrî olan emrler, yasaklar, mezheb imâmlarımızın kitâbları ile bizlere gelmişdir. Kalbin, rûhun gizli bilgileri de, tesavvuf büyükleri[nin kalbleri] yolu ile gelmişdir. Ebû Hüreyrenin “radıyallahü anh”, (Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” iki kap doldurdum. Birisini sizlere açıkladım. İkincisini açıklamış olsam, beni öldürürsünüz) buyurduğu, Buhârîde yazılıdır. Yine Buhârî bildiriyor ki, Ömer “radıyallahü anh” vefât edince, oğlu Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh”, ilmin onda dokuzu öldü, dedi. Yanında bulunanların, bu söze şaşdıklarını görünce, Allahı tanımak ilmini söyledim. Fıkh bilgilerini söylemek istemedim dedi. Tesavvuf yollarının hepsi, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelmekdedir. Tesavvuf büyükleri, her asrda bulunmuş olan rehberleri vâsıtası ile, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek kalbinden saçılan ma’rifetlere kavuşmuşlardır. Tesavvuf ne yehûdîlerin, ne de tesavvufcuların uydurması değildir. Evet, tesavvuf yolunda hâsıl olan şeyleri bildiren, (fenâ, bekâ, cezbe, sülûk, seyr-i ilallah) gibi ismler, tesavvuf büyükleri tarafından konulmuşdur. (Nefehât) kitâbında diyor ki, (fenâ) ve (bekâ) kelimelerini ilk söyliyen Ebû Sa’îd-ilharrâz “rahmetullahi teâlâ aleyh”[2] olmuşdur. Tesavvuf ma’rifetleri Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelmekdedir. Bunların ismleri sonradan konulmuşdur. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalb ile zikr etmekde olduğunu, kitâblar yazmakdadır. Allahü teâlâya teveccüh, nefy ve isbât ve murâkaba, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zemânında da vardı. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” zemânında da vardı. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” böyle ismler işitilmedi ise de, çok zemân konuşmaması, bu hâllerinin bulunduğunu göstermek-

---------------------------------

[1] Muhammed Ma’sûm 1079 [m. 1668] de Serhendde vefât etdi.

[2] Ebû Sa’îd Ahmed Harrâz 277 [m. 890] da Bağdâdda vefât etdi.

-97-

dedir. (Biraz tefekkür bin sene ibâdetden dahâ hayrlıdır) buyurmuşdur. Tefekkür, bâtıl düşünceleri bırakıp, hakkı düşünmek demekdir. Tesavvufcuların, (Kelime-i tevhîd) ile zikr etmelerini, Hızır “aleyhisselâm” Abdülhâlık-ı Goncdüvânîye “rahmetullahi aleyh”[1] öğretdi.

Süâl: Tesavvuf ma’rifetlerinin hepsi Resûlullahdan geldiğine göre, aralarında ayrılık olmamalı idi. Hâlbuki, tesavvuf yolları çeşidlidir. Hepsinin hâlleri ve ma’rifetleri başkadır?

Cevâb: Bu ayrılığa sebeb, insanların isti’dâdlarının ve bulundukları şartların başka olmasıdır. Meselâ, bir hastalığın ilâcı bellidir. Fekat, hastalara göre, hastalığın seyri ve tedâvîsi değişmekdedir. Bir insanın çeşidli fotoğrafcıda çekdirdiği resmlerinin başka başka olmaları gibidir. Her kemâl, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” alınmışdır. Alış kuvvetine ve şekline göre ufak ayrılıklar olmuşdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, ma’rifetleri, gizli bilgileri, Eshâbına başka başka sunardı. Nitekim hadîs-i şerîfinde, (Herkese, anlıyabileceği kadar söyleyiniz!) buyurmuşdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekr ile ince bilgiler konuşuyordu. Hazret-i Ömer yanlarına gelince, sözü değişdirdi. Sonra, hazret-i Osmân gelince, yine değişdirdi. Hazret-i Alî gelince dahâ başka konuşdu. Herbirinin isti’dâdına, yaratılışına göre, başka başka konuşdu “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.

Bütün tesavvuf yolları, imâm-ı Ca’fer Sâdık “rahmetullahi teâlâ aleyh”[2] hazretlerinde birleşmekdedir. İmâm-ı Ca’fer Sâdık da, iki yoldan, Resûlullaha bağlıdır. Birisi, babalarının yolu olup, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” vâsıtası ile Resûlullaha bağlıdır. İkincisi, anasının babalarının yolu olup, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” vâsıtası ile Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bağlanmakdadır. İmâm-ı Ca’fer Sâdık “rahmetullahi teâlâ aleyh” hem ana tarafından Ebû Bekr-i Sıddîk soyundan olduğu için, hem de, onun vâsıtası ile Resûlullahdan feyz almış olduğu için, (Ebû Bekr-i Sıddîk, beni iki hayâta kavuşdurmuşdur) buyurdu. İmâm-ı Ca’fer Sâdıkda bulunan bu iki feyz ve ma’rifet yolu, birbirleri ile karışmış değildir. İmâm hazretlerinden Ahrâriyye büyüklerine, hazret-i Ebû Bekr yolu ile, öteki silsilelere ise, hazret-i Alî yolu ile feyz gelmekdedir.

---------------------------------

[1] Abdülhâlık 575 [m. 1180] de Buhârâda vefât etdi.

[2] Ca’fer Sâdık 148 [m. 765] de Medînede vefât etdi.

-98-

[Kitâbın, yüzyirmiikinci sahîfesinde: (Resûlullah, Tebük gazvesinden dönerken, münâfıkların ismlerini Huzeyfe-tebnil-Yemâna bildirdi. Huzeyfe, fitne çıkmasın diye bunların ismlerini kimseye söylemedi. Yoksa, tesavvufcu sapıklarının dedikleri gibi, Huzeyfede gizli din bilgileri yokdu. Çünki, islâm açıkdır. Gizli bilgiler yokdur) diyor. Tesavvuf bilgilerinin, yehûdî düzmesi, uydurma şeyler olduğunu anlatmak istiyor. Otuzuncu sahîfesinde ise: (Resûlullahın Mu’âz bin Cebele söylediği din bilgisini, Eshâbın çoğu bilmiyordu. Çünki Resûlullah, Mu’âza bunları kimseye söyleme demişdi. Bir maslahat, bir fâide için, ilmi saklamak câiz olduğu buradan anlaşılmakdadır) diyor.

Görülüyor ki, kitâbın yazıları birbirini tutmamakdadır. Beşyüz sahîfelik kitâbın heryeri böyle uygunsuz yazılarla doludur. Yüzlerce âyet-i kerîme, binlerce hadîs-i şerîf yazarak, herbirine kendine göre ma’nâlar verip, okuyanları, doğru yoldan sapdırmağa çalışmakdadır].

Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi aleyh”, ikinci cildin altmışbirinci mektûbunda buyuruyor ki: Bu dünyâda en kıymetli ve en fâideli şey, Allahü teâlânın ma’rifetine kavuşmakdır. Ya’nî Onu tanımakdır. Allahü teâlâyı tanımak iki dürlü olur. Biri, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ”, kitâblarında bildirdikleri gibi tanımakdır. İkincisi, tesavvuf büyüklerinin tanımalarıdır. Birinci tanımak, inceleme ve düşünme ile olur. İkincisi, kalbin keşf ve şühûdü ile olur. Birincisinde ilm vardır. İlm ise, akl ve zekâdan doğar. İkincisinde hâl vardır. Hâl ise, asldan, özden doğar. Birincisinde, âlimin varlığı aradadır. İkincisinde, ârifin varlığı aradan kalkar. Çünki, birşeye ârif olmak, o şeyde yok olmak demekdir. Nazm:

Yakın olmak, inip çıkmak değildir,

Hakka yaklaşmak, yok olmak demekdir!

Birincisi (İlm-i husûlî) iledir. İkincisi (ilm-i hudûrî) iledir. Birincisinde, nefs, azgınlığından vazgeçmemişdir. İkincisinde, nefs yok olmuş, hep Hak iledir. Birincisinde îmân, îmânın sûretidir. İbâdetler, ibâdetlerin sûretidir. Çünki nefs, îmâna gelmemişdir. Hadîs-i kudsîde, (Nefsine düşmanlık et! O, bana düşmanlık etmekdedir) buyuruldu. Buradaki kalbin îmânına, (Mecâzî îmân) denilir. Bu îmân, gidebilir. İkincisinde, insanın varlığı kalmadığı için ve nefs de îmâna geldiği için, bu îmân, yok olmakdan korunmuşdur. Buna (Hakîkî îmân) denir. Burada yapılan ibâdetler de, hakîkî olur. Mecâz yok olabilir. Hakîkat yok olmaz. Hadîs-i şerîfde, (Yâ Rabbî! Senden, sonu küfr olmıyan îmân istiyorum) buyu-

-99-

rulması ve Nisâ sûresi, yüzotuzaltıncı âyetinde meâlen, (Ey îmân sâhibleri! Allaha ve Resûlüne îmân ediniz!) emr olunması, bu hakîkî îmânı göstermekdedir. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel “rahimehullahü teâlâ” bu ma’rifete kavuşabilmek için, ilm ve ictihâdda pek yüksek derecede olduğu hâlde, Bişr-i Hâfînin “rahime-hullahü teâlâ” hizmetine koşmuşdur. Bişr-i Hâfînin yanından niçin ayrılmıyorsun dediklerinde, (Allahı benden dahâ iyi tanımakdadır) demişdir.

[Kitâbın, yüzondokuzuncu sahîfesinde diyor ki, imâm-ı Ahmed bin Muhammed bin Hanbelin soyu, Nizâr bin Me’adda, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile birleşmekdedir. Fıkh ve hadîsde zemânın en üstün âlimi idi. Vera’ ve sünnete uymakda pek ileri idi. Yüzaltmışdört [164] senesinde Bağdâdda tevellüd, ikiyüzkırkbir 241 [m. 855] de orada vefât etdi. Bişr-i Hâfî hazretleri yüzellide [150] tevellüd, ikiyüzyirmiyedide [227] vefât etdi. Ferîdüddîn-i Attâr “rahime-hullahü teâlâ” fârisî (Tezkire-tül-Evliyâ)da diyor ki, Ahmed bin Hanbel, çok meşâyıhın sohbetinde bulundu. Zünnûn-i Mısrî ve Bişr-i Hâfî bunlardandır. Bir hanım, kötürüm olmuşdu. Çocuğunu imâm-ı Ahmede gönderip düâ etmesini diledi. İmâm abdest alıp nemâz kıldı. Düâ eyledi. Çocuk evine gelince, annesi kapıya gelip oğlunu karşıladı. İmâm-ı Ahmedin düâsı bereketi ile iyi oldu].

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” ömrünün son yıllarında, ictihâdı bırakdı. İki sene Ca’fer Sâdık “rahime-hullahü teâlâ” hazretlerinin sohbetinde bulundu. Sebebini sorduklarında, (Bu iki sene olmasaydı, Nu’mân helâk olurdu) buyurdu. Her iki imâm, ilmde ve ibâdetde son derece ileri oldukları hâlde, tesavvuf büyüklerinin yanına giderek, ma’rifet ve bunun meyvesi olan (hakîkî îmân) edindiler. İctihâddan dahâ kıymetli ibâdet olur mu? Ders vermekden, islâmiyyeti yaymakdan dahâ üstün amel olur mu? Bunları bırakıp, tesavvuf büyüklerinin hizmetlerine sarıldılar. Böylece ma’rifete kavuşdular.

Amellerin, ibâdetlerin kıymeti, îmânın derecesi ile ölçülür. İbâdetlerin parlaklığı, ihlâsın mikdârına bağlıdır. Îmân ne kadar kâmil ise, ihlâs o kadar çok olur. Ameller de, o kadar çok nûrlu olur ve kabûl edilir. Îmânın kâmil olması ve ihlâsın temâm olması, ma’rifete bağlıdır. Ma’rifet ve hakîkî îmân, fenâ hâsıl olmasına ve ölmeden önce olan ölmeğe bağlı olduğu için, fenâsı çok olanın îmânı dahâ kâmil olur. Bunun içindir ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” îmânının, bütün ümmetin îmânlarından üstün olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. (Ebû Bekrin îmânı, bütün üm-

-100-

metimin îmânı ile dartılsa, Ebû Bekrin îmânı dahâ üstün olur) buyurulmuşdur. Çünki o, fenâda bütün ümmetden dahâ ileridedir.

(Yer yüzünde, yürüyen ölü görmek istiyen, Ebû Kuhâfenin oğluna baksın!) hadîs-i şerîfi, bunu göstermekdedir. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hepsi fenâ makâmına kavuşmuşdu. Bu hadîs-i şerîfde, yalnız Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” fenâsının seçilmesi, bunun fenâ derecesinin çok yüksek olduğunu göstermekdedir. Altmışbirinci mektûbdan terceme burada temâm oldu.

İmâm-ı Muhammed Ma’sûm “rahime-hullahü teâlâ” ikinci cildin, yüzaltıncı mektûbunda buyuruyor ki: (Lâ ilâhe illallah) güzel sözünü çok söyleyiniz! Bu zikri, kalb ile birlikde yapınız. Bu mubârek söz, kalbin temizlenmesinde pek fâidelidir. Bu güzel sözün yarısı söylenince, Allahdan başka herşey yok edilmiş olur. Geri kalan yarısı söylenince de, hak olan ma’bûdün varlığı bildirilmiş olur. Tesavvuf yolunda ilerlemek de, bu ikisine kavuşmak içindir. Hadîs-i şerîfde, (Sözlerin en kıymetlisi, Lâ ilâhe illallah demekdir) buyuruldu. Çok kimse ile görüşmeyiniz. Çok ibâdet yapınız. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetlerine sıkı sarılınız! Bid’atlerden ve bid’at sâhiblerinden ve günâh işlemekden çok sakınınız! İyi işleri, iyiler de, kötüler de yapabilir. Fekat kötülüklerden yalnız sıddîklar sakınır.

Halâldan olan çok kıymetli elbiseler giymek, tesavvuf yolcularına zarar verir mi diyorsunuz. Fenâ derecesine kavuşup, kalbinin, Allahdan başka, hiçbirşeye bağlılığı kalmıyan kimsenin elinde, üstünde olan şeyler, onun kalbinin, zikr etmesine mâni’ olmaz. Onun kalbinin, dış organları ile ilgisi kalmamışdır. Uyku bile, kalbinin zikretmesine mâni’ değildir. Fenâ makâmına varamamış olan böyle değildir. Bunun zâhir organları, kalbi ile ilgilidir. Fekat bunun da yeni, kıymetli elbisesi, kalbinin çalışmasına mâni’ olur denilemez. Din büyükleri, Ehl-i beyt imâmları, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve Abdülkâdir-i Geylânî “rahime-hümullahü teâlâ”, çok kıymetli elbise giymişlerdir. (Hazâne-türrivâye) ve (Metâlib-ülmü’minîn) ve (Zahîre) kitâbları, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bin dirhem gümüş kıymetinde cübbe giydiğini bildiriyorlar. Dört bin dirhem gümüş değerinde cübbe ile nemâz kıldığı görülmüşdür. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ” talebesine yeni ve kıymetli elbise giymelerini söylerdi. Ebû Sa’îd-i Hudriye “radıyallahü teâlâ anh”[1] soruldu ki, yimekde, içmekde

---------------------------------

[1] Ebû Sa’îd-i Hudrî 64 [m. 683] de İstanbulda vefât etdi.

-101-

ve giyinmekde olan bu değişikliklere ve yeniliklere ne dersiniz? Halâl para ile olur ve gösteriş ve riyâ için olmazsa, hepsi Allahü teâlânın ihsân etdiği ni’metleri göstermekdir, buyurdu.

Allahdan başka birşeyi sevmek iki dürlü olur: Birincisi, bir mahlûku kalb ile ve beden ile birlikde sevmek, ona kavuşmak istemekdir. Câhillerin sevmeleri böyledir. Tesavvuf yolunda çalışmak, kalbi bu sevmekden kurtarmak içindir. Böylece, kalbde yalnız Allah sevgisi kalır. İnsan, şirk-i hafîden kurtulur. Görülüyor ki tesavvuf, insanı şirk-i hafîden kurtarmak içindir. (Ey îmân sâhibleri!Îmân ediniz!) meâlindeki âyet-i kerîmede emr olunan îmâna kavuşmak içindir. En’am sûresinin yüzyirminci âyet-i kerîmesindeki, (Organlarla açıkça işlenen ve kalb ile yapılan günâhları terk edin!) meâlindeki emr, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıklardan kurtarmak lâzım olduğunu göstermekdedir. Allahdan başkasına tutulmuş olan bir gönülden ne iyilik gelir? Allahü teâlâdan başkasını özliyen bir rûhun Allah yanında hiç kıymeti ve ehemmiyyeti yokdur.

Sevginin ikincisi, yalnız organların sevmesi, istemesidir. Kalb ve rûh, Allahü teâlâya bağlanmışdır. Ondan başka hiçbirşey bilmezler. Böyle olan sevgiye (Meyl-i tabî’î), iç güdü denir. Bu sevgi, yalnız bedenin sevmesidir. Kalbe, rûha bulaşmamışdır. Bu sevgi, bedendeki maddelerin ve enerjinin özelliklerinden, ihtiyâclarından ileri gelmekdedir. Fenâya ve bekâya kavuşanlarda ve yüksek derecelerdeki Evliyâda “rahime-hümullahü teâlâ” mahlûklara karşı bu sevgi bulunabilir. Hattâ hepsinde vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” serin ve tatlı içmeği severdi. (Dünyânızdan üç şey bana sevdirildi) hadîs-i şerîfini herkes işitmişdir. (Şemâil) kitâbları diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bürd-i yemânî) denilen pamuk ve ketenden yapılmış elbiseyi severdi.

Nefs, fenâ ile şereflenince ve itmînâna kavuşunca, kalb, rûh, sır ve hafî ve ahfâ denilen beş latîfe gibi olur. Nefs böyle olunca, yalnız bedendeki maddelerin ve ısı ve hareket enerjisinin kötü isteklerine karşı cihâd edilir. (His organları ile duyulan duygular, temiz kalblere ve temizlenmiş nefslere de te’sîr eder) buyuruldu. Başkalarına te’sîrini, bu hadîs-i şerîfden anlamalı.

Bid’at sâhibi olanın ve rüşvet yiyenin ve başkasının hakkını alanın ve günâh işliyenin evine gitmek, onun verdiğini yimek câiz olur mu diyorsunuz? Gitmemek ve yimemek iyi olur. Hattâ, tesavvuf yolunda olanlar için, bundan sakınmak lâzımdır. Zarûret olunca, câiz olur. Harâm olduğu bilinen şeyi yimek harâmdır. Ha-

-102-

lâl olduğu bilineni yimek halâldir. Bilinmiyorsa, şübheli ise, yimemek iyi olur.

Süâl: Tesavvuf bid’at mıdır? Yehûdîlerin uydurması mıdır?

Cevâb: Allahü teâlâyı tanımağa çalışmak, bunun için, tesavvuf yolunu bilen ve gösteren bir Rehber aramak ve ona uymak, islâmiyyetin emrlerindendir. Allahü teâlâ, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız!) buyurdu. Talebenin Mürşidden feyz ve ma’rifet alması, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânından bu zemâna kadar yapılagelen ve her müslimânın bildiği birşeydir. Tesavvuf büyüklerinin sonradan ortaya çıkardığı birşey değildir. Her Mürşid kendisini yetişdiren kâmile bağlanmışdır. Bu bağlanışları, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kadar uzanmakdadır. Ahrâriyye[1] büyüklerinin bağlantı dizisi, Resûlullaha, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ile ulaşmakdadır. Başka yolların dizisi ise, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ile ulaşmakdadır. Buna bid’at denilebilir mi? Evet, mürşid, mürîd gibi ismler, sonradan çıkdı. Fekat kelimelerin, ismlerin değeri yokdur. Bu ismler olmasa da, ma’nâları ve kalblerin bağlılığı yine vardır. (Vehhâbî kitâbı da, kelimelere bakılmaz. Ma’nâlara bakılır demekdedir). Tesavvuf yollarının ortak olan temel işi, zikr yapmasını öğretmekdir. Bu ise, dinimizin emr etdiği birşeydir. Sessiz zikr etmek, sesle yapmakdan dahâ kıymetlidir. Hadîs-i şerîfde, (Hafaza meleklerinin işitmediği zikr, hafazanın işitdiği zikrden yetmiş kat dahâ kıymetlidir) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde övülen zikr, kalb ile ve öteki latîfelerle yapılan zikrdir. Resûlullahın, Peygamber olduğu kendisine bildirilmeden önce, kalb ile zikr yapdığı, kıymetli kitâblarda yazılıdır. Tesavvuf bilgilerine bid’at demek ve yehûdî uydurması demek, (Buhârî) hadîs kitâbını ve (Hidâye) fıkh kitâbını okumak bid’atdır demeğe benzer. Yüzaltıncı mektûbdan terceme burada temâm oldu.

Muhammed Ma’sûm Fârûkî “rahime-hullahü teâlâ”, (Mektûbât) kitâbında, ikinci cildin otuzaltıncı mektûbunda diyor ki, (Hâcegân) denilen Tesavvuf yolunun reîsi, Abdülhâlık-ı Goncdüvânîdir “rahime-hullahü teâlâ”. Bu yoldaki Kayyûmiyyet cezbesi, kendisine hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdan “radıyallahü teâlâ anh” gelmişdir. Kendisi de, bu cezbeyi elde etmek yolunu bildirdi. Bu yola (Vükûf-ı adedi) denir ki, (Zikr-i hafî)den ibâretdir. Bu da, hazret-i Ebû Bekrden gelmekdedir. (Cezbe-i ma’ıyyet) denilen ikinci yol ise, Behâüddîn-i Buhârîden “rahime-hullahü teâlâ” başlamakda-

---------------------------------

[1] Ubeydullah-ı Ahrâr 895 [m. 1490] da Semerkandda vefât etdi.

-103-

dır. Zemânının kutbu olan Alâüddîn-i Attâr “rahmetullahi aleyh”,[1] bu cezbenin hâsıl olması şartlarını koydu. Bu şartlara (Tarîka-i Alâiyye) denildi. En yakın olan [az zemânda kavuşduran] yolun, Alâiyye olduğu bildirilmişdir.

[Alâüddîn-i Attârın talebesinden olan Ubeydüllah-i Ahrâr “rahime-hullahü teâlâ”, hocasının yolunu yaydığı için (Ahrâriyye) de denildi.]

Muhammed Ma’sûm “rahime-hullahü teâlâ”, ikinci cildin yüzellisekizinci mektûbunda buyuruyor ki, se’âdetin başı, iki şeye kavuşmakdır. Birincisi, Bâtının (ya’nî kalbin) mahlûklara düşkün olmakdan kurtulmasıdır. İkincisi, Zâhirin (ya’nî bedenin) (Ahkâm-ı islâmiyye)ye sarılmakla süslenmesidir. Bu iki ni’mete kavuşmak, tesavvuf ehlinin sohbetinde kolay nasîb olur. Başka yoldan kavuşmak güçdür. İslâmiyyete tam yapışabilmek ve ibâdetleri kolay yapabilmek ve yasak olunanlardan sakınabilmek için, nefsin fânî olması, (teslîm olması) lâzımdır. Nefs, azgın olarak ve âsî olarak ve kendini beğenici olarak yaratılmışdır. Bu kötülüklerden kurtulmadıkça, islâmiyyetin hakîkati hâsıl olamaz. Teslîmden, itmînândan önce, islâmiyyetin sûreti, görünüşü vardır. Nefsin itmînânından sonra, islâmiyyetin hakîkati hâsıl olur. Sûret ile hakîkat arasındaki fark, yerle gök arasındaki fark gibidir. Sûret ehli, islâmiyyetin sûretine, hakîkat ehli de, islâmiyyetin hakîkatine kavuşur. Avâmın (ya’nî câhillerin) îmânına (Îmân-ı mecâzî) denir. Bu îmân, bozulabilir ve yok olabilir. Havâsın (ya’nî hakîkat ehlinin) îmânları zevâlden ve halelden mahfûzdur. Nisâ sûresinin yüzotuzbeşinci âyetinde, (Ey îmân edenler! Allaha ve Onun Peygamberine îmân ediniz!) meâlindeki emr, bu hakîkî îmânı göstermekdedir.

Muhammed Ma’sûm “rahime-hullahü teâlâ”, üçüncü cildin onaltıncı mektûbunda buyuruyor ki, câhillerin, (Herşey odur. Allah kelimesi, herşeyin adıdır. Zeyd isminin bir insanı göstermesi gibidir. Hâlbuki, her uzvunun ayrı ismleri vardır. O hâlde Zeyd, nerdedir? Hiçbir yerde değildir. Allahü teâlâ da, her varlıkda görünmekdedir. Bunun için, herşeye Allah demek câizdir. Bu varlıklar bir görünüşdür. Bunlardaki yok olmak da, bir görünüşdür. Hakîkatde yok olan birşey yokdur) gibi sözleri, bir varlığa inanmağı değil, çok varlığı göstermekde olup, tesavvuf büyüklerinin bildirdiklerine uygun değildir. Bu söz, Allahü teâlâyı, madde âleminde göstermekdedir. Ayrı bir varlık değildir demekdir. Allahü teâlânın varlığında ve sıfatlarının varlıklarında, mahlûklarına muhtâc oldu-

---------------------------------

[1] Alâüddîn-i Attâr Muhammed 802 [m. 1400] de Buharâda vefât etdi.

-104-

ğunu göstermekdedir. Bileşik cismin varlığının, elementlerinin varlıklarına muhtâc olması gibidir. Bu ise, Allahü teâlânın varlığına inanmamak olup, küfrdür. Allahü teâlânın varlığının, madde ve ma’nâ âlemlerinin varlıklarından ayrı olduğuna inanmak lâzımdır. Ya’nî, vâcib ile mümkinler, ayrı bir varlıkdırlar. İkilik olan herşeyde ayrılık vardır. (Âlem, [ya’nî Allahdan başka herşey], hakîkatdevar olsaydı, o zemân ikilik olurdu. Âlemin varlığı görünüşdedir) denirse, buna cevâb olarak, (Hakîkî mevcûd, mevhûm olan görünüşle birleşmez) deriz. Ya’nî herşey Odur denilemez. Bu söz ile, (Hiçbirşey yokdur. Yalnız O vardır) demek istenirse, o zemân doğru olur. Fekat, hakîkat olarak değil, mecâz olarak söylenmiş olur. Zeydin aynadaki [ve televizyondaki] hayâlini görenin, Zeydi gördüm demesine benzer. Teşbîh olarak söylemeyip, hakîkat olarak söylemek, arslana eşek demeğe benzer. [Radyodan, hoparlörden çıkan sese, bunu söyliyen insanın sesidir demek de böyle yanlışdır.] Arslan başkadır. Eşek başkadır. Lâf ile, ikisi bir yazılamaz. Tesavvuf büyüklerinden, (Vahdet-i vücûd) söyliyenler, (Hakîkî varlık, mahlûklarda bulunuyor. Ayrıca mevcûd değildir) demedi. (Mahlûkdur, Onun zuhûrlarıdır, görünüşleridir) dediler. Muhyiddîn-i Arabî[1] ve ona tâbi’ olanlar “rahime-hümullahü teâlâ”, bu ma’nâ ile (Heme-ûst) ya’nî (herşey Odur) dediler.

(Âlem, böyle gelmiş, böyle gider) sözü, âlemin kadîm olduğunu gösteriyor. Böyle inanmak küfrdür. Âlemin yok olacağını inkâr etmekdir. Kur’ân-ı kerîm, herşeyin yok olacağınııkca bildiriyor. İnsanların yok olacağına ve tekrâr var olacaklarına inanıyoruz diyenler arasında, ba’zı kimseler (İnsan, toprak maddesindenmeydâna gelmişdir. Ölünce çürüyüp, yine toprak [su ve gazlar] hâline dönecekdir. Bu maddelerden bitkiler ve bitkilerden hayvanlar hâsıl olmakda, bunları insanlar yiyerek, et, kemik ve menî hâline dönmekde ve böylece başka insanlar meydâna gelmekdedir. Kıyâmet kopması, insanların tekrâr yaratılması, işte böyle olur) diyorlar. [Bu sözdeki madde değişmeleri elbette doğrudur. Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi böyledir. Fekat] insanların tekrâr yaratılması böyle olur demek, Haşrı, Neşri ve Kıyâmeti inkâr etmekdir. Kıyâmet gününün gelmesi ve ölülerin mezârlarından kalkacakları, bütün canlıların bir meydânda toplanacakları, meleklerin yazdığı kitâbların ortaya çıkarılacağı, hesâb verileceği, terâzînin kurulacağı, mü’minlerin Sırât köprüsünden geçecekleri, kâfirlerin Cehenneme düşecekleri ve sonsuz azâbda kalacakları,

---------------------------------

[1] Muhyiddîn-i Arabî 638 [m. 1240] da Şâmda vefât etdi.

-105-

Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir.

(Bu bilinen nemâz, câhil halk için emr olunmuşdur. Sâf, temiz, yükselmiş insanların ibâdetleri [nemâzları], zikr ve tefekkürdür. İnsanın bütün zerreleri ve bütün eşyâ, her an zikr, ibâdet yapmakdadır. İnsan bunu anlamasa da, böyledir. İslâmiyyet, aklı az olanlar için gönderilmişdir. Böylece, fesâd çıkarmaları önlenmişdir) gibi lâflar, câhillerin ve aklı az olan mezhebsizlerin sözleridir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, nemâzın dînin direği olduğunu bildirdi. (Nemâz kılan, din binâsını yapmışdır. Nemâz kılmıyan, dînini yıkmışdır. Nemâz, mü’minin mi’râcıdır) buyurdu. Râhatını, huzûrunu nemâzda bildi. Nemâzdaki yakınlık, başka şeylerde bulunmaz. Hadîs-i şerîfde, (Allah ile kul arasındaki perdeler, ancak nemâzda kaldırılır) buyuruldu. Her kemâl, (İslâmiyyete) ya’nî (Ahkâm-ı islâmiyye)ye uymakla hâsıl olur. Bu ahkâmdan, ya’nî emr ve yasaklardan ayrılan, yoldan sapar. Se’âdete kavuşamaz. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, bu ahkâma uymağı emr ediyorlar. Doğru yol, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği yoldur. Başka yollar, şeytânların yollarıdır. Abdüllah ibni Mes’ûd diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir doğru çizdi. (Bu, insanı Allahın rızâsına kavuşduran tek doğru yoldur) dedi. Sonra bunun sağına, soluna [balık kıığı gibi] çizgiler çizip, (Bunlar da, şeytânların yollarıdır. Herbirinde bulunan şeytân, kendine çağırır) buyurdu ve (Bu, doğru olan yolumdur. Buna geliniz!) âyet-i kerîmesini okudu.

Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sözbirliği ile bildirdikleri ve islâm âlimlerinin bizlere ulaşdırdıkları bilgiler, şunun bunun düşünceleri ile, hayâlleri ile yok edilemez.

Ondördüncü asrın müceddidi, zâhir ve bâtın ilmlerinin hazînesi, seyyid Abdülhakîm Efendinin “rahmetullahi aleyh”[1] (Er-riyâdut-tesavvufiyye) kitâbı, tesavvufun, ta’rîfini, târîhini, mevzû’unu ve ıstılâhlarını gâyet vecîz olarak yazmakdadır. Kitâb, türkçe olup, 1341 [m. 1923] senesinde, İstanbulda, Harbiyye mektebi matba’asında basılmışdır. Önsözünde diyor ki:

Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmakdan dahâ şerefli, dahâ kıymetli bir üstünlük olmadığı için, bu şerefe kavuşanlara (Sahâbe) denildi. Onlardan sonra gelenlere, onlara tâbi’ oldukları için (Tâbi’în), bunlardan sonra gelenlere de, (Etbâ’ı tâbi’în) denildi. Dahâ sonra, din işlerinde yükselmiş olanlara, (Zühhâd) ve (Ubbâd) denildi. Bunlardan sonra, bid’atler

---------------------------------

[1] Abdülhakîm Arvâsî 1362 [m. 1943] de Ankarada vefât etdi.

-106-

çoğalıp, her fırka, kendi önderlerine Zâhid ve Âbid dedi. Ehl-i sünnet denilen, Eshâb-ı kirâm yolundaki doğru fırkadan olup, kalblerini gafletden koruyan ve nefslerini Allaha itâ’ate kavuşduranların bu hâllerine, (Tesavvuf) ve kendilerine (Sôfî) ismi verildi. Bu ismler, hicretin ikinci asrı sonunda işitildi. Kendisine evvelâ Sôfî denilen Ebû Hâşim Sôfîdir “rahime-hullahü teâlâ”. Kûfe şehrinden olup, Şâmda irşâd ederdi. Süfyân-ı Sevrînin “rahime-hullahi teâlâ” üstâdı idi. [Süfyân-ı Sevrî “rahmetullahi aleyh” 161 [m. 778] de Basrada, Ebû Hâşim Sôfî 115 de vefât etmişlerdir. Süfyân demişdir ki, (Ebû Hâşim Sôfî olmasaydı, Rabbânî hakîkatleri bilmezdim. Onu görmeden önce tesavvufun ne olduğunu bilmiyordum). Tekke en önce, Ebû Hâşim için, Remleh şehrinde yapılmışdır. (Dağları iğne ile oyarak toz etmek, kalblerden kibri çıkarmakdan kolaydır) sözü onundur. (Fâidesiz ilmden Allaha sığınırım) sözünü çok söylerdi.]

Tesavvuf ehli, başka din adamlarında bulunmayan bir ilm ile şereflenmişlerdir. Haris bin Esed Muhâsibî “rahime-hullahü teâlâ” 241 [m. 855] de Basrada vefât etdi. (Kitâb-ür-riâye)de, vera’ ve takvâ üzerinde geniş bilgi verdi. İmâm-ı Abdülkerîm Kuşeyrî “rahime-hullahü teâlâ, 376 [m. 987] da Nişâpûrda vefât etdi. Meşhûr risâlesinde ve Şihâbüddîn-i Ömer Sühreverdî “rahime-hullahü teâlâ”, 632 [m. 1234] de vefât etdi. (Avârif-ül-me’ârif)de, tarîkat edeblerini ve vecdlerini ve hâllerini bildirmişlerdir. İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, (İhyâ) kitâbında, bu iki kısm bilgileri, birlikde uzun açıklamışdır.

Görülüyor ki, tesavvufun başlangıcı, nübüvvetin ve risâletin başlangıcıdır. Tesavvuf bilgileri, semâvî dinlerin hakîkatlerini anlamak ile hâsıl olmuşlardır. Tesavvufun bir parçası olan (Vahdet-ülvücûd) ma’rifetlerini, budistlerin, yehûdîlerin akl ve riyâzet ile anladıkları (Vahdet) ile karışdırmamalıdır. Birincisi, zevk ile anlaşılan ma’rifetler, ikincisi akl ile hâsıl olan hayâllerdir. Bu zevki tatmıyan gâfiller, ikisini aynı sanırlar.

[Allahü teâlâ, Ezzâriyât sûresinde meâlen, (Cinni ve insanları ibâdet etmeleri için yaratdım) buyuruyor. İbâdet etmek de, kurb ve ma’rifet hâsıl eder. Demek ki, insanların Evliyâ “rahime-hümullahü teâlâ” olmaları emr olunmakdadır. Bu da, farzları, nâfileleri birlikde yapmakla ve bid’at sâhiblerinden uzaklaşmakla hâsıl olur. Tesavvuf yolunda yapılan vazîfeler, nâfile ibâdetlerdir. Farzların kabûl olmaları için bulunması şart olan ihlâs, bu vazîfelerle elde edilir. Vehhâbîlerin (Tesavvuf, yehûdîlerden ve eski yunanlılardan alınmışdır) sözünün çok çirkin, yalan ve iftirâ olduğu, yu-

-107-

kardaki bilgilerden pek iyi anlaşılmakdadır.

Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için, farzları, sünnetleri ve nâfile ibâdetleri yapmak lâzımdır. Bunlar, şartlarını, müfsidlerini bilerek ve ihlâs ile yapılır. Farzların birincisi, Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun inanmak, ikincisi harâmlardan ve harâm nafakadan sakınmakdır. (İhlâs), kalbi mâ-sivâdan temizlemek ya’nî herşeyi yalnız Allah için yapmakdır. Bu da mürşid-i kâmil sohbetinde bulunmakla, az zemânda hâsıl olur. Mürşid bulunmazsa, bir mürşide râbıta yaparak veyâ çok zikr yaparak da hâsıl olur. Mürşid-i kâmil bir ayna, bir gözlük gibidir. Bir kimse, gönül gözüyle, bir mürşidin kalbine bakarsa, orada Resûlullahın mubârek kalbini görür. O, Resûlullahın vârisidir. Ona râbıta yapılınca, Resûlullaha yapılmış olur. Onun mubârek kalbine, mürşidlerinin kalbleri vâsıtası ile Resûlullahın kalbinden gelmiş olan nûrlar, bunun kalbine de akar. Kalb temizlenerek ihlâs hâsıl olur.]