2 - (Feth-ul mecîd) vehhâbî kitâbının kırksekizinci ve üçyüzkırksekizinci sahîfelerinde, (Ameller, ibâdetler îmândandır. İbâdet yapmıyanın îmânı gider. Îmân azalır ve çoğalır. Şâfi’î ve Ahmed ve başkaları bunu sözbirliği ile bildiriyorlar) diyor.
İbâdetin vazîfe olduğuna inanmak îmândandır. İnanmak başkadır. Yapmak başkadır. Bunları birbirlerine karışdırmamalıdır. İnandığı hâlde, tenbellikle yapmıyan kâfir olmaz. Kitâbın yazarı, bu yüzden milyonlarca müslimâna kâfir damgası basmakdadır. Bir müslimâna kâfir diyenin kendisi kâfir olur ise de, te’vîl ile söyliyen kâfir olmuyor.
Meşhûr (Emâlî kasîdesi)[1] kırküçüncü beytinde diyor ki, (Farz olan ibâdetler, îmândan sayılmaz). Bu kasîdenin (Nuhbet-ül-leâlî) ismindeki arabî şerhi çok kıymetlidir. 1975 de İstanbulda (Hakîkat kitâbevi) tarafından basdırılmışdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, ameller îmândan parça değildir buyurdu. Îmân, inanmak demekdir. İnanmakda azlık çokluk olmaz. İbâdetler, îmân olsaydı, îmân azalıp çoğalırdı. Gözden perde kalkıp azâb görüldükden sonra olan îmân kabûl olmaz. O ânda, îmân ile gidenlerin îmânları ancak kalb iledir. İbâdetler yapılamaz. Âyet-i kerîmede buna îmân denildi. Âyet-i kerîmelerde, îmânı olanlara, ibâdet yapmaları emr ediliyor. Bundan da, îmânın ibâdetden başka olduğu anlaşılmakdadır. Bunlardan başka, Kur’ân-ı kerîm-
---------------------------------
[1] Bu kasîdenin müellifi Alî Ûşî 575 [m. 1180] de vefât
etdi.
de, (Îmân edenler ve sâlih işler yapanlar) buyuruldu. Bu da, ibâdetlerin îmândan başka olduklarını gösteriyor. (Mü’min iken, sâlih amel işliyenler) âyet-i kerîmesi, amellerin îmândan ayrı olduklarını açıkça göstermekdedir. Çünki, şartın meşrûtdan başka olması lâzımdır. Îmân edip, hiç ibâdet yapamadan, hemen ölenin, mü’min olduğu söz birliği ile bildirilmişdir. Cibrîl hadîsinde de îmânın yalnız inanmak olduğu bildirilmişdir.
İmâm-ı Ahmed ve imâm-ı Şâfi’î ve hadîs âlimlerinden birçoğu ve Eş’arîler “rahime-hümullahü teâlâ” ve Mu’tezile, ibâdetler îmânın parçasıdır. Îmân azalıp çoğalır dediler. Îmân ile amel, başka olursa, günâh işliyenlerin îmânları ile, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmânları bir olurdu dediler. (Onlara âyetlerim okunduğu zemân, îmânları artar) âyeti ve (Îmân artarak, sâhibini Cennete götürür. Azalarak da, Cehenneme sürükler) hadîsi, îmânın azalıp çoğaldığını bildiriyor dediler. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, bunlara cevâb teşkîl eden bilgileri önceden anlatmış, îmânın artması, devâm etmesi, çok zemân sürmesi demekdir demişdir. İmâm-ı Mâlik “rahime-hullahü teâlâ” de böyle dedi. Îmânın çok olması, inanılacak şeylerin çoğalması demekdir. Meselâ, Eshâb-ı kirâm, önce az şeylere inanırlardı. Yeni emrler gelince, îmânları çoğalırdı. Îmânın artması demek, kalbde nûrunun artması demekdir. Bu parlaklık, ibâdet ile artar. Günâh işlemekle azalır. Bu husûsda (şerh-ı Mevâkıf)[1] ve (Cevheret-üttevhîd) kitâblarında geniş bilgi vardır.
Vehhâbî kitâbının doksanbirinci sahîfesinde: (Eshâb-ı kirâmdan biri şerâb içmekden vazgeçmedi. Kendisine (Had) denilen döğmek cezâsı verildi. Eshâbdan birkaçı, buna la’net edince, Resûlullah, (Ona la’net etmeyin! Çünki o, Allahü teâlâyı ve Resûlünü sever) buyurdu) diyor. Günâh işliyenin kâfir olmadığını, kendisi de yazmakdadır. Büyük günâh işliyenler, farzları yapmıyanlar kâfir olur diyenleri, bu hadîs-i şerîf red etmekdedir. (Îmânı olan, zinâ etmez. Hırsızlık etmez) hadîs-i şerîfinin de, îmânın kendini değil, kemâlini gösterdiğini, isbât etmekdedir.
Abdülganî Nablüsî, Allâme Birgivînin “rahimehümullahü teâlâ”[2] yazılarını (Hadîka) kitâbında açıklarken, ikiyüzseksenbirinci ve sonraki sahîfelerinde buyuruyor ki: (Îmân), Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâ tarafından getirdiği bilgilere kalbin inan-
---------------------------------
[1] Mevâkıf müellifi Kâdı Adud 756 [m. 1354] de vefât etdi.
[2] Abdülganî 1143 [m. 1731] de vefât etdi.
ması ve inandığını dil ile söylemesi demekdir. Bu bilgilerin herbirini araşdırmak ve anlamak lâzım değildir. Mu’tezile fırkası, herbirini anlayıp inanmak lâzımdır dedi. Aynî “rahime-hullahü teâlâ”,[1] Buhârî şerhinde diyor ki, Muhakkıkîn, ya’nî en derin âlimler, meselâ Ebül-Hasen Eş’arî,[2] kâdî Abdül-Cebbâr Hemedânî Mu’tezilî, üstâd Ebül-İshâk İbrâhîm İsferâinî ve Hüseyn bin Fadlve dahâ birçokları, (Îmân, açıkça bildirilmiş olan şeylere yalnız kalb ile inanmakdır. Dil ile söylemek ve ibâdetleri yapmak îmân değildir) dediler. Sa’deddîn-i Teftâzânî “rahime-hullahü teâlâ” de (Şerh-i akâid) kitâbında böyle söyliyor ve Şems-ül-eimme ve Fahr-ul-islâm Alî Pezdevî “rahime-hümullahü teâlâ” gibi âlimlerin dil ile ikrâr etmenin de lâzım olduğunu söylediklerini bildiriyor. Kalbdeki îmânı dil ile söylemek, müslimânların, birbirlerini tanımaları için lâzımdır. Söylemiyen de mü’mindir. Ameller, ibâdetler, îmândan parça değildir. Âlimlerin çoğu, meselâ imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ” böyle buyurdular. Evet, imâm–ı Alî “radıyallahü anh” ve imâm-ı Şâfi’î “rahimehullahü teâlâ” îmân inanmak ve söylemek ve ibâdetleri yapmakdır dediler. Bu sözleri, kâmil olan, olgun olan îmânı bildirmekdedir. Kalbinde îmân olduğunu söyliyen kimsenin mü’min olduğu sözbirliği ile bildirilmişdir. Rükneddîn Ebû Bekr Muhammed Kirmânî “rahime-hullahü teâlâ” Buhârî şerhinde diyor ki, ibâdetler îmândan sayılınca, îmân azalır ve çoğalır. Fekat, kalbdeki îmân azalmaz ve çoğalmaz. Azalan, çoğalan bir inanış îmân olmaz. Şek olur, şübhe olur. İmâm-ı Muhyiddîn Yahyâ Nevevî “rahime-hullahü teâlâ” inanılacak şeyleri inceliyerek, sebeblerini anlamakla îmânın kendisi de artar. Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” îmânı ile, herhangi bir kimsenin îmânı bir değildir dedi. Busöz, îmânın kuvvetli ve za’îf olmasını göstermekdedir. Îmânın kendisi azalır ve çoğalır demek değildir. Hasta insanla, sağlam insanın kuvvetlerinin bir olmaması gibidir. Her ikisinin de insanlığıbirdir. İnsanlıklarında azlık çokluk yokdur. Îmânın azlığını çokluğunu bildiren âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ” şöyle açıklamakdadır: Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” îmâna gelince, herşeye topluca inanmışdı. Sonra, zemân zemân birçok şeyler farz oldu.Bunlara birer birer inandılar. Îmânları böylece, zemânla çoğaldı. Bu hâl, yalnız Eshâb-ı kirâm içindir. Sonra gelen müslimânlar için, îmânın böyle artması düşünülemez buyurdu. Sa’deddîn-i Teftâzâ-
---------------------------------
[1] Mahmûd Aynî 855 [m. 1451] de vefât etdi.
[2] Ebül-Hasen Alî Eş’arî 330 [m. 941] de vefât etdi.
nî “rahime-hullahü teâlâ”,[1] (şerh-i akâid)de diyor ki, kısaca bilenlerin kısaca inanmaları, etrâflı ve inceliklerini bilenlerin etrâflı inanmaları lâzımdır. İkincilerin îmânları, birincilerinkinden elbet çokdur. Fekat, birincilerinki de, tâm îmândır. Îmânları noksan değildir. Abdülganî Nablüsî “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki,sözün kısası, îmânın kendisi azalmaz ve çoğalmaz. Îmânın kuvveti çoğalır. Yâhud ibâdetlerin az veyâ çok olması ile îmânın kemâli, kıymeti değişmekdedir. Îmânın azalıp çoğalacağını bildiren âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere böyle ma’nâ verilmişdir. Bu bilgi, ictihâd edilebilecek bilgilerden olduğu için, çeşidli açıklamalar yapılmışdır. Hiçbiri, başka dürlü söyliyeni kötülememişdir. Vehhâbî kitâbı ise, ibâdetleri kabûl edip de, tenbellikle yapmıyana kâfir, müşrik diyor. Muhammed Hâdimî “rahime-hullahü teâlâ”[2] (Berîka) kitâbında diyor ki, ibâdetler îmândan parça değildirler. Celâleddîn-i Devânî “rahime-hullahü teâlâ” buyurdu ki, Mu’tezile, ibâdetleri îmânın parçası saydı. İbâdet yapmıyanın îmânı yokdur dedi. İbâdetler, îmânı olgunlaşdırır, güzelleşdirir. Ağacın dallarıgibidirler. Îmân ibâdet yapmakla çoğalmaz ve günâh işlemekle azalmaz. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve imâm-ı Mâlik ve imâm-ı Ebû Bekr Ahmed Râzî ve birçok derin âlimler “rahime-hümullahü teâlâ” böyle söylediler. Çünki, îmân tâm inanmak demekdir. Bunun azalması çoğalması olmaz. Bir kalbdeki îmânın çoğalması demek, bunun tersi olan küfrün azalması demekdir. Böyle şey olamaz. İmâm-ı Şâfi’î ve Ebül-Hasen Eş’arî “rahime-hümullahü teâlâ” îmân azalır çoğalır buyurdular. Bu sözün, îmânın kendisi azalıp çoğalması değil, kuvvetinin azalıp çoğalması demek olduğunu (Mevâkıf) kitâbı açıklamakdadır. Çünki, Peygamberin îmânı ümmetinin îmânı gibi değildir. İşitdiklerini aklı ile, ilmi ile inceliyenin îmânı, işitmekle inananın îmânı gibi değildir. [Mükâşefe ve müşâhedeye kavuşmuş Velînin îmânı, tesavvufdan haberi olmıyanların îmânları gibi değildir.] İbrâhîm aleyhisselâm, kalbinin itmînân, yakîn hâsıl etmesini istedi. Bunu Kur’ân-ı kerîm bildiriyor. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ” (Fıkh-ı ekber) kitâbında buyuruyor ki, (Yerde ve göklerde bulunanların îmânları, inanılacak şeyler bakımından azalıp çoğalmaz. İtmînân, yakîn bakımından azalıp çoğalır. Ya’nî, îmânın kuvveti artıp azalır. Fekat yakîni, kuvveti hiç bulunmazsa, îmân olmaz.) [(Fıkh-ı ekber)in (El-Kavlül-fasl) ismindeki arabî şerhi çok kıymetli olup, 1975 senesinde İs-
---------------------------------
[1] Sa’düddîn Mes’ûd Teftâzânî 792 [m. 1389] de
Semerkandda vefât etdi.
[2] Hâdimî 1176 [m. 1762] de Konyada vefât etdi.
tanbulda basdırılmışdır.] Hâdimîden terceme temâm oldu.
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî “rahime-hullahü teâlâ” (Mektûbât) kitâbında, ikiyüzaltmışaltıncı mektûbda buyuruyor ki, îmân kalbin tasdîki ve yakîni olduğundan, azalması, çoğalması olmaz. Azalıp çoğalan bir inanış, îmân olmaz. Buna zan denir. İbâdetleri, Allahü teâlânın sevdiği şeyleri yapmakla îmân cilâlanır, nûrlanır, parlar. Harâm işleyince, bulanır, lekelenir. O hâlde, çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı, îmânın cilâsının, parlaklığının değişmesidir. Kendisinde azalıp çoğalmak olmaz. Cilâsı, parlaklığı çok olan îmâna çok dediler. Bunlar, sanki, cilâlı olmıyan îmânı, îmân bilmedi. Cilâlılardan ba’zısını da, îmân bilip,fekat az dedi. Îmân, parlaklıkları başka başka olan, karşılıklı iki ayna gibi oluyor. Cilâsı çok olup, cismleri parlak gösteren ayna, az parlak gösteren aynadan dahâ çokdur demeğe benzer. Başka birisi de, iki ayna müsâvîdir. Yalnız, cilâları ve cismleri göstermeleri, ya’nî sıfatları başkadır demesi gibidir. Bu iki adamdan birincisi, görünüşe bakmış, öze, içe girememişdir. (Ebû Bekrin îmânı, ümmetimin îmânları toplamından dahâ ağırdır) hadîs-i şerîfi, îmânın cilâsı, parlaklığı bakımındandır. Vehhâbî kitâbı:
(Bir kimse, beni çocuklarından, ana babasından ve herkesden dahâ çok sevmedikçe, îmânı temâm olmaz) hadîs-i şerîfini yazıyor. (Muhabbet, kalbde olur. Kalbin işidir. Bunun için, bu hadîs, amellerin, ibâdetlerin îmândan parça olduğunu, îmânın şartı olduğunu gösteriyor) diyor.
Muhabbet, kalbin işi değil, sıfatıdır. Kalbin işi olduğunu kabûl etsek bile, bedenin, organların işi, kalbin işi değildir. Büyük günâhları işliyen cezâ görür. Bunları kalbinde bulunduran, yapmağa niyyet eden cezâ görmez. Kalbin iyi işi, inanmakdır. Kalbin kötü işi inanmamakdır, îmânsızlıkdır. Bedenin kötü işi, îmânsızlık değildir. Meselâ, yalan söylemek harâmdır. Yalan söyliyen kötü iş yapmış olur. Fekat, kâfir olmaz. Yalan söylemenin harâm olduğunu kabûl etmiyen veyâ beğenen kâfir olur.
(Îmânın doğru olması, kalbin inanması ve amel etmesi, dilin bunu söylemesi ve ibâdetleri yapmakladır. Ehl-i sünnet velcemâ’at da böyle söylemişdir) diyor.
Üçyüzotuzdokuzuncu sahîfesinde, (Allah sevgisi olunca, Ona itâ’at edenleri, Onun Peygamberlerini, sâlih kullarını, Allahın sevdiklerini de sevmek lâzım olur) diyor.
O hâlde, Evliyâyı “rahime-hümullahü teâlâ” sevmek, Allah sevgisinin alâmetidir. Bu sevgisini açıklıyanlara dil uzatılamaz. Vehhâbî kitâbının da yazdığı gibi, Allahü teâlânın sevmediklerini
sevmek yasakdır, küfrdür. Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek lâzımdır ve îmânın alâmetidir. İbâdetlerin en üstünü olduğu bildirilen (hubb-i fillah ve buğd-ı fillah) da bu demekdir. Kâfirler, müşrikler, Allahü teâlâyı sevmiyor. Başka şeyleri seviyor. Müslimânlar, Allahü teâlâyı sevdikleri için, Onun sevdiği Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Evliyâyı “rahime-hümullahü teâlâ” seviyorlar. Vehhâbî kitâbı, bu iki sevgiyi birbirine karışdırıyor. Birincisinin kötü olduğunu bildiren âyet-i kerîmeleri, ikinci sevgiye de yaymağa kalkışıyor.
Yetmişiki (Bid’at) fırkasından biri olan (Hâricî)lerden bir kısmı ve (Vehhâbî)ler, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere karşı gelmiyor. Fekat, ma’nâları açık ve kesin olmayıp, kapalı ve şübheli olan nassları yanlış te’vîl ederek, bunlardan yanlış ma’nâ anlıyarak, farzları yapmak ve harâmlardan sakınmak, îmânın parçasıdır diyorlar. (Mü’min olmak için, hem îmânın altı şartına inanmak, hem de, islâmiyyete uymak lâzımdır. Bir farzı yapmıyan veyâ bir harâm işliyen kâfir olur) diyorlar. Bunun için, müslimânlara kâfir damgasını basıyorlar. Hâlbuki, farzların farz olduklarına ve harâmların harâm olduğuna inanmak, îmândır. İnanmamak başkadır. İnanıp da yapmamak başkadır. Bunlar, bu ikisini birbiri ile karışdırdıkları için, Ehl-i sünnetden ayrılıyorlar. Fekat, böyle inandıkları için, kâfir olmazlar. Bid’at ehli, sapık oluyorlar. Fekat, ibâdet yapmıyan, bir harâm işliyen müslimânlara, nassları te’vîl etmeksizin kâfir diyenler kâfir olmakdadır. Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibini beğenmiyenin kalbini, Allahü teâlâ, îmân ile doldurur. Bid’at sâhibini kötüliyeni, Allahü teâlâ, kıyâmet gününün korkusundan korur) buyuruldu.