(Arasât meydânı)na (mevkıf) ve (mahşer yeri) de denir. Burada bulunanların nasıl da’vet edileceklerini âlimlerimiz başka başka söyledi. Tefsîrlerde anlatıldığı gibi, sahîh hadîslerde de bildirilmişdir. Allahü teâlânın en önce hükm edeceği, kâtillerdir. Ve en önce ecrlerini vereceği kimseler de îmânı doğru olan a’mâlardır. Evet! Bir münâdî nidâ eder ki: (Dünyâda görmekden men’ olunanlar nerededirler?) Onlara denilir ki: (Siz Allahü teâlânın cemâline bakmağa herkesden dahâ çok lâyıksınız). Bundan sonra cenâb-ı Hak, onlara hayâ mu’âmelesi eder de (Sağ tarafa gidiniz!) buyurur.
Bunlar için bir sancak bağlanıp Şu’ayb aleyhisselâmın eline verilir. Şu’ayb aleyhisselâm onlara imâm olur. Onlarla berâber, nûr meleklerinden, hesâbsız melek vardır. Adedlerini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Onların yanına varırlar. Ve sırâtı yıldırım gibi geçerler. Sabrda ve hilmde onlardan herbiri, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”[1] ve ona bu ümmet içinde, benzeyen kimseler gibidir.
Bundan sonra (Belâlara sabr edenler nerededir?) diye nidâ
---------------------------------
[1] Abdüllah 68 [m. 687] de Tâifde vefât etdi.
olunur. Ve meczûmîn ya’nî cüzzâm denilen miskin hastaları ve sârî hastalıklara yakalanmış olanlar getirilir. Allahü teâlâ, onlara selâm verir. Onlar dahî sağ tarafa emr olunurlar. Onlar için de, yeşil bir sancak bağlanır. Eyyûb aleyhisselâmın eline verilir. Eshâb-ı yemînin imâmı olur. Mübtelâ olanın sıfatı sabr ve hilmdir. Ukayl ibni Ebî Tâlib “radıyallahü anh” ve bu ümmetden Onun emsâli gibi olanlar böyledir.
Bundan sonra nidâ olunur ki: (İslâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanmayıp, Ehl-i sünnet i’tikâdına sımsıkı sarılan ve bu doğru îmânını ve nâmûsunu kemâl derecede muhâfaza eden îmânlı ve iffetli gençler nerededirler?) Bunlar da getirilir. Allahü teâlâ bunlara da selâm verip, merhabâ, der. Ve murâd buyurduğu kelâm ile iltifât eder. Bunlara dahî (Sağ tarafa gidiniz) buyurur. Bunlar için de, bir sancak bağlanıp Yûsüf aleyhisselâmın eline verilir. Yûsüf aleyhisselâm onların imâmı olur. Böyle gençlerin sıfatı harâmlardan, yabancı kadın ve kızlardan sakınmakdır. Râşid bin Süleymân “rahimehullahü teâlâ” ve bu ümmetden onun emsâli gibi olanlar böyledir.
Bundan sonra bir nidâ dahî çıkar ki: (Allahü teâlâ için birbirlerine muhabbet edenler ve müslimânları sevenler ve kâfirleri, mürtedleri sevmiyenler nerededir?) denir. Onlar dahî Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Allahü teâlâ, onlara da merhabâ deyip, ne murâd buyurur ise, onunla iltifâta mazhar olurlar. Sağ tarafa gitmeğe emr olunurlar. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmiyenlerin sıfatı da sabr ve hilmdir ki dünyevî sebeblerden dolayı mü’minlere ne darılırlar ve ne de kötülük ederler. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” ve bu ümmetden Ona benzeyenler bunlardandır.
Bundan sonra, bir nidâ dahî çıkar ki: (Allahü teâlânın korkusundan harâm işlemiyenler ve ağlayanlar nerededir?) denir. Onlar da götürülür. Bunların gözyaşları, şehîdler kanı ve ulemânın mürekkebi ile dartılır. Gözyaşı ağır gelir. Bunların da sağ tarafa gitmesi emr olunur. Onlar için her renkle süslenmiş bir sancak bağlanır. Zîrâ bunlar, muhtelif harâm işliyenlerin arasında bulunduğu, Allah rahîmdir, afv eder diye aldatılmağa çalışıldığı hâlde, harâm işlememişlerdi. Çeşidli günâhlardan sakınarak Allahü teâlânın korkusundan ağlamışlardı. Meselâ, biri Allahü teâlânın korkusundan, biri dünyâya düşkün olmakdan ve öbürü pişmânlıkdan ağlamışdı. Bunların sancakları Nûh aleyhisselâma verilir. Âlimler onların önlerine geçmek isterler. (Bunların ağlamalarının Allah için olmasını biz öğretdik) derler. Bir nidâ gelir ki: (Yâ Nûh, olduğun gibi dur!). Nûh aleyhisselâm hemen durur. O cemâ’at de Onunla
berâber dururlar.
Ehl-i sünnet âlimlerinin mürekkebi ile şehîdlerin kanı dartılır. Âlimlerin mürekkebi ağır gelip, sağ tarafa emr olunurlar. Şehîdler için de safranlı bir sancak emr olunur. Yahyâ aleyhisselâmın eline verilir. Yahyâ aleyhisselâm önlerinden gider.Âlimler önlerine geçmek istiyerek derler ki: (Şehîdler bizim ilmimizden öğrenerek çarpışdılar. Biz onlardan ileri gitmeğe dahâ ziyâde lâyıkız). Bu zemânda Allahü teâlâ lütfünü ortaya koyup, meâlen buyurur ki: (Âlimler benim yanımda Peygamberlerim gibidir). Âlimlere hitâben: (Dilediğiniz kimselere şefâ’at ediniz) buyurur. Âlimler, ehl-i beytine ve komşusuna ve mü’min kardeşlerine ve talebelerinden kendilerine tâbi’ olanlara şefâ’at ederler.
Şöyle ki, âlimlerden her biri için bir meleğe nidâ etdirilir. Melek insanlara bağırır ki: (Filân âlime Allahü teâlâ şefâ’at etmekle emr eyledi. Kim ki onun bir işini görüverdiyse, yâhud bir lokma yemek yidirdiyse, yâhud bir içim su verdiyse, yâhud kitâblarını yaydı ise, onlara şefâ’at edecekdir) der. O âlime bir iyilik yapanlar, kitâblarını dağıtanlar kalkarlar. O âlim de, o kimselere şefâ’at eder.
Hadîs-i şerîfde bildirildi ki, en önce şefâ’at edenler Resûllerdir. Sonra Nebîler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, sonra Âlimlerdir. Âlimler için bir beyâz sancak bağlanır. İbrâhîm aleyhisselâma verilir. İbrâhîm aleyhisselâm gizli ma’rifetleri ortaya çıkarmak bakımından Resûllerin en ileride olanıdır. Bunun için sancak kendisine verilir.
Bundan sonra yine bir münâdî nidâ eder ki: (Nafakası için hergün çalışıp terliyen ve kazandığı ile kanâat eden fakîrler nerededir?) denir. Fakîrler de Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Allahü teâlâ taltîf edip, (Merhabâ ey dünyâ kendileri için zindân olan kimseler) buyurur. Bunların da Eshâb-ı yemîn (Cennet ehli) ile berâber olmaları emr olunur. Bunlar için de, bir sarı sancak bağlanıp, Îsâ aleyhisselâmın eline verilir. Îsâ aleyhisselâm bunlara imâm olur.
Bundan sonra yine bir münâdî nidâ eder ki: (Agniyâ ya’nî şükr eden, mallarını, paralarını, dînî kuvvetlendirmek, müslimânları zâlimlerden korumak için veren zenginler nerededir?) denir. Onlar da götürülür. Onlara ihsân etdiği şeyleri cenâb-ı Hak, beşyüz sene ta’dâd etdirir. Ya’nî zenginlik ile ne yapdıklarının hesâbını sorar. Bunlar için dahî renklerle bir sancak bağlanıp Süleymân aleyhisselâma verilir. Süleymân aleyhisselâm bun-
lara imâm olur. Bunlara da, Eshâb-ı yemîne ulaşmalarını emr buyurur.
Hadîs-i şerîfde bildirildi ki, dört şey, dört şeye şehâdet etmelerini taleb ederler. Malları ile, mevki’leri ile müslimânlara eziyyet edenlere nidâ olunur ki, (Sizi Allahü teâlâya ibâdetden ne mal meşgûl etdi?). Onlar der ki: (Allahü teâlâ bize mülk ve rütbe verdi. Bizi onlar, Allahü teâlânın hakkını yerine getirmekden men’ eyledi). Yine onlara (Mal mülk cihetinden siz mi büyüksünüz, yoksa Süleymân aleyhisselâm mı büyükdür?) denir. Onlar (Süleymân aleyhisselâm büyükdür) derler. (Öyle ise, onu benim için ibâdet etmekden, o mal mülk men’ etmedi de sizi mi men’ etdi) buyurur.
Bundan sonra, (Ehl-i belâ nerededir?) denilir. Onlar da getirilir. Onlara denilir ki: (Sizi Allahü teâlâya ibâdetden men’ eden şey nedir?) Onlar da derler ki: (Allahü teâlâ, bizi dünyâda derdlere, sıkıntılara mübtelâ kıldı. Onun için zikrinden ve hakkıyle ibâdetden mahrûm olduk). Onlara denilir ki:(Belâ cihetinden size gelen belâ mı, yoksa Eyyûba aleyhisselâm gelen belâ mı çokidi?). Onlar (Eyyûb aleyhisselâma gelen çok idi) derler. (Öyle ise, Onu Allahü teâlânın zikrinden ve Onun dînini kullarına yaymakdan ve hakkını ikâmeden belâ men’ etmedi de sizi mi etdi) denir.
Bundan sonra (Gençler ve memlûkler ya’nî köle ve câriyeler nerededir?) derler. Onlar da, Allahü teâlânın huzûruna getirilir. Onlara denilir ki; (Sizi Allahü teâlâya ibâdetden men’ eden şey nedir?). Onlar da, (Allahü teâlâ bize cemâl ve güzellik verdi. Onunla aldandık, gençlik zevklerine daldık. Gençlik bizde hep kalacak sandık. Allahü teâlânın dînini öğrenmedik. Hakkını yerine getiremedik) derler. Memlûkler de (Kölelik ve câriyelik ve beğlere kulluk etdik. Dünyâ büyüklerine tapındık. Din câhili kaldık. Aldandık. Yâ Rabbî, Senin hakkını yerine getirmekden mahrûm olduk) derler. Onlara hitâben denilir ki; (Siz mi, yoksa Yûsüf aleyhisselâm mı dahâ güzel idi?) Onlar (Yûsüf aleyhisselâm idi) derler. (Öyle ise, hazret-i Yûsüfü, kul itâ’atinde iken hakkullahı ikâme etmekden hiç birşey men’ etmedi de sizi mi etdi) denir.
Bundan sonra (Çalışmıyan, tenbel, fukarâ nerededir?) diye nidâ olunur. Onlar da götürülür. Onlara da, (Sizi Allahü teâlâya kulluk vazîfesini yapmakdan men’ eden nedir?) denilir. Onlar (İş yapmadık. San’at öğrenmedik. [Kahvelerde, sinemalarda, maçlarda vakt geçirdik.] Allahü teâlâ da, bizi dünyâda fakîrlik i-
le mübtelâ kıldı. Fakîrlik ve tenbellik bizim kulluk vazîfemizi yapmamıza mânî’ oldu) derler. Onlara hitâben, (Siz mi dahâ fakîrdiniz, yoksa Îsâ aleyhisselâm mı?) diye süâl olunur. Onlar da(Îsâ aleyhisselâm bizden dahâ fakîr idi) derler. (Öyle ise, o kadar fakîrlik Onu kulluk vazîfelerini yapmakdan, din bilgilerini yaymakdan men’ etmedi de, sizi mi men’ etdi?) denir.
Bir kimse bu dört şeyden birine yakalanırsa, bunların sâhibini düşünsün! Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” düâsında (Yâ Rabbî! Zenginlik ve fakîrlik fitnesinden sana sığınıyorum) diye düâ ederdi.
Îsâdan “aleyhisselâm” ibret alınız ki, dünyâda birşeye mâlik olmadı. Bir yün cübbeyi yirmi sene giydi. Seyâhati esnâsında, ancak bir bardak ve bir kara kilim ve bir tarağı vardı. Birgün, birinin, eli ile su içdiğini gördü. Bardağı atdı. Birgün de, bir adamın eliyle sakalını tararken gördü. Tarağı da atdı. Der ki, benim hayvanım ayağımdır. Evim mağaralardır. Yiyeceğim yerin otlarıdır. İçeceğim ırmakların sularıdır. [Hâlbuki, islâm dîni böyle değildir. Çalışıp halâl kazanmak ibâdetdir. Çok çalışıp, çok kazanmak ve kazandığını, islâmiyyetin emr etdiği iyi yerlere vermek lâzımdır.
(Râmûz-ül-ehâdîs)de yazılı hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Eshâbım için, fakîr olmak se’âdetdir. Âhir zemânda gelecek olan ümmetim için, zengin olmak se’âdetdir.) Şimdi âhir zemândayız. Günâh işleyenlerin, fitne çıkaranların, ibâdetlere bid’at karışdıranların çoğaldığı bir zemândayız. Bu zemânda halâlı, harâmı, bid’atleri ve küfre sebeb olan şeyleri öğrenmek ve bunlara uymak ve halâl yoldan kazanarak zengin olmak büyük ibâdetdir. Kazandığı ile fakîrlere ve Ehl-i sünnet bilgilerini yayan müslimânlara yardım etmek büyük se’âdetdir. Bu se’âdete kavuşanlara müjdeler olsun!]
Allahü teâlânın indirdiği ba’zı
suhûflarda da bildirilmişdir ki, (Ey Âdem oğlu! Hastalık ve günâh işlemek
hayât hâllerindendir. Müte’ammiden [kin güderek] adam öldürmenin
keffâretinden, hatâen öldürmenin keffâreti ehven görülür, buna kısâs olunmaz ise de,
bu da çok kötü işdir. Bundan da sakın!)
Büyük günâhların sâhibinin kalbinde îmân varsa, azâbdan sonra şefâ’ate kavuşur. Allahü teâlâ, onlara ikrâm eder. Binlerce sene geçdikden sonra, onları Cehennemden çıkarır. Hâlbuki, Cehennemdekilerin derileri yandıkdan sonra, tekrâr yaratılmakdadır. Hasen-i Basrî “rahmetullahi aleyh”,[1] (Keşke ben, böyle olan kişi olsaydım) buyururdu. Şübhe yokdur ki, Hasen-i Basrî
---------------------------------
[1] Hasen-i Basrî 110 [m. 728] de vefât etdi.
“rahmetullahi aleyh” âhiret hâllerini iyi bilen bir zâtdır. Kıyâmet gününde, bir müslimân getirilir. Onun hiç hasenesi (iyiliği) yokdur ki, mîzânında ağır gelsin. Allahü teâlâ, onun îmânına hürmeten ona rahmet olarak buyurur ki: (İnsanlara git, sana hasene ve sevâb verecek bir kimse ara. Onun ikrâmı sebebiyle Cennete giresin!). O kimse gider. İnsanlar arasında arzûsuna kavuşduracak bir kimse arar. Hâlini anlatacak bir kimse bulamaz. Kime söyler ve sorarsa: (Benim de mîzânımın hafîf gelmesinden korkuyorum. Ben senden dahâ çok muhtâcım) der. Bu hâline çok üzülür. Yanına bir kişi gelerek, (Ne istiyorsun?) der. Bu da, (Bir haseneye [sevâba] muhtâcım. Onu belki bin kişiden istedim. Her biri behâne edip esirgediler) der. Bu kişi, ona der ki, (Allahü teâlânın huzûruna vardım. Sahîfemde bir sevâbdan başka sevâb bulamadım. O da beni kurtarmağa yetmez. Onu sana hibe edeyim. Benden onu al!). O kimse, ferah ve sevinçli olarak gider. Allahü teâlâ, o kulun hâlini bildiği hâlde, (Nasıl geldin?) diye süâl eder. O kişi ile olan mâcerâyı haber verir. O hasenesini veren kulu da Allahü teâlâ huzûruna çağırır. Buyurur ki: (Îmân sâhiblerine benim keremim, senin kereminden, ihsânından dahâ çokdur. Din kardeşinin elinden tut, Cennete gidiniz).
Mîzânın iki
gözü berâber olup, sevâb gözü ağır gelmezse, Allahü teâlâ buyurur ki: (Bu, ne
Cennet ehlindendir, ne de Cehennem ehlindendir). Bunun üzerine,
bir melek; bir sahîfe getirip seyyiât [günâh] kefesi üzerine kor ki, onda yalnız (üf) yazılmışdır. O göz hasene
üzerine ağır basar.
Çünki (üf) lâfzı, anaya,
babaya isyân kelimesidir. Kişi bununla, Cehenneme atılması emr olunur. O
kişi ise, iki tarafa bakınır. Allahü teâlâ
tarafından
kendisinin çağrılmasını talep eder. Allahü
teâlâ bunu çağırır. Ve der ki: (Ey âsî
kul! Niçin seni çağırmamı istiyorsun?) O kul:
(Yâ Rabbî! Anladım ki anama
babama âsî olduğum için
Cehenneme gideceğim.
Onların azâbını bana ilâve
buyur da, onları
Cehennemden azâd et!) deyince, Allahü teâlâ buyurur ki: (Anana
babana dünyâda âsî oldun. Âhıretde ikrâm etdin. Onların elinden yapış da, Cennete
götür).
Cennete gönderilmiyenleri melekler yakalarlar. Çünki melekler, âhıret ahkâmını çok iyi bilirler. Hattâ, âhıretden nasîbi olmıyan bir kavme nidâ olunur ki, bunlar âhıretin odunudurlar. Cehennemi doldurmak için halk olundular. Onlara hitâben Allahü teâlâ Sâffât sûresi yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Onları durdurun, onlar süâl olunacaklardır) buyurur.
Bunlar habs olunurlar. Tâ ki, kendilerine, Sâffât sûresi yirmibeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Size ne oldu ki, birbirinize
yardım etmiyorsunuz?) buyuruluncaya kadar kalırlar. Böylece, teslîm olurlar. Günâhlarını i’tirâf ederler ve hepsi Cehenneme gönderilirler. Bu şeklde ümmet-i Muhammedin büyük günâh işliyenleri getirilir. İhtiyâr, genç, erkek, kadın nerede ise hepsi bir araya toplanır. Cehennemin bekçisi olan (Mâlik) onlara bakdığı vakt der ki: (Siz, eşkiyâ zümresindensiniz. Ammâ görüyorum ki, ne eliniz bağlanmış ve ne de yüzünüz kararmış. Sizden güzel kimse Cehenneme gelmedi). Onlar da (Yâ Mâlik! Biz Muhammed aleyhisselâmın ümmetiyiz. Lâkin işlediğimiz günâhlar Cehenneme sürükledi. Bizi bırak da günâhlarımıza ağlıyalım) derler. Mâlik onlara: (Ağlayınız! Fekat şimdi size ağlamak fâide vermez!) der.
Nice orta yaşlılar (derdlerim, sıkıntılarım artdı!) diyerek ağlarlar.
Bir ihtiyâr erkek ellerini beyâz sakalı üzerine koyup (Âh gençlik geçdi. Elem, üzüntü artdı. Zelîl oldum, rezîl oldum!) diye ağlar.
Nice delikanlılar (Âh gençliği elden kaçırdım! Ya’nî gençliğimin kıymetini bilmedim!) diye ağlarlar.
Nice kadınlar, saçlarından tutup (Eyvâh! Yüzüm kara oldu, rezîl oldum!) diye ağlarlar.
Allahü teâlâ tarafından (Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy) diye nidâ gelir. Cehennem bunları içine alırken, (Lâ ilâhe illallah) diye bağırışırlar. Cehennem bu sözü işitince, bunlardan beşyüz senelik öteye kaçar. [Bir şeyin çok olduğunu bildirmek için, bunu büyük rakamla bildirmenin Arabistânda âdet olduğu (İbni Âbidîn)in[1] (El-hazer vel-ibâha) kısmında yazılıdır. Ya’nî büyük rakamlar, mikdârı değil, çokluğu bildirirler.] Yine bir nidâ gelir ki: (Ey Cehennem! Bunları içine al! Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy!) Bu zemân gök gürültüsü gibi, bir gürültü işitilir. Cehennem bunların kalblerini yakmak isteyince, Mâlik, Cehennemi men’ eder. (Ey Cehennem, kendisinde Kur’ân-ı kerîm olan ve îmân kabı olan kalbi yakma! Rahmân olan Allahü teâlâya secde eden alınları yakma!) der. Bu hâl üzre, Cehenneme atılır. Görülür ki, bir kişinin feryâdı Cehennem ehlinin seslerinden dahâ çokdur. Bunu Cehennemden çıkarırlar. Hâlbuki, sâdece derisi yanmış. Allahü teâlâ ona: (Sana ne oldu ki, Cehennem ehlinin en çok bağıranı sensin?) buyurur. O kişi der ki: (Yâ Rabbî! Beni hesâba çekdin. Senin rahmetinden dahâ ümmîdimi kesmedim. Bilirim ki, sen beni işitirsin. Onun için çok bağırdım) der. Allahü teâlâ, meâl-i şerîfi, (Bir kimse Allahü
---------------------------------
[1] Muhammed ibni Âbidîn 1252 [m. 1836] da Şâmda vefât
etdi.
teâlânın rahmetinden ümmîdini keserse, o kimse ehl-i dalâletdir)olan Hicr sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesi ile hitâb buyurup, (Git seni mağfiret etdim) der.
Yine bir kişi Cehennemden çıkar. Allahü teâlâ: (Ey kulum, Cehennemden çıkdın. Hangi amelinle Cennete gireceksin?) diye süâl eder. O kul: (Yâ Rabbî! Ben âcizim, azıcık şeyden başka bir şey istemem) der. O kimse için Cennetden bir ağaç gösterilir. Allahü teâlâ: (Gördüğün şu ağacı sana versem, başkasını ister misin?) buyurur. O kul; (Yâ Rabbî! İzzetin ve celâlin hakkı için, başkasını istemem) der. Allahü teâlâ (Bu sana benden hibe olsun!) buyurur. O ağacın meyvesinden yiyip gölgesinde gölgelendikden sonra, ondan dahâ güzel başka bir ağaç gösterilir. O kimse, o ağaca çokca bakar. Allahü teâlâ: (Sana ne oldu? Ona da mı muhabbet etdin?) buyurur. O kul, (Evet yâ Rabbî) der. Allahü teâlâ: (Sana onu da versem, başkasını istemez misin?) buyurur. (İstemem yâ Rabbî) der. O ağacın meyvesinden yir. Gölgesinde gölgelenir. Ondan dahâ güzel bir ağaç gösterilir. Bu kimse, ona da bakakalır. Cenâb-ı Hak ona hitâben: (Bunu da sana versem, başkasını istemez misin?) buyurur. (İzzetin hakkı için, istemem yâ Rabbî) der. O zemân, Cenâb-ı Hak, râzı olup, o mü’min kimseyi, afv buyurur. Cennete idhâl eder.
Âhıretin şaşılacak işlerindendir ki, bir kişi de Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Allahü teâlâ, onu hesâba çeker. Hasenât ve seyyiâti dartılır. O kimse, herhâlde bilir ki, Allahü teâlâ, o zemân, o kimsenin hesâbından başka bir şeyle meşgûl olmadı. Fekat öyle değil. Belki o anda milyonlarca, sayısını Allahü teâlâdan başka kimse bilemiyeceği mikdârda kimselerin hesâbına bakıldı. Onların her biri zan eder ki, hesâb, o anda ancak ona mahsûsdur.
Orada ba’zısı ba’zısını görmez. Birisi diğerinin kelâmını işitmez. Belki, her biri, Cenâb-ı Hakkın perdeleri altındadır. Sübhânallah ki, ne kuvvet ve ne büyük kudretdir. İşte bu Lokman sûresinin yirmisekizinci âyetinin, (Sizin dünyâda ve sonra âhıretde yaratılmanız bir nefes alacak kadar zemândadır) meâl-i şerîfi ile bildirilen zemândır. Cenâb-ı Hakkın bu kavlinde sırlar vardır ki, o zemânsız ve mekânsız olmak sırrıdır. Çünki, Allahü teâlânın mülkü için, ef’âli ve işleri için had ve gâye yokdur. Fe-subhânallah ki, fi’llerinden hiçbiri başka işleri yapmasına mâni’ olmaz.
İşte bu zemânda, kişi oğluna gelir ve: (Ey oğul! Ben sana elbiseler giydirdim ki, sen kendin elbise giymeye kâdir değildin. Seni doyurdum ve su verdim ki, bunlardan elbette sen âciz idin
ve çocukluğunda seni muhâfaza eyledim ki, sen kendine zarar veren şeyleri def’ etmeğe ve fâide veren şeyi istemeğe kâdir değildin. Nice meyveleri benden istedin. Satın alıp sana getirdim. Sana dînini, îmânını öğretdim. Seni Kur’ân-ı kerîm hocasına gönderdim. Lâkin, işte kıyâmetin şiddetini görüyorsun. Günâhımın çokluğunu da biliyorsun. Bir mikdârını üzerine al! Tâ ki, günâhım azalsın. Bana bir iyilik, bir sevâb ver ki, mîzânım onun sebebi ile ziyâde olsun) der. Oğlu ondan kaçar ve der ki: (O bir sevâba, ben senden dahâ çok muhtâcım).
Böylece, evlâd ile ana arasında bu mu’âmele geçer, zevc ve zevce de birbirleriyle böyle konuşurlar. Kardeş kardeşle bu mu’âmeleyi yaparlar. İşte Allahü teâlâ hazretlerinin (Abese) sûresinin yirmidördüncü âyetinin, (O gün insân kardeşinden ve ana evlâdından kaçar) meâl-i şerîfi bu hâli haber vermekdedir.
Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsanlar kıyâmet günü çıplak haşr olunurlar). Âişe-i Sıddîka “radıyallahü anhâ” vâlidemiz, bunu işitdikleri vakt, (Ba’zısı ba’zısına bakmazlar mı?) buyurdu. Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Abese sûresindeki, (Kıyâmet gününde herkesin hâli, kendisini diğerinin hâlinden ve durumundan uzaklaşdırır) meâlindeki otuzyedinci âyet-i kerîmeyi okuyuverdiler. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hadîs-i şerîfi ile murâd buyurdular ki, kıyâmet gününün şiddeti ile meşakkati, insanların birbirlerine bakmalarına mâni’ olur.
İnsanlar bu zemânda bir yerde toplanırlar. Onların üzerine siyâh bir bulut gelir. O bulut insânlar üzerine (Suhûf-i müneşşere) ya’nî amel defterlerini yağdırır. Mü’minin sahîfesi, sanki gül yaprağı üzerine yazılmışdır. Kâfirlerin ise, sedir yaprağı üzerine yazılmış gibidir.
Sahîfeler uçarak iner. Herkesin sağ veyâ sol tarafından gelir. Bu ise, ihtiyârî değildir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, İsrâ sûresinin onüçüncü âyetinde meâlen, (Biz azîm-üş-şân insan için sahîfesi açılmış olarak kendisine vâsıl olan kitâb göndeririz) buyurur.
Âlimlerden ba’zıları buyurur ki, Kevser Havzı Sırâtı geçdikden sonra getirilir. Bu ise, yanlışdır. Zîrâ Sırâtı geçen kimse, bir dahâ Havza gelmez.
Yetmişbin [ya’nî pek çok] kimse ki sıkıntılı hesâba çekilmeden Cennete girerler. Onlar için mîzân kurulmaz. Onlar sahîfeler almazlar. Ancak onlara verilen sahîfeler üzerinde, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah. Bu filân ibni filânın Cennete girmesinin ve Cehennemden kurtulmasının berâtıdır) yazılıdır. Bir
kulun günâhları mağfiret olduğu vakt, bir melek onu Arasât meydânına götürür. Ve nidâ ederek: (Bu filân oğlu filândır. Allahü teâlâ, onun günâhını afv eyledi. Bir dahâ şakî olmıyacak, se’âdetle sa’îd oldu) der. O kimseye, bu makâmdan ziyâde sevgili hiçbir makâm olmaz.
Kıyâmet gününde, Resûller “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” minberler üzerindedirler. Her bir Resûlün minberi, kendi mertebesi mikdârıncadır. Ulemâ-i âmilîn, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdında olan ve bildikleri ile amel eden âlimler “rahmetullahi aleyhim ecma’în” dahî nûrdan kürsîler üzerinde olurlar. Allahü teâlânın dînini korumak ve yaymak için şehîd olanlar ile sâlihler, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeye uymuş olanlar, Kur’ân-ı kerîmi hürmet ile ve tegannî etmeden okuyan hâfızlarla, ezânı sünnete uygun olarak okuyan müezzinler, toprağı miskden olan yerlerdedirler. Bunlar, ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi’ olarak, iyi amel işledikleri için, kürsi sâhibidirler ki, Âdem aleyhisselâmdan Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimize kadar gelen bütün Peygamberlerden sonra kendilerine, şefâ’at izni verilecek olanlardandır.
Hadîs-i şerîfde bildirildi ki, (Kur’ân-ı kerîm kıyâmet gününde yüzü güzel ve ahlâkı güzel bir kimse sûretinde gelir. Kendisinden şefâ’at taleb olunur ve şefâ’at eder. Kendisini mûsikî ile [gazel okur gibi okuyanlardan ve çalgı ve oyun yerlerinde keyflenmek için okuyanlardan ve para kazanmak için] okuyanlardan da’vâcı olur. Böyle kimselerden hakkını ister. Râzı olduğu kimseleri alıp Cennete götürür).
Dünyâ [ya’nî ibâdet etmeye mâni’ olan ve harâm işlemeye sebeb olan şeyler ve kimseler] da, ihtiyâr, ak saçlı ve kadınların en çirkini sûretinde görülür. İnsanlara denilir ki: (Siz bunu bilir misiniz?) Onlar: (Biz bundan Allahü teâlâya sığınırız) derler. (Siz dünyâda buna kavuşmak için birbirinizle çekişirdiniz. Birbirinize de buğz ederdiniz) denilir.
Bu şeklde Cum’a dahî sevimli bir insan sûretinde gösterilir. Mü’minler ona dikkat ile bakarlar. Cum’a gününe kıymet verenleri misk ve kâfûr kumları üzerinde hıfz eder. Cum’a nemâzı kılan mü’minler üzerinde nûr bulunur ki, herkes ona bakıp te’accüb ederler. Cum’a gününe yapdıkları saygı sebebi ile Cennete götürülürler.
Ey müslimân kardeşim! Allahü teâlânın rahmetine ve Kur’ân-ı kerîmin ve islâmın ve Cum’anın cömerdliğine bak ki, Kur’ân-ı kerîm ehli nasıl kıymetlidir. Nemâz, oruc, zekât, sabr ve güzel ahlâkdan ibâret olan islâmiyyet ise ne kadar çok kıymetlidir.
Ölüm zemânında insanın çırpınmasından, sıkıntılı görünmesinden ma’nâ çıkaran kimseye kıymet verilmez. Zîrâ yevm-i Hendekde Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin (Ey, çürüyecek olan cesedlerin Rabbi ve yok olacak olan rûhların yaratıcısı olan Rabbim!) düâsı gösteriyor ki, Allahü teâlânın dilediği her cesed çürür. Ve rûhlar da, kıyâmet zemânı gelince, fenâ bulur. Bunların hepsinin yaratıcısı ve Rabbi Allahü teâlâdır. Bu anlatılanların hepsi, ayrı ayrı ilmlere muhtâcdır. Diğer kitâblarımızda bunları anlatdık.
İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” burada âhıret hâllerini gâyet kısa bir şeklde anlatdığını haber veriyor. Diyor ki, biz bu kitâbda, Ehl-i sünnetin tarîklerine müslimânlar sülûk etsin için, ihtisâr kasd eyledik. İslâmiyyetin aleyhine olan bid’atlere [mezhebsizlere, dinde reformculara] iltifât etme! Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden Ehl-i sünnet âlimlerinin çıkardıkları, anladıkları ma’nâlara sarıl! Başkalarının, insan şeytânlarının uydurduğu bid’atlere aldanma! Onlardan sakın! Bu sebebden, mü’minleri, Ehl-i sünnet yoluna sarılanları müjdele!
Allahü teâlânın emni ve keremi ve ihsânı ile, ismet ve muvaffakiyyet isteriz. Âmîn ve hasbünallah ve ni’mel-vekîl ve sallallahü alâ Muhammedin ve âlihi vesahbihi ecma’în.
---------------------------------
Âdem oğlu aç gözünü,
yeryüzüne kıl, bir
nazar,
gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
Herbir
çiçek bir nâz ile, öğer Hakkı, niyâz eder,
kurdlar, kuşlar, durmaz söyler, ol Hâlıka âvâz eder.
Öğer onun kâdirliğin, herbir işe hâzırlığın,
ille onun kâhirliğin, anlayınca, rengi döner.
Rengi döner
günden güne, toprağa dökülür yine,
bu ibretdir anlayana, hakîkatı, ârif sezer.
Ger bu sırrı duya idin, yâ bu
gammı yiye idin,
yerinde eriye idin, insan değil misin, meğer.
Bilir,
gelen gider imiş, konan geri göçer imiş,
mevt
şerbetin içer imiş, her kim, bu ma’nâdan geçer.