Allahü teâlâ meâlen buyurur ki, (Yâ Muhammed, başını secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefâ’at et, kabûl olunur). Bunun üzerine, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Yâ Rabbî! Kulların arasından iyileri ve kötüleri ayır ki, zemânları gâyet uzadı. Herbiri, günâhlarıyle arasât meydânında rezîl ve rüsvây oldular) der.
Bir nidâ gelir: (Evet yâ Muhammed!) “sallallahü aleyhi ve sellem” denilir. Cenâb-ı Hak, Cennete emr eder ki, her cins zîneti ile zînetlenir. Arasât meydânına getirilir. O derece güzel kokusu vardır ki, beşyüz senelik yoldan duyulur. Bu hâlden kalbler ferâhlanır. Rûhlar dirilir. [Lâkin kâfirler, mürtedler ve müslimânlarla alay edenler, Kur’ân-ı kerîme hakâret edenler, gençleri aldatarak îmânlarını çalanlar ve] amelleri habîs, kötü olanlar, Cennetin kokusunu duymazlar.
Cennet, Arş-ı a’lânın sağ tarafına konulur. Bundan sonra, cenâb-ı Hak, Cehennemi getirmeği emr eder. Cehenneme korku gelir, feryâd eder. Kendisine gönderilen meleklere: (Allahü teâlâ, bana azâb etdirmek için bir mahlûk yaratdı da, onunla bana azâb mı edecek) der. Onlar da: (Allahü teâlânın izzeti ve celâli ve ceberûtü hakkı için, Rabbin seninle âsîlerden, islâm düşmanlarından intikam almak için, bizi sana gönderdi. Sen ise, bunun için halk olundun) derler. Cehennemi dört tarafından çekerek götürürler. Yetmişbin ip takıp çekerler ki, her bir ipde yetmişbin halka vardır. Dünyâdaki demirlerin hepsi toplansa onun bir halkası kadar olamaz. Her halkada, zebânî denilen azâb meleklerinden yetmişbin melek vardır ki, yalnız birine dünyâdaki dağları koparmak emr olunsa, parça parça ederdi. O vakt, Cehennemin bağırması ve gürültüsü ve ateş saçması ve şiddetli dumanı vardır ki, bütün gökyüzünü simsiyâh eder. Mahşer yerine bin senelik yol kalınca, meleklerin ellerinden kurtulur. Gürültüsü ve gümbürtüsü ve sıcaklığı tehammül olunmıyacak derecededir. Mahşerdekilerin hepsi, bundan çok korkarlar. Bu nedir diye sorarlar. Haber verilir ki, Cehennem, zebânîlerin elinden kurtulmuş, size yaklaşıyor da, onun gürültüsüdür derler. Bunun üzerine, herkesin dizinin bağı çözülüp çöküverirler. Hattâ Peygamberler ve Resûller dahî kendilerini tutamaz. Hazret-i İbrâhîm, hazret-i Mûsâ, hazret-i Îsâ, arş-ı a’lâya sarılır. İbrâhîm aleyhisselâm kurban etdiği İsmâ’îl aleyhisselâmı unutur.Mûsâ aleyhisselâm birâderi Hârûn aleyhisselâmı ve Îsâ aleyhisselâm vâlidesi hazret-i Meryemi unuturlar. Her biri: (Yâ Rabbî! Bugün nefsimden başka birşey istemem) der.
O zemân Muhammed “aleyhisselâm” ise: (Ümmetime selâmet ve necât ver yâ Rabbî) der.
Orada buna tehammül edebilecek kimse bulunmaz. Zîrâ Allahü teâlâ, bunu haber verip; Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Her ümmeti, dizleri üzre cenâb-ı Hakkın korkusundan çökmüş olarak görürsün. Herbiri, dünyâda işledikleri amellerin kitâbına da’vet olunurlar) buyurmuşdur. Cehennemin böyle kurtulup kükremesi üzerine, herkes boğulma derecesinde ve kederlerinden yüzleri üzerine kapanırlar. Bu da, Allahü teâlânın Furkân sûresinin onikinci âyetinde meâlen: (Nâr, ehl-i mahşeri uzak mahalden gördüğü vakt, nâs ondan boğuk ve çirkin ve gâyet büyük ses işitirler) buyurmasıyle sâbitdir.
Allahü teâlâ, Mülk sûresinin sekizinci âyetinde meâlen, (Gayz ve şiddetinin çokluğundan, Nâr ikiye ayrılacak gibi olur) buyurur. Bunun üzerine, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ortaya çıkıp, Cehennemi durdurur. Buyurur ki, (Hakîr ve zelîl olarak geriye dön! Tâ ki, sana ehlin gürûh gürûh gelsinler). Cehennem dahî (Yâ Muhammed, bana müsâ’ade et! Zîrâ, sen bana harâmsın) der. Arşdan nidâ gelerek: (Ey Cehennem, Muhammed aleyhisselâmın kelâmını dinle! Ve ona itâ’at et) der. Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Cehennemi çeker, Arş-ı a’lânın sol tarafında bir yere yerleşdirir. Mahşerdekiler, Peygamber efendimizin bu merhametli mu’âmelesini birbirine müjdelerler. Korkuları bir mikdâr azalır. Enbiyâ sûresinde yüzyedinci âyet-i kerîmenin (Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik) meâl-i şerîfi zâhir olur.
Bu zemânda nasıl olduğu bilinmiyen mîzân kurulur. Mîzânın iki kefesi, ya’nî gözü vardır. Birisi nûrdan ve biri zulmetden ya’nî karanlıkdandır.
Bundan sonra, Allahü teâlâ zemândan, mekândan, cismden münezzeh ve berî, uzak olduğu hâlde, kudretini izhâr buyurması üzerine, insanlar ona ta’zîm ederek, secdeye varırlar. Fekat kâfirler, mürtedler, secde edemezler. Zîrâ, onların belleri demir kesilip secde etmeleri mümkin olmaz. İşte bu da, Nûn sûresi, kırkikinci âyet-i celîl-i ilâhiyyesinin (Gözlerden perde kaldırılıp sıkıntıların artdığı zemânda secde etmeğe çağrılırlar. Fekat secde edemezler)
meâl-i şerîfidir. İmâm-ı Buhârînin “rahmetullahi aleyh”,[1] bunun tefsîrinde,
---------------------------------
[1] Muhammed Buhârî 256 [m. 870] de Semerkandda vefât
etdi.
Peygamberimize “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kadar senedini ya’nî râvîlerini zikr ederek bildirdiği hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ kıyâmet gününde sâkından keşf eder. [Paçalar sıvanır. Ya’nî çok çetin ve sıkıntılı bir hâl olur. Secde ediniz denir.] Bütün mü’minler secde ederler). Ben, bu hadîs-i şerîfin te’vîlinden korkdum. Meseldir diyerek söz söyliyenlerin sözünü dahî beğenmedim. Mîzân ya’nî terâzî de, melekûta mahsûs olan bilinmiyen şeylerdendir, dünyâ terâzîlerine benzemez. Zîrâ iyilikler ve kötülükler, madde ve cism değildir. A’raz, ya’nî sıfatdırlar. A’razları, özellikleri, bildiğimiz terâzîler ile, maddeyi dartar gibi, vezn etmek sahîh olmaz. Ancak, bilinmiyen terâzî ile dartmak sahîh olur.
Mü’minler secdede iken, Allahü teâlâ nidâ eder. Yakından ve uzakdan işitilir. İmâm-ı Buhârînin rivâyet etdiği gibi, cenâb-ı Hak [Hadîs-i kudsîde]; (Ben azîm-üş-şân herkese mücâzât eden deyyânım. Bana hiçbir zâlimin zulmü tecâvüz etmez. Eğer tecâvüz ederse, ben zâlim olurum) buyurur.
Bundan sonra, hayvânât arasında hükm eder. Boynuzlu koyundan, boynuzsuz koyunun hakkını alıverir. Dağ hayvanlarıyle kuşlar arasındaki hakları ödeşdirir. Sonra da bunlara: (Toprak olunuz) der. Hemen hayvanlar toprak oluverirler. Kâfirler, bu hâli görünce her biri, Nebe’ sûresi kırkıncı âyetinin meâlinde haber verildiği üzere (Ne olaydı, toprak olaydım) derler.
Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup, (Levh-i mahfûz nerededir?) buyurur. Bu ses, akllara hayret verecek sûretde işitilir. Allahü teâlâ, (Ey Levh! Tevrât ve İncîl ve Kur’ân-ı azîm-üşşândan sende yazdığım şey nerededir?) der. Levh-i mahfûz der ki: (Yâ Rabb-el’âlemîn! Bunu Cebrâîl “aleyhisselâm”dan süâl buyur!).
Bu vakt, Cebrâîl “aleyhisselâm” getirilir ki, âdetâ kendisini titremek alır. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Cebrâîl! Bu Levh der ki, sen benim kelâmımı ve vahyimi kullarıma nakl eylemişsin, doğru mudur?) Cebrâîl “aleyhisselâm” (Yâ Rabbî doğrudur) der. Allahü teâlâ, (Onu nasıl yapdın?) buyurur. Cebrâîl aleyhisselâm, (Yâ Rabbî, Tevrâtı Mûsâ aleyhisselâma, İncîli Îsâ aleyhisselâma, Kur’ân-ı kerîmi Muhammed aleyhisselâma inzâl ve her bir Resûle risâleti ve her bir suhuf sâhibi Peygambere de sahîfelerini ulaşdırdım) der.
Bir nidâ gelir ki; (Yâ Nûh!), Nûh aleyhisselâm getirilir. Titrediği hâlde, huzûr-i ilâhîye gelir. Ona hitâben: (Yâ Nûh! Cebrâîl aleyhisselâm der ki, sen Resûllerdensin). (Evet yâ Rabbî! Doğrudur)
der. Yine buyurur ki, (Kavminle ne iş gördün?). Nûh aleyhisselâm, (Yâ Rabbî! Onları gece ve gündüz îmâna da’vet etdim. Benim da’vetim onlara bir fâide vermedi. Benden kaçdılar). O zemân, yine nidâ olunarak, (Yâ Nûh kavmi!) denir. Onlar bir fırka olarak getirilir. Denilir ki, (İşbu kardeşiniz Nûh aleyhisselâm der ki, size benim risâletimi teblîg etmiş). Onlar: (Ey bizim Rabbimiz, yalan söylüyor. Bize birşey teblîg etmedi) derler. Risâleti inkâr ederler.
Allahü teâlâ, (Yâ Nûh! Senin şâhidin var mıdır) buyurur. Nûh aleyhisselâm, (Yâ Rabbî! Benim şâhidim, Muhammed aleyhisselâm ile ümmetidir) der.
Allahü teâlâ, (Yâ Muhammed!) “aleyhisselâm”. Bu Nûh aleyhisselâm risâleti teblîg etdiğine seni şâhid kılar) buyurur. Peygamberimiz “aleyhisselâm”, Nûh aleyhisselâmın risâleti teblîg etdiğine şâhid olup, Hûd sûresinin yirmi beşinci âyet-i kerîmesini okur. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Biz Nûhu insanlara Peygamber olarak gönderdik. Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkutdu. Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet etmeyiniz dedi) buyurulmuşdur. Cenâb-ı Hak, Nûh aleyhisselâmın kavmine: (Sizin üzerinize azâb hak oldu. Zîrâ, azâb kâfirler üzerine lâyıkdır) buyurur.
Böylece, hepsi Cehenneme atılır. Ne amelleri tartılır, ne de hesâb olunurlar.
Bundan sonra (Âd kavmi nerededir?) diye nidâ olunur. Nûh aleyhisselâmın kavmine yapıldığı gibi, Hûd aleyhisselâm ile, kavmiolan Âd kavmi arasında mu’âmele cereyân eder. Peygamberimiz “aleyhisselâm” ile ümmetinin hayrlıları şehâdet ederler. Peygamberimiz şuarâ sûresinin yüzyirmiüçüncü âyet-i kerîmesini okur. Bu kavm de Cehenneme atılır.
Bundan sonra (Yâ Sâlih veyâ Semûd) diye nidâ olunur. Sâlih aleyhisselâm ve kavmi gelirler. İnkârları üzerine, hazret-i Peygamberden şehâdet taleb olunur. Peygamberimiz “aleyhisselâm” şuarâ sûresinin yüzkırkbirinci âyet-i kerîmesini okur. Onlar da, evvelkiler gibi Cehenneme atılır.
Kur’ân-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri arkası sıra, Allahü teâlânın huzûruna gelirler. Furkân sûresinin otuzsekizinci ve İbrâhîm sûresinin sekizinci âyet-i kerîmeleri bunu haber vermekdedir. Bunda tenbîh vardır ki, bunlar âsî ve azgın kavmlerdir. (Bârîh, Mârih, Duhâ, Esrâ) kavmleri ve bunlar gibi kâfirlerdir. Bunlardan sonra, nidâ, Eshâb-ı res ve tübba’ ve İbrâhîm aleyhisselâmın kavmine gelir. Bunların hiç birinde mîzân ku-
rulmaz. Ve hesâb sorulmaz. Bunlar, o gün Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın kelâmını onlara bir tercümân söyler. Çünki, bir kimse, nazar ve kelâm-ı ilâhîye mazhar olursa, o kimse azâb olunmaz.
Bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâma nidâ olunur. Şiddetli rüzgârda yapraklar nasıl titrerse, öyle titreyerek gelir. Cenâb-ı Hak, ona hitâben: (Yâ Mûsâ! Cebrâîl sana risâletini ve Tevrâtı kavmine teblîg etdiğine şehâdet ediyor) buyurur. Mûsâ aleyhisselâm, (Evet yâ Rabbî) der. (Öyle ise, minberine çık! Sana vahy olunan şeyleri oku!) buyurulur. Mûsâ aleyhisselâm, minbere çıkar, okur. Herkes kendi mevkı’inde sükût ederler. Tevrâtı dahâ yeni nâzil olmuş gibi okur. Yehûdî âlimleri, sanki bundan evvel, Tevrâtı hiç görmemişler, bilmemişler gibi olurlar.
Sonra da, Dâvüd aleyhisselâma nidâ olunur. Bu da, sanki şiddetli rüzgârda yaprak titrer gibi, son derece titreyerek gelir.
Allahü teâlâ: (Yâ Dâvüd! Cibrîl “aleyhisselâm” Zebûru ümmetine teblîg etdiğine şehâdet ediyor) deyince, Dâvüd aleyhisselâm, (Evet yâ Rabbî!) der. Cenâb-ı Hak, (Minberine çık ve sana vahy olunan şeyi tilâvet eyle) buyurur. Dâvüd aleyhisselâm minbere çıkar. Güzel sesle Zebûr-u şerîfi okur. Hadîs-i şerîfde bildirildi ki, Dâvüd aleyhisselâm Cennet ehlinin münâdîsidir. [Dâvüd aleyhisselâmın sesi çok güzel ve gür idi.] Nidâ edince sesini tâbüt-i sekînenin imâmı işitir ve cemâ’atin içine girerek safları yararak, Dâvüd aleyhisselâmın yanına gelir. Ona sarılır. Der ki: (Sana Zebûr va’z vermedi mi ki, benim için yanlış niyyet etdin?). Hazret-i Dâvüd, çok utanır, sıkılır. Cevâb veremez. Arasât ızdırâba gelir. İnsanlar Dâvüd aleyhisselâmdan gördüğü hâllerden dolayı çok üzüntülü olurlar. Bundan sonra Dâvüd aleyhisselâma sarılıp, huzûr-i Mevlâya çıkarır. Üzerlerine perde iner. Tâbütün imâmı der ki: (Yâ Rabbî! Dâvüd aleyhisselâmın hürmetine bana rahmet eyle ki, bu beni harbe gönderdi. Hattâ öldürüldüm. Nikâh etmek istediğim hâtunu kendine almak istedi. Hâlbuki o zemân bundan başka, doksandokuz hâtunu vardı). Allahü teâlâ, Dâvüd aleyhisselâma sorar, (Yâ Dâvüd! Bunun sözü doğru mudur?) buyurur. Dâvüd aleyhisselâm utancından ve Allahü teâlânın azâbı korkusundan, mağfiret va’dini ricâ ederek, başını aşağı eğer. Zîrâ, insan birşeyden korkar ve mahcûb olursa, başını önüne eğer. Birşey umar ve ricâ ederse, başını yukarı kaldırır. Bu vakt, Allahü teâlâ tâbütün imâmı olan zâta buyurur ki: (Ben, buna mukâbil, sana köşk ve vildândan şu kadar, bu kadar şey verdim. Râzı mısın?) O zât da: (Râzıyım yâ Rabbî) der. Bundan
sonra, Dâvüd aleyhisselâma: (Sen de yâ Dâvüd, git seni de mağfiret etdim) buyurur.[1]
Bundan sonra Dâvüd aleyhisselâma: (Minberine dön, Zebûrun devâmını oku) buyurur. O da, Allahü teâlânın emrini yerine getirir. Bu zemânda, Benî İsrâîle iki kısm olmaları emr olunur. Bir kısmı, mü’minler ile, bir kısmı da, kâfirler ile berâber olur.
Bundan sonra, bir ses işitilir ki: (Îsâ “aleyhisselâm” nerededir?) der. Îsâ aleyhisselâm getirilir. Allahü teâlâ ona hitâben Mâide sûresinin yüzondokuzuncu âyet-i kerîmesinin meâl-i şerîfi olan, (Yâ Îsâ! Sen insânlara Allahdan başka beni ve annemi ilâh edininiz dedin mi?) buyurur.
Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya hamd eder ve çok senâlar eder. Sonra meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Seni noksan sıfatlardan tenzîh ve takdîs ederim ki, hakkım olmıyan şeyi benim için söylemek olmadı. Eğer ben onu söyledimse, hakîkaten Sen onu bilirsin. Yâ Rabbî! Sen benim nefsimde olanı bilirsin. Ben Senin zâtında olanı bilmem. Yâ Rabbî! Sen gâibleri bilensin) olan Mâide sûresinin yüzonaltıncı âyet-i kerîmesi ile cevâb verir.
Bunun üzerine cenâb-ı Hak, cemâl sıfâtını gösterir ve meâl-i şerîfi, (Bu zemân, sâdıklara sıdkının menfe’at vereceği zemândır) olan Mâide sûresi yüzondokuzuncu âyet-i kerîmesini buyurur ve (Yâ Îsâ! Sen doğru söyledin. Minberine git! Sana Cebrâîlin teblîg etdiği İncîli tilâvet eyle der. Îsâ aleyhisselâm, (Evet Yâ Rabbî) der. Sonra tilâvete başlar. Tilâvetin te’sîrinden herkesin başı yukarı kalkar. Zîrâ, Îsâ aleyhisselâm rivâyet cihetinden insanların en ziyâde hakîmidir. Okumada, o kadar tâzelik ve nezâket gösterir ki, hıristiyanlar, ruhbânlar, kendilerini, İncîlden hiçbir âyet bilmiyorlarmış zannederler.
Bundan sonra, nasârâ da, iki kısm olurlar. Bozuk olanları, ya’nî hıristiyanlar kâfirlerle, bozulmamış olan mü’minleri, mü’minlerle haşr olunur.
Bundan sonra, bir nidâ işitilir ki, (Muhammed “aleyhisselâm” nerededir?) Peygamberimiz “aleyhisselâm” gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Muhammed! Cibrîl, sana Kur’ân-ı kerîmi teblîg etdim diyor). O da: (Evet yâ Rabbî) der. Cenâb-ı Hak: (Yâ Muhammed, minberine çık ve Kur’ân-ı kerîmi kırâet et) buyurur.
---------------------------------
[1] Bu kıssa, Mevâhib tefsîrinde, Sâd sûresi yirmiüçüncü âyetinde
dahâ geniş yazılıdır. Peygamberler en küçük bir günâh işlemez ve günâhı işlemek, hâtırlarına bile gelmez. Bu tefsîrden okuyunca, hakîkat
iyi anlaşılır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”Kur’ân-ı kerîmi tilâvet edip, gâyet güzel ve tatlı bir şeklde okur. Mü’minleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur’ân-ı kerîme inanmıyanların, bu mubârek kitâba (Hâşâ) çöl kanûnu diyenlerin ise, yüzleri gâyet çirkin olur.
Buraya kadar beyân olunan Peygamberlere olunacak süâli, A’râf sûresindeki, (Biz kendilerine Peygamber gönderilen kavme elbette süâl ederiz. Peygamberlere de süâl ederiz) meâlindeki beşinci âyet-i kerîmesi haber vermekdedir.
Ba’zıları, Mâide sûresinin yüzonikinci (Allahü teâlâ, büyük Peygamberleri cem’ eylediği vakt, kavminizden nasıl icâbet ve kabûl olundunuz?) meâlindeki âyet-i kerîme ile haber verilmişdir dediler. O zemân Peygamberler: (Yâ Rabbî! Seni tesbîh ederiz ki, bizim için hiç ilm yokdur. Sen gaybleri en iyi bilensin) derler. Evvelki âyet-i kerîmenin haber verdiğini söyliyen âlimlerin sözü dahâ doğrudur. (İhyâ-ül-ulûm) adındaki kitâbımızda da bunu bildirdik. Zîrâ Peygamberlerin dereceleri vardır. Îsâ “aleyhisselâm” ise, onların büyüklerindendir. Zîrâ O (Rûhullah)dır. (Kelimetullah)dır. Peygamberimiz “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîmi tilâvet buyurduğu zemân, ümmeti zan eder ki, hiç işitmemişlerdir. Bu bahsde, hazret-i Esma’îye[1] dediler ki: (Sen Kur’ân-ı kerîmi en ziyâde ezberlemiş olansın. Sen de, böyle mi olursun?) Cevâbında, (Evet, hazret-i Peygamberden işitdiğim vakt, hiç işitmemiş gibi olurum) buyurdu.
Kitâbların kırâ’eti temâm oldukdan sonra bir nidâ gelir ki: Ey mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!) denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf ya’nî Arasât meydânı harekete gelir. O zemân, herkesi büyük korku alır. Birbirlerine girift olurlar. Melekler cin ile ve cin insanlar ile karışır. Bundan sonra, nidâ gelir ki: (Yâ Âdem! Evlâdından Cehenneme lâyık olanı gönder!) Âdem “aleyhisselâm” ise, (Yâ Rabbî! ne kadar?) diye süâl eder. Cenâb-ı Hak, buyurur ki: (Binde dokuzyüzdoksandokuzu Cehenneme ve biri Cennete). Kâfirlerden ve Ehl-i sünnetden “rahmetullahi aleyhim ecma’în” ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak Allahü teâlânın bir avuç buyurduğu kadar mü’min geride kalırlar. Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” (Rabbimizin avuçlarından bir avuç kalır) buyurduğunun ma’nâsı budur.
---------------------------------
[1] Ebû Sa’îd-i Esma’î (122) de Basrada tevellüd, 216 [m.
831] de Mervde vefât etdi. Asl adı Abdülmelikdir “rahime hullahü teâlâ”.
Bundan sonra İblîs şeytânlarıyle birlikde getirilir. Bunların mîzânının da seyyiâtları, hasenâtlarının üzerine ağır gelmişdir. Her kime ki, din ulaşmışdır, onun sevâbları ile günâhları muhakkak dartılacakdır. Şeytânlar, günâhları ağır gelip, azâb göreceklerini yakînen bildikleri vakt: (Bize Âdem zulm etdi. Zebânî denilen melekler saçlarımızdan tutarak bizi Cehenneme sürükledi) derler.
Bunun üzerine, cenâb-ı Hak tarafından bir nidâ gelir ki, Mü’min sûresinin onyedinci âyet-i kerîmesinin, (Bu zemânda zulm yokdur. Allahü teâlâ hesâbda sür’atlidir) meâlindedir. Herkes için büyük bir kitâb çıkarılır ki, şark ve garb arasını tutar. Onda mahlûkların bütün amelleri yazılıdır. Küçük ve büyük hepsini bildirir. Allahü teâlâ, hiçbir kimseye zulm etmez. Mahlûkların her gün yapdıkları amelleri bu kitâb ile Allahü teâlâya arz olunur. Allahü teâlânın emri ile Abese sûresinin onaltıncı âyet-i kerîmesinde bildirilen (Kirâmün berere) meleklerine ya’nî kerîm ve itâ’atkâr meleklere, o amelleri yazmağı emr eder. Bu kitâb işte odur. Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyet-i kerîmesinin (Biz yapdığınız amellerin hepsini yazdırdık) meâl-i şerîfi bunu haber vermekdedir.
Bundan sonra, bir münâdî herkesi ayrı ayrı çağırır. Herkes, ayrı ayrı hesâba çekilir. Nûr sûresi, yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Yapdıklarının hepsine, o gün dilleri ve elleri ve ayakları şehâdet eder) buyuruldu.
Doğru haberde bize bildirildi ki, bir kimse Allahü teâlânın huzûrunda durdurulur. Cenâb-ı Hak ona (Ey fenâ kul! Sen mücrim ve âsî oldun) der. O kul: (Yâ Rabbî! Ben işlemedim) der. (Senin aleyhine delîller ve şâhidler vardır) denir. O kimsenin Hafaza melekleri getirilir. O kimse: (Onlar benim üzerime yalan söylediler) der. Bu hâl, meâl-i şerîfi (O gün herkes getirilir. Herkes kendi nefsi ile mücâdele eder) olan, Nahl sûresinin yüzondördüncü âyetinde bildirilmekdedir. Sonra ağzına mühür vurulur. Bu da Yasîn-i şerîfin altmış beşinci âyetinin (Kıyâmet gününde, ben azîmüş-şân, mücrimlerin ağızlarını mühürlerim. Ne ki kazanıp kesb etdiler ise, bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder) meâl-i şerîfi ile bildirilmişdir. Öyle ise, âsîlerin a’zâsı şehâdet edip Cehenneme götürülmeleri emr olunur. Mücrimler [din düşmanları, harâm işliyenler, nemâza ehemmiyyet vermiyenler] a’zâlarına levm etmeğe, bağırmağa başlar. A’zâsı da, der ki, (Bu şehâdet bizim ihtiyârımızla değildir. Bizi Allahü teâlâ söyletdi. Herşeyi söyleten Odur). Bunlar Fussilet sûresinin yirmibirinci âyet-i kerîmesinde bildirilmekdedir.
Hesâbdan sonra, bütün insanlar Sırât köprüsüne gönderilecekdir.
Sırât köprüsünden geçemeyip düşen mücrimler, Cehennem hazenesine, ya’nî azâb meleklerine teslîm olunurlar. Ağlamağa ve inlemeğe başlarlar. Hele mü’minîn ve müvahhidînin âsîleri Cehenneme konulurken, gâyet dehşetli ağlarlar. Melekler bunları yakalayıp atarken, (İşte bu, va’d olunduğunuz kıyâmet günüdür) derler. Bu hâl Enbiyâ sûresinin yüzüçüncü âyet-i kerîmesinde bildirilmekdedir.
Büyük feryâd – Cehennem ehlinin çok feryâd edip ağladıkları dört yerden birincisi, sûr üfürüldüğü vaktde, ikincisi, Cehennem meleklerden kurtulup, mahşer ehli üzerine sıçradığı vaktde, üçüncüsü, Âdemi “aleyhisselâm” Allahü teâlâya şefâ’atci göndermek için çıkdıkları vaktde, dördüncüsü, Cehennemdeki azâb meleklerine teslîm olundukları zemândır.
Cehennemlik olanlar mahallerine gidip, Arasât meydânındayalnız, Mü’minler, Müslimler, hayr ve ihsân edenler, Ârifler, Sıddîklar, Velîler, Şehîdler, Sâlihler ve Resûller kalır. Îmânlarında şübheleri olanlar, münâfıklar, zındıklar, bid’at sâhibleri [ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan mü’minler], zâten Cehenneme gönderilmişlerdir. Allahü teâlâ (Ey insanlar! Rabbiniz kimdir?) buyurur. Onlar (Allahdır) derler. Allahü teâlâ: (Siz Onu bilir misiniz?) buyurur. (Evet biliriz yâ Rabbî) derler. O zemân, onlara Arş-ı a’lânın sol tarafından bir melek görünür. O melek, o kadar azametlidir ki, yedi deniz başparmağının ucuna konsa içine alıp, hiçbir damlası gözükmez. O melek, mahşerde bulunanlara Allahü teâlânın emri ile, imtihân cihetinden (Ene Rabbüküm) ya’nî, ben sizin Rabbinizim der. Ehl-i mahşer: (Senden Allahü teâlâya sığınırız) derler.
Arşın sağ tarafında bir melek görünür ki, eğer ayağının ucu ile basmış olsa, ondört deniz, görünmez olurdu. Ehl-i mahşere (Ene Rabbüküm) der. Ya’nî, sizin Rabbinizim der. Ona dahî (Senden Allahü teâlâya sığınırız) derler.
Bundan sonra, Allahü teâlâ, onlara istedikleri şeklde gâyet yumuşak ve hoş mu’âmele buyurur. Mahşer ehlinin hepsi, secde ederler. Cenâb-ı Hak, onlara (Öyle bir yere geldiniz ki, sizin için yabancılık ve korku yokdur) buyurur.
Allahü teâlâ bütün mü’minleri Sırât üzerinden geçirir. Mü’minler derecelerine göre Cennete götürülür. İnsanlar gürûhgürûh geçerler. Önce Resûller, sonra Nebîler, Sonra Sıddîklar,sonra Velîler, Ârifler, sonra hayr ve ihsân edenler, sonra Şehîdler, sonra diğer mü’minler götürülür. Müslimânlardan günâhları afv edilmiyenler yüz üstü düşmüş, ba’zıları da A’râfda mahbus kalırlar.
Îmânı za’îf olanlardan ba’zısı Sırâtı yüz senede, ba’zısı da bin senede geçerler. Bununla berâber, Cehennemde yanmazlar.
Bir kimse ki, Rabbini görür, o kimse Cehenneme sokulmaz. Müslim ve muhsin olanların makâmlarını (İstidrâc) nâmındaki kitâbımızda anlatdık. Onlar yüzü gülenlerdir. Çoğu Sırâtı şimşek gibi geçer. Çoğu da, açlık ve susuzlukla giderler ki, ciğerleri parça parça olmuş, solukları âdetâ duman gibi çıkar. Bunlar, kâseleri gökdeki yıldızlar adedince ve suyu, kevser ırmağından ve büyüklüğü Kudüsden Yemene kadar ve Adenden Medîne-i münevvereye kadar olan Kevser havzından içerler. İşte bu, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” (Benim minberim, havzım üzerindedir). Ya’nî, minberim, Kevser havzının iki kenârından biri üzerindedir buyurmasiyle sâbitdir. Kevser havzından uzak olanlar, kabâhatlerinin derecesine göre, Sırâtda habs olunurlar.
Nice abdest alanlar vardır ki, abdesti güzel almaz ve temâm etmez. Ve nice nemâz kılanlar vardır ki, sorulmadığı hâlde, nemâzını başkalarına anlatır. Hudû’ ve huşû’ ile kılmazlar. Eğer kendini karınca ısırmış olsa, nemâzı bırakıp o karınca ile meşgul olurlar. Hâlbuki, Allahü teâlânın azamet ve celâletini ârif olanların ellerini ve ayaklarını kesmiş olsalar hiç direnmezler. Zîrâ onların ibâdetleri Allahü teâlâ içindir. Allahü teâlânın huzûrunda duran kimse, Onun “celle celâlühü” heybet ve azametini bildiği, tefekkür etdiği kadarhuşû’ eder, korkar. Öyle olur ki, pâdişâhlardan birinin huzûrunda kişiyi akreb sokar, o da sabr eder. Pâdişâha hürmet için hiç hareket etmez. İşte bu, adamların mahlûkla berâber olduğu vaktdeki hâlidir. Mahlûk ise, o derece menfe’at ve zararını ayıramaz.
O, azîz ve celîl olan Allahü teâlânın huzûrunda duranın hâli nasıl olur ki, heybet ve saltanat ve azamet ve ceberût ve kahr-ü galebe-i ilâhiyyeyi bilen bir kimsenin Allahü teâlânın huzûrunda durması, elbette ziyâde huzûru ve huşû’u îcâb etdirir.
İbâdetleri
yapdığı hâlde,
zulm eden ve tevbe etdi ise de, mazlûmu bulamıyan, bununla dünyâda halâlleşmiyen bir
kimse hakkında
hikâye olundu ki, Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Dünyâda halâlleşemediği kul hakları varsa, meydâna
çıkarılır. Mazlûm onun
boynuna sarılır. Allahü
teâlâ mazlûma (Ey mazlûm! Yukarıya bak) buyurur. O
mazlûm bakdığı vakt
görür ki, bir köşk var. Gâyet büyükdür. Zîneti ve büyüklüğü akllara hayret
verir. O mazlûm: (Yâ Rabbî! Bu nedir?) der. Allahü teâlâ: (Bu satılıkdır. Benden satın alır mısın?) buyurur.
O mazlûm ise: (Yâ Rabbî! Bunun kıymetini ödeyecek benim birşeyim yokdur) der. Allahü
teâlâ buyurur ki: (Kardeşini zulmden afv edip halâs edersen,
köşk senindir). O kul da: (Yâ Rabbî! Emr-i ilâhin sebebiyle ondaki hakkımdan vazgeçdim) der.
Allahü teâlâ tevbe eden zâlimlere böyle mu’amele eder. Nitekim İsrâ sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Ben azîm-üş-şân, tevbe eden kimseleri mağfiret ederim) buyurur. Tevbe eden, zulmden, günâhdan ayrılıp da, ebediyyen bir dahâ o günâhı işlemiyendir. Dâvüd aleyhisselâm (Evvâb) ile tesmiye olunur. [Hâlbuki, Dâvüd aleyhisselâm hiç günâh işlemedi. Ondan (Hilâf-i evlâ) sâdır oldu.] Resûllerden hazret-i Dâvüdun gayrileri de böyledir.
---------------------------------
Ey gönül, yakdı vücûdüm, o gizli
nârın senin,
Fışkırıp çıkdı semâya âh ile zârın senin!
Çok garîb bir divânesin, niçin hiç uslanmazsın?
Herkesin rüsvâsı oldun, yokmudur ârın senin?
Ebedî aşk tuzağına düşdüğün günden beri,
Meyve mi verecek aceb, soldu behârın senin?