Herkes kabri üzerine çıkıp, ba’zısı çıplak, ba’zısı siyâh, ba’zısı beyâz elbiseli, ba’zısı da nûr saçar bir hâlde oturur. Her biri başlarını eğmiş olarak, ne yapacağını bilmiyerek, bin sene kadar dururlar. Sonra magribden bir ateş zuhûr eder ki, onun gürültüsüyle halk mahşere sürülür. Bu zemânda her mahlûk dehşete düşer. İnsan olsun, cin olsun, vahşî hayvanlar olsun, her birini kendi ameli alıp, kalk mahşere git, der.
Ameli güzel olan kimsenin ameli eşek, ba’zısının da katır sûretinde görünür. Amel sâhibini üzerine alıp mahşere götürür. Ba’zısının da, koç şeklinde görünür. Ba’zı kerre amel sâhibini üzerine alır götürür, ba’zan da bırakır. Her mü’minin bir nûru olur ki, önünden ve sağ yanından, o zemânki karanlık içerisinde her tarafı aydınlatır.
Sol taraflarında nûr yokdur. Belki karanlıkda hiçbir kimse hiçbirşey göremez. O karanlıkda kâfirler hayretde kalır. Îmânlarında şek ve şübhe olan kimseler [ve bid’at sâhibi olanlar, mezhebsizler] şaşırırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” bildirdiklerine uygun olarak doğru inanmış olan [Sünnî] mü’minler ise, onların zulmet ve tereddütlerine bakıp, Allahü teâlânın kendilerine hidâyet nûru verdiğine hamd ederler. Zîrâ, Cenâb-ı Hak, mü’minler için, azâb gören şakîlerin hâllerini ortaya koyar ki, bunda ba’zı fâideler vardır. Nitekim, Cennet ehli ve Cehennem ehli ne yapmışlarsa hepsi belli olur. Onun için, Allahü teâlâ meâlen, (Arkadaşına nazar etdi. Onu Cehennem ateşinde gördü), buyurdu. A’râf sûresinin kırkyedinci âyetinde de meâlen: (Cehennem ehline bakdıkları zemân, Cennet ehli: Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavmlerle berâber kılma derler) buyurdu. Zîrâ, dört şey vardır ki, kadrini, kıymetini ancak dört kimse bilir:
Hayâtın kadrini ancak ölü bilir. Ni’metin kadrini azâb çeken bilir. Servetin kadrini fakîr bilir. (Burada dördüncüsü yazılmamış. Fekat, Cennet ehlinin kadrini, Cehennem ehli bilir, demekdir).
Ba’zısının nûru, iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görünür. Ba’zısının nûru, bir parlar, bir söner. Bunların nûrları îmânları kadardır. Kabrlerinden kalkdıkları vakt, hareketleri de, amelleri mikdârıdır. Sahîh olan bir hadîs-i şerîfde Peygamber efendimize
“sallallahü aleyhi ve sellem” (Yâ Resûlallah! Biz nasıl haşr olunuruz?) diye sorulunca, cevâbında, (İki kişi bir deve üzerinde, beş kişi ve on kişi bir deve üzerinde haşr olunur) buyurdu.
Allahü teâlâ bilir, bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı: (Bir kavm, islâmda birbirine yardım eder, dîni, îmânı, halâli, harâmı birbirlerine öğretirlerse, Allahü teâlâ onlara rahmet eder. Onların amelinden deve yaratır da, onun üzerine binerler. Öylece haşr olunurlar) demekdir. Bu ise, amelin za’îf olmasındandır. Çünki bunların, kendi amelleri bir deve olamadığından, ancak bir kaçının ameli bir deve olmakda ve buna müşterek binmekdedirler.
Bunlar şu insanlara benzerler ki, yolculuğa çıkmışlar. Fekat hiç kimsenin bir hayvan satın almağa vakti olmadığından, hayvan alıp gidecekleri yere gidemezler. Bunlardan iki veyâ üç kişi, bir hayvan satın alıp yolda ona müşterek binerler. Bu yolda ba’zan bir deveye on kişi binerler. Bu âcizlik amellerindendir. Bunun ma’nâsı, malda elini kısmakdır. Ya’nî hasîs olmakdır. Bununla berâber, selâmete çıkarılırlar. Öyle ise, bir amel işle ki, o amel sebebiyle Allahü teâlâ sana binek hayvanını nasîb etsin.
Şunu bilmelidir ki, bu kimseler âhıret ticâretinde fâide görüp, kâr edenlerdir. Bu takdîrde Allahü teâlâdan korkanlar,Allahü teâlânın dînini yayanlar, binicilerdir. Bunun için, Allahü teâlâ Meryem sûresinin seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâdan korkanlar, o gün, Rablerinin ni’metlerine müşterek olarak giderler) buyurdu.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” birgün Eshâbına buyurdular ki: (Benî-İsrâilde bir kişi vardı. Çok hayr yapardı. Hattâ, o zât sizin içinizde haşr olunacakdır). Eshâb-ı kirâm dediler ki: (Yâ Resûlallah! Bu zât ne hayr yapardı?) Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ona babasından çok mal kalmışdı. Bununla, bir bostan satın alıp, onu fakîrlere vakf etdi. Rabbim huzûruna vardığım zemân, bu, benim bostanım olur dedi. Yine bir çok altın ayırıp, onu fakîr ve za’îf kimselere verdi. Bununla da, cenâb-ı Hakdan câriye ve köle satın alırım, dedi. Yine birçok köle âzâd etdi. Bunlar dahî, Allahü teâlânın huzûrunda benim hizmetçilerim olur, dedi. Birgün de, bir a’mâya rast geldi. Gördü ki, ba’zan yürür, ba’zan düşer. Ona bir binecek hayvan satın alıp, bu da, Allahü teâlânın huzûrunda benim binecek hayvanımdır dedi.)
Peygamber efendimiz bu hikâyeyi haber verdikden sonra da, (Nefsim, kudreti elinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu hayvan onun için eyerlenmiş ve gem vurulmuş hâzır olduğunu görüyorum. Bu zât, ona biner de mahşere öylece gelir) buyurdu.
(Sırât-ı müstekîm üzre gidenle, gözleri a’mâ olup yüzüstüne gitdiği yolu bilmiyen müsâvi midir) meâlindeki Mülk sûresi yirmiikinci âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyuruldu ki, Allahü teâlâ, kıyâmet günü için mü’minlerin haşr olunması ile, kâfirlerin haşrine, bu âyet-i kerîmeyi misâl kıldı.
Nitekim Meryem sûresi seksenaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek, Cehenneme göndeririz) buyurdu. Bu ma’nâ, ba’zı kerre yürürler, ba’zı kerre de sürünürler demekdir. Çünki, cenâb-ı Hak, başka bir âyet-i kerîmede, (Yürürler) buyuruyor. Nûr sûresi yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Ve yapdıklarını dilleri, elleri ve ayakları haber verir) buyurdu. Bunun gibi, âyet-i kerîmedeki (Kör olarak) ma’nâsı da, kâfirler, mü’minlerin önünde ve sağ yanında parlayan nûrdan mahrûm olurlar demekdir. Temâmen kör olurlar demek değildir. Ya’nî karanlıkda kalır, göremezler demekdir. Çünki, biliyoruz ki, kâfirler semâya bakarlar, bulut ile yarılmış olduğunu, meleklerin indiğini, dağların yürüdüğünü, yıldızların döküldüğünü görürler.
Kıyâmet gününün korkuları, meâli, (Bu Kur’ân-ı kerîm sihr midir? Yâhud siz onu göremiyorsunuz) olan Tûr sûresinin onbeşinci âyet-i kerîmesinin tefsîridir. Bunun için, kıyâmetde olan a’mâlıkdan murâd, karanlığa dalmakdır. Ve Allahü teâlânın cemâl-i ilâhîsini görmekden men’ olunmakdır. Çünki, Allahü teâlânın nûru ile mahşer yeri aydınlanır. Hâlbuki, o zemân, onların gözlerine perde gelip bu nûrlardan birşey görmezler.
Allahü teâlâ, onların kulaklarına da perde çeker. Kelâmullahı işitmezler. Hâlbuki melekler, meâl-i şerîfi, (Şimdi sizin üzerinize korku yokdur. Siz mahzûn dahî olmazsınız. Siz ve zevceleriniz, Cennete sevincle dâhil oldunuz) olan A’raf sûresi kırkdokuzuncu ve Zuhruf sûresinin yetmişinci âyetleri ile nidâ ederler. Mü’minler bunu işitir, kâfirler işitmezler.
Kâfirler konuşmakdan da men’ olunur. Onlar dilsiz gibidirler. Bu da, Allahü teâlânın meâli, (Bu bir zemândır ki, onlar söylemezler ve söylemeğe izn dahî verilmez) olan, Mürselât sûresinin otuzbeş ve otuzaltıncı âyet-i kerîmelerinden anlaşılmakdadır.
İnsanlar dünyâdaki işlerine göre haşr olunur. Ba’zıları çalgı çalmakla ve dinlemekle meşgûl olmuşdur. [Her çalgı kasd olunmakdadır. İbâdetleri, Kur’ân-ı kerîm ve zikr okumağı, çalgı ile yapmak da buna dâhildir. Çünki hiçbir çalgıda Allahü teâlânın rızâsı yokdur.] Hayâtlarında çalgı çalmağa ve dinlemeğe devâm edenler, kabrinden kalkdığı vakt, sağ eliyle onu alır ve atar. O çalgıya der ki, (La’net olsun sana! Beni Allahü teâlânın zikrinden
meşgûl etdin!). O çalgı ona geri gelir. Der ki, (Allahü teâlâ, aramızda hükm edinceye kadar, ben senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam). Böylece dünyâda alkollü içki içenler, serhoş olarak haşr olunur. Başları, kolları, bacakları açık olarak sokağa çıkan kadınlar, kızlar, buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur. Zurnacı zurna çalarak haşr olunur. Her kimse, böyle Allahü teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzere haşr olunur.
Sahîh olan hadîs-i şerîfde rivâyet olundu ki: (şerâb içen kimse, ateşden şerâb kabı boynuna asılmış ve kadehi elinde olarak yeryüzündeki leşlerin hepsinden dahâ fenâ kokduğu ve yeryüzündeki eşyânın hepsi ona la’net etdiği hâlde haşr olunur).
Zulm edilerek ölenler, zulm olundukları üzre haşr olunurlar. Sahîh olan hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Allah yolunda öldürülüp, şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kan ve kokusu misk kokusu gibi olur. Huzûr-ı Mevlâya haşr oluncaya kadar, bu hâl üzre bulunurlar.)
Bu zemânda melekler, onları, fırka fırka, cemâ’at cemâ’at sevk ederler. Herbirinin altında, kendilerine zulm edenler bulunarak haşr olunurlar. İnsan, cin ve şeytân ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zemân yeryüzü düz beyâz, gümüş gibi düz olur.
Melekler, yeryüzündeki bütün cânlıların etrâfında bir halka olmuşlardır. Yeryüzünde bulunanlardan on katdan ziyâdedir.
Bundan sonra, Allahü teâlâ, ikinci kat gök meleklerine emr eder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkâtı çevirirler. Bunlar da, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedir.
Sonra, üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden ziyâdedir.
Sonra dördüncü kat melekleri, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden ziyâdedir.
Sonra, beşinci kat göğün melekleri nâzil olup, bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden ziyâdedir.
Dahâ sonra, altıncı kat gök melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin altmış mislinden ziyâdedirler.
En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar cümlesinin yetmiş mislinden ziyâdedirler.
Bu zemânda, halk birbirine karma karışık olur. İzdihâmın çok olmasından birbirlerinin ayaklarına basarlar. Herkes, günâhına göre, tere gark olur. Ba’zısı, kulaklarına kadar, ba’zısı boğazına kadar, ba’zısı göğsüne kadar, ba’zısı omuzlarına kadar, ba’zısı dizlerine kadar, hamamdaki gibi bir tere gark olunmuşlardır. Ba’zı kimseler de vardır, susuz olan kimse, su içdiği vakt, nasıl terlerse, o kadar az terler.
(Eshâb-ı rey) ki, onlar minber sâhibi olanlardır. (Eshâb-ı rışh), terliyenlerdir. (Eshâb-ı ka’beyn), [ya’nî topuklarına kadar terliyenler] suda boğularak vefât edenlerdir. Melekler bunlara: (Sizin için şimdi korku ve hüzn yokdur) diye nidâ ederler.
Ba’zı Ârifler bana haber verdi ki, bunlar (Evvâbûn)durlar. (Fudayl bin İyâd) “rahmetullahi aleyh”[1] ve gayrıları bunlardandır. Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Günâhından tevbe eden kimse, hiç günâh işlememiş gibidir) buyururdu. Bu hadîs-i şerîf mutlakdır. Ya’nî bir şarta bağlı değildir. Bu üç sınıf, ya’nî (ehl-i rey, ehl-i rışh, ehl-i ka’b), (O gün ba’zılarının yüzleri ak, ba’zılarının ise siyâh olur) meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin yüzaltıncı âyet-i kerîmesince, yüzleri beyâz olanlardır. Bunlardan gayrisinin yüzleri siyâh olur. Nasıl ızdırâb ve terlemek olmasın ki, güneş başlarına yaklaşmışdır. Hattâ bir kimse elini uzatırsa yapışacağım zan eder. Güneşin harâreti şimdiki gibi değildir. Yetmiş kat kadardır. Ba’zı selef dedi ki: Eğer güneş, kıyâmetde olduğu gibi, şimdi yer üzerine doğsa, elbette yeryüzünü yakar, taşları eritir ve ırmakları kuruturdu.
Bu zemânda, mahlûkât Arasât meydânında beyâz yerde, gâyet şiddet ile sıkıntı çekerler. Bu beyâz yeri, Allahü teâlâ, meâl-i şerîfi, (O gün, Vâhid ve Kahhâr olarak yeryüzünü başka şekle, gökleri de başka şekle çevirdiğim zemândır. O gün, herşey bana itâat eder) olan İbrâhîm sûresinin kırksekizinci âyetinde beyân buyurmuşdur.
O zemân, yeryüzünde bulunanlar, çeşidli şekllerdedirler. Dünyâda büyük görünenler, büyüklenenler, mahşerde zerre kadardır. Hadîs-i şerîfde kibrlilerin zerre gibi olacakları bildirilmişdir. Onlar hakîkaten zerre kadar küçük değildirler. Belki ayaklar altında kalıp çiğnendiklerinden, zelîl ve hakîr olmalarından, zerreler gibidir buyurulmuşdur.
Bunların arasında bir kavm, tatlı ve soğuk sâf sular içerler. Zî-
---------------------------------
[1] Fudayl 187 [m. 803] de Mekkede vefât etdi.
râ, sabî, küçük çocuk iken vefât eden mü’min çocuklar, babalarının etrâfında, Cennet ırmaklarından doldurdukları kâselerle dönerler ve onlara su verirler.
Selef-i sâlihînden ba’zılarından rivâyet olundu ki, bir zâtın rü’yâsında kıyâmet kopmuş. O zât, mevkıfde gâyet susuz olarak dururmuş. Küçük çocukların su dağıtdığını görmüş. O zât buyurur ki:(Aman bana da bir yudum su verin). İçlerinden bir sabî dedi ki:(Bizim içimizde senin çocuğun var mıdır?) Ben hayır dedim. (Öyle ise Cennet şerâbından sana nasîb yokdur) dedi.
Bu hikâyede evlenme ve çocuk sâhibi olmanın efdal olmasına işâret vardır. Su dağıtan çocukların şartları (İhyâ-ül-ulûm) kitâbımızda anlatıldı.
Bir kısm insanlar da bulunur ki, başlarına yakın bir gölge gelmiş. Mahşerin harâretinden onları muhâfaza eder. Bu gölge ise, dünyâda verdiği zekât ve sadakalardır.
Bu hâlde bin sene kadar dururlar. (İhyâ-ül-ulûm) kitâbımızda anlatılan Müddessir sûresinde meâl-i şerîfi, (Sûra üfürüldüğü zemân) olan âyet-i kerîmeyi işitince bu hâlde dururlar. Bu âyet-i kerîme Kur’ân-ı kerîmin sırlarındandır.
Sûra üfürmenin dehşetinden tüyler titrer, gözler nereye bakacağını şaşırır ve mü’min ve kâfirler sevk olunurlar. Bu kıyâmet gününün şiddetini ziyâdeleşdiren bir azâbdır.
Bu vakt, Arşı sekiz melek yüklenip götürür. Onlardan bir melek bir adımında, yirmibin senelik dünyâ yolunu yürür.
Melekler ve bulutlar, Arş-ı a’lâ karâr edinceye kadar, aklların anlayamıyacağı tesbîhler ile tesbîh ederler. Bu şeklde, Arş-ı a’lâ, Allahü teâlâ kendisi için halk eylediği beyâz arzın üzerinde karar kılar. Bu zemân, hiçbirşeyin tâkat getiremiyeceği, Allahü teâlânın azâbından, başlar aşağı eğilir. Cümle halk sıkıntı içinde mahbûs ve şaşkın kalıp, şefkat ararlar. Peygamberlere ve âlimlere korku gelir. Evliyâ ve şehîdler “rahmetullahi aleyhim ecma’în” hiç tâkat getirilemiyecek olan Allahü teâlânın azâbından feryâd ederler. Bunlar, bu hâl üzereyken, güneşin nûrundan çok dahâ fazla olan bir nûr bunları içine alır. Zâten güneşin harâretine tâkat getiremiyen kimseler, bunu müşâhede etdikleri gibi, karma karışık olurlar. Bin sene de, bu hâl üzere kalırlar. Allahü teâlâ tarafından kendilerine bir şey söylenmez.
Bu vakt insanlar, ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâma giderler. (Ey insanların babası! Hâlimiz pek fenâdır). Kâfirler ise: (Yâ Rab! Bize merhamet et. Bizi şu şiddet ve meşakkatden kurtar), derler.
İnsanlar Âdem aleyhisselâma derler ki, (Yâ Âdem “aleyhisselâm”! Sen azîz ve şerîf bir Peygambersin ki, Allahü teâlâ seni yaratdı. Melekleri sana secde etdirdi. Sana kendi rûhundan üfledi. Kazâ ve hesâba başlaması için bize şefâ’at eyle ki, Allahü teâlâ ne murâd ederse, onunla mahkûm olalım. Ve nereye emr ederse, herkes oraya gitsin. Herşeyin hâkimi ve mâliki olan Allahü teâlâ, mahlûklarına dilediğini yapsın) diye yalvarırlar.
Âdem aleyhisselâm buyurur ki: (Ben Allahü teâlânın yasak etdiği ağacın meyvesinden yidim. Bu zemânda Allahü teâlâdan utanırım. Fekat siz, Resûllerin ilki olan Nûh aleyhisselâma gidiniz). Bunun üzerine bin sene aralarında meşveret ederek dururlar.
Sonra Nûh aleyhisselâma giderler de: (Sen Resûllerin ilkisin. Hiç dayanılmayacak bir hâldeyiz. Bizim muhâkememizin çabuk yapılması için bize şefâ’at eyle! Şu mahşer cezâsından kurtulalım) diye yalvarırlar. Nûh aleyhisselâm onlara cevâb olarak: (Ben Allahü teâlâya düâ eyledim. Yeryüzünde ne kadar insan varsa, o düâ sebebiyle boğuldu. Bunun için, Allahü teâlâdan utanırım. Fekat siz, İbrâhîm aleyhisselâma gidiniz ki, o Halîlullahdır. Allahü teâlâ Hac sûresinin son âyetinde meâlen, (İbrâhîm “aleyhisselâm” siz dünyâya gelmezden evvel, size müslimân diye ism verdi) buyurdu. Belki o size şefâ’at eder) der.
Yine evvelki gibi aralarında bin sene dahâ konuşurlar. Sonra, İbrâhîm aleyhisselâma gelirler. (Ey müslimânların babası! Sen o zâtsın ki, Allahü teâlâ, seni kendine halîl, dost eyledi. Bize şefâ’at eyle! Allahü teâlâ, mahlûkat arasında, hükmünü versin) derler. İbrâhîm aleyhisselâm onlara: (Ben dünyâda üç kerre kinâye söyledim. Bunları söyliyerek din yolunda mücâdele etdim. Şimdi Allahü teâlâdan bu makâmda şefâ’at izni istemekden utanırım. Siz Mûsâ aleyhisselâma gidiniz. Zîrâ, Allahü teâlâ onunla konuşdu ve kendisine ma’nevî yakınlık gösterdi. O, sizin için şefâ’at eder) buyurur. Bunun üzerine yine bin sene durarak birbirleriyle istişâre ederler. Fekat bu zemânda hâlleri gâyet güçleşir. Mahşer yeri ise, çok daralır. Sonra Mûsâ aleyhisselâma gelip, derler ki: (Yâ ibni İmrân! Sen o zâtsın ki, Allahü teâlâ seninle konuşdu. Sana Tevrâtı indirdi. Hesâbın başlaması için bize şefâ’at eyle! Zîrâ burada durmamız çok uzadı. İzdihâm pek ziyâdeleşdi. Ayaklar birbirleri üzerine birikdi). Mûsâ aleyhisselâm onlara der ki: (Ben, Allahü teâlâya, âl-i Fir’avnın senelerce hoşlanmıyacakları şeylerle cezâlandırılması için düâ etdim. Sonra gelenlere ibret olmalarını ricâ eyledim. Şimdi şefâ’at etmeğe utanırım. Fekat, Cenâb-ı Hak rahmet, mağfiret sâhibidir. Siz Îsâ aleyhisselâma gidiniz. Çünki yakîn cihe-
tiyle Resûllerin en esahhı, ma’rifet ve zühd cihetinden, en efdali ve hikmet cihetinden en üstünüdür. Size O şefâ’at eder) buyurur. Bunlar, aralarında bin sene müşâvere ederler. Hâlbuki, onların sıkıntıları dahâ ziyâde olur.
Sonra Îsâ aleyhisselâma gelirler. Derler ki: (Sen Allahü teâlânın rûhu ve kelimesisin, Allahü teâlâ senin için Âl-i İmrân sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Dünyâda ve âhıretde “Vecîh” ya’nî çok kıymetli) buyurdu. Bize Rabbinden şefâ’at eyle!) Îsâ aleyhisselâm buyurur ki: (Benim kavmim, beni ve annemi Allahdan başka ilâh ittihâz eylediler. Nasıl şefâ’at ederim ki, bana da ibâdet etdiler. Ve bana oğul ve Allahü teâlâya baba ismini verdiler. Fekat, siz gördünüz mü ki, birinizin kesesi olsun da, içinde nafakası olmasın. Ve ağzı da mühürlü olsun. O mührü bozmadan o nafakaya vâsıl olsun. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu Muhammede “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gidiniz. Zîrâ O, da’vetini ve şefâ’atini ümmeti için hâzırladı. Çünki, kavmi Ona çok kerre ezâ etdiler. Mubârek alnını yardılar. Mubârek dişini kırdılar. Kendisine delilik isnâd etdiler. Hâlbuki, o yüce Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” onların iftihâr cihetinden en iyisi ve şeref cihetinden en yükseği idi. Onların tehammül olunmıyacak ezâ ve cefâlarına mukâbil, Yûsüf aleyhisselâmın kardeşlerine söylediği, (Şimdi sizin, başınıza kakmak yokdur. Erhamürrâhimîn olan Cenâb-ı Allah, size mağfiret eder) meâlindeki âyet-i kerîme ile cevâb verirdi.) Îsâ aleyhisselâm, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” fazîletlerini anlatır, hepsi Muhammed aleyhisselâma bir an evvel kavuşmak ister.
Hemen Muhammed aleyhisselâmın minberine gelirler. Derler ki: (Sen Habîbullahsın! Habîb ise, vâsıtaların en fâidelisidir. BizeRabbinden şefâ’at eyle! Zîrâ, Peygamberlerin birincisi olan Âdem aleyhisselâma gitdik. Bizi Nûh aleyhisselâma gönderdi. Nûh aleyhisselâma gitdik. İbrâhîm aleyhisselâma gönderdi. İbrâhîm aleyhisselâma gitdik. Mûsâ aleyhisselâma gönderdi. Musâ aleyhisselâma gitdik. Îsâ aleyhisselâma gönderdi. Îsâ aleyhisselâm ise, size gönderdi. Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Senden sonra gidecek bir yer yokdur).
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”efendimiz: (Allahü teâlâ izn verir ve râzı olursa, şefâ’at ederim) buyurur.
(Surâdikât-i celâl), ya’nî celâl perdesine varır. Allahü teâlâdan şefâ’at için izn ister. Kendisine izn verilir. Perdeler kalkar. Arş-ı a’lâya girer. Secdeye kapanır. Bin sene secdede durur. Bundan sonra, cenâb-ı Hakkı bir hamd ile hamd eder ki, âlem yaratıldığın-
dan beri, hiç kimse, Allahü teâlâyı böyle medh etmemişdir.
Ba’zı ârifler dedi ki: (Allahü teâlâ âlemleri yaratınca kendisini böyle hamdler ile medh ve senâ buyurmuşdu). Arş-ı a’lâ, Cenâb-ı Hakka ta’zîmen hareket etmekdedir. Bu müddet içinde hâlleri pek ziyâde kötüleşir. Meşakkat ve zahmetleri artar. İnsanlardan her biri, dünyâda sımsıkı sakladıkları malı boyunlarına geçirmişlerdir.Deve zekâtını vermiyenlerin, boynuna deve yüklenir. Öyle bağırır ve ağırlaşır ki, büyük dağlar gibi olur. Sığır, koyun zekâtı vermiyenler de, böyle olur. Bunların feryâdları âdetâ gök gürlemesi gibidir.
Ekin zekâtını, ya’nî uşrunu vermiyenlerin boynuna ekin denkleri yüklenir ki, dünyâda hangi cins ekinin zekâtını vermemiş ise, o nev’den, o denkler dolmuşdur. Eğer buğday ise, buğday, arpa ise arpa dolmuşdur ki, ağırlığından altında “vâveylâ”, “vâseburâ” [1] diye bağırır. Altın, gümüş ve [kâğıd] para ve sâir ticâret malı zekâtından vermeyenler de, dehşetli bir yılanı yüklenir ki, o yılanın başında yalnız iki örgüsü vardır. Kuyruğu burnuna girmişdir. Boynu ile halkalanmış, boynu üzerinde yüklenmiş, hattâ değirmen taşlarını yüklenmiş kadar ağırlığı vardır. Bağırırlar, bu nedir, derler. Melekler onlara: (Bunlar, dünyâda zekâtını vermediğiniz mallarınızdır) derler. İşte bu dehşetli hâl, Âl-i İmrân sûresinin meâl-i şerîfi, (Dünyâda esirgedikleri, kıyâmet günü boyunlarına takılır) olan, yüzsekseninci âyet-i kerîmesi ile bildirilmişdir.
Diğer bir fırka ise, avret yerleri gâyet büyümüş, cerâhat ve irin akar. Onların fenâ kokusundan etrâfda bulunanlar çok râhatsız olur. Bunlar, zinâ yapanlar ve başları, saçları, kolları, bacakları açık sokağa çıkan kadınlardır.
Diğer bir fırka da vardır ki, ağaç dallarına asılırlar. Bunlar dünyâda livâta yapanlardır.
Diğer bir fırkası da, dilleri ağızlarından çıkmış ve göğüslerine sarkmış, gâyet çirkin bir hâldedirler ki, insan görmek istemez. Bunlar yalan ve iftirâ söyliyenlerdir.
Bir fırka dahî, karınları yüksek dağlar kadar büyümüş olduğu hâlde bulunur. Bunlar, dünyâda zarûret olmadan ve muâmele yapmadan fâizli mal ve para alıp verenlerdir. Bu gibi harâm işliyenlerin günâhları, fenâ hâlde açığa vurulur. [Fâiz için zarûretin ne olduğu ve muâmele ile satış yaparak fâiz almak (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında bildirilmişdir.]
---------------------------------
[1] “Veyl” azâb kelimesidir. İnsan azâba tâkat getiremediği vakt, böyle bağırır. “Sebûr” da helâk zemânında kullanılır.