İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendînin “rahime-hullahü teâlâ” Mektûbâtından, ikinci cildin otuzaltıncı mektûbu, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü ve Ehl-i sünnet mezhebi ile diğer bozuk mezheblerin Eshâb-ı kirâm hakkındaki sözlerini bildirmekdedir. İslâmiyyetde ilk kopan fitnenin şî’îlik olduğunu ve Ehl-i sünnet mezhebinin şî’îler gibi taşkınlık yapmadığını, Hâricîler gibi de, câhillik ve kısa görüşlülük yolunu tutmadığını göstermekdedir ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin Ehl-i beytini medh eylemekdedir.
Bu mektûbumu yazmağa Besmele okuyarak başlıyorum. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! O yüce Peygamberin Ehl-i beytine ve Eshâbının hepsine ve bütün mü’minlere bizden iyi düâlar olsun!
Doğru yolda gidenleri sevmek, onlarla tanışmak ve görüşmek ve onlar gibi olmağa özenmek ve o büyüklerin sözlerini işitmek ve kitâblarını okumak, Allahü teâlânın ni’metlerinin en büyüklerindendir ve Onun ihsânlarının en kıymetlilerindendir. Muhbir-i sâdık, ya’nî hep doğru söyleyici olan Muhammed aleyhisselâm, (Elmer’ü me’a men ehabbe) buyurdu. Ya’nî, kişi, dünyâda ve âhıretde sevdiği ile berâber olur. Bunun için din büyüklerini seven kimse, onlar ile berâber olur. Onların Allahü teâlâya ma’nevî olan yakınlığında, onlar gibi olur. Hareketleri, sözleri iyi olan, yükselmeğe elverişli olduğu anlaşılan kıymetli oğlum hâce Şerefeddîn Hüseynin bildirdiğine göre, o büyük ni’met, o çok güzel ahlâk, sizde mevcûddur. Çeşidli işleriniz ve dağınık düşünceleriniz olduğu hâlde, o büyükleri unutmuyorsunuz. Dünyâ işleri etrâfınızı sarmış iken, bu çok kıymetli ni’meti elden kaçırmıyorsunuz. Bunun için, Allahü teâlâya çok hamd ve şükrler olsun! Çünki, sizin se’âdetiniz, sizin ni’metlere kavuşmanız, birçok kimsenin se’âdete kavuşmasına yol açar. Onların kurtulmasına, huzûra kavuşmasına sebeb olur. Yine o bildirdi ki, bu fakîrin yazılarını okuyormuşsunuz. Sözlerime kıymet veriyormuşsunuz. Kendilerine birkaç kelime yazarsanız çok fâideli olur dedi. Onun bu arzûsunu yerine getirmek için, size birkaç kelime yazmağa kalkdım.
Hindistânda, bu günlerde herkesin ağzında (halîfelik) kimin hakkı idi? Eshâb-ı kirâm şöyle idi, böyle idi, gibi sözler dolaşıyor. İslâm bilgilerinin ince bir kolu olan bu konuda çok kimseler, ken-
di kısa aklları, bozuk görüşleri ile, ulu orta konuşuyor ve yazıyorlar. Kendilerini haklı
göstermek için, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâlar vermekden çekinmiyorlar. İslâm âlimlerinin, doğru ve haklı olan sözlerini örtbas etmeğe
çalışıyorlar. Bunun için, bu konuda birkaç satır yazmağı ve Ehl-i sünnet âlimlerinin doğru ve haklı sözlerini müslimânlara duyurmağı ve bozuk (bid’at) fırkalarının yanlış yazılarını vesîkalarla çürütmeği, böylece, hakîkati ortaya koymağı uygun gördüm.
Ey temiz rûhlu ve yüksek yaradılışlı kardeşim! Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, söz birliği ile, (Şeyhaynı üstün tutmak ve iki dâmâdı sevmek lâzımdır) demekdedir. Ya’nî, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer, Eshâb-ı kirâmın hepsinden dahâ yüksekdirler ve hazret-i Osmân ile hazret-i Alîyi sevmek lâzımdır, dediler. Ehl-i sünnet ve cemâ’at denilen doğru yoldaki her müslimânın, bu ikisini üstün tutması ve o ikisini sevmesi lâzımdır.
Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerin üstün olduğunu Eshâb-ı kirâmın hepsi söz birliği ile bildirmişdir. Bu söz birliğini de, Tâbi’în-i izâmın hepsi bize söz birliği ile haber vermişdir. Böyle söz birliği olduğunu, bize din imâmlarımızın büyükleri, meselâ imâm-ı Şâfi’î bildirmekdedir. İ’tikâdda mezhebimizin iki imâmından biri olan Ebül Hasen-i Eş’arî hazretleri buyuruyor ki: (Ebû Bekr ileÖmerin, bütün ümmetin en yükseği oldukları kat’îdir). Hazret-i Alînin “radıyallahü anh”, halîfe iken ve memleketin idâresi ve kuvveti elinde iken, eshâbından büyük bir cemâ’ate karşı (EbûBekr ile Ömer, bu ümmetin en üstünüdürler) buyurduğunu, imâm-ı Zehebî yazmakdadır ve bu üstünlüğün tevâtür yolu ile bizlere geldiğini bildirmekdedir. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki: (Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra,insanların en üstünü Ebû Bekrdir. Ondan sonra Ömerdir. Ondan sonra da, bir başkasıdır.) Dinliyenler arasında bulunan oğlu Muhammed bin Hanefiyye (Ömerden sonra üstün olan sensin!) deyince, hazret-i İmâmın (Ben ancak müslimânlardan birisiyim) dediğini, imâm-ı Buhârî haber vermekdedir. Ebû Bekr ile Ömerin en üstün olduklarını haber veren güvenilir, sağlam kimseler o kadar çokdur ki, tevâtür hâlini almış, inanmak zarûrî olmuşdur. Buna inanmıyan, yâ câhildir veyâ koyu müte’assıb ve inâdcıdır. Şî’î âlimlerinin büyüklerinden olan Abdürrezzak bin Alî Lâhîcî (1051 [m. 1642] de öldü), bu hakîkatin pek açık olduğunu görerek, inkâr edememiş, bu iki imâmın en üstün olduklarını bildirmiş ve (İmâm-ı Alî, Ebû Bekrle Ömerin, kendisinden dahâ yüksek olduğunu söylediği için, ben de onun gibi söylerim. İkisinin de dahâ yüksek olduklarına inanırım. Eğer hazret-i Alî, onların dahâ yüksek
olduğunu söylemeseydi, ben de söylemezdim. Hazret-i Alîyi sevdiğim için, onun gibi söylerim. Onu çok sevdiğim hâlde, onun gibi söylemez isem, günâh işlemiş olurum) demişdir.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” iki dâmâdının, ya’nî hazret-i Osmân ile hazret-i Alînin halîfe oldukları zemânda fitneler çıkdığı için ve müslimânların işlerinde karışıklık çoğaldığı için, insanların kalbinde kırıklık, soğukluk hâsıl olmuşdu. Aralarına düşmanlık ve geçimsizlik girmişdi. Bunun için, Ehl-i sünnet ve cemâ’at âlimleri, Hateneyni ya’nî iki dâmâdı sevmek lâzım geldiğini bildirmişlerdir. Böylece, bir câhilin çıkıp da, Resûlullahın Eshâb-ı kirâmına dil uzatmasını önlemişlerdir. Resûlullahın halîfelerinden, vekîllerinden birine düşmanlık edilmesine fırsat bırakmamışlardır.
Görülüyor ki, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” sevmek, Ehl-i sünnet olmak için şartdır. Hazret-i Alîyi sevmiyen, Ehl-i sünnet değildir. Buna (Hâricî) denir. Hazret-i Alîyi sevmekde taşkınlık eden, sevmekde aşırı yol tutan, onu sevmek için, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Eshâbına sövmek lâzımdır diyen, bunun için Eshâb-ı kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dil uzatarak, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i izâmın ve Selef-i sâlihînin yollarından sapan kimseye (Sapık) denir. Görülüyor ki, hazret-i Alîyi sevmekde, bunlar aşırı gitmekde, taşkınlık yapmakdadır. Hâricîler ise, hazret-i Alîye düşman olmakda, o, Allahın arslanının kıymetini anlamamakdadır. (Ehl-i sünnet) ise, her iki tarafa sapmamış, orta yoldan gitmişdir. Hak da, aşırı sağa ve sola sapanda değil, elbette doğru yolda gidendedir. Sağa, sola taşmak, elbette çirkin ve tehlükelidir. Ahmed ibni Hanbel “rahime-hullahü teâlâ” haber veriyor ki, hazret-i Alî buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz bana dedi ki: (Yâ Alî! Sen Îsâ aleyhisselâma benziyeceksin. Yehûdîler ona düşman oldular. Annesi hazret-i Meryeme iftirâ etdiler. Hıristiyânlar ise, onu aşırı severek, olmıyacak dereceye yükseltdiler. Ya’nî, Allahın oğlu dediler). Hazret-i Alî, bundan sonra buyurdu ki: Benim yüzümden iki çeşid kimseler helâk olacaklardır. Birisi, beni sevmekde taşkınlık yapanlar ve bende olmıyan şeyleri bana söyliyerek, aşırı övenlerdir. İkincisi, bana düşman olanlar ve düşmanlık ederek iftirâ yapanlardır. Görülüyorki, Hâricîler, yehûdîlere benzetilmekdedir. Sevmekde taşkınlık yapanlar da, hıristiyanlar gibi olmakdadır. Bunların ikisi de, doğru yoldan ayrılmışdır. Ehl-i sünnet için, hazret-i Alîyi sevmezler demek, onu şî’îler sever sanmak büyük, çok çirkin bir câhillikdir. Şunu iyi anlamalıdır ki, sapık demek, hazret-i Alîyi sevmek demek değildir. Resûlullahın üç halîfesine düşman olmak demekdir. Eshâb-ı kirâmı kötülemek, onlara dil uzatmak kötüdür.
İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: Nazm:
Muhammed aleyhisselâmın Âlini sevmek şî’îlik ise,
Ey ins ve cin biliniz ki, ben şî’îyim.
Ya’nî şî’îler, şî’îliğin, Muhammed aleyhisselâmın Âlini, ya’nî Ehl-i beytini sevmek olduğunu söyliyorlar. Eğer şî’îlik, onları sevmek ise, şî’îler başımızın tâcı olur. Fekat, Ehl-i beytden başkasına düşmanlık etmek doğru değildir.
(Hazret-i Alî ile Fâtımaya ve çocuklarına “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în” (Âl-i Resûl) veyâ (Ehl-i Beyt) denir).
Resûlullahın Ehl-i beytini doğru ve uygun olarak sevenler, elbette Ehl-i sünnetdir. Ehl-i beytin yolunda olan, elbette bunlardır. Ehl-i beyti seviyoruz ve onların yolunda gidiyoruz diyen, eğer diğer Eshâba düşmanlık etmese ve Eshâb-ı kirâmın hepsine saygı ve sevgi gösterse ve Eshâb-ı kirâm arasındaki muhârebelerin iyi sebeblerden meydâna geldiğine inansa (Ehl-i sünnet) olur. Sapık yolda olmakdan kurtulur. Çünki, Ehl-i beyti sevmemek, (Hâricî) olmakdır. Hem Ehl-i beyti sevmek, hem de Eshâb-ı kirâma saygı göstermek, hepsini sevmek, Ehl-i sünnet olmakdır. Görülüyor ki, mezhebsizlik, Resûlullahın Eshâb-ı kirâmına düşmanlık etmekden doğmakdadır. Çünki, Ehl-i beyt de, Eshâb-ı kirâmdandır. Sünnîlik ise, Eshâb-ı kirâmın hepsini sevmekdir. Aklı olan, insâflı olan bir kimse, Eshâb-ı kirâma düşmanlık etmeği, onları sevmekden dahâ üstün tutmaz. Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” sevdiği için, Onun Eshâbının hepsini sever.
Ba’zıları, Ehl-i sünnetin Ehl-i beyte düşman olduklarını söyliyor. Bu çok yanlış ve pek çirkin sözlerine ne kadar şaşılsa yeridir. Çünki, Ehl-i beyti sevmek, Ehl-i sünnetin îmânla gitmesine alâmetdir. Ehl-i sünnet âlimleri, son nefesde îmânla gitmek için, Ehl-i beyti çok sevmek lâzımdır demişlerdir. Bu fakîrin (ya’nî imâm-ı Rabbânînin) babası çok âlim idi. Zâhir ve bâtın ilmlerinde pek derin idi. Herkese, durmadan, Ehl-i beytin sevgisini aşılardı. Onları sevmek, son nefesde îmânla gitmeğe yardım eder, buyururdu. Babamın ölüm hastalığında yanında idim. Son dakikaları gelmişdi. Dünyâ ile ilişiği az kalmışdı. Ehl-i beyti çok seviniz dediği zemânları hâtırlatdım. Şimdi, bu sevginiz ne kadardır diye sordum. Kendinden geçmek üzere iken (Ehl-i beytin sevgisi deryâsına dalmış bulunuyorum) buyurdu. Böyle cevâb verdiği için, Allahü teâlâya hamd-ü senâ etmişdim. Ehl-i beyti sevmek, Ehl-i sünnetin sermâyesidir. Bunu anlıyamıyorlar. Ehl-i sünnetin doğru ve yerinde olan sevgisini bırakarak, taşkın, aşırı bir yola sapıyorlar. Aşırı ve taşkın olmıyan sevginin kıymeti olmaz sanarak, Ehl-i sünnete
hâricî damgasını vuruyorlar. Aşırı gitmek ile aşağı kalmak arasında doğru ve uygun bir yol bulunduğunu, hak ve doğru yolun, böyle olduğunu anlıyamıyorlar. Aşırı yüksek ile pek alçak iki bozuk yol arasındaki hak ve doğru olan orta yolu bulmak şerefi, Ehl-i sünnet âlimlerine nasîb olmuşdur. Ehl-i sünnet âlimlerinin bu doğru yolu bulmak için, durmadan, usanmadan yapdıkları çalışmalara, Allahü teâlâ bol bol mükâfat versin. Şî’îler de biliyor ki, hâricîlerle, ya’nî hazret-i Alînin ve evlâdlarının düşmanları ile, Ehl-i sünnet döğüşdü. Ehl-i beytin düşmanlarının cezâlarını verenler, Ehl-i sünnet idi. O vakt şî’îler yok idi. Olsa da, yok denecek kadar az idi. Yoksa bunlar, Ehl-i sünnete, Ehl-i beyti sevdikleri için şî’î mi diyorlar? Bunun için, hâricîleri dağıtanları, kaçıranları şî’î mi sanıyorlar? Çok şaşılır ki; Ehl-i sünnete ba’zan hâricî diyorlar. Muhabbetlerinin aşırı, taşkın olmadığını görünce hâricî sanıyorlar. Ehl-i beyte olan, o büyüklere uygun, yakışan sevgiyi gördükleri zemân da, Ehl-i sünneti şî’î sanıyorlar. Bunun içindir ki, çok câhil olduklarından, Ehl-i sünnet âlimlerinden Ehl-i beytin muhabbetini işitince, bunları kendilerinden sanıyorlar. Muhabbetde taşkınlık yapılmamasını söyliyen ve üç halîfeyi de sevdirmeğe çalışan Ehl-i sünnet âlimlerine de, hâricî diyorlar. Bunların, Ehl-i sünnet âlimlerine olan haksız ve yersiz sözlerine yazıklar olsun. Hazret-i Alîye “radıyallahü anh” olan muhabbetin aşırı ve taşkın olmasından dolayı, hazret-i Alîyi sevmek için, üç halîfeye ve Eshâb-ı kirâmdan çoğuna düşman olmak lâzımdır, diyorlar. İnsâf etsinler, böyle muhabbet olur mu?
Resûlullahın halîfelerine düşman olmak ve Onun Eshâb-ı kirâmını sövmek ve kötülemek şart tutulan bir çılgınlığa, muhabbet ismi verilebilir mi? Ehl-i sünneti beğenmemelerinin, çok çirkin sözlerle kötülemelerinin biricik sebebi, Ehl-i sünnetin, Ehl-i beyt sevgisine Eshâb-ı kirâmın hepsinin sevgisini de katmasıdır. Eshâb-ı kirâm arasındaki ayrılıkları, muhârebeleri bildiği hâlde, onların hiç birini kötülememesidir. Ehl-i sünnet, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinin kıymetini ve şerefini anlıyarak, Eshâb-ı kirâmın kötü düşünüşden, inâddan, birbirini çekememekden kurtulduklarını, tertemiz olduklarını bildirmekde, herbirinin üstün, kıymetli olduğunu söylemekdedir. Bununla berâber, bu muhârebelerde, haklı olana haklı, yanlış olana hatâlı demişdir. Fekat, bu hatâların, nefsin isteklerinden, kötü arzûlarından hâsıl olmadığını, re’y ve ictihâd ayrılığı olduğunu beyân eylemişlerdir. Ehl-i sünnet de, Eshâb-ı kirâmın çoğuna düşmanlık etse idi ve bu din büyüklerini kötüleseydi, hoşlarına giderdi. O zemân, Ehl-i sünnete dil uzatmazlardı. Bunun gibi hâricîlerin de, Ehl-i sünneti sevmeleri için, Ehl-i sünnetin de, Ehl-i beyte düşman olması lâ-
zımdır. Yâ Rabbî! Sen bize doğru yolu gösterdikden sonra, kalblerimizi kaydırma! Sonsuz rahmet hazînelerinden bizlere de ihsân et! İyilikleri veren ancak sensin.
Ehl-i sünnet âlimlerinin büyükleri buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin Eshâb-ı kirâmı, birbirleri ile muhârebe ederken üç fırkaya ayrılmışlardı:
1 - Birinci fırkada bulunan Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, olayları inceliyerek, hazret-i Alî yanında bulunanların haklı olduğunu ictihâd eylediler.
2 - İkinci fırkadakiler, karşı tarafdakilerin haklı olduğunu, ictihâd ile anladılar.
3 - Üçüncü fırkada olanlar, durakladılar. Bir tarafın haklı olduğunu gösteren ictihâda varamadılar.
Birinci fırkada olan Eshâb-ı kirâmın, kendi ictihâdlarına uyarak, hazret-i Alîye yardım etmeleri vâcib oldu. İkinci fırkada bulunan Eshâb-ı kirâmın da, kendi ictihâdlarına uyarak, karşı tarafayardım etmeleri lâzım oldu. Üçüncü fırkada olanların, bu işe karışmaması lâzım oldu. Bir tarafa yardım etmeleri hatâ olurdu. Her üç fırkada bulunanlar da, kendi ictihâdlarına göre hareket etdiler. Herbiri, kendilerine lâzım ve vâcib olanı yapdılar. O hâlde, böyle yapdıkları için ne diyebiliriz? Hangisine dil uzatabiliriz? İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki, (Allahü teâlâ, bu kanlara ellerimizi bulaşdırmakdan bizleri korudu. Biz de dillerimizi karışdırmakdan korumalıyız). Ömer bin Abdül’azîzin de böyle söylediği haber verilmişdir. Bu sözden anlaşılıyor ki, bu üç fırkada bulunan Eshâb-ı kirâmın hiçbirine haklı idi, yanıldı gibi söylememiz doğru değildir. Hepsi için de, yalnız iyi olduklarını söylememiz lâzımdır. Hadîs-i şerîfde de böyle buyuruldu. (Eshâbım anıldığı zemân, dilinizi koruyunuz) hadîs-i şerîfi gösteriyor ki, Eshâbım anıldığı zemân, birbirleri ile olan muhârebeleri söylenildiği zemân kendinizi koruyunuz. Bir kısmını beğenip, ötekilerini kötülemekden sakınınız! Bu emre uymak lâzımdır. Bununla berâber, Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun anladığına göre, hazret-i Alî ile birlikde olanlar, haklı idi. Karşı tarafda bulunanlar hatâya düşmüşdü. Fekat bu hatâları, ictihâd hatâsı olduğu için bir şey denemez. O büyüklere dil uzatmamıza sebeb olamaz. Hatâ edenler de, haklı olanlar gibi, kötülenemez ve aşağılanamaz. O muhârebeler yapılırken, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” (Kardeşlerimiz bize uymadı. Onlar kâfir değildirler. Fâsık da olmadılar. Çünki, anladıklarına göre ictihâd eylediler. Kâfir ve fâsık olmazlar) buyurduğu haber verilmekdedir. Görülüyor ki, Ehl-i sünnet de ve şî’îler de, hazret-i Alî ile harb edenlerin hatâ etdiklerini, hazret-i Alînin haklı
olduğunu söylemekdedir. Lâkin, Ehl-i sünnet âlimleri, bu hatânın, görüş, anlayış hatâsı olduğunu, bundan başka birşey söylenemiyeceğini bildiriyor. O büyüklere dil uzatmakdan, onları kötülemekden kaçınmak lâzımdır diyorlar ve insanların en hayrlısının sohbetinin şerefini, hakkını gözetmeliyiz buyuruyorlar. Çünki Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki: (Eshâbımın hakkını gözetmekde, Allahü teâlâdan korkunuz! Benden sonra, onlara dil uzatmayınız!). Bu emrin ehemmiyyetini göstermek için iki kerre tekrâr buyuruyor. Bir hadîs-i şerîfde de, (Eshâbımın hepsi gökdeki yıldızlar gibidir. Hangi birisine uyarsanız, hidâyete, se’âdete kavuşursunuz!) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın herbirini büyük bilmek, hepsine saygı göstermek lâzım geldiğini gösteren, başka çok hadîs-i şerîfler de vardır. Bunun için, hepsini kıymetli, üstün tutmamız lâzımdır. Onların ufak tefek hatâlarının da, iyi niyyetlerle yapıldığını düşünmeliyiz. Ehl-i sünnet mezhebi böyledir.
Ba’zıları, burada taşkınlık gösteriyor. Hazret-i Alî ile harb edenlere kâfir diyorlar ve söylenemiyecek çirkin kelimeleri ve iğrenç, bayağı sözleri ağızlarına alıyorlar. Dillerini kirletiyorlar. Böyle davranışları ile, eğer hazret-i Alînin haklı olduğunu ve onunla harb edenlerin yanıldıklarını anlatmak istiyorlarsa, bunu bildirmek için, Ehl-i sünnet gibi söylemeleri yetişir. Adâlete, insâfa yakışan yol da öylece anlatmakdır. Bu din büyüklerini kötülemek ve onlara sövmek, din ve mezheb olmaz. Bunlar, bu kötü yolu kendilerine din ve mezheb ediniyor. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına düşmanlık etmeği, sövmeği, din ve îmân sanıyorlar. Bu nasıl dindir ve nasıl mezhebdir ki, îmânlarının temeli, Resûlullahın Eshâbına “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sövmek olmakdadır.
Bir hadîs-i şerîfde, (Müslimânlar yetmişüç fırkaya ayrılacaklardır. Bunlardan yetmişikisi, bozuk inanışlarından dolayı, Cehenneme gidecekdir. Yalnız birisi kurtulacakdır) buyuruldu. Bu yetmişiki bid’at fırkasından herbiri, çeşidli bid’atler meydâna çıkararak, Ehl-i sünnetden ayrıldılar. Bu yetmişiki fırkanın en aşağısı, en bozuğu, Eshâb-ı kirâma düşmanlık yapanlar oldu. Yetmişüçüncü kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnetden en çok uzaklaşan, en fazla sapıtan, bunlar oldu. Din büyüklerine sövmeyi, bunlara la’net etmeği, îmânlarının, mezheblerinin temeli sanan kimselerin haklı olmakla, doğrulukla ne bağlılığı olabilir. Bunlar, zemânla oniki fırkaya ayrıldı. Hepsi birbirini beğenmiyor ise de, hepsi de Eshâb-ı kirâma kâfir demekden çekinmemekdedir. Hulefâ-i râşidîne sövmek ibâdet olur, diyorlar. Bununla berâber, kendilerine râfızî dedirtmekden kaçınıyorlar. Râfızîler bizden başkalarıdır, diyorlar.
Çünki râfızîlerin kıyâmetde azâb göreceklerini bildiren hadîs-i şerîfler olduğunu kendileri de bilmekdedir. Râfızî isminden kaçındıkları gibi, keşki bu kelimenin ma’nâsından da sakınsalardı ve Resûlullahın Eshâb-ı kirâmına düşmanlık etmeselerdi çok iyi olurdu. Hindistândaki hindûlar da kendilerine hindû diyor. Kâfir demiyorlar. Kendilerini kâfir bilmiyorlar. Dârülharbde bulunanların kâfir olduğunu söyliyorlar. Çok yanılıyorlar. Her iki memleketde bulunanları da kâfirdir. Gitdikleri yol küfr yoludur.
Bunlar, acabâ Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-ibeytini de kendileri gibi mi sanıyorlar? Onları da, Ebû Bekr ile Ömere “radıyallahü anhümâ” düşman mı biliyorlar? Böyle sanmaları, Ehl-i beytin büyüklerini münâfık, ikiyüzlü bilmek olur. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” diğer üç halîfe ile tam otuz sene idâre yollu görüşdüğünü, onlara olan düşmanlığını sakladığını ve hakları olmadığı hâlde, onları üstün tutduğunu, onlara saygı gösterdiğini söyliyorlar. Bu sözlerine ne kadar şaşılsa yeridir. Bunlar, Ehl-i beyti, Resûlullahı sevdikleri için seviyor iseler, Resûlullahın düşmanlarını da düşman bilmeleri lâzım gelirdi ve Resûlullahın düşmanlarına, Ehl-i beytin düşmanlarından dahâ çok söğmeleri ve la’net etmeleri îcâb ederdi. Hâlbuki bunların, Resûlullahın en büyük düşmanı olan ve Onu çok inciten ve sayısız sıkıntılar yapan Ebû Cehle sövdükleri ve la’net etdikleri, onun kötülüğünü anlatdıkları, hiç görülmemiş ve işitilmemişdir. Resûlullahın en çok sevdiği hazret-i Ebû Bekri, kendi bozuk görüşleri ile Ehl-i beytin düşmanı sanıyorlar. Bu yüzden ona söğüyor ve kötülemek için ağızlarına geleni söyliyorlar. Şânına yakışmıyacak şeyleri iftirâ ediyorlar. Bu nasıl dindir ve mezhebdir? Allah göstermesin! Hazret-iEbû Bekrin ve hazret-i Ömerin ve bütün Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi aleyhim ecma’în”, Resûlullahın Ehl-i beytine “radıyallahü anhüm” düşman olacakları, hiç düşünülebilirmi? Bu insâfsızlar, saygısızlar, keşki, Ehl-i beytin düşmanlarına söğselerdi. Sahâbe-i kirâmın büyüklerinin ismlerini söylemeselerdi, din büyüklerini kötü sandıracak hâle düşmeselerdi, çok iyi olurdu. Böyle yapsalardı, Ehl-i sünnet ile aralarında ayrılık kalmazdı. Çünki, Ehl-i sünnet de, Ehl-i beytin düşmanlarını düşman bilmekde ve onları kötülemekde ve söğmekdedir. Ehl-i sünnetin çok ince, çok güzel bir sözü de şudur ki, çeşid çeşid küfrlere dalmış olan belli bir kimsenin bile Cehenneme gideceğini söylememelidir. Tevbe edebilir, tekrâr müslimân olabilir derler. Böyle kimselere de, ismini söyliyerek la’net etmeğe izn vermezler. Adını söyliyerek, belli bir kâfire la’net etmemelidir. Kâfirlere la’net olsun demelidir, derler. Ölürken îmânsız gitdiği kesin olarak bilinen kimselere la’net olunabilir derler. Bunlardan ba’zıları, sıkılmadan, çekinmeden haz-
ret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömere la’net ediyorlar ve Sahâbe-i kirâmın büyüklerine dil uzatıyor, onlara söğüyorlar. Allahü teâlâ, bu zevâllıların doğru yola gelmelerini, bu yanlış, bozuk yoldan kurtulmalarını nasîb eylesin! Âmîn.
Bu konuda, Ehl-i sünnet ile bunlar arasında iki büyük ayrılık vardır:
1 - Ehl-i sünnet âlimlerine göre, dört halîfenin de hilâfetleri hakdır, doğrudur. Çünki, gaybdan haber veren hadîs-i şerîflerden birisinde, (Benden sonra hilâfet otuz senedir) buyuruldu. Ya’nî tam, kâmil hilâfet otuz senedir. Bu otuz sene hazret-i Alînin hilâfeti ile temâm oldu. Bu hadîs-i şerîf, dört halîfenin de haklı olarak halîfe olduklarını göstermekdedir ve halîfelik sıraları da haklıdır. Ehl-i sünnet olmıyanlardan bir kısmı, üç halîfenin haksız olarak halîfe olduklarını söyliyorlar. Hilâfeti, güç kullanarak, zorla aldıklarını zannediyorlar. Yalnız, hazret-i Alî haklı olarak halîfe olmuşdu, diyorlar. Hazret-i Alînin diğer üç halîfe zemânında ses çıkarmaması, onlara itâ’at etmesi, ortalığı idâre etmek, fitne çıkarmamak içindi diyorlar. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmının, birbirleriyle yalandan ahbâblık etdiklerini, ikiyüzlü olduklarını sanıyorlar. Geçinmek için birbirlerine dost göründüklerine inanıyorlar. Çünki, bunların söylediğine göre, hazret-i Alînin halîfe olmasını istiyenler, üç halîfenin adamları ile istemiyerek arkadaşlık etmiş ve olduğu gibi görünmemişlerdir. Onlar da, hazret-i Alîyi sevmedikleri hâlde, güleryüz göstermişler, düşmanlıklarını gizlemiş, dost olarak görünmüşlerdir. Bunların söylediğine göre, Eshâb-ı kirâmın hepsi ikiyüzlü ve yalancı olmakdadır. İçlerinde olanın aksini göstermişlerdir. Bunlara göre, Muhammed aleyhisselâmın Ümmetinin en kötüleri, Eshâb-ı kirâm olmakdadır. Sohbetlerin, toplantıların en kötüsü de, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbeti olmakdadır. Çünki, bu kötü huylar, onlara, Onun sohbetinden, Onun nasîhatlarından gelmiş oluyor. Dünyânın en kötü zemânı Eshâb-ı kirâmın zemânı olmakdadır. Çünki: ikiyüzlülük, düşmanlık, birbirini çekememek, kin tutmak ile yaşamış oluyorlar. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmde, Feth sûresinin son âyetinde meâlen, (Onlar birbirlerine karşı çok merhametlidirler) buyuruldu. Böyle kötü inanışlardan Allahü teâlâya sığınırız. Bu ümmetin önde gelenleri, en üstünleri böyle kötü huylu olurlarsa, sonra gelenlerde hiç iyilik bulunabilir mi? Acabâ, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetinin üstünlüğünü ve ümmetin iyiliğini bildiren âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri işitmemişler mi? Yoksa bunlara inanmıyorlar mı? Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri bizlere Eshâb-ı kirâm ulaşdırdı. Eshâb-ı kirâm kötülenirse, onların bizlere bildirdiği din de kötülenmiş olur. Allahü teâlâ, böyle
bozuk sözlerden, çirkin inanışlardan bizleri korusun! Böyle sözlerle, islâmiyyeti yıkmağa uğraşdıkları anlaşılıyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i beytini sevmek maskesi altında, islâmiyyeti bozmağa çalışıyorlar. Resûlullahın islâmiyyetini yok etmek gâyesinde oldukları anlaşılmakdadır. Allahü teâlâ, yurdumuzdaki müslimânları aldanmakdan korusun! Keşki, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” sevenlere saygı gösterselerdi. Onları münâfık, ikiyüzlü bilmeselerdi. Hazret-i Alîyi sevenler ile ona karşı olanların birbirleriyle yalandan arkadaşlık etdikleri, otuz sene birbirlerini aldatdıkları söylenirse, bunların hangisinde iyilik kalır? Bunların hangisinin sözüne güvenilebilir? Hazret-i Ebû Hüreyreye “radıyallahü anh” söğüyorlar, onu kötülüyorlar. Onu kötülemekle, islâmiyyetin emrlerinin, yasaklarının yarısını kötülemiş, çürütmüş olduklarını anlıyamıyorlar. Çünki, müctehid olan derin âlimler buyuruyorlar ki, islâmiyyetin emrleri ve yasakları üçbin hadîs-i şerîfden çıkarılmışdır. Ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeden üçbini, hadîs-i şerîflerden anlaşılmışdır. Bu hadîs-i şerîflerden binbeşyüz dânesini hazret-i Ebû Hüreyre haber vermişdir. Bunun için, onu kötülemek, ahkâm-ı islâmiyyenin yarısını çürütmek, kıymetden düşürmek olur. İmâm-ı Buhârî buyuruyor ki, İslâm âlimlerinden sekizyüzden fazla kimse, hazret-i Ebû Hüreyreden hadîs-i şerîf alıp bildirmişdir. Bunlardan çoğu Eshâb-ı kirâmdan ve Tâbi’în-iizâmdan idi. Meselâ Abdüllah ibni Abbâs ve Abdüllah ibni Ömer ve Câbir bin Abdüllah ve Enes bin Mâlik hazretleri, hazret-i Ebû Hüreyreden hadîs-i şerîf nakl etmişlerdir “radıyallahü anhüm”. Hazret-i Ebû Hüreyreyi kötüliyen bir hadîs-i şerîf söyliyorlar ve bunu hazret-i Alî haber verdi diyorlar. Bu sözleri uydurmadır. Bu sözün iftirâ olduğunu derin âlimler meydâna çıkarmışdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin Ebû Hüreyrenin ilminin, zekâsının artması için düâ buyurduğunu bildiren hadîs-i şerîf âlimler arasında meşhûrdur ve Buhârî-yi şerîfde (kitâbül ilm) kısmında yazılıdır. Şöyle ki: Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin yanında oturuyorduk. Buyurdu ki, (İçinizden hanginiz elbisesini çıkarıp yere yayar? Ba’zı şeyler söyliyeceğim. Sonra elbisesini toplayıp, katlasın, sözlerimi hiç unutmaz). Paltomu çıkarıp yaydım. Resûlullah efendimiz dilediğini söyledi. Paltomu giydim. Göğsümü kapadım. Bundan sonra, işitdiğim hiç bir şeyi unutmadım. Hazret-i Ebû Hüreyre gibi bir din büyüğünü, hazret-i Alîye düşman sanarak o mubârek zâtı söğüp kötülemek ne kadar insâfsızlıkdır. Bu taşkınlıklar, hep aşırı sevmekden ileri gelmekdedir. Nerede ise îmânları gidecek. Eğer onların zannetdiği gibi hazret-i Alînin üç halîfeye istemiyerek itâ’at etdiğini, iki yüzlü olarak ge-
çindiğini düşünsek bile, onun iki halîfeyi öven sözleri her tarafa yayılmış bulunmakdadır. Bu sözlerine ne diyecekler? Meselâ, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” halîfe iken ve memleket idâresi elinde iken, üç halîfenin haklı ve doğru olarak halîfe olduklarını bildirdiğini bütün kitâblar yazmakdadır. Buna ne cevâb verecekler? Çünki ikiyüzlülük, nihâyet kendi hakkı bildiği hilâfeti istememek ve üç halîfenin haksız olarak halîfe olduklarını söylememekdir. Üç halîfenin hilâfetlerinin doğru olduğunu söylemek ve hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerin müslimânların en üstünü olduklarını bildirmek, hiç de ikiyüzlülük olmayıp, bir hakîkati ortaya koymakdır. Bundan başka, üç halîfenin ve dahâ birçok Sahâbînin üstünlüklerini bildiren ve dünyânın her tarafına yayılmış olan sahîh ve sağlam hadîs-i şerîfler vardır. Eshâb-ı kirâmdan birçoğunun Cennete gideceği, hadîs-i şerîflerde ismleri ile müjdelenmişdir. Bu hadîs-i şerîflere ne diyecekler? Çünki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ikiyüzlülük yapacağını söylemek hiç câiz değildir. Her Peygamberin, her hakîkati olduğu gibi bildirmesi lâzımdır. Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i kerîmelere acabâ ne diyecekler? Âyet-i kerîmelerde ikiyüzlülük hiç düşünülemez. Allahü teâlâ, insâf versin! Aklı olan herkes bilir ki, ikiyüzlülük çok kötü bir huydur. Hâinlikdir. Allahın arslanı olan hazret-i Alîde bu kötülüğün bulunacağını söylemek, çok yersizdir. İnsanlık îcâbı bir iki sâ’at veyâ bir iki gün böyle olacağı düşünülse bile, Allahın arslanının tâm otuz sene, hep bu kötü huyla yaşadığını söylemek, çok çirkin bir iftirâdır. Küçük günâha devâm etmenin büyük günâh olduğu bildirilmişdir. Hâinlerin, münâfıkların alâmeti olan bu kötü sıfata senelerce devâm edenin hâli acabâ neye varır. Bu sözlerinin kötülüğünü keşki anlasalardı da, hazret-i Alîyi kötü duruma düşürmemek için, iki halîfenin üstünlüğünü inkârdan vaz geçseler idi, ne iyi olurdu. Münâfıkların alâmeti olan ikiyüzlülüğün kötülüğünü anlasalardı, hazret-i Alîyi böylece lekelemek belâsından kurtulurlardı. İki belâdan hafîfini kabûl ederek, ikincisinden kurtulmuş olurlardı. Şunu da söyliyelim ki, iki halîfenin dahâ üstün olduğuna inanmaları, hiç de belâ değildir. Ya’nî hazret-i Alîyi küçültmez. Hazret-i Alînin halîfeliğe hakkı olduğunu ortadan kaldırmaz. Onun, halîfeliğe hakkı ve vilâyet derecesinin yüksekliği ve hidâyet, irşâd mertebesinin kuvveti, yine olduğu gibi kalır. Hâlbuki, birinci olarak halîfe olmak hakkı idi, bu hakkını elinden alanlara istemiyerek dost göründü demek, o büyük imâmı küçültmek, kötülemek olur. Çünki, ikiyüzlülük, münâfıkların alâmetidir ve yalancıların, aldatıcıların huyudur.
2 - Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” buyuruyor ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmı
arasındaki döğüşmeler, çekişmeler, iyi düşüncelerle, fâideli sebeblerle meydâna gelmişdir. Onların hiçbiri nefslerine uymamış, inâd ile birşey yapmamışlardır. Çünki, Eshâb-ı kirâmın nefsleri, Resûlullahın sohbetinde tertemiz olmuşdu. Kalblerinde birbirleri için düşmanlık ve kin ve inâd kalmamışdı. Herbiri islâm âlimlerinin hepsinden dahâ yüksek birer müctehid olmuşdu. Her müctehidin kendi ictihâdına göre iş yapması vâcibdir. Ba’zı işlerde müctehidlerin ictihâdları, ya’nî hak olarak, doğru olarak gördükleri, birbirlerine elbette uymaz. İctihâdları uymayınca, işleri de elbette birbirine uymaz, çatışır. Çünki, herbirinin kendi ictihâdına göre hareket etmesi doğru olur. İşte bundan dolayı, Eshâb-ı kirâmın işlerinin birbiriyle çatışması, hak için, doğruyu meydâna çıkarmak için çalışmalarından hâsıl olmuşdur. Bu çalışmaları, birbirlerine uymaları demekdir. Ayrılıkları, çatışmaları, nefs-i emmârenin arzûlarını yerine getirmek için değildir. Ba’zı kimseler, hazret-i Alî ile harb edenlere kâfir diyor. Onlara çirkin şeyler söyliyor, kötülüyorlar. Hâlbuki, Eshâb-ı kirâm, ictihâd edilmesi lâzım olan işlerin birkaçında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizden de ayrıldılar ve Resûlullahın bulduğuna, bildirdiğine uygun söylemediler. Bunların hakkı, doğruyu, Resûlullahın bildirdiğinden başka bulmalarını ne Allahü teâlâ ve ne de Onun Resûlü kötülemedi. Kendilerine acı birşey bile söylenmedi. Vahy inmekde iken, hiçbiri bu yüzden suçlu görülmedi. Böyle olunca, hazret-i Alînin ictihâdına uymıyan ictihâd sâhiblerine, nasıl olur da kâfir denilebilir? İctihâdları hazret-i Alînin ictihâdına uymıyanlar, niçin kötülenebilir? Hazret-i Alî ile harb edenler, onların dillerine doladıkları birkaç kişi değildi. İslâm büyüklerinden binlerle kimse idi.
[Kısas-ı Enbiyâda, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ile harb edenlerin sayısının, Cemel, ya’nî deve vak’asında otuzbin olduğu yazılıdır. Sıffîn vak’asında, hazret-i Alî ile harb edenlerin yüzyirmibin kişi olduğu bildirildi. Her ikisinde ölenlerin toplamı kırkbeşbin idi. Yukarıda bildirdiğimiz gibi, Abdüllah bin Sebe’ ismindeki yehûdî ve arkadaşları, müslimân görünerek, Eshâb-ı kirâm arasına fitne sokdular ve binlerce müslimânın şehîd olmasına sebeb oldular. Yehûdîlerin birçok Peygamberi dahî şehîd etdikleri Kur’ân-ı kerîmde bildirilmekdedir.]
Eshâb-ı kirâmın büyüklerine, hattâ Cennet ile müjdelenmiş olanlarına, kâfir demek ve onlara çirkin şeyler söylemek kolay bir iş değildir. Ağızlarından çıkanın kötülüğünü keşki anlasalardı. İslâm dîninin yarısına yakın bilgilerini bunlar bildirmişdir. Bunlar kötülenirse, dînin yarısına güven kalmaz. Bunlar nasıl kötü olabilir ki, islâm âlimlerinden hiçbiri bunlardan birinin bildirdiği haberi red etmemişdir. Hazret-i Alî de, bunlardan işitdiğini haber vermekdedir.
Kur’ân-ı kerîmden sonra yeryüzündeki en doğru kitâbın (Sahîh-i Buhârî) kitâbı olduğunu şî’îler de biliyor ve söylüyor. Bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî], şî’î âlimlerinin büyüklerinden olan Ahmed Tebtîden işitdim ki, (Kur’ân-ı kerîmden sonra yeryüzündeki kitâbların en doğrusu, Buhârî kitâbıdır) diyordu. Bu kitâbda, hazret-i Alî ile birlikde olanların bildirdiği haberler bulunduğu gibi, karşı tarafdakilerin bildirdiği haberler de vardır. Haber verenin, iki tarafdan birinde bulunması, haberin kıymetini azaltmamış ve artdırmamışdır. Hazret-i Alînin bildirdiği haberi yazdığı gibi, hazret-i Mu’âviyenin bildirdiği haberi de kitâbına yazmışdır. Eğer hazret-i Mu’âviyede ve onun bildirdiği hadîs-i şerîfde bir şübhesi olsa idi, onun bildirdiği haberi kitâbına elbette sokmazdı. Bunun gibi, bütün hadîs âlimleri de, iki tarafdan gelen hadîsler arasında hiç fark görmemiş, hazret-i Alî ile harb etmeği kusûr ve leke saymamışdır.
İctihâdlar birbirine uymadığı zemân, hep hazret-i Alînin ictihâdının doğru olması, ona uymıyanların yanlış olması lâzım gelmez. Evet bu muhârebelerde hazret-i Alînin ictihâdı doğru idi. Tâbi’înin âlimlerinin ve mezheb imâmlarımızın, birbirine uymıyan ictihâdlar arasında hazret-i Alînin ictihâdına uymıyan ictihâdları seçdikleri ve hazret-i Alînin ictihâdını kabûl etmedikleri çok olmuşdur. Eğer hazret-i Alînin ictihâdının her zemân doğru olması lâzım gelseydi, ona uymıyan ictihâd kabûl edilmezdi. Kâdî Şüreyh, Tâbi’înin büyüklerinden idi ve müctehid idi. Hazret-i Alînin ictihâdı ile hükm etmedi ve oğlu imâm-ı Hasenin şâhidliğini kabûl etmedi. Oğlun babaya şâhid olmasını kabûl etmem dedi. Bütün müctehidler de, kâdî Şüreyhin sözüne uymakda ve oğlun babaya şâhid olmasını kabûl etmemekdedir. Dahâ nice yerlerde, hazret-i Alînin ictihâdına uymıyan ictihâdlara göre hareket edilmekdedir. Din kitâblarını okuyan insâflı kimseler, sözümüzün haklı olduğunu anlarlar. Bunun için, misâl vermekle sözü uzatmıyalım. Görülüyor ki, hazret-i Alînin ictihâdına uymıyan ictihâdda bulunmak ve onun ictihâdına uymamak suç değildir. Ona uymıyanların kötü olması, kötülenmesi lâzım gelmez.
Hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ”, Resûlullahın sevgilisi idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edinceye kadar Onu çok sever ve üstün tutardı. Resûlullah, ölünceye kadar, onun odasında yaşadı ve onun kucağında can verdi ve onun güzel kokulu odasında defn edildi. Böyle şerefli olmakdan başka, çok âlim ve müctehid idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, dînin yarısının bildirilmesini ona bırakmışlardı. Eshâb-ı kirâm, yapacakları bir şeyde şaşırdıkları, sıkışdıkları zemân, ona koşarlar, istediklerini öğrenirler, müşkillerini çözerlerdi. Hazret-i Emîre uymadı diye, böyle şerefli Sıddîkaya, böyle müctehideye dil uzatmak, çok çirkin iftirâlarda bulunmak, bir müslimânın yapacağı şey değildir. Resû-
lullaha îmân eden kimseden çok uzakdır. Hazret-i Alî Resûlullahın dâmâdı ise, hazret-i Âişe de, zevce-i mütahherasıdır ve sevgilisidir ve kıymetli hayât arkadaşıdır. Bundan birkaç sene evvel bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî], her hafta fakîrlere yemek verince, sevâbını, (Ehl-i abâ)nın rûhlarına niyyet ederdim. Ya’nî Resûlullah efendimiz ile birlikde, hazret-i Alî, hazret-i Fâtıma, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseynin rûhlarına da gönderirdim. Bir gece rü’yâda, Resûlullah efendimize selâm verdim. Bana iltifât buyurmadı. Başka tarafa bakdı ve (Ben yemeği Âişenin evinde yirdim. Bana yiyecek gönderenler, onun evine gönderirlerdi) buyurdu. Uyandım. Bana iltifât buyurmamalarına sebeb, yemek sevâbını,hazret-i Âişeye de göndermediğim için olduğunu anladım. Ondansonraki yemeklerin sevâbını, hazret-i Âişeye de, hattâ ezvâc-ı mütahherâtın hepsine “radıyallahü teâlâ anhünne” de gönderdim. Çünki, bunların hepsi de, Ehl-i beytdir. Böylece, Ehl-i beytin hepsinden yardım ve şefâ’at beklemekle şereflendim.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” yolu ile incitilmesi, Alî “radıyallahü teâlâ anh” yolu ile incitilmesinden dahâ ziyâdedir. Aklı ve insâfı olanlar, böyle olduğunu kolayca anlar.
Yukarıdan beri söylediklerimiz, hazret-i Alîyi sevmek ve ona kıymet vermek, Resûlullahın sevgisinden ve kıymetinden olduğuna göredir. Resûlullaha yakın olduğu ve sevgilisi olduğu için sevildiğine göredir. Eğer bir kimse, hazret-i Alîyi doğrudan doğruya sever ve Resûlullahın sevgisini araya katmadan yalnız onu kıymetlendirirse, buna bir diyeceğimiz yokdur. Ona birşey denemez. Çünki o dîni yıkmak için uğraşmakdadır ve islâmiyyeti yok etmek için çalışmakdadır. Resûlullahı bırakarak, başka bir yol tutmuşdur. Muhammed aleyhisselâm yerine, hazret-i Alîye yüz çevirmişdir. Bu ise, küfrdür, zındıklıkdır. Hazret-i Alî böyle kimseleri sevmez. Bunların sözlerinden yazılarından incinir. Eshâb-ı kirâmı sevmek ve ezvâc-ı tâhirâtı ve dâmâdlarını sevmek, hep Resûlullahı sevmekden hâsıl olmakdadır “aleyhi ve alâ âlihî ve eshâbihissalevât”. Onları büyük bilmek ve saygı göstermek, hep Resûlullah içindir “aleyhissalâtü vesselâm”. (Onları seven, beni sevdiği için sever) hadîs-i şerîfi, böyle olduğunu göstermekdedir. Bunun gibi, onlardan birine düşmanlık etmek, Resûlullaha düşman olmak demekdir. (Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) hadîs-i şerîfi de, bunu göstermekdedir. Demek ki, (Eshâbımı sevmek, beni sevmek demekdir. Onlara düşmanlık etmek, bana düşmanlık etmek olur) buyurmakdadır.
Hazret-i Talha ve hazret-i Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhümâ”, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. İkisi de, Cennet ile müjdelen-
miş olan on kişidendir. Bunlara dil uzatmak, kötülemek çok yersizdir. Onlara yapılan la’net ve kötülük, söyliyene döner. Hazret-iÖmer “radıyallahü anh” vefât edeceği zemân, kendisinden sonra, içlerinden birinin halîfe seçilmesini bildirdiği altı kimseden biri Talha, biri de Zübeyrdir. Halîfe Ömer “radıyallahü anh”, bu altısından hangisinin dahâ üstün olduğunu anlıyamadı. Bu ikisi, hilâfeti istemediklerini bildirdiler. Bu Talha, öyle bir Talhadır ki, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” karşı edebi gözetmediği için, babasını öldürmüşdür. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, onun, Resûlullaha olan bu saygısını senâ buyurmuşdur. Zübeyre gelince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, onu öldürenin Cehenneme gideceğini haber vermişdir. Ona la’net eden, onu kötüliyen kimsenin alçaklığı, onu öldürenden az değildir.
Din büyüklerine dil uzatmakdan, islâmın büyüklerini kötülemekden sakınınız! Aman sakınınız! Çok sakınınız! Onlar bütün ömrlerini, islâmiyyeti yaymakda ve yaratılmışların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma yardım etmekde tüketdiler ve bütün mallarını, dîni kuvvetlendirmek için gece gündüz, açıkça ve gizlice fedâ etdiler. Resûlullahın sevgisi için, akrabâlarını, ahbablarını, çocuklarını, zevcelerini, memleketlerini, evlerini, akarsularını, tarlalarını, ağaçlarını terk etdiler. Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunların hepsine ve kendi canlarına tercih etdiler. Bunların sevgisini ve canlarının sevgisini bırakıp, Resûlullahın sevgisini seçdiler. Resûlullahla konuşmak, Onunla berâber bulunmak şerefine kavuşdular. Onun sohbeti bereketi ile, Peygamberlik üstünlüklerine erişdiler. Allahü teâlânın gönderdiği vahyi gördüler ve melekle berâber bulunmakla şereflendiler. Fizik ve kimyâ kanûnlarının üstünde olan hârikalara ve mu’cizelere şâhid oldular. Başkalarının işitdiği şeyler, onlara açıkça gösterildi. Sonra gelenlerden hiçbirine nasîb olmıyanyakınlıklar, üstünlükler onlara ihsân edildi. Öyle yükseldiler, öyle sevildiler ki, başkalarının dağ kadar altın dağıtmakla kazandıkları derecelerin, bunların bir avuç arpa vermekle kavuşdukları derecelerin yarısı kadar olmadığı bildirildi. Allahü teâlâ, onları, Kur’ân-ı kerîmde medh ve senâ eyledi. Onlardan râzı olduğunu ve onların da, Allahdan râzı olduklarını bildirdi. Feth sûresinin son âyetinde, şerefleri yükseltildi. Bu âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ bunlara gayz, kin bağlıyanların kâfir olduklarını beyân buyurdu. Onlara gayz, kin bağlamakdan, küfrden kaçar gibi kaçmalıdır.
Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” bu kadar kuvvetli bağlanmış olan ve Onun sevgisini ve teveccühünü kazanmakla şereflenmiş bulunan mubârek kimseleri, ictihâd yeri olan birkaç işde birbirlerine uymadıklarını ve birbirleriyle çatışdıklarını ve kendi ictihâdlarına göre iş tutduklarını öne sürerek, bunlara dil uzat-
mak, beğenmemek, hiç doğru değildir. Böyle işlerde birlik olmak değil, ayrılmak belki dahâ doğrudur ve başkasının görüşüne uymamak lâzım gelmekdedir. İmâm-ı Ebû Yûsüfün “rahime-hullahü teâlâ”, ictihâd derecesine yükseldikden sonra imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye “rahmetullahi teâlâ aleyh” uyması hatâ olur. Kendi ictihâdına uyması doğru olur. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, Eshâb-ı kirâmdan hiç birinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” görüşünü, buluşunu, kendi görüşünden üstün tutmadı. İster Ebû Bekr-i Sıddîk olsun, ister hazret-i Alî olsun, kendine uymıyan ictihâdları almadı. Kendi ictihâdı onlara uymasa bile, kendi görüşü ile hareketetmeği doğru bildi. Ümmetden herhangi bir müctehidin, Eshâb-ı kirâmın ictihâdından ayrılması câiz oluyor ve hak olarak görülüyor da, Eshâb-ı kirâmın birbirinin ictihâdlarına uymamaları niçin suç sayılıyor ve bu yüzden o büyüklere dil uzatılıyor?
Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâdına uymıyan ictihâdlar da yaparlardı. Resûlullahın ictihâdına uymıyan hareketlerde bulunurlardı. Vahy gelmekde iken, onların bu ayrılıklarına birşey denilmedi. Hiçbiri bu yüzden kötülenmedi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâdına uymıyan ictihâdda bulunmaları yasak edilmedi. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmın ictihâdlarında ayrılık olmasını istemeseydi, ayrılmalarını beğenmeseydi, ayrılmalarını elbette yasak ederdi. Ayrılanların azâb göreceği bildirilirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile konuşurken, yüksek sesle konuşmanın yasak edildiğini ve yüksek sesle konuşanlara azâb yapılacağının bildirildiğini hepimiz biliyoruz. Hücurât sûresinin ikinci âyetinde meâlen, (Ey mü’minler! Seslerinizi, Resûlullahın sesinden dahâ yükseltmeyiniz. Onunla konuşurken, birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) buyuruldu. Beğenmediği bir hareketi, hemen yasak eylemişdir. Bedr gazâsında esîrlerin ne yapılacağını konuşurken,Eshâb-ı kirâmın ictihâdları arasında ayrılık oldu. Hazret-i Ömer ile hazret-i Sa’d bin Mu’âz, esîrleri öldürelim dediler. Başkaları, para karşılığı koyuverilmesini istediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, böyle ictihâd buyurmuşdu. Bu ictihâda uyarak, esîrleri koyuvermeğe başladılar ise de, sonra âyet-i kerîme gelerek, hazret-i Ömerin ictihâdının doğru olduğu bildirildi. İctihâdların birbirine uymadığı, böyle dahâ nice işler olmuşdur.
[Bunlardan birini, Ahmed Cevdet Pâşa
“rahime-hullahü teâlâ”, (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında şöyle anlatıyor: Hicretin altıncı senesinde, bindörtyüz kişi ile Kâ’be-i mu’azzamayı ziyâret için Medîneden Mekkeye gidilirken, kâfirler müslimânları Mekkeye sokmak istemediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Hudeybiye) denilen yerde durdu. (Yâ Ömer! Mekkeye git!
Harb için
gelmediğimizi, Kâ’beyi ziyâret edip, geri
döneceğimizi onlara söyle!) buyurdu. Hazret-i Ömer, bu emrin ictihâd yolu ile verildiğini anlayıp kendi ictihâdını bildirdi ve (Yâ Resûlallah! Kureyş
kâfirleri, benim kendilerine çok düşman olduğumu bilirler. Aralarına girersem beni parçalarlar. Bu iş için Osmânın gitmesi uygundur. Osmânın orada akrabâsı
çokdur. Onu korurlar) dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ömerin bu cevâbına incinmek şöyle dursun, kabûl buyurdu. Mekkeye hazret-i Osmânı gönderdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunun gibi Eshâbının nice ictihâdlarını kabûl buyurmuş ve (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömerin diline
yerleşdirmişdir) demişdir.]
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, son hastalığında, onlar için birşeyler yazmak diledi ve kâğıd istedi. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, kâğıd getirmekde birbirine uymadılar. Kâğıd getirelim diyenler olduğu gibi getirmiyelim diyenler de oldu. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh”, getirmiyelim diyenlerden idi. (Bize Allahın kitâbı Kur’ân-ı kerîm yetişir) demişdi. Bu yüzden de hazret-i Ömere saldırıyorlar. Ağızlarına geleni söylemekden çekinmiyorlar. Doğrusu birşey söylemeğe hakları yokdur.Çünki, hazret-i Ömer, o ânda Vahyin kesilmiş olduğunu ve Allahü teâlânın emrlerinin temâmlandığını, islâmiyyete kaynak olarak, yalnız ictihâd yolunun açık kaldığını anlamışdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, o vakt ictihâd ile anladıklarını yazacakdı. Haşr sûresinin ikinci âyetinde meâlen (Ey akl sâhibleri! Bildirilenlerden ibret alınız!) buyuruldu. Burada, ictihâd derecesindeki âlimlere, ictihâd etmeleri emr ediliyor. Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idi. Orada yazılacak ictihâd bilgileri için, onlar da ictihâd ederdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” hastalığın ağrıları artdığı bir zemânda, bu iş için de sıkılmasını uygun bulmadı. Resûlullahı çok sevdiği için, Eshâbın ictihâdı ile işlerin çözülmesi yetişir. Resûlullahı yormıyalım düşüncesiyle, (Allahın kitâbı bize yetişir) dedi. Müctehidler, aranılan bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden ictihâd yolu ile çıkardıklarından, o yazılacakları, ictihâdla çıkarmamız için, bize Kur’ân-ı kerîm yetişir buyurdu. Yalnız (Allahın kitâbı yetişir) demesinden anlaşılıyor ki, o ânda yazılacak şeylerin, Kur’ân-ı kerîmde bildirilenlerden çıkarılacağını, hadîs-i şerîflerden çıkarılacak şeyler olmadığını sezmişdi. Görülüyor ki, hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çok sevdiği ve çok acıdığı için, hastalığın en sıkıntılı, acılı zemânında, yazı ile yorulmasını, üzülmesini uygun görmiyerek, kâğıd getirilmesini istemedi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” o ânda yazmak istemesi de, Eshâbına bir ihsânda, bir yardımda bulunmak
içindi. Bildirilmesi elbette lâzım olan şeylerden değildi. Eshâbını ictihâd etmek sıkıntısından kurtarmak istemişdi. (Kâğıd getiriniz) emri, bir ihsân olmayıp da, elbette lüzûmlu olsaydı, tekrâr isterdi. Dilediklerini elbette yazdırırdı. Eshâbının sözlerindeki ayrılığı görmekle, bu emrinden vaz geçmezdi.
Süâl: Hazret-i Ömer, orada (Acabâ sayıklıyor mu? Araşdırınız) demişdi. Bu ne demekdir?
Cevâb: Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, o zemân, Resûlullahın, hastalık acıları arasında, bu sözü istemiyerek söylediğini anlamış olabilir. Nitekim (Yazacağım) buyurması, böyle olduğunu göstermekdedir. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmî idi. Hiçbirşey yazdığı görülmemişdi. (Benden sonra yoldan çıkmıyasınız) buyurması da, hazret-i Ömeri öyle düşündürmüş olabilir. Çünki, Allahü teâlâ, din bilgilerinin artık kemâle geldiğini ve ni’metinin temâm olduğunu ve Allahü
teâlânın bu hâli beğendiğini bildirmişdi. Bu hâlde, yoldan çıkmak nasıl olur ve kısa bir zemânda yazılacak bir şeyle, bu nasıl önlenebilir? Yirmiüç senede
yazılmış olanlar yetişmiyor ve yoldan çıkmağı önliyemiyor da, kısa bir zemânda ve hastalığın acılarının çoğaldığı bir ânda yazılacakbirşey bunu nasıl
önliyebilirdi? Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bunları bir ânda kavrıyarak, gözönünde tutarak (Kâğıd getiriniz!) emrinin insanlık sebebi ile, istemeden mubârek ağzından çıkdığını bildi. Bunların iyice anlaşılmasını, tekrâr sorulmasını istedi. Bu
konuşmalarda sesler çoğalınca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kalkınız.
Gürültü etmeyiniz! Peygamberin yanında gürültü etmek
iyi değildir) buyurdu. Başka bir şey söylemedi. Kâğıd ve kalem
ismini anmadı.
Eshâb-ı kirâmın, ictihâd olunacak işlerde, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılmaları, Allah korusun, nefslerine uymakla, ehemmiyyet vermemekle olsaydı, mürted olurlardı. Müslimânlıkdan çıkarlardı. Çünki, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” karşı saygısızlık ve geçimsizlikde bulunmak küfrdür. Bu ayrılıkları, Haşr sûresinin ikinci âyetindeki emre uymakdan doğuyordu. Çünki, ilmde ictihâd derecesine yükselen yüksek bir âlimin ictihâd olunması lâzım gelen işlerde, kendi ictihâdını bırakıp başkasının ictihâdına uyması doğru değildir. Böyle yapmasını islâmiyyet yasak etmişdir. Evet, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen işlerde ictihâd olunmaz. Herkesin bu açık emrlere uyması lâzımdır. Bunlara inanması ve ayrılmaması vâcibdir.
Eshâb-ı kirâmın hiçbiri gösterişi sevmez, görünüşe bakmazdı. Hepsinin düşüncesi, kalblerini temizlemek idi. Hakîkate ve
ma’nâya bakarak edebi gözetirlerdi. Gösterişe ve söze bağlanmazlardı. Onların birinci düşünceleri ve arzûları Resûlullahın emrlerini yapmak, Onu incitecek en ufak şeyden sakınmak idi. Analarını, babalarını, çocuklarını, âilelerini Resûlullaha fedâ etmişlerdi. Ona karşı olan inançları ve ihlâsları, sevgileri, saygıları o kadar çokdu ki, mubârek tükrüğünün, mubârek tırnaklarının ve tıraş olunca mubârek saçlarının yere düşdüğü görülmemişdir. Bunları kapışırlar, en kıymetli kazanç olarak saklarlar ve bereketlenirlerdi. Yalancılık, birbirini aldatmak gibi kötülüklerin çok olduğu bu zemânda ortaya çıkarılan, o temiz insanların bir sözünde, Resûlullaha karşı saygısızlık anlaşılacak olursa, bu söze başka ma’nâ vermek, sözlerinin bütününden anlaşılan iyi ma’nâyı düşünmek lâzımdır. Kelimelerinin her ma’nâsını düşünmemelidir.
Süâl: İctihâd ile elde edilen din bilgilerinde yanılmak olabilir deyince, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiği şeylerin hepsinin doğru olacağı söylenebilir mi?
Cevâb: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında ictihâd ile meydâna çıkan bilgiler, birbirine uymadığı zemân, hangisinin doğru olduğu, Allahü teâlâ tarafından bildirilirdi. Çünki, Peygamberlerin yanlış bir iş yapması câiz değildir. Bir iş için, birbirine uymıyan ictihâdlar meydâna çıkdığı zemân, bunlardan hangisinin doğru olduğu, Allahü teâlâ tarafından bildirilirdi. Doğrusu yanlışlarından ayrılırdı. Bunun içindir ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında, bir iş için çeşidli ictihâdlar yapıldığında, melekle vahy gelir, hangisinin doğru olduğu bildirilirdi. Bu doğru olanlara göre hareket edilirdi. Bu işleri de, hak ve doğru olurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği, yapdığı şeylerin hepsi, elbette doğru olurdu. Yanlışlık ihtimâli yokdur. Çünki, ictihâdla meydâna çıkan bilgilerin de açıkça bildirilenler gibi, doğru oldukları, melekle haber verilmişdir. Ba’zı işlerin açık bildirilmeyip âlimlerin ictihâdına bırakılması, âlimleri ikrâm için idi ve ictihâd sevâbına kavuşmaları için idi. İctihâd ile meydâna çıkan din bilgileri, müctehidlerin derecesini yükseltmişdir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra yapılan ictihâdlar, ya’nî, ictihâdla anlaşılan bilgiler kesin değildir. Bu bilgilere, elbette doğrudur denilemez. Onun için, bu bilgilere göre iş yapılır ise de, doğru olduklarına inanmak lâzım değildir. İnanmayanlar kâfir olmaz. Fekat bir iş için, bütün müctehidlerin ictihâdı birbirine benzerse, ya’nî, icmâ’, sözbirliği olursa, böyle olan ictihâdla meydâna çıkan bilgiye inanmak da lâzım olur.
Mektûbumuzun sonunu güzel bir ekle bağlıyalım. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i beytinin “radıyallahü teâlâ an-
hüm ecma’în” üstünlüklerini bildirelim:
Yûsüf bin Abdülberrin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Alîyi seven, beni sevmiş olur. Alîye düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Alîyi inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten, Allahü teâlâyı incitmiş
olur) buyuruldu.
[Ba’zıları, bu hadîs-i şerîfe dayanarak, hazret-i Alî ile harb edenlere kâfir diyorlar. Hâlbuki, harb edenler birbirine düşman değil idi. Bedenleri inciniyor ise de, kalbleri birbirine kızgın değil idi. Muhârebe yapılırken, hazret-i Alî “radıyallahü anh”, karşıdakilere (Kardeşlerimiz) buyurmuşdu. Hazret-i Mu’âviye de “radıyallahü anh” hazret-i Alî için (Benim efendim) diye yazmışdı. Kısas-ı enbiyâ kitâbının İstanbulda 1331 baskısı yedinci cüz’, 149. cu sahîfesinde diyor ki: Hazret-i Hasenin hilâfeti teslîm etmesi ve Sa’d bin Ebî Vakkâs gibi Eshâbın büyüklerinin kabûl etmesi ile, hazret-i Mu’âviyenin hükûmeti meşrû’ olmuşdur. Hazret-i Mu’âviye, Eshâb-ı kirâmdan olduğu hâlde, hükûmeti zor kullanarak ele geçirmişdi. Lâkin, zemân bunu îcâb ediyordu. İnsanlar halîfenin emrine uymuyorlardı. Güç, kuvvet de lâzım geliyordu. Bunun için saltanat devri geldi. Bu işe, Mu’âviye “radıyallahü anh” haklı ve lâyık idi. Görülüyor ki, bunların dayandığı Kısas-ı Enbiyâ kitâbı da hazret-i Mu’âviyenin Eshâb-ı kirâmdan olduğunu yazmakda ve kendisine “radıyallahü anh” demekdedir. Yüzellibirinci sahîfesinde diyor ki:Ümmetin işlerini yürütmek için artık, kuvvet, zor kullanmak lâzım geliyordu. Bunu yapmak için de, hazret-i Mu’âviye uygun görülmüş idi. İslâmiyyet önceleri halîfenin emri ile yürütülürken, sonra saltanat kuvveti lâzım oldu. Maksad ise, islâmiyyetin icrâsı olduğundan, o zemân mevcûd olan Eshâb-ı kirâmın hepsi, Mu’âviyeye bî’at eyledi “rıdvânullahi aleyhim ecma’în”. Yüzelliyedinci sahîfesinde diyor ki: Hazret-i Mu’âviye, Eshâb-ı kirâmdan idi ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” iltifâtına nâil olmuşdu. Kureyşin büyüklerinden idi. İslâmiyyeti kuvvet zoru ile yürütdüğünden, kendisine (Halîfe-i Resûlullah) denildi].
Tirmüzî ve Hâkimin “rahime-hümullahü teâlâ”
bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, dört kişiyi sevdiğini bana bildirdi. Bu dördünü sevmeği
bana emr etdi. Bunlar, Alî, Ebû Zer, Mikdâd ve Selmândır) buyuruldu.
Taberânî ve Hâkimin ve Abdüllah ibni
Mes’ûdün bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Alîye
bakmak ibâdetdir) buyurdu. Buhârî ve Müslimdeki Berâ’
hazretlerinin bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Haseni omuzuna alarak buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Ben bunu seviyorum. Sen de sev!)
Buhârînin bildirdiği ve hazret-i Ebû Bekrin haber verdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” minbere çıkmış idi. Hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh” kucağında idi. Bir bize bakıyor idi, bir de Hasene bakıyordu. (Bu benim oğlum Seyyiddir. Allahü teâlâ, belki bununla iki müslimân askerinin arasını
barışdırır)
buyurdu.
Tirmüzînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, Üsâme bin Zeyd diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hasen
ile Hüseyni dizlerine oturtmuşdu ve (Bu ikisi benim oğullarımdır ve kızımın oğullarıdır. Yâ Rabbî! Ben bu ikisini seviyorum. Sen de sev. Bunları sevenleri
de sev!) buyurdu.
Tirmüzînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, Enes bin Mâlik diyor ki, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i beytden “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hangisini dahâ çok seviyorsun denildikde (Haseni ve Hüseyni) buyurdu.
Müsevvir bin Muharremin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” benden bir parçadır. Onu inciten beni incitmiş olur) buyuruldu.
Hâkimin bildirdiği ve Ebû Hüreyrenin haber verdiği hadîs-i
şerîfde, (Fâtımayı Alîden dahâ çok seviyorum ve Alî,
bana, Fâtımadan dahâ çok kıymetlidir) buyuruldu.
Âişe “radıyallahü anhâ” buyuruyor ki, Eshâb-ı kirâm hediyyelerini benim evimde iken getirirlerdi. Böylece Resûlullahın sevgisini kazanmağa çalışırlardı.
Yine buyuruyor ki, Resûlullahın mubârek zevceleri iki kısma ayrılmışdı. Birinci kısmda, ben ve Hafsave Safiyye ve Sevde vardı. İkinci kısmda, Ümm-i Seleme ile
ötekizevceler vardı. İkinci kısmdakiler, Ümm-i Selemeyi Resûlullaha gönderdiler ve eshâbına (Bana hediyye vermek
istiyen, hangi evimde isem, oraya getirsin) buyurmasını söyle dediler. Ümm-i Seleme böyle söyleyince, (Beni
incitmeyiniz! Bana melek vahyi yalnız Âişenin evinde
iken getirmekdedir) buyurdu. Ümm-i Seleme
de: Yâ Resûlallah! Seni incitmekden Allaha sığınırım. Tevbeler olsun, dedi. O zevceler, ayrıca, hazret-i Fâtımayı da gönderip, böyle söylediğinde, (Ey kızcağızım, benim sevdiğimi sen sevmez misin?) buyurdu. Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ”, evet dedi. (Öyle ise onu sev!)
buyurdu.
Âişe “radıyallahü anhâ” buyuruyor ki, Hadîceye “radıyallahü teâlâ anhâ” imrendiğim gibi, Resûlullahın hiçbir zevcesine gayret getirmiş değilim. Hâlbuki onu görmemişdim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onun ismini çok söyliyordu. Çok def’a koyun kesdiği zemân etinden, Hadîcenin yakınlarına hediyye gönderirdi. Hadîcenin ismini söylediği zemân, (Dünyâda sanki Hadîceden
başka kadın yok mu?) derdim. (O
şöyle idi, böyle idi. Benim ondan çocuklarım
oldu) buyururdu.
Abdüllah ibni Abbâsın bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Abbâs bendendir. Ben
de Abbâsdanım) buyuruldu.
Deylemînin bildirdiği ve Ebû Sa’îdin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Benim evlâdıma, soyuma
dil uzatarak, beni incitenlere, Allahü teâlâ çok azâb yapacakdır) buyuruldu.
Hâkimin bildirdiği ve Ebû Hüreyrenin “radıyallahü teâlâ anh”
haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Sizin en iyiniz, benden sonra ehlime, ya’nî Ehl-i beytime iyilik
edeninizdir) buyuruldu.
İbni Asâkirin bildirdiği ve hazret-i Alînin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Ehl-i beytime dokunan
kimseye, kıyâmet günü bunun azâbı yetişir) buyuruldu.
İbni Adî ve Deylemînin bildirdikleri ve hazret-i Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Sırât köprüsünden en kolay geçecek
olanınız, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı çok seveninizdir) buyuruldu.
[İmâm-ı Rabbânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” mektûbunun tercemesi burada temâm oldu.]
Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh”, (Eshâb-ı kirâm) risâlesinde diyor ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i beyti üç kısmdır: Neseb, soy ile
akrabâ olanlardır. Halaları böyledir. İkincisi temiz zevceleridir. Üçüncüsü, zevcelerinin başlarını taramak, yemeklerini pişirmek, odaları süpürmek, çamaşır
yıkamak ve ev işlerini yapmak için dâima evlerinde bulunan hizmetçi kadınlardır. Hâricdeki işleri yapan, mescidde ezân okuyan Bilâl, Selmân, Suheyb de, hâne-i
se’âdetden yir ve içerlerdi. Hazret-i Fâtıma ile kıyâmete kadar, çocukları, Ehl-i beytdirler. Bunları, âsî olsalar da, sevmek lâzımdır. Bunları sevmek, kalb
ile, beden ile ve mal ile yardım, hürmet ve ri’âyet etmek îmân ile ölmeğe sebeb olur. Sûriyenin Hamâ şehrinde, seyyidler için mahkeme vardı. Mısrdaki Abbâsî
halîfeleri zemânında, hazret-i Hasenin “radıyallahü teâlâ anh” evlâdlarına (Şerîf) ismi verilerek beyâz sarık sarmaları, hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anh” evlâdına (Seyyid) ismi verilerek, yeşil sarık sarmaları
tensîb edildi. Bu mubârek sülâleden doğan mubârek çocuklar, iki şâhidi ile, hâkim huzûrunda tescîl edilirdi. Sultân Abdülmecîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”
zemânında, mason Reşîd pâşa bu mahkemeleri kaldırdı. Soysuz ve mezhebsiz olanlara da seyyid denildi. Uydurma acem seyyidleri her tarafa yayıldı. (Fetâvel-hadîsiyye)de diyor ki, (Sadr-ı evvelde, Ehl-i beytden olanların hepsine şerîf
denilirdi. Meselâ, şerîf-i Abbâsî, şerîf-i Zeynelî denirdi. Fâtı-
mî sultânları, şî’î idi. Yalnız Hasen ve Hüseyn evlâdına şerîf dediler. Mısrdaki Türkmen sultânlarından Eşref Şa’bân bin
Hüseyn 773 [m. 1371] senesinde, seyyidlerin şerîflerden ayrılmaları için, yeşil sarık sarmalarını emr eyledi. Bu âdetler her yere yayıldı ise de, şer’î bir
değeri yokdur). (Mir’ât-i
kâinât)da ve (Mevâhib-i
ledünniyye)nin türkçe tercemesinde ve Zerkânî
şerhinde, yedinci maksadın üçüncü faslında, bu husûsda tafsîlât vardır.
EK: Ehl-i sünnet olmıyanlar, bugün yurdumuzdaki müslimânları aldatmağa çalışıyorlar. Hazret-i Alî ile harb edenleri ve bilhâssa hazret-i Mu’âviyeyi kötülemek için, islâm âlimlerinin kitâblarından vesîka, delîl bulamıyorlar. Abbâsî târîhcilerinin, göze girmek, mal ve mevkı’a kavuşmak için uydurdukları acıklı hikâyelere kendileri de katarak, müslimân yavrularını aldatmağa kalkışıyorlar. Türkçe (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbındaki yazıları da değişdirerek, kendilerine yalancı şâhid yapıyorlar. Memleketimizdeki müslimânları ayırmak ve kardeşi kardeşe düşman etmek istiyen hâinlerin nasıl iftirâ etdiklerini, yalan söylediklerini anlatmak için, Kısas-ı Enbiyâdan birkaç satırı kıymetli okuyucularımıza bildirmeği uygun görüyoruz:
(Kısas-ı Enbiyâ), yedinci cüz’, 107.ci sahîfede diyor ki, (Hazret-i Hasen “radıyallahü anh” çok evlenir ve çok boşar idi. Aldığı kızlar, ona âşık olurdu. Zevcesi Ca’de, kendisini boşıyacağından üzülerek hazret-i Haseni zehrledi). Görülüyor ki, hazret-i Haseni, zevcesi Ca’de kıskançlık yüzünden zehrlemişdir. Mezhebsizlerin dediği gibi, Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” bu işde hiçbir suçu ve bilgisi yokdur.
Yüzdoksanüçüncü sahîfede diyor ki: (Hicretin altmışıncı senesinde, hazret-i Mu’âviye hastalandı. Oğlu Yezîdi çağırdı. Ona uzun nasîhat etdi. Bu arada, Kûfe halkı, hazret-i Hüseyni senin üzerine yürütebilirler. Ona gâlib olursan, onu afv et! İhsân eyle! O bize çokyakındır. Üzerimizde büyük hakkı vardır ve Resûlullahın torunudur dedi). Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” Ehl-i beyte olan sevgisi ve saygısı bu sözlerinden, pek iyi anlaşılmakdadır.
Hazret-i Mu’âviyenin hastalığı ağırlaşınca (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana bir gömlek giydirmişdi. Bereketlenmek için, onu bugüne kadar sakladım. Birgün kesdiği tırnakları ve mubârek saçının kıllarını bir şişe içine koyup saklamışdım. Ölünce, o gömleği bana giydiriniz! O tırnakları ve mubârek saçının kıllarını gözlerime ve ağzıma koyunuz. Belki onların hurmetine Cenâb-ı Hak, beni afv eder) dedi.
Yüzdoksandördüncü sahîfesinde diyor ki, hazret-i Mu’âviye, uzun boylu, beyâz, heybetli, çok sabrlı ve çok yumuşak huylu idi.
Yumuşaklığı atalar sözü olmuşdur. Birgün huzûruna bir adam geldi ve ağır ve kaba hareket etdi. Hazret-i Mu’âviye birşey söylemedi. Buna da mı sabr edeceksin denildikde, (Saltanatımıza saldırmıyanların sözüne ilişmeyiz) dedi.
Yüzdoksanbeşinci sahîfesinde diyor ki: Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Mu’âviyenin idâresini kötülemeyiniz! Zîrâ Onu gayb ederseniz başların kopduğunu ve düşdüğünü görürsünüz).
(Mir’ât-i Kâinât) kitâbında diyor ki: (Mu’âviye “radıyallahü anh”, Mekkenin feth edildiği gün babası Ebû Süfyân ile birlikdeResûlullahın önünde îmâna geldi. Îmânları kuvvetli idi. Resûlullahın kâtiblerinden idi. Resûlullah birkaç kerre, bunun için, (Yâ Rabbî! Bunu doğru yolda bulundur ve başkalarının da, doğru yola gelmelerine bunu sebeb kıl!) buyurdu. Bir kerre de, (Yâ Rabbî! Mu’âviyeye ilm ve hesâb öğret! Onu azâbdan koru! Yâ Rabbî! Onu memleketlere hâkim kıl!) diye düâ buyurdu. Bir kerre de, (Ey Mu’âviye, memleketlere hâkim olduğun zemân, iyilik et!) buyurdu. Bu düâyı işitdiğim zemândan beri halîfe olacağım günü bekliyordum demişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, birgün bir hayvana binip, arkasına hazret-i Mu’âviyeyi almışdı. Giderken (Yâ Mu’âviye! Bana hangi uzvun dahâ yakın?) buyurdu. Karnım dedikde, (Yâ Rabbî! Sen bunu ilmle ve yumuşak huyla doldur!) buyurdu. Hazret-i Mu’âviyenin afvı ve yumuşaklığı o kadar çok idi ki, iki büyük cildlik kitâb halinde yazılmışdır. Arabistânda dört dâhî yetişmişdir. Birincisi Mu’âviyedir. Hazret-i Ömer, Mu’âviyeye bakdıkca, (Arab hâkimlerinden, Acem pâdişâhları gibi şânlı ve kuvvetli olan budur) buyururdu. O kadar çok ihsân sâhibi idi ki, hazret-i Hasen, çok borçluyum dedikde, seksenbin altın vermişdir.) [Hazret-i Mu’âviyenin Ehl-i beyte olan sevgisi ve yardımı, buradan anlaşılmakdadır.]
Kudüs şehrinin birinci fâtihi hazret-i Ömer, ikinci fâtihi hazret-i Mu’âviye idi. Hazret-i Mu’âviye islâm memleketlerini, Afrikada, Tunusa, Asyada Buhârâya ve Yemenden İstanbula kadar genişletip, bu geniş memleketlere hâkim oldu. Heybetli, nûrlu, yakışıklı, güzel huylu, sevimli, işlerinde isâbetli, şânlı, şerefli bir devlet başkanı idi. Temiz ve yeni, şık giyinir, seçme atlara biner, saltanat sürerdi. Fekat Eshâb-ı kirâmdan olduğu için, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbeti bereketi ile, islâmiyyetden ayrılmakdan muhâfaza olunmuş idi.
Abdülhak-ı Dehlevî hazretlerinin fârisî (Medâric-ün
nübüvve) kitâbında 417. ci sahîfede ve
(Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi birinci cild 181. ci sahîfede diyor ki: Ebû Süfyân bin Harb Tâif
gazâ-
sında çok kahramanlık etdi. Bir gözü kör oldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ Ebâ Süfyân! Hangisini istersin? Eğer dilersen, düâ
edeyim, gözün yerine gelsin. Eğer dilersen Allahü
teâlâ, Cennetde sana bir göz versin) buyurdu. Ebû
Süfyân: Yâ Resûlallah! Cennetde göz verilmesini isterim dedi ve avucunda duran
gözünü yere atdı. Ebû Süfyân hazretleri Yermük gazâsında da, çok kahramanlık etdi. İkinci gözü de çıkdı. Orada şehîd oldu.
(Kısas-ı Enbiyâ) 314. cü sahîfesinde diyor ki, Mekkenin fethinden sonra, Ebû Süfyân ile oğlu Mu’âviye, Resûlullah ile birlikde Medîneye hicret etdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Süfyânı Necrân vilâyetine vâlî ta’yîn buyurdu. Hazret-i Mu’âviyeyi de vahy kâtibi yapdı.
Kısas-ı Enbiyâda 476. cı sahîfesinde diyor ki, Yermük gazâsında müslimânlardan üçbin kişi şehîd oldu. İçlerinde Eshâb-ı kirâmdan çok zevât var idi. Ebû Süfyânın dahî bir gözüne ok gelerek kör oldu “radıyallahü anhüm ecma’în”.
Abdülhak-ı Dehlevî hazretlerinin (Medâric-ün-nübüvve) kitâbı, ikinci cild, altıyüzseksendördüncü sahîfesinde diyor ki: Şâm vâlîsi Yezîd bin Ebî Süfyân vefât edeceği zemân, yerine
kardeşiMu’âviyeyi vâlî yapdı. Halîfe hazret-i Ömer, hazret-i Mu’âviyeninvâlîliğini tasdîk eyledi. Hazret-i Ömer vefât edinciye kadar dört sene ve hazret-i
Osmân, hazret-i Alî ve hazret-i Hasen zemânlarında onaltı sene Şâmda vâlî olarak kaldı. Hicretin kırkbirinci senesinde, hazret-i Hasenin halîfeliği bırakması
üzerine, meşrû’ halîfe oldu. Şâmda yirmi sene de halîfelik yapıp, yetmişsekiz yaşında iken (lâkve) denilen hastalığa yakalanarak vefât etdi. Hazret-i Osmânı
şehîd eden kâtillerin yakalanarak cezâlarının hemen verilmesini isteyenlerden idi. Hazret-i Alî ise, hilâfet işlerinin karışmaması için, bu cezânın
gecikdirilmesini istedi. Bunun üzerine hazret-i Mu’âviyeyi vâlîlikden azl eyledi. İmâm-ı Süyûtînin, imâm-ı Ahmedin Müsned kitâbından alarak bildirdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem, (Yâ Rabbî!
Mu’âviyeye yazı yazmağı ve hesâb öğret ve onu azâbdan koru!) buyurdu.
Kısâs-ı Enbiyânın ve kıymetli din kitâblarının (radıyallahü anh) diyerek hayr düâ etdikleri ve medh-ü senâ eyledikleri ve son nefeslerine kadar islâmiyyete hizmet için çalışdıklarını bildirdikleri, Ebû Süfyâna ve oğlu Mu’âviyeye “radıyallahü teâlâ anhümâ” dil uzatanların ve Resûlullahın bu iki sahâbîsini kötüliyenlerin ne kadar yanlış yolda oldukları yukarıdaki yazılardan anlaşılmakdadır.