Ehl-i sünnet âlimlerinden imâm-ı Birgivî “rahime-hullahü teâlâ”, türkçe (Birgivî vasıyyetnâmesi) kitâbında Ehl-i sünnetin Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıkları doğru ma’nâyı kısa ve açık olarak, pek güzel yazmakdadır. Kâdîzâde şerhi yirmidördüncü sahîfede buyuruyor ki:

Allahü teâlâ mürîddir. Ya’nî irâde sıfatı vardır. Dilediğini yapar. Var olmasını dilediğini var eder. Var olmasını dilemediği, var olmaz. Hiçbir şeyi yapmak, Ona lâzım değildir. Bir kimse, Ona güç ile birşey yapdıramaz. Çünki Allahü teâlâ, herkese gâlibdir.Kimse, Ona gâlib olamaz. Âciz değildir. Herşey, Onun dilemesiile var olmakdadır. Îmân, itâ’at gibi iyilikler ve küfr, isyân gibi bütün kötülükler, hep Onun irâdesi ile var olmakdadır. Mu’tezile fırkası diyor ki, (Allahü teâlâ, kötülüklerin, günâhların yapılmasını dilemez ve yaratmaz. Bunları insanlar ve şeytân yaratmakdadır. Çünki, kötülükleri yaratmak, kötülük yapmak olur. Allahü teâlâ ise, hiç kötülük yapmaz). Ehl-i sünnet, bunlara şöyle cevâb verdi ki, (Kötülükleri yaratmak, kötülük yapmak olmaz. İnsanların kötülük işlemesi, kötülük olur). Mu’tezile dedi ki, (Allahü teâlâ, kötülükleri ve küfrü takdîr etse, murâd etse idi, insanların küfre, kötülüklere râzı olması, bunları beğenmeleri îcâb ederdi. Çünki, kazâya rızâ göstermek lâzımdır). Ehl-i sünnet, şöyle cevâb verdi ki, (küfrün kendisi, Allahü teâlânın kazâsı, takdîri değildir. Makdîsidir. Ya’nî, kazâ olunan şeydir. Kazâ etmesine rızâ lâzımdır. Fekat, makdîye rızâ lâzım değildir. Allahü teâlâ, herşeyi halk ve takdîr ederim. Küfre râzı değilim buyurdu). Mu’tezile, (Allahü teâlâ kötülük yapılmasını dilese idi, kötülük, küfr ve isyân yapınca, sevâb kazanılırdı. Çünki, Allahü teâlânın dilediğini yapmış olurlar. Dile-

-90-

diğini yapmak, emrini yapmak demekdir) dedi. Ehl-i sünnet dedi ki, (İtâ’at etmek için, sevâb kazanmak için, ancak emrleri yapmak lâzımdır. İrâde edileni yapmak, itâ’at etmek olmaz).

Mu’tezile âlimlerinden, Rey şehrinin kâdîsı Abdülcebbâr Hemedânî, vezîr Sâhib bin İbâdın odasına geldi. İçeride, Ehl-i sünnet âlimlerinden Ebû İshak İsferâînîyi “rahime-hullahü teâlâ” görünce aralarında, şöyle bir konuşma geçdi.

Ab. Ceb. - Allahü teâlâ, kötülükleri, günâhları irâde etmez, istemez ve yaratmaz. Bunları, kötü insanlar ve şeytân yaratır.

Ebû İshak - Hayrların ve şerlerin hepsini Allahü teâlâ yaratır. Onun mülkünde, yalnız Onun dilediği var olur.

Ab. Ceb. - Rabbimiz, kendine isyân olunmasını diler mi?

Ebû İshak - Allahü teâlâ, küfrü ve günâhları dilemese ve yaratmasa, kullar güç ile, zor ile, Ona isyân mı edebilir? Kullar, irâde-i cüz’iyyeleri ile küfr, günâh, kötülük yapmak ister. Hak teâlâ da dilerse, onların istediğini yaratır.

Ab. Ceb. - Allahü teâlâ bir kimseye hidâyet dilemese, onun küfr, kötülük yapmasını takdîr ve kazâ edip yaratsa, buna iyilik mi etmiş olur, yoksa kötülük mü?

Ebû İshak - Eğer kulun hakkını vermeği dilemezse, kötülük olur. Fekat kendi hakkını almağı dilemezse kötülük olmaz. Zerre kadar iyilik yapana karşılığını verecekdir. Kimsenin iyiliği karşılıksız kalmıyacakdır. Küfrden başka kötülüklerin birçoğunu da afv eder. Küfrü dilemesine gelince, Hak teâlâ alîmdir. İlerde olacak herşeyi bilir. Hakîmdir, herşeyin en iyisini yapar. Dilediği kulunu rahmetine kavuşdurur ve hidâyet ihsân eder. Hiçbir şeyi yapmağa mecbûr değildir. Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde Fâtır sûresi, sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Dilediği kimseleri iğri, sapık yolda bırakır. Dilediği kimselere hidâyet eder. Doğru, iyi yolu gösterir) buyuruldu. Ya’nî, iyiliği ve kötülüğü, kulların irâde etmesi, dilemesi ile yaratır. Kulun irâdesi yaratmağa sebebdir, vâsıtadır. Mü’minler irâde-i cüz’iyyeleri ile îmânı ve itâ’atı dileyince, Allahü teâlâ da diler ve yaratır. Eğer, Allahü teâlâ da dilemeseydi, kimse mü’min olmaz, itâ’at etmezdi. Kâfir küfrünü ve fâsık günâh işlemesini dileyince, o da irâde ederse, yaratır. Eğer dilemezse, kimse kâfir ve fâsık olamaz.

Yalnız kulun dilemesi ile bir şey var olmaz. Hak teâlâ da dileyince var olur. Allahü teâlâ, şerleri, kötülükleri de diler ve yaratır. Fekat, bunları sevmez, râzı olmaz. Hayrları, iyilikleri ise hem diler, hem de râzı olur, beğenir ve yaratır. Allahü teâlâ dilemedikçe, bir sinek, kanadını kımıldatamaz. İnsanların yapdıkları bütün iyi

-91-

likler ve kötülükler, hep Onun dilemesi ile oluyor. Kullar birşey yapmak irâde edince, O irâde etmezse o iş olmaz. O da dilerse, olur. Var olmasını dilemediği şey, var olmaz. Var olursa, acz, gücü yetmemek olur. Allahü teâlânın herşeye gücü yeter. Dilese bütün insanlar ve cinnîler mü’min olup itâ’at eder. Dileseydi, hepsi kâfir olurdu.

Süâl: Herşey, Onun dilemesi ile oluyor. Kâfirlerin küfrünü dilemişdir. Onlar, bu irâdeye karşı gelemezler. Bunun için zor ile kâfir oluyorlar. Onlara îmân etmelerini emr, olmayacak şeyi istemek olur. Onların îmân etmesini emr ediyor da, niçin îmân etmelerini dilemiyor? Herkesin îmân etmesini emr ediyor da, niçin herkesin îmân etmesini irâde etmiyor, dilemiyor?

Cevâb: Allahü teâlâya, yapdığı şeyleri beğenmiyerek, bunların sebebi sorulmaz. Allahü teâlâ, ileride olacak herşeyi ezelde, sonsuz geçmişde biliyordu. İlmi, olacak şeylere tâbi’dir. Ya’nî nasıl olacaklar ise, öylece bilmişdir. Öyle olacakları için öyle bilmişdir. Yoksa, öyle bildiği için, öyle olmağa mecbûr olmuyorlar. İşte, Allahü teâlânın irâdesi, bu ilmine uygun oluyor. Kudret ve tekvîn sıfatları da, irâdesine uygun oluyor.

Kullarda, irâde-i cüz’iyye, ya’nî seçmek, dilemek vardır. Birşeyi yapmak isterler veyâ istemezler. Ehl-i sünnetin iki imâmından Ebû Mensûr Mâtürîdî “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki, irâde-i cüz’iyye, başlı başına bir varlık değildir. Dışarda var değildir. Kudret-i ilâhiyye ile ilgisi yokdur. Allahü teâlâ, filân kimsenin günâh işlemek isteyeceğini ezelde biliyordu. O kimse, isteyince, Allahü teâlâ da diler ve yaratır. Günâh hâsıl olur. Kulun irâdesi, Allahü teâlânın kazâsına, takdîrine ve yaratmasına sebeb olmakdadır.

İnsanların yapamıyacağı şeyler, üç dürlüdür:

1 - O şeyin kendi yapılamaz. İki cismi, bir anda, bir yerde bulundurmak gibi. Şişeden suyu çıkarmadan, başka sıvı doldurulamaz.

2 - Kendi yapılabilir. Fekat âdetde kullar yapamaz. Bir dağı yerinden kaldırmak gibi.

3 - Yapılabilir. Fekat, Allahü teâlâ, kulun yapmıyacağını bildiği için, kul onu dilemez. Allahü teâlâ, birinci ve ikinci kısmları emr etmedi. Üçüncü kısmın yapılmasını emr etmekdedir. Meselâ, Ebû Cehlin îmân etmiyeceğini ezelde bildiği ve küfrünü dilediği hâlde, îmân etmesini emr etdi.

Demek ki, insan yapmağı ve yapmamağı seçmekde, dilediğini yapmakdadır. Kulun bu dilemesi, Allahü teâlânın irâde etmesine

-92-

ve yaratmasına sebeb olmakdadır. Kul, hayr işlemek isteyince, O da ister ve yaratır. Kötülük işlemek dileyince, O da ister ve şerri yaratır. Kimseyi zor ile kâfir yapmaz ve kimseye zor ile günâh yapdırmaz.

Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi şöyledir ki, herşeyi sebeb ile yaratmakdadır. İnsanların irâdelerini de, bunların iyi ve kötü işlerini yaratmağa sebeb kılmışdır. Îmânı, hayrı, sevâbı kullarına bildirmek için Peygamberler “aleyhimüsselâm” gönderdi. Îmân etmeği ve ibâdet ve iyilik yapmağı emr etdi. Küfrü ve günâh işlemeği, kötülük yapmağı yasak etdi. İnsanlara akl verdi. Aklı olana emr etdi.

Allahü teâlâ, dilediğini yaratır. Yaratdığı herşeyde nice fâideler vardır. Ya’nî hakîmdir. İnsan aklı bunları anlayamaz. Akl ancak alışdığı, duygu organları ile aldığı bilgileri ölçer, kavrar. Kâfirleri yaratdığında, bunlara uzun ömr, bol rızk, mevkı’, rütbe verdiğinde, küfrlerini, kötülük yapmalarını dilediğinde ve yılanları, hınzırları, zehrleri yaratdığında [insanları öldürücü, memleketleri yıkıcı enerji kaynakları yaratdığında, görülemiyen atomun, düşünülemiyen küçücük çekirdeğinde, aklları şaşırtan, şehrleri yok eden mu’azzam kuvvet yerleşdirmesinde, ışık, elektrik, mıknatıs ve kimyâ enerjileri yaratmasında, fizikde, kimyâda, biyolojide okunan ve pekçoğu henüz anlaşılamıyan madde ve kuvvet ve hayât kanûnlarını, nizâmını kurmasında] sayısız hikmetler, fâideler vardır. Fâidesiz birşey yapmak sefâhetdir, aşağılıkdır. Allahü teâlânın her yaratdığında, çeşidli fâide vardır. İrâdesi Onun sekiz sıfatından biri olup kadîmdir, hep var idi. Ezelde kendi de, sekiz sıfatı da hep var idi. Sonradan olma değildirler. Müşebbihe fırkasından Kerrâmiyye adındaki zındıklar, irâde sıfatı kadîm değil hâdisdir, ya’nî sonradan olmadır dedi. Kâfir oldular. Sekiz sıfatdan birine kadîm değil, hâdis diyen kâfir olur.

Allahü teâlâ, herşeyi tekvîn sıfatı ile yaratmakdadır. Tekvîn var etmek demekdir. Yerde ve göklerde bulunan bütün varlıkları, maddeleri, cismleri, özellikleri, olayları, kuvvetleri, kanûnları, bağlantıları yaratan, yalnız Odur. Ondan başka yaratıcı yokdur. Ondan başkasına yaratıcı denemez ve kimseye, bir şey yaratdı denemez. Kur’ân-ı kerîmde meâlen, (Her şeyi yaratan, yalnız Allahü teâlâdır) buyuruluyor. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Yaratan ve emr eden yalnız Odur) ve Yasîn-i şerîfdeki bir âyet-i kerîmede meâlen, (Yalnız O yaratıcıdır ve çok bilicidir) buyuruldu. Karada, denizlerde, havada yaşıyan hayvanların [mikrobların, atom çevresindeki elektronların, moleküllerin, iyonların] ve insanların, meleklerin ve cinnîlerin, ya’nî her var olanın kendisini ve hareketle-

-93-

rini ve işlerini ve durmalarını, ibâdetlerini ve günâhlarını, iyiliklerini, zararlarını, küfrlerini ve îmânlarını yaratan Odur. Mu’tezile diyor ki, (Kullar, işlerini kendileri yaratır. Hak teâlâ, kullara çok kudret verip, kendi işlerini kendileri yaratır. Hayvanlar da böyledir). Bu sözleri yanlışdır.

İnsanlar ve hayvanlar, irâde-i cüz’iyyeleri ile bir işi yapmağı diler. Bu dilemeğe (Kesb etmek) denir. Allahü teâlâ da, dilerse, bu işi yaratır. Kul birşey yaratamaz. Bizim [ya’nî Kâdîzâde Ahmed efendinin] (İrâde-i cüz’iyye) risâlemizde bunu uzun açıkladık. Elin, ayağın kımıldamasını, dilin söylemesini, gözün açılıp kapanmasını ve görmesini yaratan Odur. Sineklerin, böceklerin, mikrobların, yıldızların, rüzgârların hareketlerini [ve titreşimlerini, elektrik itme ve çekmesini, maddenin çekimini, sıvıların ve gazların kaldırma kuvvetlerini] yaratan yalnız Odur. İnsanların, hayvanların, cinnîlerin ve rûhlarımızın rızkını yaratan, gönderen Odur. Halâla da, harâma da rızk denir. Mu’tezile, harâmdan gelen, rızk değildir, dedi. Bu sözleri yanlışdır. Her canlının rızkı tükenmeyince eceli gelmez, ölmez. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Rızk, ibâdet yapmakla artmaz, bereketlenir. Allahü teâlâ herkesin rızkını ezelde takdîr, ta’yîn etmiş, ayırmışdır. Bu, artmaz ve azalmaz. Canlıları öldüren, ölüleri dirilten, sağlamları hasta yapan, hastaları iyi eden yalnız Odur. Mikroblar, tabîb ve Azrâîl aleyhisselâm, birer sebebdir. Bunlar te’sîr edince, işi yaratan, bunlara te’sîr veren Odur. Ateşde yakmak, karda soğutmak, [elektrikde ısı, ışık ve elektroliz hâsıl etmek] hâssalarını hep O yaratmakdadır. Ateş, kar, elektrik, görünen sebeblerdir. Allahü teâlânın âdeti olan vâsıta ve şartlardır. [Duygu organlarımızı, bunlardaki duyma kuvvetlerini, hücrelerdeki beslenme, üreme, zararlı maddeleri çıkarma, oksidlenme ve osmoz olaylarını, kalbi, kanı, kan sisteminin, öteki doku ve organların ve sistemlerin çalışmalarını, aralarındaki düzeni yaratan hep Odur. Komünistler, kitâbsız kâfirler ve çok eskiden beri gelen zındıklar] sapıklar diyor ki, her madde ve kuvvet, kendi özelliği ile kendisi te’sîr eder. Meselâ, ateş yakıcıdır. Her zemân, elbette yakar. Bu sözleri çok yanlışdır. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” buyuruyor ki, sebeblerin te’sîri kendiliğinden değildir. Sebebleri var edince, bunların te’sîrini, işlerini de hemen yaratması, Onun âdetidir. Ateşde yakmak özelliğini yaratmasa, hiç yakamaz. Ateşe düşen kimseyi, o istemezse, ateş yakmaz. Maddenin kendinde özellik yokdur. Maddenin özelliklerini, sebeblerin te’sîrlerini ve işlerini, Hak teâlâ yaratıyor. O dilemezse, bu özellikleri ve te’sîrleri yaratmaz. Dileseydi, karda sıcaklık, ateşde soğukluk yaratırdı. Kılıcın kesmesini, merminin delmesini, zehrin öldürme-

-94-

sini yaratan Odur. Denize düşende boğulmayı yaratıyor. Dilerse boğulmaz, sağlamlaşır. Kuşun, tayyârenin uçmasını, [havanın kaldırmasını, sürtünme kuvvetlerini] yaratan Odur. Bu özellikleri, kuvvetleri yaratmasa, uçurmaz. Hastalıkları, çeşidli ilâçlarda çeşidli hâssaları yaratmakdadır. İbrâhîm aleyhisselâm, Nemrûdun ateşinde oturdu. Hiç yakmadı. Eğer yakmak, ateşin tabî’atı, özelliği olsaydı elbette yakardı. Yakmağı yapan, ateş değildir. Allahü teâlâ yakdırmakdadır. Allahü teâlâ, maddelerde dilediği özelliği, işi, yaratır. Yaratdığı iş, maddeden hâsıl olur. Fekat, Allahü teâlânın hikmeti ve âdeti şöyledir ki, her maddeye belli özellik, belli etki vermişdir. Maddeleri, birbirlerinin değişmesine sebeb kılmışdır. Buğday tohumundan buğday, arpadan arpa yaratır. İnsandan insan, hayvandan kendi cinsini yaratır. [Vebâ basîlinden tâ’un, menengokokdan menenjit yaratır. Atomlar arasındaki elektron alışverişini, radioaktiviteyi ve çekirdek reaksiyonlarını, her maddede başka şeklde yaratıyor.] Yemek ile karın doymasını yaratıyor. Eğer doymak yaratmasa, tonlarca yisek doymazdık. Susuzluk yaratmasaydı, hiç su içmesek susamaz idik.

Ondan başka yaratıcı yokdur. Her var olanı, o yaratmışdır. Maddeleri hareket etdirir. Yerlerini değişdirir. Bir zemândan, başka zemâna götürür. Bir hâlden başka hâle döndürür. Akllara hayret verecek şeyler yaratır. Bir damla menîden ve görülemiyen spermatozoidden bir olgun insan yaratır. [Nûh aleyhisselâm gibi büyük bir Peygamberden, Ken’an adında âsî, kâfir ve ahmak bir oğul yaratır. Ebû Cehl gibi taş yürekli, örümcek kafalı bir kâfirden, İkrime gibi bir mü’min oğul yaratır. Elinin, dilinin, vücûdunun her zerresinin düzgün yapıları, özellikleri ve hareketleri ile, Onun varlığını, irâdesini, kudretinin büyüklüğünü anlatan, i’lân eden alçak bir kâfirin kalbinde küfr yaratır. Bunların, söz ile, yazı ile, rütbe ve mal gücü ile, dîne saldırmalarını yaratır. Kendi mahlûkunu, eserini kendine düşman yapar. İnsanların yüreğinde yerleşdirdiği, gönül [kalb] adındaki bir cevherin, kuvvetin ba’zısını nûrlandırarak, temizliyerek, kendine ayna yapar. Ba’zısını da, karartarak, küfr ve kötülük deposu yapar.] En küçük zerre olan, mikroskobda bile görülemiyen atomun derinliğinde, çekirdeğinde, dağları deviren nükleer kuvvetler yaratır. Pancarda şeker yaratır. Yaprakda fotosentez, özümleme kuvveti yaratır. Arıda bal yaratır. Bir buğday dânesinden, nice buğday yaratır. Cansız yumurtada, canlı hayvan yaratır. Çiçeklerde esanslar, güzel kokular yaratır. Kuru ağaçda, yapraklar, çiçekler, meyveler yaratır. Su içinde hayvanlar, çiçekler, ağaçlar yaratır. Acı su içinde tatlı su yaratır. [Kimyâ reaksiyonları ve nice fizik ve kimyâ özelliklerini yaratır. Topra-

-95-

ğı bitki hâline, bitkiyi hayvan hâline döndürür. İnsanları, hayvanları çürütüp toprak maddelerine, su ve gazlara döndürür. Herşeyin tersini de yapdığı, reversibl tepkimeler yapdığı gibi, bunun da ters, geri dönen hâlini yaratır. Bu kâinât fabrikasında herşeyi, hesâblı, düzenli yaratmakdadır. Gelişi güzel, yıkıcı, bozucu görünen değişmelerin, hepsinin de çok hesâblı, çok âhenkli, bağlılıklar, akllara hayret veren bir düzen içinde yaratıldığı, fen ışığı altında, günden güne dahâ iyi anlaşılmakdadır.]

8 - (Yâ Resûlallah! Yetmişüç fırkadan kurtulan fırka-i nâciyye hangisidir? dediklerinde: Ehl-i beytim Nûhun gemisi gibidir. Ona binen kurtulur buyurdu) diyor.

Hâlbuki, bunu başka zemân buyurmuşdu. Bu süâle cevâb olarak, (Fırka-i nâciyye, Benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir) buyurduğu, kitâblarda yazılıdır. Hadîs-i şerîfleri de sıkılmadan değişdirmekdedir. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın yolunda olan doğru îmânlı müslimânlara (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) denir.

9 - (Cemî’i Eshâb ne mu’tezilî, ne Şâfi’î, ne Mâlikî, ne Hanefî ve ne de Hanbelî idi. Fırka-i vâhide ve nâciyye, Resûlullahın ve Ehl-i beytin yolunda olanlardır. Ehl-i beyt-i Resûl yolunda olmıyan, kurtulamaz) diyerek kendilerinin Ehl-i beyt i’tikâdında olduğuna inandırmak istiyor.

Hâlbuki, Ehl-i beytin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” i’tikâdı, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” i’tikâdıdır. Ya’nî Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” i’tikâdıdır. Bu da, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği i’tikâddır. Binlerle (Ehl-i sünnet) âlimi bu i’tikâdı toplamış, herbirini kitâblarına, vesîkaları ile yazmışdır. İctihâd derecesine yükselmemiş, din bilgisinde ihtisâs kazanmamış birkaç kimse, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden bozuk ma’nâlar çıkararak, bu uydurma ve gülünç sözlerine, Ehl-i beyt mezhebi demiş, herkesi inandırmak istemişdir. İslâm düşmanları da, bu fitneyi alevlendirmiş, sinsice kitâblar yazmışlardır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, ilminin büyük bir kısmını, hocası olan Ehl-i beytin göz bebeği, imâm-ı Ca’fer Sâdıkdan öğrenmiş ve öğrendiği bilgileri talebesine bildirmişdir. O hâlde (alevî) demek, ya’nî imâm-ı Alînin yolunda ve Ehl-i beyt mezhebinde demek, Ehl-i sünnet demekdir. Ehl-i sünnete alevî demek yerinde olur. Şimdi Îrânda, Sûriyede ve Irakda kendilerine (alevî) diyenler, alevî değildir.

(Mevdû-ât-ül-ulûm) kitâbı altıyüzyedinci sahîfesinde diyor ki: Eshâb-ı kirâmın inanışı, hep birbiri gibi idi. Çünki, hepsi Resûlul-

-96-

lahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmakla ve hizmetini yapmakla şereflendi. Bu sohbetin ışığı altında şübheleri kalmadı. Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâsını iyi anladılar ve tam inandılar. Sahâbe-i kirâm kalmayınca, yer yer câhiller, nefslerine aldananlar türeyerek, yanlış söylemeğe ve yazmağa başladı. Herbiri yoldan çıkdı. Birçoklarını da yoldan çıkardı. Bid’atler, yanlış yollar, ortalığa yayılmağa başladı. Ehl-i islâm, yetmişüç fırkaya ayrıldı. Âlimlerden bir kısmı, taşkınlıkdan ve şeytâna uymakdan korunup, Eshâb-ı kirâm yolunda kaldı. Bu doğru yolda bulunanlara (Ehl-i sünnet) denildi. Ehl-i sünnet âlimleri, ibâdetde, iş yapmakda birçok mezheblere ayrıldı. Zemânımızda, dört mezhebin kitâbı vardır. Bunlar, Hanefî, Şâfi’î, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleridir. Bunlardan başka, hak mezheb kalmadı. Ehl-i sünnetin mezheblere ayrılması, Allahü teâlânın merhametidir. Âl-i İmrân sûresi, yüzbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Birbirlerinden ayrılanlar ve açık âyetler, alâmetler geldiği hâlde, çeşidli yollara sapanlar gibi olmayınız!) buyuruldu. Beydâvî “rahmetullahi aleyh” bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken diyor ki, (Yehûdîlere ve Nasârâya, ya’nî hıristiyanlara, üzerinde birleşmesi lâzım olan doğru yol, açık vesîkalarla bildirildiği, sağlam senedlerle gösterildiği hâlde, bunlar, Allahü teâlânın bir olduğunu hiçbir mahlûka benzemediğini ve âhıretdeki varlıkları anlıyamadılar. Çeşid çeşid şeyler söylediler. Ey müslimânlar, siz de bunlar gibi fırkalara parçalanmayınız!). Bu âyet-i kerîme, inanılacak şeylerde parçalanmağı, yasak etmekdedir. Fıkh bilgisinde, ibâdet etmekde mezheblere ayrılmağı yasak etmiyor. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ümmetimin birbirinden ayrılması [Fıkh bilgisinde ayrılması] rahmet-i ilâhîdir) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde de, (Müctehid, doğru ictihâd edince, iki sevâb kazanır. İctihâdında yanılırsa, bir sevâb verilir) buyuruldu.

10 - (Mağarada berâber bulunduğunu bildiren âyet-i kerîmede, Ebû Bekr hakkında bir fazîlet olmayıp, belki bu âyet, onun îmânsız olduğunu ve fadîhatini göstermekdedir. O gece, Cebrâîl nâzil olup, bu gece, kâfirler, seni öldürmeğe karâr verdi. Eshâbının hepsine söyle ki, bu gece evlerinden çıkmasınlar. Sen yalnızca filan mağaraya git dedi. Hazret-i Resûl da, gurûba yakın, Eshâbı toplayıp bu emri bildirdi. Gece hazret-i Alî, yaşı küçük olduğu hâlde, korkmıyarak, yatağına girdi. Resûlullah, mağaraya giderken, uzakdan biri geldiğini görüp durdu. Gelince Ebû Bekr olduğunu anladı. Ey Ebû Bekr, Allahın emrini size söylemişdim. Niçin sokakda dolaşıyorsun, dedi. Yâ Resûlallah! Senin için korkdum. Seni yalnız bırakıp, evimde oturamadım, dedi. Resûlullah düşü

-97-

nürken, Cebrâîl gelip, Yâ Resûlallah! Ebû Bekri bırakma! Kâfirler gelip, Ebû Bekri tutarak, senin ardınca gelip, seni bulur, öldürürler dedi. Hazret-i Resûl nâçar kalıp, Ebû Bekri mağaraya götürdü. Çünki, hazret-i Resûlün kâfirlerden ve Ebû Bekrden emniyyeti yok idi. Hak teâlâ, Ebû Bekrin ve Eshâbın nifâk yapacağını haber vermiş, Ebû Bekrden vukû’a gelecek şeyleri bildirmişdir ve (Kalblerinde olmıyanları söyliyorlar) buyurmuşdur. Bunların nifâklarını bildiren âyetler çokdur. Resûlullah, enîs ve celîse muhtâc değildi. (Görmediğin askerler ile Allah seni kuvvetlendirdi) âyeti, bunu gösteriyor. Ebû Bekr hiçbir gazâda bulunmamış, firâr etmişdir. Mü’minin kâfire, kâfirin mü’mine sâhib [arkadaş] olduğunu gösteren âyetler çokdur. Arabcada, eşeğin insana sâhib olduğunu söylemek çok olmuşdur. O hâlde, Ebû Bekre sâhib denilmesi bir meziyyet olamaz. Mağarada Resûlullah için korkdu ise, bu korkusu ibâdet olur. Ona korkma demek, ibâdetden men’etmek olur. Resûlullah bir kimseyi ibâdetden men’etmez. Korkusu günâhdan ise ve Allahü teâlânın Peygamberine inanmamış olduğundan ise, sâhiblikden ona ne fâide olur? Korkma demek, ona fâide vermez. Resûlullah, elbette günâhı men’eder. Resûl ona, düşmanlardan mahfûz kalacağım demişdi. Buna i’timâd etmedi. Bağırıp çağırmakdanmaksadı, kâfirlere haber vermek idi denilse yerinde olur. Îmânı olsaydı, Allahü teâlâ onu da, yılan sokmasından korurdu. Allah bizimle berâberdir demek de ona kıymet vermez. (Üç kimse gizli konuşsa, onların dördüncüsü Allahü teâlâdır) buyuruldu ki, gizli konuşan kâfirler de kıymetli olmak lâzım gelir. Ebû Bekrin rüsvâlığını ve îmândan mahrûm olduğunu, bu âyet-i şerîfe açıkca gösteriyor. Âyet-i kerîmede, ona sekîne, râhatlık verdim diyor. Onlara verdim demiyor. Bu da îmânı olmadığını gösteriyor. Böyle fâsıkları, fâcirleri, belki kâfirlerden dahâ kötü olanları efdal deyip, hânedân-ı nübüvvetin ma’sûmları üzerine tercîh gösteriyor ki, Resûlullahdan sonra hicret edenlere, Muhâcir denir. Berâber veyâ önce gidenler, muhâcir olmaz) yazıyor.

Hâlbuki mağarada berâber bulunduğunu bildiren, Tevbe sûresinin kırkıncı âyet-i kerîmesi, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” fazîletini, şerefini göstermekdedir. Çünki, o gece, Cebrâîl aleyhisselâm gelip, (Bu gece, kâfirler seni öldürmeğe karâr verdi. Bu gece, Alîyi “radıyallahü anh” yatağına yatır ve Ebû Bekr-i Sıddîk ile, Medîne-i münevvereye hicret et!) dedi. O gece, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” yaşı küçük idi demesi de yanlışdır. Yirmiüç yaşında idi. Alî “radıyallahü anh”, bin cânım da olsa, senin yoluna fedâdır diyerek yatağa girdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Safer ayının yirmiyedinci perşembe gecesi kapı-

-98-

dan çıkıp, Yasîn sûresinin başından oniki âyet-i kerîme okuyup, sokakda dizilmiş olan kâfirlerin üstüne üfledi. Hızla geçip, bir yere gitdi. Öğle vakti hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın evine teşrîf eyledi. Ebû Bekre haber verdiler. Kapıda, ay doğmuş gibi Resûlullahın cemâlini görünce, (Ne emriniz var yâ Resûlallah! İçeri buyurup emredin) dedi. İçeri teşrîf edip, (Bu gece Medîneye hicret etmeğe emr aldım) buyurdu. Ebû Bekr, (Berâber olup, hizmetinizde bulunmakla şereflensem) dedi. (Sen de berâbersin) buyurunca, hazret-i Ebû Bekr sevindi. (Bana hicret için bir deve lâzım) buyurunca, hazret-i Ebû Bekr, (Bütün malım, canım, evlâdlarım sana fedâ olsun. İki devem var. Hangisini istersen sana hediyyem olsun) dedi. (Her zemân hediyyeni kabûl etdim ve edeceğim. Fekat bu gece hicret etmek ibâdetini kendi malımla yapmak isterim. Bir deveni bana sat!) diye emr buyurdu. Parasını verdi. Emr edip, kılavuz olarak, Abdüllah bin Ureykıt isminde birini Ebû Bekr çağırdı. Para ile kılavuz tutup, iki deveyi ona teslîm etdi. Üç gün sonra, develeri Sevr dağındaki mağaraya getir, dedi. Ebû Bekrin oğlu Abdüllaha tenbîh edip, (Her gece mağaraya gelip, Mekkede dolaşan haberleri bize ulaşdır) buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîkin kızı Esmâ, üç günlük yemek hâzırladı. Paketi bağlıyacak ip bulamayınca, kuşağını çözüp ikiye yarıp, paketi bağladı. O günden beri, Esmânın ismi (iki kuşaklı Esmâ) kaldı. Ebû Bekr-i Sıddîk kapıyı açıp, çıkacakları zemân, (Kapıyı kapa. Arka pencereden çıkacağız) buyurdu. Ayak izleri belli olmasın diye pencereden atladılar. Mağara önünegelince, Ebû Bekr, (Durun yâ Resûlallah! Önce ben girip bakayım. Zararlı birşey varsa, mubârek vücûdunüze birşey olmasın) deyip, içeri girdi. Mağaranın içini temizledi. Gömleğini çıkarıp, parçalıyarak delikleri kapadı. (İçeri buyurun yâ Resûlallah!) dedi. İnsanların efendisi, Allahü teâlânın sevgilisi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, karanlık mağaraya teşrîf buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîk, sonraları demişdi ki, (Mağaraya gelince bakdım, mubârek ayakları kanamışdı. Ağladım. Nâzik ayaklarının yalın ayak [çıplak] yürümeğe alışık olmadığını buradan anladım).

[Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi çıkdılar. Efrencî Eylül ayının yirminci ve Rebî’ul-evvelin sekizinci pazartesi günü Medînede Kubâ köyüne geldiler. O gün, müslimânların (Hicrî şemsî sene) başlangıcı oldu. 623. cü mîlâdî sene başı, hicrî şemsî ve kamerî birinci seneleri içinde oldu.]

Görülüyor ki, Ebû Bekr-i Sıddîkı “radıyallahü anh” lekelemek için, hicreti yanlış anlatmakda, okuyanları ağlatıp, aldatmak için Alî “radıyallahü anh” küçük çocuk iken yatağa girdi demekdedir. Eshâb-ı kirâmı kötüliyebilmek için âyet-i kerîmelere yanlış ma’nâ

-99-

vermekden, hadîs uydurmakdan, sahîh hadîsleri inkâr etmekden çekinmemekdedir. Kâfirler, münâfıklar hakkında gelmiş olan âyet-i kerîmeleri, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk için ve Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” için gelmişdir demek alçaklığında bulunmakdadır. Nitekim, Feth sûresinde, onbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Cihâda gelmek istemeyip kaçdıkları hâlde, gelecekdik ammâ, iş, güçden başımızı kaldıramadık diyenler, kalblerinde olmıyan şeyleri söyliyorlar) buyuruldu. Bunun hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk için olduğunu yazarak, âyet-i kerîmeyi değişdirmekdedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, sapık kimselerin çıkacağını, çeşidli hadîs-i şerîflerde haber vermişdi. Bu hadîs-i şerîflerden birisinde, (Müslimân adını taşıyanlardan en çok korkduğum kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını değişdirenlerdir) buyurdu. Bir kerre de, (Kâfirler, islâm düşmanları için gelmiş olan âyet-i kerîmeleri, müslimânlara yükletirler) buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîk ileÖmer Fârûkun “radıyallahü anhümâ” Bedr, Uhud, Hendek, Mekkenin fethi ve Huneyn ve Tebük ve bütün cihâdlarda bulundukları ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” etrâfında pervâne gibi dolaşdıkları, bütün siyer kitâblarında ve hattâ tefsîrlerde yazılıdır.

Ebû Bekr “radıyallahü anh” ba’zı seriyyelerde, kumandanlık da etmişdi. Meselâ, hicretin yedinci yılı, Şa’bân ayında, bunun kumandasında bir bölük, Fezâre kabîlesine gönderildi. Gidip bir kısmını katl, büyük mikdârda kâfiri de esîr edip Medîneye getirdi.

Mühim olan şu misâli de bildirelim: (Menâkıb-i Çihâr yâr) kitâbında diyor ki, Bedr gazâsında, Ramezân-ı şerîfin onyedinci Cum’a günü, temmuz ayının öğle sıcağında, iki taraf hücûm etmişdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Bekr, Ömer, Ebû Zer, Sa’d ve Sa’îd ile “radıyallahü anhüm” kumanda yerinde oturmuşdu. İslâm askeri sıkıntı çekiyordu. Sa’d ve Sa’îdi yardıma gönderdi. Sonra Ebû Zeri gönderdi. Sonra, Ömeri gönderdi. Bir sâat geçdi. Ebû Bekr, sıkıntının azalmadığını görerek, kılıcını çekip, atını sürerken, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” elinden tutup, (Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mubârek yüzünü görmekle hafîfliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor) buyurdu.

Sâhib [arkadaş] olmak iyi ve kötü kimseler hakkında ve hayvanlar için de kullanılır. Fekat bu arkadaşlığın iyi ve medh için mi, yoksa kötülemek için mi olduğu, âyet-i kerîmelerin ma’nâsından, açıkça anlaşılmakdadır. Hattâ, ba’zı âyetlerde, efendi, hâmî, nasîhat verici ma’nâsına gelmekdedir. Bunları anlamak için, lügat, metn-i lügat, iştikak, sarf, nahv, beyân, bedî, meânî ve belâgat gibi

-100-

geniş ve derin ilmleri iyi bilmek lâzımdır. Bunları öğrenmeden âyet-i kerîmelere, çala kalem ma’nâ verenler, Kur’ân-ı kerîme iftirâ etmiş olurlar. Allahü teâlâ, En’âm sûresi, yirmibirinci âyetinde, böyle iftirâcılardan şikâyet etmekde, bunların, zâlimlerin en kötüsü olduklarını bildirmekdedir. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” için, sâhib buyurulması, onun için kıymet ve meziyyet olduğunu aynı âyet göstermekdedir. Çünki, kendisine, korkma denilmiş ve sekîne [râhatlık, cesâret] gönderilmişdir.

Korkmak, üzülmek, yalnız başına, ibâdet değildir. Günâh da değildir. Sebebine, niyyetine göre ibâdet veyâ günâh olur. Gusl abdesti, oruc, Allah yolunda cihâd gibi ibâdetleri yaparken, zarar görmekden korkmak, günâhdır. Büyüklüğünü düşünerek, Allahü teâlâdan korkmak, ibâdetdir. Çünki birinci korku, farzları yapmağa mâni’ olmakda, ikincisi ise, insanı harâmdan korumakdadır. Hüseyn vâ’iz-i Kâşifî Hirevî “rahime-hullahü teâlâ” tefsîrinde buyuruyor ki, (Kâfirler, mağara önüne geldi. Ebû Bekr dedi ki: Yâ Resûlallah! Kâfirlerden biri ayağı altına doğru bakarsa, bizi görür. Resûlullah buyurdu ki, (O iki kişiye ne olur sanıyorsun ki, onların üçüncüsü Allahü teâlâdır). Bu hadîs-i şerîf, Ebû Bekrin üstünlüğünü göstermekdedir. Ya’nî Allahü teâlânın yardımı, koruması bizimledir buyurdu). O hâlde, Ebû Bekr-i Sıddîka korkma demek, kendini üzme demek olup, bana olan sevgini, kalbinden çıkar demek değildir. Demek ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın, Resûlullah için olan korkusu kalbindeki sevginin, ya’nî ibâdetin alâmeti idi. Ona korkma buyurulması, bu en kıymetli, en fazîletli ibâdeti haber vermekde olup, onu ibâdetden men’ etmek değildir.

Resûlullahın düşmanlardan mahfûz kalacağını Eshâbına haber verdiğini yazdığı hâlde, (Cebrâîl gelip, yâ Resûlallah! Ebû Bekri bırakma! Kâfirler onu tutarak, senin yolunu bulur ve öldürürler dedi) diyor. İki yazısı birbirini tutmuyor. Uydurma oldukları meydâna çıkıyor.

Ebû Bekr-i Sıddîk bağırıp çağırmadı. Bütün kitâblar diyor ki, (Yâ Resûlallah, mubârek vücûdünüze bir zarar yapmalarından korkuyorum) dedi. Mağarada, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize zarar gelmesin diye, açık kalan bir deliğe, mubârek ayağını kapamışdı. Delikdeki yılanın ayağını sokması niçin bir kusûr olsun? Resûlullahı da “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir zemân akreb sokmuşdu. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” ciğerpâre oğlu Muhsini horoz gagalayıp ölümüne sebeb olmuşdu. Haseni “radıyallahü anh” zehr öldürmüşdü. Bunlar neden suç olsun? Niçin îmânsızlığa alâmet olsun?

-101-

Allahü teâlânın, kullarla berâber olması, sıfatlarının berâber olması demekdir. Kahr, gadab sıfatının berâber olması, felâket ve rüsvâlık olduğu gibi, rahmet, nusret, muhabbet sıfatlarının berâber olması da kıymet ve se’âdet olur. Resûlullah, (Allah bizimle berâberdir) buyurarak, kendi zât-ı risâletpenâhîsine mahsûs olan berâberliğe, hazret-i Ebû Bekri de katıyor. Böylece, kendine tecellî eden, muhabbet, merhamet, ihsân ve ikrâmlara, hazret-i Ebû Bekrin de ortak olduğunu müjdeliyor. Ne büyük se’âdet! Fazîlet böyle olur! Âyet-i kerîmelerle, hadîs-i şerîflerle bildirilen fazîletden, meziyyetden üstün bir şeref olabilir mi? Düşman düzmelerine inanıp, güneşin nûru inkâr olunabilir mi? Buna ancak, ahmaklar, körler inanır.

Allahü teâlânın gizli konuşanlarla berâber bulunması, ilm sıfatının berâber olmasıdır. Ya’nî onların sırlarını bilir demekdir. Bu âyet-i kerîme, beğenmek veyâ kötülemek olmayıp, ilm sıfatını haber vermekdedir.

(Sonra, Allahü teâlâ, ona sekîne indirdi) meâlindeki âyet-i kerîmeye de yanlış ma’nâ veriyor. Sekîne, Resûlullaha indi diyor. Sekîne, ya’nî râhatlık, nerede yoksa oraya iner. Onun yazısından, Resûlullahda “sallallahü aleyhi ve sellem” önceden sekîne bulunmamış olduğu, korkduğu anlaşılır. Hâlbuki, Allahü teâlâ, önceden, seni kâfirlerden muhâfaza edeceğim dediğini yazmışdı. Demek ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlânın bu va’dine güvenmeyip korkdu mu? Sonra, kendisine sekîne indirildi demek, Allahın Peygamberine ne büyük hakâret ve kötülemek olur. Ebû Bekr-i Sıddîkı kötülemek isterken, Resûlullahı kötüliyerek küfre sürüklendiğinden haberi olmuyor. Belki de, Resûlullahı da kötülemek, böylece islâmiyyeti yıkmak istemekdedir. Bütün tefsîrler, sekînenin Ebû Bekr-i Sıddîka indiğini bildiriyor. Çünki, Resûlullahın sekînesi zâten vardı. Ebû Bekr-i Sıddîk ise, Resûlullaha olan aşırı sevgisinden dolayı sekînesini gayb etmişdi. Nitekim, Huneyn gazâsında, Eshâb-ı kirâmın çoğu dağılıp, yalnız Abbâs, Ebû Bekr ve birkaç kahraman “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ölmeği göze alıp, geri dönmedi. O zemân, Resûlullahın da “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahın dîninin yok olacağı üzüntüsü ile, sekînesini gayb etdiği, âyet-i kerîmeden anlaşılıyor. Nitekim, Tevbe sûresinin yirmiyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Huneyn günü, Allahü teâlâ, Resûlüne ve mü’minlere sekîne indirdi) buyuruldu.

(Allahü teâlâya ve Resûlüne hicret edenler) meâlindeki âyet-i kerîme, Resûl “aleyhisselâm” Medîneye gitdikden sonra, Ona gelen demek değildir. Allah için ve Onun Resûlünün emri ile şehrini terk eden demekdir. Hadîs-i şerîfler, âyet-i kerîmeyi böyle tefsîr

-102-

etmekdedir. Resûlullahın hicretinden önce Habeşistâna ve Medîne-i münevvereye gönderilenler de muhâcir idi. Ahmed bin Muhammed Kastalânî (Mevâhib-i ledünniyye) kitâbında, buyuruyor ki, Resûl aleyhisselâm, Akabe anlaşmasından sonra, Eshâbına, Medîneye hicret etmelerini emr etdi. Eshâb-ı kirâm, bölük bölükMekkeden çıkdı. Kendisi, Mekkede kalıp, izn bekledi. Ömer bin Hattâb ve kardeşi Zeyd ile berâber yirmi kişi develerle gitdi. Mekkede, Resûlullah ile hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Alîden “radıyallahü anhümâ” başka kimse kalmadı. Ebû Bekr de gitmeğe izn istedi. (Sabr et yâ Ebâ Bekr! Umarım ki, Allahü teâlâ, seni bana yoldaş eder) buyurdu. (O gece Cebrâîl nâzil olup, Eshâbının hepsine söyle! Evlerinden çıkmasınlar) yazısının da yalan olduğu buradan anlaşılmakdadır. Mekke-i mükerremede iki sahâbîden başka müslimân kalmamışdı ki, kime söylenebilecek? Kâfirler toplanıp, Resûlullahı öldürmeğe sözleşdiler. Cebrâîl aleyhisselâm, bunu haberverdi ve (Bu gece yatağında yatma!) dedi. Bu kitâbın, (Önceden emr ile Mekkeden çıkan bütün Eshâbın hiçbiri muhâcir olmaz. Muhâcir, hicretden sonra gelen birkaç kişi olur) demesinin de çok yanlış olduğu meydândadır. O hâlde, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, Muhâcirlerin en kıymetlisi, en şereflisidir.

11 - (Kur’ân, harf ve kelimelerdir. Bunlar da, hâdisdir. Kelâmullah kadîm değildir. Diğer sıfatlar da kadîm değildir. Kur’ân kadîm olsaydı, mahlûklar yok iken, kime emr ve nehy edecekdi? Yok olan şeyi, birşey ile va’d eylemek, birşeyden nehy buyurmak muhâldir. Allahü teâlâ kâfirlere (Ona benzer bir hadîs getiriniz) buyuruyor. Hadîsden murâd Kur’ândır. Hâdis olan şey kadîm olamaz. Kur’ân kadîm olsaydı, Kur’ânda ismi geçen insanlar da kadîm olurdu) diyor.

Sekiz sıfatın kadîm olmadığına inanmak, Allahü teâlânın, mahlûkları yaratmadan önce, -hâşâ- kudretsiz, âciz ve câhil olmasını îcâb etdirir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen şeyleri, ezelde biliyordu. Bildiklerini bildirmesi, bildirilen şeylerin kadîm olmasını îcâb etdirmez. Allahü teâlânın sıfatlarını, insanların sıfatlarına benzetdiği için, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen sıfatları inkâr etmekdedir. (Tam İlmihâl-Se’âdet-i Ebediyye) birinci kısm, otuzbirinci maddeyi okuyunuz! Âyet-i kerîmedeki (hadîs) kelimesi, Kur’ân-ı kerîm demek değildir. Kâfirlerin sözleridir. Ya’nî Kur’ân-ı kerîme benzer, söz getiriniz. Getiremezsiniz! Çünki, Kur’ân-ı kerîm kadîmdir. Sizin sözleriniz ise hâdisdir, mahlûkdur demekdir.

Emâlî kasîdesi (Allahü teâlânın sıfât-ı zâtiyyesi ve sıfât-ı sübûtiyyesi hep kadîmdir. Hep var idi. Hiç yok olmıyacaklardır) beytinin şerhinde diyor ki, (Sıfatları sonradan olsaydı, zât-ı ilâhîde de-

-103-

ğişiklik olurdu. Değişikliğe uğrayan şey de, hâdis, ya’nî sonradan var olmuş olur. Bundan, Allahü teâlânın sonradan var olması lâzım gelir. Bu ise olamaz).

Emâlî kasîdesi onbirinci beytinde, (Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Mahlûk, sonradan yaratılmış değildir. Zât-ı ilâhînin sıfatıdır) diyor. Ahmed Âsım efendi, bunu şöyle açıklıyor: Kur’ân-ı kerîm, bu kelimelerden, seslerden çıkan ma’nâlardır. Kelimeler, sesler, kelâm-ı ilâhî değildir. İnsanın kelâmı da kalbdedir. Sözlerimiz bunu meydâna çıkaran tercümândır. Her dirinin kemâli, üstünlüğü, kelâm sıfatı iledir. Kelâm sıfatı olmazsa, kusûrlu olur. Allahü teâlâ da, diri olduğu için, kelâm sâhibi olması lâzımdır. Bütün Peygamberler, bütün kitâblar, Allahü teâlânın kelâm sıfatı vardır dedi. Mûsâ aleyhisselâmın ağaçdan işitdiği kelime ve ses, kelâm-ı ilâhî idi. Hâfızın sesi ise değildir. Bu sesin ma’nâları, kelâm-ı ilâhîdir. Allahü teâlâ, mahlûkların sözünü harfsiz, sessiz işitir. Harfsiz, sessiz olan kendi kelâmını, arabî dil ile indirdi. Kelâm-ı ilâhîde bir değişiklik olmadı. İnsan çeşidli elbise ile, çeşidli sûretde görünür, fekat insanda bir değişiklik olmaz. Allahü teâlânın kelâmı, mahlûkların kelâmı gibi, kelime ve sese muhtâç değildir. Fekat bu kelime ve sesler değişdirilirse, terceme edilirse, kelâm-ı ilâhî değişdirilmiş, bozulmuş olur. Kur’ân-ı kerîm, bu kelimelere, bu sese mahsûsdur. Allahü teâlâ, kelâmını bu kelimelere, seslere kendi yerleşdirmişdir.

Kur’ân-ı kerîm, Levhilmahfûzda da, bu kelimeler ile, bilmediğimiz bir hâlde yazılı idi. Mahlûk değildi. Cebrâîl aleyhisselâm harfli, sesli olarak, Resûlullah efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ba’zan mubârek kulağına, ba’zan da, harfli ve sessiz olarak, doğruca kalbine okudu, yerleşdirdi. Yoksa ma’nâlar kelimesiz olarak mubârek kalbine ilhâm edilmiş, Muhammed aleyhisselâm da, arabî konuşduğu için, bu kelâm-ı ilâhîyi, kendisi, bu kelime ve seslerle söylemiş değildir. Evet, bu şeklde de vahy oldu. Kelâm-ı ilâhî mubârek kalbine vahy edildi ve bunu kendisi, belirli kelime kalıblarına sokarak söyledi. Bunların ma’nâsı, Allahü teâlâdan; kelimeleri, sesleri ise, Muhammed aleyhisselâmdan oldu ki, bunlara (Hadîs-i kudsî) denildi. Kur’ân-ı kerîmi, hadîs-i kudsî ile karışdırmamalıdır. Kelime ve ses içindeki (Kelâm-ı lafzî), kelimesiz, sessiz olan (Kelâm-ı nefsî)nin aynıdır. Allahü teâlânın ilm sıfatı başkadır, kelâm sıfatı başkadır. Kur’ân-ı kerîm, ilm sıfatı değil, kelâm sıfatıdır.

İmâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânî, Ahmed bin Ab-dül’ehad Fârûkî “kuddise sirruh” (Mektûbât) kitâbı üçüncü cild, seksendokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (İmâm-ı a’zam Ebû

-104-

Hanîfe ile imâm-ı Ebû Yûsüf “rahime-hümallahü teâlâ”, Kur’ân-ı kerîm mahlûk mu, değil mi diye altı ay konuşup birbiri ile anlaşamadılar. Altı ay sonra sözbirliğine vardılar ve Kur’ân-ı kerîme mahlûkdur diyen kâfir olur dediler. Kelâm-ı nefsîyi gösteren, kelâm-ı lafzîyi anlatan harfler, kelimeler, sesler, elbette mahlûkdur, hâdisdir. Bütün mahlûklar içinde, Allahü teâlâya en yakın olan, en kıymetli olan, Kur’ân-ı kerîmin harfleri ve kelimeleridir. Kelâm-ı lafzî ve kelâm-ı nefsî ise ezelî ve kadîmdir). Bu konuda, yüz ve yüzyirminci mektûblarda da, geniş bilgi vermekdedir.

12 - (Bizim bildiğimiz hadîs ve tefsîrleri emîrül-mü’minîn hazret-i Alî ve imâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn ve Selmân ve Ebû Zer ve Mikdâd ve Ammâr bin Yâser rivâyet etmişdir. Sizin rivâyet etmekde olduğunuz hadîsler ise, ancak Mu’âviye ve Amr ibni Âs ve Enes bin Mâlik ve Âişe ve bunlar gibi eşhâsdan nakl olunmakdadır. Hâlbuki, Sâhib-i din buyurdu ki, (Benden rivâyet olunan hadîsler, dört kimseden zâhir olabilir. Onların beşincisi yokdur. Başkaları münâfıkdır). Bu münâfıkları müslimânlar üzerine hâkim eylediniz. Eshâbın hiçbiri, Resûlullaha süâl soramazdı. Çünki mü’minlerin süâl sorması âyet-i kerîme ile yasak edilmişdi. Yalnız hazret-i Alî sorardı) diyor.

Yukarıdaki yazının bir din düşmanı tarafından hâzırlanmış olduğu meydândadır. (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbı bunların cevâbları ile doludur. Bilhâssa, büyük âlim seyyid Abdülhakîm Efendinin “rahime-hullahü teâlâ” (Tefsîr kitâbları ve hadîs-i şerîfler) başlıklı yazısının okunmasını tavsıye ederiz.

Osmânlı devrinde yetişen âlimleri bildiren (Şakâyık-ı Nu’mâniyye) kitâbının sâhibi, Taşköprüzâde Ahmed bin Mustafâ efendinin (Miftâhüsse’âde) kitâbını, oğlu Kemâleddîn Muhammed “rahime-hümullahü teâlâ” türkçeye çevirmiş ve (Mevdû’ât-ül Ulûm) adını vermişdir. Burada diyor ki:

Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” tefsîr ve hadîs bilgisini, dört halîfe içinden, en çok hazret-i Alîden “radıyallahü anh” almışdır. Çünki, üç halîfe önce vefât etdi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh”, ilk îmâna geldiği, dîni yaymakla vakt geçirdiği, ahkâm-ı islâmiyyeyi ve müslimânların işlerini yapmağa uğraşdığı için, kendinden gelen haberler az oldu. Bundan dolayı, Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu, bilgilerini hazret-i Alîden “radıyallahü anh” aldı. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”: Benden istediğinizi sorunuz! Her âyet, gece mi, gündüz mü geldi, harbde mi, sulhde mi, ovada mı, dağda mı geldi bilirim buyurdu. Her âyetin ne için geldiğini bilirim. Her âyetin ma’nâsını sordum, öğrendim, ezberledim, anlatı-

-105-

rım. Bana sorun buyurdu. Abdüllah ibni Mes’ûd buyurdu ki, (Kur’ân-ı kerîm, yedi harf, ya’nî yedi lugat üzerine geldi. Her harfinin iç ve dış ma’nâları vardır. Bu ma’nâların hepsi Alîdedir).

Ehl-i sünnet âlimleri tefsîr ve hadîs-i şerîf bilgilerini, imâm-ı Alîden, hazret-i Hasen ve Hüseynden ve Selmân ile Ebû Zerden “radıyallahü anhüm” öğrendikleri gibi, Eshâb-ı kirâmın hepsinden de aldı. Çünki, hepsi yüksek idi, âdil idi. Cemâleddîn Yûsüf bin İbrâhîm Erdebîlî (Envâr li-amel-il-ebrâr) adındaki fıkh kitâbında diyor ki: Ebû Amr bin Salâh (Ma’rifet-ülhadîs) kitâbında ve Yahyâ bin Şeref Muhyiddîn Nevevî (İrşâd) kitâbında buyurdular ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefâtında, yüzyirmidörtbin Sahâbî vardı. Bunların hepsi yüksek ve âdil idi. İmâm-ı Begavînin (Mesâbîh) ismindeki hadîs kitâbında [dörtbinyediyüzondokuz hadîs-i şerîf vardır.] Ebû Sa’îd Hudrînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Eshâbımı kötülemeyiniz! Uhud dağı kadar altın sadaka verseniz, Eshâbımdan birinin yarım müd’ arpa sadakasının sevâbına kavuşamazsınız!) buyuruldu. [Bir müd’ 875 gramdır.] Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna, sohbetine yetişmenin fâidesi böyle idi. Eshâb-ı kirâma söğmek harâmdır. Büyük günâhdır. Çünki, Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehiddir. O harblerde, ictihâdlarına uygun davranmaları vâcib idi ve öyle yapdılar. Yine (Envâr)da, Erdebîlî diyor ki, hazret-i Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” söğmek, kötülemek câiz değildir. Çünki Sahâbe-i kirâmın büyüklerindendir. İmâm-ı Muhammed bin Muhammed Gazâlî buyurdu ki, imâm-ı Hasenin ve imâm-ı Hüseynin nasıl şehîd olduklarını ve Eshâb-ı kirâm arasındaki muhârebeleri anlatmak, yazmak harâmdır. Çünki, Eshâb-ı kirâmdan herhangi birini kötülemeğe, sevmemeğe sebeb olur. Dîn-i islâmı, sonradan gelenlere ulaşdıran, onların hepsidir. Onlardan birini kötülemek, islâmiyyeti kötülemek, dîni yıkmak olur.

(Mesâbîh)de İmrân bin Hasînin “radıyallahü teâlâ anh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin en hayrlı, en üstünleri, zemânımda bulunanlardır. Onlardan sonra, en hayrlıları, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra, en hayrlıları onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra, öyle insanlar gelir ki, istenmeden şâhidlik ederler ve emîn olmazlar. Hâin olurlar. Adaklarını yerine getirmezler. Keyflerine, şehvetlerine düşkün olurlar) buyuruldu. Yine bu kitâbda Câbir bin Abdüllahın bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Beni gören ve beni görenleri gören müslimânların hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu.

Abdüllah bin Zübeyrin, babası Zübeyr bin Avvâmdan “radıyallahü anhümâ” işiterek bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Herhangi bir –

-106-

memleketde vefât eden eshâbımdan biri, kıyâmetde, mahşer yerine giderlerken, o memleketin müslimânlarına önder olur ve onların önlerini aydınlatır) buyurdu.

Hüseyn bin Yahyâ Buhârî “rahime-hullahü teâlâ” (Ravdatül-Ulemâ) kitâbında buyuruyor ki, (Müctehidin her hadîsle amel etmesi câizdir. Eshâb-ı kirâmın herbirinin sözü vesîkadır). İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ” buyurdu ki, Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin, benim ictihâdıma uymıyan bir sözünü öğrenirseniz, benim sözümü bırakın, Sahâbînin sözü ile amel edin!

Bunlar gösteriyor ki, Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, Ehl-i beytin sözlerini vesîka olarak almışlar ve ilmlerini bu temel üzerine kurmuşlardı. Çünki, Ehl-i beyt ve bütün Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, hep Fahr-i âlemden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” öğrendiklerini, ya’nî hep aynı şeyleri söylemişlerdir. Onların ictihâdları arasındaki ayrılık, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri değişdirmek demek değildir.

13 - (Biz, Ehl-i beyt mezhebindeyiz. Ehl-i beyti inkâr eden, mel’ûndur. Her zemân bir imâm-ı mansûs ve ma’sûmun vücûdu lâzımdır. Her Peygamber bir vasî ve halîfe ta’yîn etmişdir. Bizim Resûlümüz, efdal-i Enbiyâ olup, onun vasîsi de seyyid-i evsiyâdır. Bizden olanlar, hiçbir vakt tahâretsiz bulunmaz. Hâlis su bulmadıkça abdest almazlar. İki el ile yüzlerini yıkamaz, sağ el ile yıkarlar. Kulak ve boyuna mesh etmezler. Ayaklarını yıkamazlar. Sücûd, rükû’, kıyâm ve kuûdu Ehl-i beyt gibi yaparlar. İstihâzeli tavşan etini yimeği harâm bilirler. Kelb derisi, dabağlanmakla temiz olmaz derler. Fâsık ardında nemâz kılmazlar. Haccı, fâsıkın men’etmesi ile zâyi’ etmezler. Zinâdan hâsıl olan kız ile nikâh etmezler. Kıyâs ile amel etmezler. İbtidâ kıyâs eden iblîsdir. İkinci kıyâs eden Ebû Hanîfedir derler. Yüzüğü sağ şehâdet parmağına takarlar. Emîrülmü’minîn ismi ancak Alîye mahsûsdur derler. Onun düşmanlarına la’net ederler ve kâfir bilirler. Şâfi’î, önceleri, Ebû Hanîfeyi hicv etdi. Sonra tarîk-i hazelânda onunla şerîk olup, cânib-i nîrâna gitmede refîk oldu derler. Ehl-i sünnet, Alîye muhabbeti terk edip, fâsıkların, zâlimlerin Cehennem yolunu tutmuşlar derler. Ebû Bekr hilâfete mütesaddî olunca, Alî onu ve ona tâbi’ olanları mahcûb ve bî i’tibâr etdi derler. Âl-i Resûlün yolu budur derler) yazıyor.

Memleketimizdeki, temiz müslimânlar, yalancı, sapık kimselerin iç yüzünü anlasın diye, kitâblarındaki satırları aynen yukarı yazdık. Cenâb-ı Hakka sonsuz şükrler olsun ki, islâm âlimleri bunlara, vesîkalara dayanarak cevâb vermekle, tutdukları yolun

-107-

bozuk bir yol olduğunu göstermekdedir. (Kıyâs) demek, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan emrleri meydâna çıkarmakdır. İblîs, kıyâs yapmadı. Emre isyân etdi. İsyâna, küfre kıyâs ismini vererek, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye düşmanlığını gizlemek, bu büyük âlimi lekeliyerek, dîn-i islâmı yıkmak istemekdedir.

(Hüsniyye) kitâbının, bir islâm düşmanı, bir yehûdî tarafından hâzırlandığını (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) bildiriyor. (Tuhfe) kitâbı fârisîdir. Hakîkat Kitâbevi yeniden basdırmışdır. (Hüsniyye) kitâbının Müslimânların arasına ikilik sokarak islâmiyyeti içerden yıkmak, parçalamak için bir yehûdî tarafından yazıldığı meydândadır. En büyük hücûm silâhı, Ehl-i sünnet âlimlerini, Ehl-i beyte düşman imiş gibi göstermesidir. Hâlbuki, Ehl-i sünnetin Ehl-i beyte pek çok sevgi ve saygı taşıdığı, onların her sözünü vesîka ve sened olarak aldıkları kitâblarımızda yazılıdır. Ehl-i beytin âşıklarını, onlara düşman olarak tanıtmak, büyük küstâhlıkdır. Çok kurnaz davranarak, bunların bir köle tarafından, Ehl-i sünnet âlimlerine karşı söylenmiş olduğunu ve kimsenin cevâb veremeyip, rezîl olduklarını yazıyor. Bu câriye, bu bilgileri imâm-ı Ca’fer Sâdıkdan “rahime-hullahü teâlâ” öğrenmiş diyerek, bu küfr ve düşmanlığını, O büyük imâma da bulaşdırmağa uğraşıyor. Giridli Sırrı pâşanın “rahime-hullahü teâlâ” (Şerh-i Akâid) tercemesinde ve (Milel ve Nihâl) kitâbında ve Kâmus mütercimi olan Ahmed Âsım efendinin “rahime-hullahü teâlâ” (Emâlî kasîdesi) şerhinde ve (Tam İlmihâl) ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâblarında, bu yazıların, yanlışları birer birer gösterilmekde, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile, isbât edilmekdedir.

Seyyid Eyyûb bin Sıddîk “rahime-hullahü teâlâ” (Menâkıb-ı Çihâr yâr-i güzîn) kitâbında, altmışüçüncü menâkıbde diyor ki, Küfe [şimdiki Bağdâd] şehrinde, Abdülmecîd adında bir sapık vardı. İmâm-ı Ca’fer Sâdıkın “rahime-hullahü teâlâ” huzûruna gelip şöyle sordu:

S - Eshâb arasında, en üstün kimdir?

Ca’fer Sâdık - Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hepsinden üstündür.

S - Böyle olduğunu nerden biliyorsun?

C.S. - Allahü teâlâ, onun için, Resûlden sonra, ikinci buyurdu. Bundan üstün şeref olmaz.

S - Alî “radıyallahü anh”, Resûlün yatağında, kâfirlerden korkmadan, yatmadı mı?

C.S. - Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” birşeyden korkmadan, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” önce mağa-

-108-

raya girdi.

S - Kâfirlerden korkmasaydı, girmezdi. Hâlbuki, Allahü teâlâ, Resûlüne haber verip, Ebû Bekre korkma dedi. Demek ki korkdu.

C.S. - O, Resûlullaha bir zarar gelirse diye korkdu. Ayağını bir deliğe koydu. Yılan onu kaç kerre ısırdı. Acısına katlanıp, Resûlü râhatsız etmemek için, ayağını çekmedi. Resûlü uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehrlenerek, cânını Resûle fedâ etmezdi.

S - Mâide sûresinde, (Rükû’da iken sadaka verirler) meâlindeki ellisekizinci âyet-i kerîme ile medh olunan, Alîdir.

C.S. - (Allahü teâlâ, mürtedlerle cihâd eden bir kavm getirir. Allahü teâlâ bunları sever) meâlindeki âyet-i kerîme, Ebû Bekr-i Sıddîk içindir ve dahâ çok yükseltmekdedir.

S - Bekara sûresi, ikiyüzyetmişdördüncü âyetinde, (Mallarını, gece, gündüz, gizli, göz önünde verenler) meâl-i şerîfi ile medh olunan Alî değil midir?

C.S. - Ebû Bekr-i Sıddîkı medh eden (Velleyl) sûresi, şânını çok yükseltmekdedir. Çünki, Ebû Bekr, kırkbin altun verdi. Kendisine hiç bırakmadı. Allahü teâlâ, Resûlüne Cebrâîl aleyhisselâmı gönderip meâlen, (Ben Ebû Bekrden râzıyım. O benden râzı mıdır?) buyurdu. Ebû Bekr, (Ben, Allahü teâlâdan râzıyım, râzıyım, râzıyım) diyerek cevâb verdi.

S - Tevbe sûresinin yirminci âyetinde, (Hâcılara su vermeği ve Mescid-i Harâmı binâ etmeği, îmân etmekle ve Allah yolunda cihâd etmekle bir mi tutuyorsunuz? Hayır. Böyle değildir) meâl-i şerîfi ile Alî öğülmekdedir.  

C.S. - Hadîd sûresi, onuncu âyetinde, (Mekkenin fethinden önce, sadaka verip, cihâd eden ile, fethden sonra veren ve cihâd eden bir değildir. Önce olanın derecesi, dahâ yüksekdir) meâl-i şerîfi ile Ebû Bekr medh olunuyor. Ebû Cehl [Amr bin Hişâm bin Mugîre] Resûlullaha vurmak istedi. Ebû Bekr yetişip, önledi.

S - Alî, hiç kâfir olmadı.

C.S. - Evet öyledir. Fekat, Allahü teâlâ, Tevbe sûresi, yüzbirinci âyetinde, (Muhâcir ve Ensârın önce gelenlerinden Allahü teâlâ râzıdır. Onlara Cennetde sonsuz ni’metler vardır) ve Zümer sûresi, otuzüçüncü âyetinde, (Doğru haberle gelen ve Ona inanan için Cennetde, istedikleri her şey vardır) meâl-i şerîfleri ile Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” îmânını medh etmekdedir. Başkasının îmânı, böyle öğülmedi. Mekkede, Resûlullah, her ne söylerse, kâfirler, yalan söyliyorsun derdi. Ebû Bekr, hemen yetişip,

-109-

doğru söyliyorsun, yâ Resûlallah derdi.

S - Âl-i İmrân sûresi, yüzellibeşinci âyetinde, Allahü teâlâ, (Uhud gazâsında, şeytâna uyup, dağılanlar) meâl-i şerîfi ile şikâyet etmiyor mu?

C.S. - Âyet-i kerîmenin sonunu da oku! (Onların bu kusûrlarını afv etdim) meâl-i şerîfini buyuruyor.

S - Alîyi sevmek farzdır. Şûra sûresi, yirmiüçüncü âyetinin meâli, (Size islâmiyyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz)dir ki, bunlar Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyndir.

C.S. - Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” düâ etmek ve Onu sevmek farzdır. Haşr sûresi, onuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Muhâcirlerden ve Ensârdan sonra, kıyâmete kadar gelen mü’minler, Yâ Rabbî! Bizi afv et ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi [ya’nî Eshâb-ı kirâmı] afv et derler) buyuruldu. Hüseynî tefsîrinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki; Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birini sevmiyen kimse, bu âyetde bildirilen mü’minlerden olmaz. Bu düâdan mahrûm olur).

S - Resûl aleyhisselâm, (Hasen ve Hüseyn, Cennet gençlerinin üstünüdür. Babaları ise, dahâ üstündür) buyurdu.

C.S. - Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” için bundan dahâ iyisini buyurdu. Babam Muhammed Bâkırdan işitdim. Ceddim İmâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda idim. Ebû Bekrle Ömer geldi. Resûlullah buyurdu ki, (Yâ Alî! Bu ikisi, Cennet erkeklerinin en üstünüdür).

S - Yâ Ca’fer, Âişe mi üstündür, Fâtıma mı?

C.S. - Âişe “radıyallahü anhâ”, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zevcesi idi. Cennetde, onun yanında olur. Fâtıma “radıyallahü anhâ” Alînin “radıyallahü teâlâ anh” zevcesi idi. Onun yanında olur.

S - Âişe, Alî ile harb etdi. Cennete girer mi?

C.S. - Ahzâb sûresi, elliüçüncü âyetinde meâlen, (Resûlullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikâh ile hiç almayınız. Bunların ikisi de büyük günâhdır) buyuruldu. Beydâvî ve Hüseynî tefsîrlerinde diyor ki, bu âyet gösteriyor ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât etdikden sonra da, ona saygı göstermek için, zevcelerine saygı lâzımdır.

S - Ebû Bekrin halîfe olacağını, Kur’ân-ı kerîmde gösterebilir misin?

-110-

C.S. - Hem Kur’ân-ı kerîmde, hem Tevrâtda ve hem İncîlde gösterebilirim. En’âm sûresi, yüzaltmışbeşinci âyetinin meâl-i âlîsi, (Allahü teâlâ, sizi yer yüzünün halîfesi yapdı) birbirinizin yerini tutarsınız. Nûr sûresi, ellibeşinci âyetinin meâl-i âlîsi, (Îmân eden ve emrlerimi yapanlarınızı, yer yüzüne hâkim kılacağımı söz veriyorum. İsrâîl oğullarını halîfe yapdığım gibi, sizi de, birbiriniz ardı sıra halîfe yapacağım)dır. Beydâvî ve Hüseynî diyor ki, bu âyet-i kerîme gaybdan haber verip, Kur’ân-ı kerîmin, Allahü teâlânın kelâmı olduğunu ve dört halîfesinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” meşrû, haklı olduğunu göstermekdedir. Tevrâtda ve İncîlde, Feth sûresi son âyetinde meâlen, (Resûlullah ve Onunla birlikde olanlar, birbirlerini her zemân ve çok severler ve her zemân kâfirlere düşman olurlar!) bütün Eshâb bildirilmekde ve Ebû Bekrin şerefine işâret edilmekdedir. Bu âyetin sonunda meâlen, (Eshâbının misâlleri Tevrâtda ve İncîlde bildirildi) buyuruyor. Ceddim Alînin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği kerâmetleri bana verir. Kıyâmetde mezârdan, önce kalkarım, Allahü teâlâ, dört halîfeni çağır buyurur. Onlar kimdir yâ Rabbî? derim. Ebû Bekrdir buyurur. Yer yarılıp Ebû Bekr, herkesden önce mezârdan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osmân, sonra Alî kalkar...) buyuruldu.

Sapık, hemen söz alıp,

- Yâ Ca’fer, bunlar, Kur’ânda var mı?

C.S. - Zümer sûresi, altmışdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Peygamber ve bunların şâhidleri, hesâb için getirilir) buyuruldu. Yâhud, şehîdleri getirilir denildi.

S - Yâ Ca’fer! Şimdiye kadar, üç halîfeyi sevmiyordum. Şimdi buna pişmân oldum. Tevbe edersem kabûl olur mu?

C.S. - Çabuk tevbe et! Bu tevbe, se’âdetine alâmetdir. Bu hâl ile âhırete gitseydin, dînin boşa giderdi.

Görülüyor ki, Ehl-i beytin hepsi, hazret-i Ebû Bekri ve bütün Eshâbı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” seviyordu. Câriyenin imâm-ı Ca’fer Sâdıkı gördüğü ve hizmeti ile şereflendiği doğru olsaydı, o da, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü öğrenir, hepsini severdi.Îrândaki, Irakdaki ve Sûriyedeki sapıkların, imâm-ı Ca’fer Sâdıka iftirâ etdikleri, buradan anlaşılmakdadır.

Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” onüçüncü yılda vefât edince, Medînede herkes ağladı, sızladı. Alî “radıyallahü anh” işitince, ağlıyarak geldi ve (hilâfet bugün temâm oldu) buyurdu. Kapı önünde durup:

(Yâ Ebâ Bekr! Sen, Resûlullahın sevgilisi, arkadaşı, derd orta-

-111-

ğı, sırdaşı ve müşâviri idin. Önce îmâna gelen sensin. Senin îmânın, hepimizin îmânından dahâ sâf oldu. Senin yakînin, dahâ kuvvetli, Allahdan korkun dahâ büyük oldu. Herkesden zengin, herkesden dahâ cömerd, sen idin. Resûlullaha en şefkatli, en yardımcı, sen idin. Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden dahâ iyi idi. Hayr sâhiblerinin birincisi sensin! Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çokdur. Her iyilikde ileridesin. Resûlullahın huzûrunda, senin derecen en yüksek oldu. Ona en yakın, sen oldun. İkrâmda, ihsânda, güzel huylarda, boyda, yaşda, başda, Ona en çok benziyen, sen oldun. Allahü teâlâ sana, çok mükâfât versin ki, Resûlullaha herkes yalancı derken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen, Onun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur’ân-ı kerîmde (sıdk) ile şereflendirdi. Resûlullaha, en sıkıntılı zemânlarında yardımcı oldun. Sulhda, Onun huzûrunda, harblerde, Onun yanında idin. Onun ümmetinin halîfesi, Onun dîninin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen dîn-i islâma kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zemân, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıkdın. Herkes dağılırken, sen Muhammed Mustafânın yolunu tutdun. Eshâbın az konuşanı ve en belîği, edîbi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi. Gönlün herkesden kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları islâma sokarak aydınlatırdın. Mü’minlere şefkatli, afv edici baba idin. İslâmın ağır yükünü sen taşıdın. İslâmın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen, rüzgârların oynatamıyacağı bir dağ gibi idin. İşin doğruluk idi, ilm idi. Sözün merdce, doğruyu bildirmek idi. Gerici düşüncelerin, bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dînin ağacını dikdin. Güçlükleri, müslimânlara kolaylaşdırdın. Küfr ve mürtedlik ateşini söndürdün. Rahmânın dînini, sen doğrultdun. İslâma, îmâna sen kuvvet oldun. Göklerde, melekler arasında, senin derecen çok büyükdür. Muhâcirler ve Ensâr “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” arasında, senden ayrılık yarası çok derindir) buyurdu. Ve çok ağladı. Mubârek gözlerinden kan akdı. Sonra:

(Allahü teâlânın kazâ ve kaderine râzı olduk. Verdiği elemleri kabûl etdik. Yâ Ebâ Bekr! Resûlullahdan ayrılık acısından sonra, bize senin vefâtından dahâ acı bir musîbet gelmedi. Sen mü’minlere sığınak, dayanak ve gölge idin. Münâfıklara karşı, çok sert ve ateşli idin. Allahü teâlâ, seni Muhammed aleyhisselâmın huzûruna kavuşdursun! Bize, senden ayrılma acısı için sabrlar ve ecrler versin! Bizleri, senden sonra, azmakdan, sapıtmakdan korusun) buyurdu. Eshâb-ı kirâmın hepsi, sessizce, hazret-i Alînin “radıyallahü anhüm” sözlerini dinledi. Sonunda, hepsi hüngür hüngür ağladı.

-112-

Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” bu sözleri, Feth sûresi son âyetinin ne kadar çok doğru olduğunu, Eshâb-ı kirâmın, birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini açıkça göstermekdedir. Bu hakîkat karşısında, bu (Hüsniyye) kitâbının, nasıl küstahça uydurulduğu, Ehl-i beyti maske ederek, islâmiyyeti içden yıkmak için nasıl tertiblenmiş olduğu anlaşılmakdadır. Bu kitâbı yırtıp yok etmek, böylece, yurdumuzdaki müslimân alevî yavrularını bu tehlükeli mikrobdan korumak, her îmân sâhibine farzdır.

14 - Hüsniyye kitâbında, (Resûl, hâlet-i nez’de iken, kâğıd kalem getirin, size kitâb yazacağım dedikde, Ömer, Resûlullahın vasıyyetine mâni’ oldu. Hâlbuki, onun her sözünün vahy olduğu Kur’ân-ı kerîmde yazılıdır) diyor. Bunun cevâbı (Tam İlmihâlSe’âdet-i Ebediyye) kitâbında uzun ve çok güzel yazılmışdır. Lütfen oradan okuyunuz!

15 - (Resûlullah vefât etdiği gün Eshâbın münâfıkları, (Sakîfe-i benî Sâ’ide) denilen yerde oturdular. Hilâfet için münâzaraya başladılar. Birkaç kimseye teklif etdiler. Sa’d bin Ubâde kabûl edince, oğlu, babasına kılınç çekip, Alîye ne cevâb vereceksin? Gadir Humda, Resûl, elinden tutup, ben bunu size halîfe ve imâm eyledim demişdi. Siz de bî’at etmişdiniz. Şimdi, nasıl vaz geçiyorsunuz, dedi. Sonra Ömer, kılıncını çekip, Ebû Bekre bî’at etdi. Sonra eshâb-ı dalâletden Ebû Ubeyde ve yirmi kişi bî’at etdi. Hiçbiricenâze nemâzı kılmadı. Üç gün sonra, Alî de gelip mescidde toplandılar. Ömer, Alînin yanına gelip, halkın çoğu Ebû Bekre bî’at etdi. Sen ve Benî Hâşim de etmelisiniz dedi. Zübeyr kılınc ileÖmere yürüdü. Alî mâni’ oldu. Alî, Ebû Bekr ve Ömere dönüp, Ey Eshâb, Peygambere muhâlefet edip, Allaha âsî oldunuz. Hilâfet, benim hakkımdır. Hakkımı veriniz dedi. Ömer, sana bî’at etmeyiz dedi. Alî cevâb verip, Resûl vasiyyet etmeseydi senin gibi münâfık ve din düşmanlarını katl ederdim dedi. Ebû Bekr ve Ebû Ubeyde dedi ki, yâ Alî sen gençsin. Otuz üç yaşındasın. Ebû Bekr ise ihtiyârdır. Sonunda hilâfet senindir. Sönmüş ateşi tutuşturma! Alî dedi ki, hilâfet bize mahsûsdur. Kimsenin hakkı yokdur. Beşîr bin Sa’d Ensârî dedi ki, yâ Alî, bu sözü önce söyleseydin EbûBekre kimse bî’at etmezdi. Ömer, Alîye bî’at olunacak korkusu ile meclisi dağıtdı. Ertesi gün Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Ammâr bin Yâser, Büreyde-i Eslemî, Sehl bin Hanîf, Huzeyfetibni Sâbit, Ebâ Eyyûb-i Ensârî, Ebû Bekri öldüreceğiz dediler. Alî kabûl etmedi ve Resûl haber verdi ki, ey Alî sen bana Hârûn ile Mûsâ gibisin. Benî İsrâîl, Hârûnu bırakıp öküze tapdıkları gibi, ümmetim seni bırakıp başkasını ihtiyâr eder dedi. Eshâb, Cum’a günü mescide gelip, Ey Ebû Bekr, bu çirkin işden vazgeç dediler. İş uzadı.Üç gün sonra Hâlid bin Velîd büyük ordu toplayıp, Ömer de önle

-113-

rine geçip mescide geldiler. Alînin üzerine yürüdüler. Selmân kalkıp, bunlara, sizin Cehennem köpekleri olduğunuzu Resûl haber verdi dedi, diyor. Ömer sokakda herkesi zor ile Ebû Bekre bî’at etdirdi. Hazrec kabîlesi ile Sa’d bin Ubâde, dokuzbin kişi ile bî’at etmedi. Mâlik bin Nüveyre, onbin kişi ile bî’at etmediğinden, Ömer, Hâlid bin Velîdi gönderip, o mü’min ve muvahhidi nemâzda öldürdü. Bunun neresine icmâ-i ümmet denir?) diyor.

Hüsniyye kitâbı, işine geldiği gibi anlatadursun, biz târîhî vesîkalara bakalım.

Büyük Taberî târîhini Muhammed bin Cerîr “rahime-hullahü teâlâ” yazmışdır. Bunun tercemesinde, üçüncü cildinin birinci sahîfesinde şöyle başlıyor:

Resûlullah hasta olalıdan beri, Ebû Bekr-i Sıddîk evine gitmedi. Mescid-i se’âdetde kalır, her sâat Resûlullahın hizmetinde bulunurdu. Resûlullah, Hicretin onbirinci senesi, Rebi’ulevvelin onikinci pazartesi günü rûh-i şerîfini, teslîm etdi. Mubârek başı, hazret-i Âişenin “radıyallahü anhâ” göğsü üzerinde idi. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” ağlıyarak dışarı çıkdı. Hazret-i Ebû Bekr içeri girip, Âişeyi ağlar ve elini yüzüne vurur gördü. Resûl “aleyhisselâm” yatmış, ridâsını yüzüne örtmüşler. Ridâyı açdı, vefât etmiş olduğunu gördü. Ridâyı örtüp, mescide girdi. Hutbe okudu ve (Ey Eshâb! Resûlullah vefât etdi. Allahü teâlâ, ona ölümü ikrâm eyledi. Muhammed aleyhisselâma tapan varsa, bilsin ki, öldü. Allahü teâlâya tapanlar, bilsinler ki, Allahü teâlâ hiç ölmez) dedi. Sonra, Âl-i İmrân sûresi yüzkırkdördüncü âyetini okudu. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Muhammed “aleyhisselâm” resûldür. Ondan önce de Resûller gelmişdir. O da ölecekdir. Vefât ederse veyâ öldürülürse, dîninizden döner misiniz? Dîninden çıkan olursa Allahü teâlâya zarar vermez. Kendine zarar verir. Dîninden dönmiyenlere, Allahü teâlâ sevâblar verir) buyuruldu.

Mugîre-tebni Şu’be gelip, Ensârın bir araya toplandığını, Sa’d bin Ubâdeyi halîfe yapdıklarını söyledi. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömerin elini tutup dışarı çıkdılar. Yolda, Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretlerine rastladılar. [Ebû Ubeyde “radıyallahü anh” Aşere-i mübeşşereden, ya’nî Cennete gidecekleri müjdelenmiş olan on kişiden biridir. Her gazâda bulundu. Çok cesûr idi. Şâma giren ordunun başkumandanı idi. (Kısas-ı Enbiyâ) da anlatıldığı üzere Resûl “aleyhisselâm” kendisine (Ümmetimin emîni budur) buyurmuşdu. Onsekiz senesinde ellisekiz [58] yaşında vefât etdi. Vefâtında, cinnîlerin ağlayıp mâtem tutdukları duyuldu. Resûlullahın Cennet ile müjdelediği ve ümmetimin emîni dediği, ömrünü

-114-

Resûlullahın önünde, din düşmanlarına saldırmakla geçiren böyle mubârek bir zâta, sıkılmadan, çala kalem (Eshâb-ı dalâletden) diyen bu yehûdî kitâbının, müslimânlığı parçalamak için yazıldığı, güneş gibi meydândadır.] Ebû Ubeyde hazretleri de, Ensâr, Benî Sâ’idenin evine toplanmış, Sa’d bin Ubâdeyi halîfe yapıyorlar dedi. Üçü oraya gitdi. Evs ve Hazrec kabîleleri toplanıp Sa’d bin Ubâdeye bî’at etmek istediklerini gördüler. Sa’d “radıyallahü anh” hasta yatıyordu. Çok kalabalık vardı. Ebû Bekre dediler ki, bizden bir halîfe olsun, sizden bir halîfe olsun! Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” âyet-i kerîmeler okuyarak uzun nasîhat verdi. Ensârı medh etdi. (İmâm, Kureyşden olur) hadîs-i şerîfini okuyup, (Kureyşden birini halîfe yapalım. Siz Resûl yanında nasıl kıymetli idi iseniz, onun yanında da öyle muhterem olursunuz. Ben Eshâbdan iki kişiyi seçdim. İkisi de Kureyşin asîlzâdeleridir. Birisi Ömer, birisi Alîdir) dedi. Ensâr, Alîye “radıyallahü anh” bî’at etmek istedi. Ömer, yine karışıklık çıkmasından korkarak, (Yâ Ebâ Bekr! Sen Kureyşdensin! Elini uzat, sana bî’at edelim) dedi. Ebû Bekr, (Sen uzat, sana bî’at edelim) dedi. Ömer, Ebû Bekrin elini çekip bî’at etdi. Ensâr da, bunu görünce, hepsi, Ebû Bekre bî’at etdiler. Ensârın Sa’d bin Ubâdeye bî’at edecekleri haberi Medîneye yayılmışdı. Bütün Eshâb toplanıp, buna karşı koymak üzere yürüdü. Ömer “radıyallahü anh”, önlerine geçip, (Ey halk! Gelin Peygamber aleyhisselâmın halîfesine bî’at edin!) diye bağırdı. O gün, bütün Medîne ehâlisi, hazret-i Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” bî’at etdi. Böylece büyük bir ayrılığın önüne geçilmiş oldu. Hazret-i Alî, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhüm”, Ehl-i beyti ta’ziye ile meşgûl olduklarından, yalnız bu üçü, o gün bî’at edemeyip, sonradan bî’at etdiler.

Ertesi salı günü, Eshâb mescidde toplandı. Ömer “radıyallahü anh” minbere çıkıp, (Ey Eshâb-ı kirâm! Allahü teâlâya şükr edin ki, sizi, en efdaliniz olan Ebû Bekrin etrâfında topladı. Bî’at etmiyen kaldı ise bî’at etsin!) dedi. Sonra hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki, (Ey halk! Biliniz ki, ben bu işi, Eshâb arasında ikilik olmamak, kan dökülmemek için kabûl etdim. Ben de, sizin gibi bir insanım. İnsan yanılır. Yanılmadığım zemân, Allahü teâlâya şükr edin. Yanılınca, bana doğruyu gösterin! Ben, Allahü teâlâya itâ’at etdiğim müddetçe, siz de, bana itâ’at edin. Ben, itâ’atdan çıkarsam, siz de bana itâ’at etmeyin! Şimdi Peygamberimizin “aleyhisselâm” hizmetini görelim. Onun hakkını ödiyelim. Yıkayalım, nemâzını kılalım ve kabr-i şerîfine koyalım) dedi. Minberden inip, Resûl aleyhisselâmın hânesine geldi. Ridâyı açıp, mubârek yüzünü kokladı. Mubârek yüzünden ve saçından, misk kokusu duydu.

-115-

Yüzünü, mubârek yüzüne koyup (Anam, babam sana fedâ olsun, diri iken de, ölü iken de, ne güzel kokuyorsun!) dedi. Sonra, (Resûl aleyhisselâmdan işitdim ki (Beni, Ehl-i beytim yıkasın!) buyurmuşdu) deyip, (Abbâs ve Alî “radıyallahü anhümâ” yıkasınlar) dedi. Abbâs, oğlu Fadl ile berâber geldi. Hazret-i Alî dahî geldi. Halîfe (Yâ Alî, Resûlullahı sen yıka) dedi. Resûlullahın hizmetçisi Üsâmeye de, onlara hizmet et dedi. Kendisi, Eshâb-ı kirâm ile kapıda bekledi. Ensârdan Evs bin Havlîyi “radıyallahü anh” de, yardım için içeri sokdu. Gömleği içinde yıkayıp, üç beyâz kefene sardılar. Buhurladılar. Ebû Talha kabr kazdı. Kabrin yeri neresi olsun diye uyuşamadılar. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu ki, ben Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işitdim ki, (Peygamberler vefât etdikleri yere defn olunur) buyurmuşdu. Yatağı kaldırıp, o yer kazıldı. Resûlullahı kabr-i şerîfin kenârına koydular. Eshâbı, bölük bölük gelip, imâmsız, nemâzını kıldılar. Nemâz gece yarısına kadar devâm etdi. Gece yarısı, kabr-i şerîfe koydular. Çarşamba gecesi idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” pazartesi günü vefât eyledi. Dünyâyı teşrîfleri de pazartesi günü idi. Onaltı yaşında iken, Hacer-i esved taşını da Kâ’be dıvârına pazartesi günü koymuşdu. Hicretde, Mekkeden pazartesi günü çıkmışdı. Medîneye de, pazartesi günü gelmişdi.

Defnden üç gün sonra, hazret-i Ebû Bekr, (Resûl aleyhisselâm,sizi Üsâmenin emrinde gazâya göndermişdi. Hasta olunca, o iş yapılamadı. Herşeyden önce, bu emri yerine getirmeliyiz! Bu işde gevşek davranmayın! Gazâya hâzır olun) diye emr buyurdu. Eshâbı harbe hâzırladı. O zemân Üsâme yirmiiki yaşında idi. Arabistânçöllerinde isyân çıkdığı işitildi. Eshâb, (Üsâmenin emrinde gitmiyelim. Âsîler Medîneye gelip halîfeyi öldürür) dediler ve çok uğraşdılar ise de, hazret-i Ebû Bekr, (Resûlullahın emrini, her ne behâsına olursa olsun yapacağız ve Resûlullahın beğendiği kumandanı ben değişdiremem) dedi. Üsâme at üzerinde, halîfe ve Eshâb yürüyerek, Medîneden dışarı çıkdılar. Halîfe, Eshâba vedâ’ ederken (Size birinci nasîhatim. Üsâmeye itâ’at etmenizdir) buyurdu.(Şâmdaki râhibeleri, çocukları, kadınları öldürmeyin) dedi. Üsâmeye dönerek (Resûlullahın emr etdiği yere git! Sonra Şâma var)dedi. Üsâme, Huzâ’a kabîlesine gidip, mürtedleri öldürdü. Zafer ile, kırk gün sonra, Medîneye döndü.

Arabistân halkı dinden çıkdı, mürted oldu. Halîfe, mürtedleri terbiyeye, Hâlid bin Velîdi gönderdi. Hâlid, mürtedlerin elebaşlarını perişân etdi. Kurtulanlar tekrâr îmâna geldi. Halîfe, zekât me’mûrlarını tekrâr, zekât toplamağa gönderdi. Benî Temîm kabîlesi büyüklerinden Mâlik bin Nüveyreyi, Resûlullah “sallallahü a-

-116-

leyhi ve sellem” Benî Hanzala kabîlesinin zekâtlarını toplamağa me’mûr etmişdi. Mâlikin aşîreti, Ebû Bekre bî’at edip zekâtlarını gönderdiler. Sicâh bin Hâris adında bir hıristiyân kadın, Mûsuldan Hicâza gelip, peygamber olduğunu iddi’â etdi. Sicâh, Mâliki kendi dînine da’vet etdi. Mâlik, senin için harb ederim. Fekat, dînine girmek için bir müddet düşüneyim dedi. Sicâh, ertesi sabâh bana Rabbimden vahy geldi ki, Benî Temîmden, bana inanmıyanlar ile harb edeceksin dedi. Mâlik, harb edip gâlip geldi. Çok müslimânı öldürdü ve çok kimsenin Sicâha inanmasına sebeb oldu. Sicâh kuvvetlenip, Müseylemetülkezzâba yardım için Yemene gitdi. Hâlid, halîfeden emr almadan, Mâlik üzerine yürüdü. Mâlik zekâtlarını Hâlide gönderdi. Hâlid, kabûl edip, Halîfeye bildirdi. Halîfe emr gönderip, ezân sesi işitilen köylere birşey yapma dedi. Suvâriler, Mâliki yakalayıp getirdi ve ezân sesi işitmedik dedi. Ebû Katâde “radıyallahü anh” ben işitdim dedi. Hâlid: Niçin Sicâha tâbi’ oldun? dedi. Mâlik, onunla sulh etdim. Dînine girmedim dedi. Fekat, Peygamberimizi söylerken, yanılarak sizin sâhibiniz şöyle demişdi deyince, Hâlid “radıyallahü teâlâ anh” kızıp, ey köpek! Bizim Peygamberimiz de, sizin Peygamberiniz değil mi? Sen münâfıksın. Sicâha uymuşsun! Onun için, çok müslimân öldürdün dedi ve boynunu vurdurdu. Ebû Katâde, bu işi beğenmeyip, Medîneye geldi.Hazret-i Ömere anlatdı. Ömer “radıyallahü anh” halîfeye gidip, (Hâlid zulm ile müslimânları öldürmüş. Hâlidi çağır cezâsını ver!)dedi. Halîfe de (Yâ Ömer! Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Hâlid için (Hâlid, Allahın kılıncıdır) buyurdu. Ona nasıl darılayım) dedi. Mâlikin kardeşi gelip, kardeşim müslimân idi. Sana bî’at etmişdi. Hâlidden kardeşimin kanını isterim dedi. Halîfe, Hâlidi çağırdı. Ömer, Hâlidi görünce, yakasına yapışıp, oklarını alıp parçaladı ve (Allahdan korkmaz mısın? Bir müslimânı öldürmüşsün) dedi. Halîfe sorunca, Hâlid dedi ki, (Ey Halîfe! Resûlullahın (Hâlid, Allahın kılıncıdır) buyurduğunu işitmedin mi?) Billâhi işitdim deyince, Hâlid, Allahın kılıncı, yalnız kâfir veyâ münâfık boynunu vurur dedi. Halîfe, doğru söylüyorsun, haydi vazîfen başınagit buyurdu. Ömer “radıyallahü anh” Hâlidin kurtulduğunu işitince, üzüldü. Taberînin yazısı, burada temâm oldu.

Ehl-i beyt evlâdından olan, seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (Gunye) kitâbında, ceddi hazret-i Alînin “radıyallahü anh”, hazret-i Ebû Bekr halîfe olacağı gün söylediklerini yazmakdadır.

(Mevâhib-i ledünniyye) kitâbı tercemesi, ikinci cild, yüzellibeşinci sahîfede: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Alîye “radıyallahü anh” (Hârûn, Mûsâya “aleyhimesselâm” nasıl

-117-

yakın ise, sen de bana öylesin. Yalnız benden sonra, Peygamber gelmez) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki, arada peygamberlik değil, halîfelik ya’nî yerine vekîl olmak bakımından benzerlik vardır. Hârûn, Mûsâ “aleyhisselâm” ölmeden önce yerine vekîl olduğu gibi, sen de, ben hayâtda iken, bulunmadığım yerde, benim halîfemsin demekdir. Şerefeddîn Hüseyn bin Muhammed Tayyibî, böyle ma’nâ verdi. Hârûn aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâmdan önce öldüğü meşhûrdur. Bunun için, imâm-ı Alînin, Resûlullahdan sonra halîfe olacağına, burada bir işâret olmadığı gibi, halîfe olmıyacağı da anlaşılmakdadır.

(Menâkıb-ı çihâr yâr-i güzîn) kitâbı, beşinci menâkıbde diyorki, Buhârîde Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” buyuruyor ki, (Resûlullahın zemânında, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerinikonuşurduk. Önce, Ebû Bekr, sonra Ömer, sonra Osmân, sonra Alî) derdik. İbni Münzir diyor ki, İmâm-ı Alî buyuruyor ki, (Bu ümmetin üstünü Ebû Bekr-i Sıddîkdır).

Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” otuzdördüncü menâkıbinde diyor ki: Bir gazâdan, pekçok ganîmet eşyâsı geldi. HalîfeÖmer, bunun beşde birini, hakkı olanlara dağıtırken, imâm-ı Hasen geldi. Buna bin dirhem [üç kilo 365 gram] gümüş verdi. Sonra, hazret-i Hüseyn geldi. Ona da, bin dirhem verdi. Sonra, kendi oğlu Abdüllah geldi. Buna, beşyüz dirhem verdi. Abdüllah üzülüp, (Hasen ile Hüseyn, çocuk oldukları hâlde, onlara çok verdin. Ben pehlivan olup, kaç kerre gazâya gitdim. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” önünde, düşmana saldırıp, nice kâfir öldürdüm. Bana onlardan az vermek doğru mudur?) dedi. Hazret-iÖmer buyurdu ki, (Ey oğlum! Sen, onlarla bir mi olmak istiyorsun? Onların, Alî gibi babaları var. Fâtıma-tüzzehrâ “radıyallahü anhâ” gibi anaları var. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” gibi dedeleri var). Bu sözler, imâm-ı Alînin kulağına gidince, Resûlullahdan işitdim: (Ömer, Cennetdeki insanların ışığı ve İslâmın nûrudur) buyurmuşdu dedi. Hasen ile Hüseyn, bu müjdeyi Ömere götürdü.

Ebülmu’în Meymûn bin Muhammed Nesefî (Temhîd) kitâbında diyor ki: Halîfenin kim olacağı bildirilmemişdir. Hazret-i Alî ve çocuklarının halîfe olması bildirilmiş olsaydı, Eshâb-ı kirâm, bunu söyler ve bizlere kadar, haber gelirdi. Bildirilen bir emri, Eshâb-ı kirâmın saklıyacaklarını söylemek, o büyüklere, büyük iftirâ olur. Eshâb-ı kirâm, abdesthânede nasıl tahâretlenileceğini gösteren haberleri bile bizlere ulaşdırdı. Halîfelik için, bir emr, bir işâret olsaydı, Alî “radıyallahü anh” ve çocukları ve Eshâb-ı kirâm, bunu elbette bildirirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât e-

-118-

dince, Eshâb-ı kirâm, Benî Sâ’ide sofasında toplanıp, (Bir kimse, zemânındaki halîfeyi bilmese, ölürken dinsizler gibi ölür) hadîs-i şerîfini okudular. Halîfesiz bir gün geçmesini câiz görmediler. Onun için, halîfeyi bilmemek küfrdür. Çünki, islâmiyyetin emrlerinden bir kısmının yapılması için halîfe lâzımdır. Meselâ, Cum’a ve bayram nemâzlarının kılınması, yetîmlerin evlendirilmesi ona bağlıdır. Halîfeyi inkâr eden, farzları inkâr etmiş olur. Farzlara inanmamak ise küfrdür. Ensârdan biri (Bizden bir halîfe, Muhâcirlerden bir halîfe olsun) dedi. Ebû Bekr kalkıp, (Öyle zan ederim ki, halîfe olmak Alîye yakışır. Ben onun halîfe olmasını istiyorum) dedi. Alî hemen ayağa kalkıp, kılıncını çekerek, (Kalk yâ Ebâ Bekr! Allahın ve Resûlünün halîfesi sensin! Resûl-i Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” seni hepimizin önüne geçirdi. Senin önüne kimse geçemez. Resûlullah bana buyurdu ki, (Git, Ebû Bekre emr et! Eshâbıma imâm olsun). Resûlullahın dînimiz için önümüze geçmesine râzı olduğu kimseyi, biz dünyâmız için önümüze geçirmeğe râzıyız) dedi. Resûl-i ekrem, Ebû Bekri, kendi imâmlık yerine halîfe yapdığı için, kendisine (halîfe-i Resûl) denildi. Eshâbın hepsi, hazret-i Alînin sözünü beğenerek, hazret-i Ebû Bekri söz birliği ile halîfe yapdılar. Sonra, Resûl-i ekremin hizmetine koşdular. Defnden sonra, halîfe hutbe okudu ve (Beni hâkim yapdınız. Hâlbuki hayrlınız ben değilim. Beni kabûl edin) dedi. Alî, yine kalkıp (Seni red veyâ kabûl edebilecek değiliz. Seni Resûl-i ekrem önümüze geçirdi, kim geriye çekebilir?) dedi. Ebû Bekr, halîfe iken, gün geçdikçe za’îfledi. Artık acınacak hâle geldi. Kızı Âişe, sebebini sordu. (Ey gözümün nûru yavrum. Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılık ateşi, beni yakıp eritiyor) buyurdu.

Abdüllah ibni Abbâs buyurdu ki: İzâ câe sûresi gelince, babam Abbâs, Alîye dedi ki, bu sûre, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât edeceğini haber veriyor. Acabâ kimi halîfe yapar? Ey amca git, Resûlullaha sor. Bu işi bize verirse, Kureyş ile çekişmemiz önlenmiş olur. Başkasına verirse, hakkımızı gözetmesini o kimseye emr buyursun. Abbâs, Resûlullahı yalnız bulup sordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ey amcam! Allahü teâlâ, halîfeliği Ebû Bekre vermişdir. Necât ve felâh bulmak için, Ebû Bekrin her sözünü kabûl edin. Ona itâ’at eden, doğru yolu bulur) buyurdu. Hazret-i Ebû Bekrin hak halîfe olduğuna inanan ve Eshâb-ı kirâmın hepsini seven, doğru yolu bulmuş olur.

Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden idi. Birçok hadîs-i şerîf ile medh edildi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” tarafından Medayn vâlîsi yapıldı. Otuzbeşde, orada

-119-

vefât etdi. Böyle büyük bir zâtın, imâm-ı Ömere ve büyük bir sahâbî ordusuna (Cehennemin köpekleri) demesi ve bu çok çirkin iftirâyı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” üstüne yüklemesi, hiçbir müslimânın inanacağı birşey değildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmdan herhangi birini kötülemek, çeşidli hadîs-i şerîflerde yasak edilmişdir. Selmân-ı Fârisînin, bu hadîsleri hiçe sayması ve bir de hadîs uydurması, ancak bir yehûdînin yazdığı (Hüsniyye) kitâbının küstahça ve alçakca iftirâsıdır. Evet, Buhârî ve Müslimde bulunduğu, Menâvîde bildirilen hadîs-i şerîfde (Bid’at sâhibleri, Cehennem köpekleridir) buyuruldu. Demek ki, Ehl-i sünnetin doğru yolundan ayrılanların, Eshâb-ı kirâma dil uzatanların, Cehennem köpekleri oldukları bildirilmişdir. Hüsniyye kitâbı, bunu tersine çevirmekdedir.

16 - Acem yehûdîsi Mürtedânın, Hüsniyye adındaki kitâbında, (Ümmetin havâssı, avâmı, İslâmın şehrlerine mektûblar göndererek, Osmânın katli için ittifak etdiler ve hattâ, Mısrdan otuz bine yakın müslimânlar, Osmânın zulmünden şikâyet etmek üzere Medîneye geldi. Bunlar da, icmâ-ı ümmete dâhil olup, Medîne mahallelerinde, çirkin bir şeklde, Osmânı katl edip, bir nice gün ayağında bağlı ipler ile sürüyerek gezdirdiler. Müslimânlar gürûh gürûh gelip, sen bu zülmü, İslâma ne vechle câiz gördün diyerek cenâzesine dahî tekme ile vurdular) yazıyor.

Hâlbuki, bütün İslâm târîhleri, sözbirliği ile vak’ayı olduğu gibi bildirmekdedir. Meselâ, Taberî büyük târîhi tercemesinde, üçüncü cild, yüzyetmişbirinci sahîfede diyor ki:

Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” halîfe iken, Yemende, Abdüllah bin Sebe’ isminde bir yehûdî, eski kitâbları çok okumuşdu. Medîneye gelip, halîfenin yanında müslimân görünerek, halîfenin gözüne girmek istedi. Fekat, halîfe, buna hiç yüz vermedi. Bu, her yerde hazret-i Osmânı kötüledi. Halîfeye, bu yehûdî, her zemân seni kötülüyor dediler. Halîfe, bunu Medîneden çıkardı. Bu da, Mısra gidip, halîfeye karşı propagandaya başladı. Çok bilgili olduğundan, câhilleri etrâfına topladı. Ençok söylediği şey, (Her Peygamberin bir vezîri var idi. Bizim Peygamberimizin vezîri de Alîdir. Hilâfet, onun hakkı idi. Osmân, onun hakkını elinden aldı.) Fellâhları kandırıp, Osmân “radıyallahü anh” kâfirdir dediler. Mısr vâlîsi Abdüllah bin Sa’d tarafından, halîfeye şikâyetler yazdılar. Mısrdan dört bin kişi Medîneye geldi. Halîfenin beğenmedikleri hareketlerini, kendisine bildirdiler. Halîfe her süâle, cevâb verip, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile, haklı olduğunu isbât etdi. Asker de, geri Mısra döndü. Bir sene sonra, Mısrdan dört bin ve Irakdan da, dörtbin kişi geldi. Medîne ehâlisi silâhlanıp, niçin geldiniz?

-120-

dediklerinde, hacca gidiyoruz dediler. Ehâli de, silâhını bırakdı. Gelenlerin maksadları hazret-i Osmânı hal’ etmek idi. Mısrlılar, hazret-i Alîyi, Iraklılar hazret-i Talhayı halîfe yapmak istiyordu. Mısrlılar, hazret-i Alîye gelip, (seni halîfe yapacağız) dediler. Hazret-i Alî bunlara darılıp, (Peygamberimiz “aleyhisselâm” sizin yerleşdiğiniz yere gelip konacak askerin mel’ûn olduğunu haber verdi) buyurdu. O gece halîfe, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” yanına gelip, bu askerleri geri döndür dedi. Hazret-i Alî, peki deyip, sabâhleyin askere nasîhat verdi. Asker geri dönmekde iken, hazret-i Alî halîfeye gelip, Mısr vâlîsini değişdir. Onların istediğini ta’yîn eyle dedi. Halîfe, Muhammed bin Ebî Bekri vâlî yapdı. Mısrlılar, vâlî ile Mısra gitdi. Fekat yolda, bir haberci üzerinde halîfenin mektûbunu buldular. Eski vâlîye emr idi ve gelenleri kabûl ediniz deniyordu. O zemân yazılar noktasız olduğundan, mektûbdaki fakbülûhu kelimesini, faktülûhu, katl ediniz ma’nâsına okudular. Mısrlılar böyle okumağa, kızdılar. Medîneye geri döndüler. Iraklıları da döndürdüler. Halîfenin evini sardılar. Yirmi gün sonra, Cum’a gecesi, halîfeye rü’yâda, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ Osmân! Bu gece bizim yanımızda iftâr edersin!). Asker, kapıyı yıkdı içeri girdi. Mervân beşyüz kişi ile bağçede idi. Döğüşdüler. Kan dere gibi akdı. Beşyüz kişi de ölünciye kadar savaşdı. Mervân,yaralanıp yıkıldı. Önce, Muhammed bin Ebî Bekr içeri girdi. Fekat, halîfenin sözüne dayanamayıp tekrâr çıkdı. Sonra Mısrlılardan Kinâne bin Beşir girip, halîfeyi Kur’ân-ı kerîm okurken şehîd etdi. Serâyı yağma etdiler. Aşere-i mübeşşereden Alî, Talha, Sa’îd ve Sa’d “radıyallahü anhüm” evlerinden hiç çıkmadı. Herkes üzüldü. Otuzbeş senesi, Zilhiccenin onsekizinci Cum’a günü idi. Yardıma gelen Kûfe ve Mısr askeri yetişemediler. Sekseniki yaşında idi. İkindi vakti idi. Üç gün sonra evden çıkarıp, üç akrabâsı, gece Bakî’de defn etdiler. Korkudan, kimse gelemedi. Abdüllah bin Sebe’, böylece istediğine, uğraşdığına kavuşdu. İslâm topluluğuna, ilk fitne ateşini saldı. İlk kanlı yarayı açdı.

Hüsniyye kitâbı, bu yehûdînin ortaya atdığı, yıkıcı, aldatıcı sözlerle, fitne ve fesâd ateşini yeniden tutuşdurmağa, müslimânları parçalamağa, fikrleri dağıtmağa çalışmakdadır. Hazret-i Osmânın “radıyallahü anh” evi sarılı iken, müezzin, kendisini mescide çağırdı. Gelemiyeceğim, nemâzı Alî kıldırsın dedi. Alî “radıyallahü anh”, yalnız Cum’ayı kıldırıp, diğerlerine Ebâ Eyyûb-i Ensârîyi vekîl yapdı. Ev sarılı iken halîfe, hac için, yerine Abdüllah bin Abbâsı gönderdi. Birkaç gün sonra, Mısrlılar, Alînin “radıyallahü anh” yanına gelip, seni halîfe yapdık dediler. Kabûl etmedi ve başkasını yapın! Ben de ona bî’at ederim dedi. Sonra Talhaya gitdiler.

-121-

O da kabûl etmedi. Beş gün sonra, Medîne ehâlisini Alîye gönderdiler. Çok yalvardılar. Bunlardan da kabûl etmedi. Mısrlılar dedi ki, biz halîfesiz dönersek, çok fitneler çıkar ve önü alınmaz.

Alî “radıyallahü anh” yeniden fitne çıkmasın diye, önce Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı bî’at etsin dedi. Talha ve Zübeyri “radıyallahü anhümâ” getirdiler. Alî, buyurdu ki, (Benim bu işe rağbetim yokdur. Fekat müslimânlar imâmsız kaldı. Hanginiz kabûl ederse, elini uzatsın, ona bî’at edeyim) ve Talhaya bakıp (Sen herkesden dahâ lâyıksın. Elini uzat, sana bî’at edeyim) buyurdu. Talha ise (Sen varken bana düşmez) dedi ve Alîye bî’at etdi. İkinci olarak Zübeyr bî’at etdi. Sonra, ehâlî gelip bî’at etdiler. O gün zilhiccenin yirmibeşi idi. Halîfe, hutbe okudu. Cum’a nemâzını kıldılar. Halîfe ilk iş olarak, hazret-i Mu’âviyeyi Şâmdan azl edip, yerine Abdüllah ibni Abbâsı ta’yîn etdi. Abdüllah, bunu kabûl etmedi, gitmedi, (Onu azl etme, orada eski bir vâlîdir. Fitneye sebeb olur) dedi. Halîfe vaz geçip, bir sene sonra, yine azl etdi. Birçok vâlîleri de değişdirdi. Mu’âviye “radıyallahü anh”, yeni vâlîye karşı asker gönderdi. Vâlî, Medîneye döndü. Şâmdan bir haberci gelip (Şâmda yüzbinden ziyâde kişi, Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” kanını senden istiyorlar ve hergün mescide gelip, Osmân için ağlıyorlar) dedi.

Görüliyor ki, islâmda ilk fitneyi çıkaran bir yehûdî dönmesidir. Müslimânları parçalayan budur. Şimdi, mezhebsizlerin onun yolunda oldukları, kitâblarından anlaşılmakdadır.

(Mesâbîh) kitâbında diyor ki, Talha bin Ubeydüllahın “radıyallahü teâlâ anh” haber verdiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Her Peygamberin bir arkadaşı vardır. Benim de, Cennetde arkadaşım Osmândır).

Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Bî’at-ı rıdvân yapılırken, Osmân “radıyallahü anh” yokdu. Vazîfe ile Mekkeye gönderilmişdi. Resûl “aleyhisselâm” iki mubârek elini birbiri ile tutup (Osmân, Allahın ve Resûlünün işini görmekdedir. Onun yerine ben bî’at ediyorum) buyurdu. Kendi mubârek elini, Osmânın eli yapdı.

(Mesâbîh) de, Mürre bin Kâ’b “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yakında çıkacak fitneleri anlatıyordu. O ânda, biri geçdi. Mubârek eli ile, onu göstererek, (Fitne günü, bu kimse, hidâyet üzeredir) buyurdu. Kalkdım, bakdım. Geçen kimse, Osmân idi.

Büyük âlim mevlânâ Nûreddîn Abdürrahmân Câmî “rahimehullahü teâlâ”, (Şevâhid-ünnübüvve) kitâbında bildiriyor ki, Âişe

-122-

“radıyallahü anhâ” buyurdu ki, Resûl aleyhisselâm dedi ki, (Yâ Âişe! Eshâbımdan birini istiyorum). Ebû Bekri çağırayım mı? dedim, cevâb vermedi. Onu istemediğini anladım. Ömeri çağırayım mı? dedim. Ses çıkarmadı. Amcan oğlu Alîyi çağırayım mı? dedim, yine cevâb vermedi. Osmânı çağırayım mı? dedim. (Çağır gelsin) buyurdu. Resûl aleyhisselâm, ona bir şeyler söyledi. Rengi sarardı. Osmân halîfe iken, evini sardılar. (Niçin karşı koymazsın?) dediklerinde, (Resûl aleyhisselâm, bana çok şey söyledi. Ona söz verdim. Sabr ederim) dedi. Hazret-i Âişe buyuruyor ki (Resûl aleyhisselâmın, o gün, ona bu hâli haber vermiş olduğunu anladım).

Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyuruyor ki, Huneyn günü kâfirler dağıldıkdan sonra Resûl aleyhisselâm ile birinin yanından geçdik. Resûl aleyhisselâm o kimseye (Ey Allahın düşmanı! Allahü teâlâ seni sevmez) buyurdu. (Bu Kureyşlileri sevmiyor) dedim. (Evet, Osmânı sevmez) buyurdu.

Abdüllah ibni Abbâs buyuruyor ki, Resûlullahdan işitdim. Buyurdu ki (Yemîn ederim ki, Osmân, ümmetimden yetmişbin kişiye şefâ’at ederek, Cehenneme girmekden kurtaracakdır).

Resûlullah, kızı Rukayyeyi Osmâna verdikden bir zemân sonra, kızına (Osmân bin Affânı nasıl buldun?) dedi. Hayrlı, iyi gördüm dedi. (Ey cânım kızım! Osmâna çok saygı göster. Çünki, eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benziyen odur!) buyurdu.

Alî “radıyallahü anh” Fâtıma-tüzzehrâ “radıyallahü anhâ” üzerine bir dahâ evlenmek istedi. Resûl aleyhisselâm, bunu işitince, mubârek kalbi incindi. Alî vazgeçdi ise de, afv etmedi. Ebû Bekr şefâ’at etdi, afv etmedi. Ömer şefâ’at etdi, yine afv etmedi. Osmân şefâ’at etdi. Afv buyurdu “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Sebebini sorduklarında (Öyle birinin şefâ’atini kabûl etdim ki, Allahü teâlâya, yer ile gökün yerini değişdir dese, Allahü teâlâ kabûl buyurup değişdirir. Yâhud, yâ Rabbî! Muhammed “aleyhisselâm” ümmetinin hepsinin bütün günâhlarını afv et dese, afv eder) buyurdu.

Alî “radıyallahü anh” Fâtıma-tüzzehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” ile evlenirken düğün için parası yok idi. Zırhını satılığa çıkardı. Osmân “radıyallahü anh” pazardan geçerken, zırhı tanıdı. Dellâlı çağırıp, bu zırha sâhibi ne istiyor dedi. Dellâl, dörtyüz dirhem gümüş dedi. Dörtyüz dirhemi verip zırhı aldı. Eve getirip, ayrıca dörtyüz dirhemle zırhı, Alîye gönderdi ve: Bu zırh, senden başkasına lâyık değildir. Bu gümüşleri de, düğünde harc et ve bizim özrümüzü kabûl buyur, dedi.

-123-

Evliyânın büyüklerinden, derin âlim, imâm-ı Muhammed Pârisâ “rahime-hullahü teâlâ” (Faslülhitâb) kitâbında buyuruyor ki: Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki: (Ba’zı kimseler, beni,Ebû Bekr ve Ömer ve Osmândan üstün tutuyormuş. Bunlar münâfıkdır. Müslimânlar arasına ikilik sokmak, kardeşi kardeşden ayırmak için böyle yapıyorlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana, bunları haber verdi. Bunları görünce, öldür dedi. Müslimân görünürler. Hâlbuki, kâfirdirler ve islâm düşmanıdırlar. Yalan söylemekle öğünürler, içleri bozukdur. Kur’ân-ı kerîmi değişdirirler. Dinsizlik üzerinde birleşirler. Eshâb-ı kirâmın büyüklerini, hattâ Resûl-i ekremi kötülerler. Eshâb-ı kirâm arasındaki ayrılıklar üzerinde dururlar. Allahü teâlâ bunları afv etmez. Küçükleri büyüklerinden ders alır. Onları böylece bozuk yetişdirirler. İslâmı yıkarlar. Bid’atları yayarlar. Yer yüzünde onlardan alçak yokdur. Yeryüzü, onlara küskündür. Gök onlara, la’netle gölge salar. Onlar yeryüzündeki insanların en kötüsüdür. Fitne, bunlardan çıkar. Melekler arasında, bunların adı encâs [pislikler]dir. Câmi’lerinde, kahvelerinde, mekteblerinde, Eshâb-ı kirâma la’net ederler ve bunu kendilerinin ibâdeti bilirler. Kalblerinde, insanlık duygusu yokdur. Allahü teâlâ, onları insan şeklinden çıkarır. O zemânda, sünnete yapışan, şehîdlerden, âbidlerden üstün olur. Se’âdet, onun olur.) Eshâb-ı kirâm, bunları işitince (Yâ Emîrelmü’minîn! Biz, o zemâna kalırsak ne yapalım) dediler. Hazret-i Alî, buyurduki, (Îsâ aleyhisselâmın havârîleri gibi olunuz! Bizim yolumuzu öğreniniz. Allahü teâlânın emrlerine sarılmağa, Resûlüne itâ’ate, Eshâbının hepsini sevmeğe ve bu sapıkların sözlerinden, yazılarından kaçmağa uğraşınız! Hak ve sünnet üzere olmak, bid’at ve dalâlet üzere olmakdan hayrlıdır) buyurdu.

İmâm-ı Refi’uddîn Tâc-ül-islâm Osmân bin Alî Merendî, Abdüllah bin Ömerden haber verdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Allahü teâlâ, size nemâzı, orucu, haccı,zekâtı farz etdiği gibi, Ebû Bekr-i Sıddîkı ve Ömer Fârûku ve Osmân Zinnûreyni ve Alî Murtezâyı sevmeği de farz eyledi. Bu dördünden birini sevmiyen kimsenin nemâzı da, orucu da, haccı da, zekâtı da kabûl olmaz. Kıyâmet günü, bunlar, mezârdan, ateşe [Cehenneme] götürülür) buyurdu.

17 - Hüsniyye kitâbında, (İmâm-ı Ca’fer Sâdık, Müt’a nikâhını emr ederdi. Çünki, Allahü teâlâ (Kadınlardan istimtâ’ edince ücretlerini veriniz) âyet-i celîlinde, müt’a nikâhını mubâh kılmışdır. (Müt’a nikâhı demek, bir kadına, şu kadar mal karşılığı kendini şu kadar zemân bana teslîm edermisin deyip, kadının da şâhidsiz kabûl etmesidir. Ya’nî, muayyen gün için, para ile kadın ki-

-124-

râlamakdır.) Müfessirler ve fıkh âlimleri, bu âyetin, müt’a nikâhı için olduğunu bildirmişdir. Bu âyeti nesh eden, başka bir âyet ve hadîs yokdur. Bunu, Ömer halîfe iken, hiçbir âyet ve hadîs söylemeden fitneye yol açar korkusu ile, kendiliğinden yasak etdi. Ömer bin Hasîn diyor ki, (Müt’a nikâhı yapardık. Âyet ve hadîs ile hiç yasak edilmedi). Abdüllah ibni Ömer diyor ki, (Resûlullahın sünneti, babamın sözü ile değişdirilemez). Herşey aslında mubâhdır. Yasak olmaları için âyet ve hadîs lâzımdır) diyor.

Bütün tefsîrler ve fıkh kitâbları diyor ki, Nisâ sûresi, yirmidördüncü âyetinin (İstimtâ’ etdiğiniz kadınların ücretini veriniz) me-âl-i âlîsi, müt’a nikâhı için değildir. Nikâhdaki mehr parasını vermek içindir. Meselâ (Beydâvî tefsîri) ve bunun hâşiyesi (Şeyhzâde tefsîri) ikinci cild, yirmialtıncı sahîfede, yukarıdaki âyetin tefsîrinde buyuruyor ki, (Bu âyet-i kerîme, sahîh olan nikâhı bildirmekdedir. Müt’a nikâhının mubâh olmasını göstermiyor. Mehr parasını emr ediyor. Müt’a nikâhı, önce mubâh olmuşdu. Sonra yasak edildi. İslâmiyyetde belli bir zemân için nikâh yapmak yokdur).

Büyük âlim Burhâneddîn-i Mergınânînin “rahime-hullahü teâlâ” (Hidâye) kitâbının şerhi olan (İnâye) kitâbı ikiyüzotuzbirinci sahîfesinde, mevlânâ Ekmelüddîn [Muhammed bin Mahmûd Bâbertî] buyuruyor ki:

Müt’a nikâhı bâtıldır. Evet Abdüllah ibni Abbâsın bildirdiği gibi, müt’a nikâhı mubâh idi. Fekat, hadîs-i şerîf ile, bunun yasak edildiğini, Eshâb-ı kirâm söz birliği ile bildirmekdedir. Değişdiren hadîs-i şerîfleri de haber vermişlerdir. Meselâ, Muhammed ibni Hanefiyye dedi ki, (Babam imâm-ı Alî “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki [hicretin yedinci yılı] Hayber kal’ası alındığı gün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” müt’a nikâhını men’etdi.) İmâm-ı Alî böyle buyurunca, Ehl-i beytin gözbebeği olan İmâm-ı Ca’fer Sâdık, müt’a nikâhını hiç emr eder mi? Elbette etmez. Zâten (Hüsniyye) kitâbını yazan Murtezâ adındaki yehûdî dönmesi, yalanlarına, iftirâlarına herkesi inandırmak için, âyet-i kerîmelere yanlış ma’nâ vermekden, hadîs-i şerîfleri inkâr etmekden çekinmediği gibi, Ehl-i beytin yolu böyledir demeği de âdet edinmişdir. Hadîs diye uydurduğu sözlere, Ehl-i beyt böyle emr ederdi demekdedir. Böylece, câhilleri kandırmakda ise de, dînini bilen, bu yalanlara aldanmaz. Âlimlerimiz, bu yalanlara, âyetle, hadîs ile cevâb vererek, Ehl-i beytin yolunda gidenlerin, Ehl-i beyti hakîkî sevenlerin, Ehli sünnet olduğunu isbât etmişlerdir.

Rebi’ bin Meysere “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Hayberi

-125-

feth etdiğimiz gün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, müt’a nikâhını, üç gün halâl etdi. Ben, amcam ile bir kadının kapısına geldik. İkimizde de ince palto vardı. Amcamın bürdesi dahâ güzel idi. Gayr-i müslim (ehl-i kitâb) bir kadın kapıya çıkdı. Benim paltoma ve gençliğime bakdı. Bunun paltosu, onun paltosuna benzemiyor. Fekat, gençliği de, onun gençliğine benzemiyor, diyerek, gençliği paltoya tercîh etdi ve beni içeri aldı. O gece orada kaldım. Sabâh olunca, Resûlullahın adamının, sokaklarda (Ey müslimânlar! Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” müt’a nikâhını yasak etdi) diye bağırdığını duydum. Hepimiz müt’a nikâhından vazgeçdik.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hayâtda iken, müt’a nikâhını yasak etdiğini, Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirmekdedir. İcmâ’, ya’nî söz birliği, âyeti ve hadîsi değişdirmez, âyetin ve hadîsin değişdirildiğini haber verir.

Süâl: Sözbirliği nasıl olur? Abdüllah ibni Abbâs müt’a nikâhının halâl olduğunu söylerdi?

Cevâb: Yasak edildiğini, sonradan, o da söylemişdi. Nitekim, Câbir bin Zeyd diyor ki, İbni Abbâs “radıyallahü anhüm” ölmeden önce, müt’a nikâhının yasak edildiğini söyledi. Böylece, icmâ’ hâsıl oldu.

Mâlikî mezhebinde müt’a nikâhının câiz olduğunu söyliyorlar. Buna şaşılır. Çünki, imâm-ı Mâlik bin Enes (Muvattâ) ismindeki kitâbında [ilk yazılan hadîs kitâbıdır] Alî ibni Ebî Tâlibin bildirdiği hadîs-i şerîfi yazmakdadır. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Hayber kal’asını aldığımız gün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ehlî merkeb eti yimesini ve müt’a nikâhı ile kadın almasını yasak etdi). (İnâye) kitâbının yazısı burada temâm oldu.

(Müt’a nikâhı)nın dört mezhebde de bâtıl olduğu, (Mîzân-ülkübrâ)da da yazılıdır.

Arabî ve türkçe kitâbların hepsinde, meselâ Elmalılı Hamdi efendi “rahime-hullahü teâlâ” tefsîri 1328. ci sahîfesinde diyor ki, Bekara sûresi, yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ yeryüzündeki herşeyi sizin için yaratdı) buyuruldu. Ya’nî, yiyecek, içecek ve giyecek maddelerin hepsi halâl olup, ancak âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf ile istisnâ edilenler harâm olur. İnsanların nefslerine ve ırzlarına dokunmanın harâm olduğunu bu âyet-i kerîme göstermekdedir. Ancak, istisnâ edilenler harâmlıkdan kurtulup halâl olur ki, bu da, sahîh nikâh ile almakdır. Görülüyor ki, müt’a nikâhının halâl olduğunu isbât için delîl gösterdikleri (herşey aslında mubâhdır. Yasak olmaları için âyet veyâ hadîs lâzım-

-126-

dır) sözünün nikâh ile ilişiği yokdur. İlme, dîne uymayan bir isbâtdır. Halîfe Ömerin “radıyallahü anh”, müt’a nikâhının yasak olduğunu söylerken, hadîs ile isbâta lüzûm görmemesi ve hiç kimse tarafından i’tirâz olunmaması da, bunun önceden yasak edilmiş olduğunu herkesin bildiğini göstermekdedir.

18 - (Resûlullah vefât edince, Ebû Bekr ile Ömer, (Biz Peygamberler mîrâs bırakmayız. Bırakdıklarımız sadaka olur) hadîsini söyliyerek, Fâtıma-tüzzehrânın elinden (Fedek) ismindeki hurma bağçesini zor ile alıp, Beytülmâla verdiler. Fâtıma, Ebû Bekre darılıp, la’net etdi. Hâlbuki, Resûlullah, hayâtında bunu ona hediyye etmişdi ve hurmaları, üç sene ona getirilmişdi. Fâtıma, bunu, Alî ile Hasen, Hüseyn ve Kanber ile isbât etdi ise de, Ebû Bekr, bu şâhidleri kabûl etmedi. Hâlbuki, bu hadîsi, o zâlim uydurdu. Kızı Âişeden başka, kimse böyle hadîs söylememişdir. Böyle hadîs olsaydı, Fâtımaya elbette bildirilir, bu da harâm şeyi istemezdi. Ehl-i sünnet, Ebû Bekri haklı çıkarmak için, zındıklık yoluna sapıp, Eşref-i kâinâta iftirâ ediyor. Allahın emrini Fâtımaya bildirmemiş diyorsunuz. Bildirmiş ise, Fâtıma kabûl etmeyince küfr olur. Bu hadîsi uyduran kâfirdir. Zâten, Ebû Bekrin şâhid getirmesi lâzım idi. Şâhid istemekle de zulm etmiş oldu. Sonra, Peygamberlerin mîrâs bırakdıkları, Kur’ân-ı kerîmin çok yerlerinde yazılıdır) diyor.

Hâlbuki Ahmed Cevdet Pâşa “rahime-hullahü teâlâ” (Kısas-ı enbiyâ)nın (369). cu sahîfesinde diyor ki:

Halîfe hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” silâhları ile beyâz katırını, hazret-i Alîye “radıyallahü anh” verdi. Diğer eşyâyı Beytülmâla bırakdı. Fedek ve Hayberdeki hurmalıklarını, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtda iken vakf etmiş, kimlere dağıtılacağını emr buyurmuşdu. Şöyle ki: Gelip geçen elçilere, müsâfirlere ve yolculara verirdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” bunları eskisi gibi dağıtıp, aslâ değişdirmedi. Fâtıma “radıyallahü anhâ” mîrâsını istedikde; (Resûlullahdan işitdim: (Bize, ya’nî Peygamberlere kimse vâris olamaz! Bizim bırakdığımız mal, sadaka olur) buyurmuşdu. Ben Resûlullahın yapdığını değişdirmem. Bir yanlış yola sapmakdan korkarım) dedi. Fâtıma (Sana kim vâris olur?) demiş. Halîfe de: (Evlâdım, ehlim olur) deyince, (Yâ ben niçin babama vâris olmuyorum?) demiş. Halîfe de: (Senin baban olan Resûl-i ekremden işitdim ki, (Kimse bize vâris olamaz!) buyurdu. Onun için sen de vâris olamazsın. Fekat ben Onun halîfesiyim, Onun nafaka verdiği kimselere, aynı şeyleri ben de veririm. Senin masraflarını yapmak benim vazîfemdir) dedi. Bunun üzerine Fâtıma

-127-

radıyallahü anhâ” susdu ve artık mîrâs lâfı etmedi.

Mısrdaki büyük âlimlerden Ahmed bin Muhammed Şihâbüddîn Kastalânî “rahime-hullahü teâlâ” (Mevâhib-i ledünniyye) kitâbı tercemesi, birinci cild, dörtyüz doksanbirinci sahîfede diyor ki (Doğru oldukları, bütün islâm âlimlerince tasdîk edilmiş olan altı hadîs kitâbına (Kütüb-i sitte) denir. Bunlardan birini yazan Ahmed bin Alî Nesâînin bildirdiği hadîs-i şerîfde (Biz Peygamberler mîrâs bırakmayız) buyuruldu. (Süleymân, Dâvüda vâris oldu) ve (Yâ Rabbî! Bana vâris olacak evlâd ver) âyet-i kerîmelerinde bildirilen vârislik, mal ve mülk vârisliği değildir. İlm ve nübüvvet mîrâsıdır). Yukarıdaki hadîs-i şerîfi, imâm-ı Abdürra’ûf Menâvî de yazıyor ve imâm-ı Ahmedin (Müsned) kitâbından aldım diyor.

Hadîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî “rahime-hullahü teâlâ” fârisî dil ile yazdığı iki cild (Medâricün nübüvve) kitâbı ikinci cild, beşyüzyetmişikinci sahîfede buyuruyor ki:

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Biz Peygamberler mîrâs almayız ve mîrâs bırakmayız. Bırakdığımız şeyler sadaka verilir) buyurdu. Kendisi vefât edince ev eşyâsı ve silâhları ve hayvanları ve Fedek denilen hurma bağçesi kalmışdı. Bu hurmaları âilesine ve fakîrlere ve yolculara verirdi. Vefât edince, kızı Fâtıma “radıyallahü anhâ”, halîfe Ebû Bekrden mîrâs istedi. Halîfe, hadîs-i şerîfi okuyarak, mîrâs vermedi. Fâtıma, halîfeye: (Sen ölürsen, malın kime mîrâs kalır?) dedi. (Âileme ve çocuklarıma kalır) deyince, Fâtıma, (O hâlde ben niçin babamın mîrâsını almıyorum?) dedi. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki, (Ben, baban olan Resûlullahdan işitdim ki (Biz mîrâs bırakmayız!) buyurdu. Fekat ben, Onun halîfesiyim. Onun verdiği kimselere, ben de, aynı şeyleri vereceğim ve Onun bırakdığı malları, Onun verdiği yerlere aynen dağıtacağım) dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” birçok kimselere, mal vereceğini va’d etmişdi. Vefâtından sonra, gelip, bu malları istediler. Halîfe hepsine verdi. Ebû Bekr, mîrâsı yalnız Fâtımadan men’etmedi. Âişe de, “radıyallahü anhüm” gelip, mîrâs istedi. Ona da vermedi. Başka zevceler de istedi. Hiçbirisine vermedi. Peygamberler mîrâs bırakmaz hadîs-i şerîfini söyledi. Halîfe, bu hadîs-i şerîfi söyleyince, Eshâb-ı kirâmın hepsi, biz de işitmişdik, dedi, bir kişi bile i’tirâz etmedi. Halîfe kimseye mîrâs vermedi ve Muhammed aleyhisselâmın akrabâsına evvelce verilen herşeyi aynen verdi ve Resûlullahın yapdığını değişdirmem dedi ve Resûlullahın akrabâsını, kendi akrabâmdan dahâ çok seviyorum diye yemîn etdi. Fâtımanın mîrâs yüzünden, Ebû Bekre darıldığını ve ölünciye kadar sevmediğini söyliyenlere şaşılır. Eshâb-ı kirâmın sözbirliği ile bildirdiği hadîs-i şerîfi, Fâtımanın kabûl etmiyeceği düşünülebilir mi? İnsanlık îcâbı kırıldı denilse de, ölün-

-128-

ciye kadar dargın kaldı denilebilir mi? Fâtımanın “radıyallahü anhâ” vefât edeceği zemân, Ebû Bekr-i Sıddîk ile halâllaşdığı, ondan râzı olduğunu bildirdiği meydânda olan bir hakîkatdir. Meselâ, hadîs âlimi, imâm-ı Beyhekî, imâm-ı Şa’bîden rivâyet ediyor ki, Fâtıma “radıyallahü anhâ” hasta iken, halîfe Ebû Bekr-i Sıddîk kapıya geldi. Alî “radıyallahü anhüm” Fâtımaya, Ebû Bekrin geldiğini haber verdi. Fâtıma da, Alîye içeri izn vermemi istermisin? dedi. Alî: Evet dedi. Fâtıma izn verdi. Halîfe içeri girdi ve kendisi ile halâllaşdı. Fâtıma “radıyallahü anhâ” Ebû Bekrden râzı oldu. İmâm-ı Müstağfirînin (Kitâbülvefâ) ve [Ahmed bin Muhammed Taberînin 694] (Riyâdunnadara) kitâblarında diyor ki, Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Fâtımanın “radıyallahü anhâ” yanına girip, halâllaşdı ve Fâtıma, ondan râzı oldu. İmâm-ı Evzâî buyuruyor ki, Ebû Bekr, Fâtımanın kapısına gelip, Resûlullahın kızı benden râzı olmadıkça, bu kapıdan ayrılmam dedi. Alî “radıyallahü anh” içeri girip, Fâtımaya râzı ol diye and verdi. O da râzı oldu. Hâfız Ebû Sa’îd (Kitâbülmüvâfeka) adındaki kitâbında da böyle yazmakdadır. Fâtıma “radıyallahü anhâ” gece defn edildi. Alî “radıyallahü anh” gece olduğu için halîfeye haber veremedi. Ba’zı haberlerde ise Ebû Bekrin cenâzede bulunduğu ve nemâzını kıldığı bildirilmekdedir. (Faslülhitâb) kitâbında diyor ki, hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” hasta iken, hazret-i Ebû Bekr gelip, içeri girmeğe izn istedi, hazret-i Alî haber verdi. Hazret-i Fâtıma, hazret-i Alîye sen râzı olur isen izn veririm dedi. Râzıyım dedi. Hazret-i Fâtıma izn verdi.Hazret-i Ebû Bekr içeri girip, konuşdu. Özr diledi. Halâllaşdı. Hazret-i Fâtıma da, halîfeden râzı oldu. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü anhâ” akşam ile yatsı arasında vefât etdi. [Hicretin onbirinci senesi idi.] Hazret-i Ebû Bekr, Osmân, Abdürrahmân bin Avf ve Zübeyr bin Avvâm hâzır idiler. Cenâze nemâzını kıldırmak için Ebû Bekre teklîf etdiler. Hazret-i Ebû Bekr kıldırdı. Gece defn etdiler.

Ömer “radıyallahü anh” halîfe olunca, Fedek hurmalarını, Resûlullah zemânında olduğu gibi dağıtdı. İki sene sonra, bu işin idâresini Alî ile Abbâsa “radıyallahü anhümâ” bırakdı. Bir zemânsonra halîfeye gelip, hurmalığı ikisine taksîm etmesini istediler. Ömer “radıyallahü anh” Eshâb-ı kirâmı toplayıp, hepsine and verdi ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Biz Peygamberler, mîrâs almayız ve mîrâs bırakmayız. Bizim bırakdığımız sadaka olur) buyurdu mu? diye sordu. Hepsi birden evet duyduk diye yemîn etdi. Bunun üzerine Ömer “radıyallahü anh” hurmalığı taksîm etmeyip, ikisine bırakdı ve mahsûlü eskisi gibi dağıtınız dedi. Hurmalıklar, sonradan Alînin “radıyallahü anh” elinde kaldı.

-129-

Sonra evlâdına, torunlarına kalıp, nihâyet, emîr Mervânın eline geçdi. Ömer bin Abdül’azîz halîfe olunca, Resûlullahın, kızı Fâtımaya vermediği mala elimi sürmem dedi. Bu sözden, Fâtımanın “radıyallahü anhâ” Resûlullahdan bu hurmalığı istediği, Onun da vermediği anlaşılmakdadır. Bu husûsdaki hadîs-i şerîfler, Buhârîde yazılıdır. Abdülhak-ı Dehlevînin yazısı burada temâm oldu.

(Mir’ât-i Kâinât) kitâbında ikiyüzdoksanikinci sahîfede diyor ki: (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zevceleri ve kızları “radıyallahü teâlâ anhünne” dünyâdaki kadınların hepsinden üstündür. Zevcelerine kazf eden, kötüliyen için, Abdüllah ibni Abbâs, tevbesi kabûl olmaz buyurdu. Âişeye “radıyallahü anhâ” söven ise, katl olunur. Çünki, buna söğmek, Kur’ân-ı kerîmi inkâr etmek olur ki, küfrdür diye sözbirliği vardır.)

Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mîrâs bırakdığını bildiren âyet-i kerîmelere gelince: Allahü teâlâ, Meryem sûresi, 5 ve 6.cı âyetlerinde, Zekeriyyâ aleyhisselâmın düâsını bildiriyor. Bu âyet-i kerîmelerin meâl-i âlîsi, (Ben öldükden sonra, yerime gelecek velîlerimden korkuyorum. Zevcem de âkırdır, çocuğu olmuyor. Yâ Rabbî! Bana bir oğul ihsân eyle de, bana ve Ya’kûb oğullarına vâris olsun!)dir. Beydâvî tefsîrinde buyuruyor ki, bu söz, (Bizim dînimize ve ilmimize vâris olsun demekdir. Çünki, Peygamberler “aleyhimüsselâm” mal mîrâs bırakmazlar). Şeyhzâde hâşiyesinde diyor ki, (Peygamberlere “aleyhimüsselâm” vâris olmak, dînine salâh ve fâide verici olmakdır. Bu da, peygamber olmakla ve ilm ile ve güzel ahlâk ile ve dinde fâideli makâm sâhibi olmakla ve tayyib mal sâhibi olmakla olur). Zekeriyyâ aleyhisselâmın amcasının oğulları, Benî İsrâîlin en kötüleri idi. Vefâtından sonra, bunların dîni değişdirmelerinden korkmuş idi.

Neml sûresi, onaltıncı âyetindeki (ve Süleymân Dâvüda vâris oldu) aleyhimesselâm” vâris olmağı, Beydâvî “rahime-hullahü teâlâ” tefsîrinde (Peygamberliğine veyâ ilmine veyâ mevkı’ine mâlik oldu demekdir) diyor.

Görüliyor ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hurma bağçesini hazret-i Fâtımanın “radıyallahü anhâ” elinden almamış, eski hâlinde olduğu gibi bırakmış, onun her ihtiyâcını Beytülmâldan vermişdir. Ba’zı eşyâyı, hazret-i Alîye mîrâs olarak değil, bu eşyâ Beytülmâla geçdikden sonra, kendi salâhiyyetini kullanarak, hediyye olarak ihsân etmişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hurma bağçesini kimseye hediyye etmemişdi. Fâtıma “radıyallahü anhâ”, bu bana hediyye edilmişdi, demedi ve şâhid getirmedi. Hiçbir kitâbda böyle yazmıyor. Bunu yalnız Îrân-

-130-

daki bu acem kitâbı, pek acemice uydurmakdadır. Hazret-i Alîyi ve Fâtımayı ve Hasen, Hüseyni medh eden, çok öven hadîs-i şerîfler var. Hattâ âyet-i kerîme var. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ki, bütün ticâret mâlını, mülkünü, vatanını, evlâdını, Resûlullah için fedâ etmiş, bütün gazâlarda bulunup, ihtiyâr hâlinde Resûlullahın önünde harb etmiş iken, bu hadîs-i şerîfleri çiğneyecek kadar aşağı bir kimse mi idi? Hâlbuki yüzlerce hadîs-i şerîf, hattâ Kur’ân-ı kerîm, onu medh etmekde, fazîletini bildirmekdedir. Mîrâs hadîsini, hazret-i Fâtımaya önceden bildirmeğe lüzûm yokdu. Vakti gelince, Eshâb-ı kirâm ona bildirdi. Fâtıma-tüzzehrâ, hurmalığı, kendine halâl sanarak istemişdi. Harâm olduğunu anlayınca istemedi. İbâdetleri, bir kimseye, vakti gelmeden bildirmek farz değildir. Zâten vakf edilmiş mal, kimseden, hiçkimseye mîrâs kalmaz. Fâtıma “radıyallahü anhâ” halîfenin sözünü, derhâl ve seve seve kabûl etdi. Bu hadîs-i şerîfin, hadîsi şerîf olduğuna hiçbir sahâbî i’tirâz etmediğinden, inanmıyan kâfir olur. Fedek bağçesi için (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbının beşinci kısmında uzun bilgi vardır. Lütfen oradan da okuyunuz!