Eshâb-ı kirâmı kötüliyenler, yirmiiki fırkadır. En kötüsü (Allah, Alînin içindedir. Alîye tapmak, Ona tapmakdır) diyor. İkinci kısmı, bunları kötüliyor ve (Alî, Allah olur mu? O,
insandır. Fekat, insanların en üstünüdür. Allah, Kur’ân-ı kerîmi ona gönderdi. Cebrâîl de, iltimâs edip, Muhammede “aleyhisselâm”
getirdi. Muhammed “aleyhisselâm”, Alînin hakkını yidi) diyor. Üçüncü kısm, bunları kötüliyor ve (Hiç böyle olur mu? Bizim Peygamberimiz, Muhammed
“aleyhisselâm”dır. Fekat, benden sonra, Alî halîfe olsun
dedi. Eshâb-ı kirâm, dinlemeyip, diğer üçünü halîfe yapdı. Alîyi dördüncüye bırakdı) diyorlar. Diğer üç halîfeye, Alînin hakkını aldılar diye düşman oluyorlar. Eshâb-ı kirâmın hepsine de, onun hakkını vermediler diye düşman oluyorlar. Kendi hakkını aramadı diye, Alîye de “radıyallahü anh” çok kızıyorlar. Bu üç kısmın hepsi kâfir oluyor.
Diğer fırkalar da, yâ kâfir oluyor veyâ bid’at fırkası oluyor. Allahü teâlâ, hepsine hidâyet versin! Doğru yola gelmek nasîb eylesin!
Bugün, Îrânın birçok köylerinde ve Irakda milyonlarca insan, zehrlenmiş, yolu şaşırmışlardır. Bu sapıklarca en kıymetli kitâb olan (Hüsniyye) ismindeki yüz sahîfe kadar bir roman, elimize geçdi. İstanbulda basılan bu kitâb, Hârûnürreşîdin serâyında, Hüsniyye isminde bir câriyenin, ba’zı kimselerle yapdığı konuşmasını yazmakda imiş. Bunun, Murtezâ adında bir acem yehûdîsi
tarafından, Îrânda yazıldığı, fârisîden
türkçeye çevrildiği anlaşılıyor. Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere bozuk ma’nâlar vererek, vak’a
ve hâdiseleri yanlış anlatarak, Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm” ve Ehl-i sünnet
âlimlerine saldırmakda, acıklı hikâyeler uydurarak, câhilleri aldatmakdadır. Meselâ:
1 - (İmâm-ı Şâfi’î Bağdâdda idi. Ebû Yûsüf de kâdî idi. Aralarında çok düşmanlık vardı) diyor. İctihâddan haberi olmadığı için, ictihâddaki ayrılıkları, düşmanlık sanmakdadır.
2 - (Ebû Yûsüf ve Şâfi’î ve Bağdâd âlimleri, Hüsniyyeye cevâb veremedi) diyor. İmâm-ı Şâfi’înin büyüklüğünü bilmediği için, sıkılmadan böyle yazıyor. Hâlbuki, Ferîdeddîn-i Attâr “rahmetullahi aleyh” (Tezkiret-ül-evliyâ)da diyor ki:
İmâm-ı Muhammed Şâfi’î
“rahime-hullahü teâlâ”, onüç yaşında iken, Harem-i şerîfde, (Bana istediğinizi sorunuz?) derdi. Onbeş ya-
şında iken fetvâ verirdi. Zemânının en büyük âlimi olan ve üçyüzbin hadîsi ezber bilen imâm-ı Ahmed ibni Hanbel “rahime-hullahü teâlâ”, ondan ders almağa gelirdi. Çok kimse, imâm-ı Ahmede, (Böyle büyük
bir âlim iken, kendin gibi bir genç karşısında nasıl oturuyorsun?) dediklerinde, (Bizim ezberlediklerimizin ma’nâlarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacakdım. O, dünyâyı aydınlatan bir güneşdir, rûhlara gıdâdır) derdi. Bir kerre de, (Fıkh kapısı kapanmışdı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına, Şâfi’î vâsıtası ile tekrâr açdı) demişdir. Bir kerre de, (İslâmiyyete, şimdi Şâfi’îden dahâ çok hizmet eden birini bilmiyorum) dedi. İmâm-ı Ahmed, yine buyurdu ki, (Allahü teâlâ, her yüz yılda bir âlim yaratır, benim dînimi, herkese
onun ile öğretir!) hadîs-i
şerîfinde bildirilen âlim, imâm-ı Şâfi’îdir. [Bu hadîs-i şerîf, bu âlimlerin Dâr-ül İslâmda zuhûr edeceğini bildirmekdedir.] Süfyân-ı Sevrî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, (Şâfi’înin aklı, zemânındaki insanların yarısının aklları toplamından fazladır). Abdüllah-i Ensârî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, (Şâfi’î mezhebini
iyi bilmiyorum. Fekat, imâm-ı Şâfi’îyi çok severim.
Çünki, hangi makâma baksam, onu herkesin önünde görüyorum). İmâm-ı Şâfi’î birgün ders verirken, yerinden birkaç kerre kalkdı, oturdu. Sebebini sorduklarında, (Bir seyyid çocuğu, kapının önünde oynuyordu. Karşımdan geçdikçe, ona saygı olarak kalkıyorum. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” torununu görüp de, kalkmamak câiz olmaz)
dedi. [Her zemân, her yerde, her müslimânın, seyyidlere hürmet
etmesi lâzımdır.] Hüsniyye kitâbını yazanın bundan haberi olsaydı, (imâm-ı Şâfi’î, Ehl-i beytin düşmanı idi) demekden hayâ
etmesi lâzım gelirdi. Rebî’ bin Haysem “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, (Rü’yada, Âdem
aleyhisselâmı ölmüş gördüm. Zemânımızın en büyük âlimi vefât edecekdir dediler. Çünki, âyet-ikerîmede, ilmin Âdem
aleyhisselâmın hâssası olduğu bildirildi. Birkaç gün sonra, imâm-ı Şâfi’î vefât etdi).
3 - (Hüsniyye, mezhebini izhâr edip,
muhabbet-i Ehl-i beyt-i Resûl olduğunu beyân edip, bir derece mücâdele ve mübâheseye başladı. Ulemâ cevâb vermeğe kâdir olamadılar) diye yazıyor. Ehl-i beyt-i
Resûlün ve Eshâb-ı kirâmın hepsinin i’tikâdı aynı idi. Hepsi Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin bildirdiği yolda idi.
Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eshâbım, gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolda gitmiş olursunuz!) buyuruyor. Eshâbımın ba’zısı veyâ yalnız Ehl-i beytim yıldızlar gibidir demiyor. Eshâbım buyurarak, hepsinin
aynı i’tikâdda olduğunu bildiriyor. Bunlar ise, kendi yanlış hikâyelerine, bozuk inanışlarına, (Ehl-i beyt-i Resûl mezhebi) diyerek, yurdumuzdaki müslimânları aldatmağa çalışıyorlar. O
meclisde, bir âlim bulunsay-
dı, bu câriye rezîl olur, ağzını açamazdı. Âlimler cevâb veremedi diyerek, Ehl-i
sünnet âlimlerini lekelemeğe yeltenmekdedir.
4 - (Alînin “radıyallahü anh” çocuk iken îmân etdiğini ve çocuğun îmânının makbûl olduğunu, yalan yanlış isbâta kalkışıyor. Bunun için, hilâfet onun hakkıdır, diyerek âlimleri susdurdu) diyor.
Ehl-i sünneti, sanki hazret-i Alînin “radıyallahü anh” çocuk iken îmân etmiş olduğuna inanmıyormuş gibi göstererek, Ehl-i sünnet âlimlerini rezîl etdi diyor. Hâlbuki,
Ehl-i sünnet kitâblarının hepsi, imâm-ı Alînin “radıyallahü anh” çocuk iken îmân etmekle
şereflendiğini uzun uzun yazarak, o Allahın arslanını medh ve senâ etmekdedir.
5 - Bir sahîfede (Alî, Resûlullahdan
sonra, Enbiyâ-i mürselînden efdaldır. İmâm vasıyyi Resûl ve suhuf-i münzelenin ve Tevrât, Zebûr, İncîl ve Fürkânın hâfızıdır. Ebû Bekr ise, kırk yaşında Lât-ü Uzzâ
denilen heykellere ibâdeti terk ederek islâma gelmiş ise de, çok def’a Resûl-i
Hudâya muhâlefetde bulunmuşdur ve cildi, kanı şerâb ile beslenmiş iken, onun îmânına i’tibâr edip. hânedân-ı nübüvvetin ma’sûmlarının îmânına i’tibâr olunmaz dersiniz ve buğz-u adâvet-i Hânedânı, kalbinizde saklarsınız) diye, Ehl-i sünnete saldırıyor.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, meselâ En’âm sûresi, seksenaltıncı
âyetinde, (Peygamberlerin
hepsinin, Peygamber olmıyan insanların hepsinden dahâ efdal olduğunu) bildirmekdedir. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh”,
Peygamberlerden yüksek olduğunu söylemek, Kur’ân-ı kerîmi inkârdır ki, küfr olur. Diğer semâvî kitâblar, nazm olmadığı gibi kimsenin
ezberinde değil idi. Nitekim, Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” bile Tevrâtdan sorulan üç süâle üç gün cevâb vermeyip,
Cebrâîl aleyhisselâmın cevâb getirmesini bekledi ve üç gün
üzüldü. Bütün müslimânlar da, çok üzüldü. Sonra, Kehf sûresi gelerek, Tevrâta
uygun cevâb verildi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” çocuk iken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem” arkadaşı idi. O zemândan beri sevişiyorlar, berâber yaşıyorlardı. Her ikisinin de, hiç şerâb içmediği, puta tapınmadıkları kitâblarda yazılıdır. Meselâ, (Me’alilferec) adındaki kitâbda diyor ki, Kâdî Ebülhasen, Ebû Hüreyreden “radıyallahü anh” haber veriyor. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile
oturmuşduk. Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah
“sallallahü aleyhi ve sellem”! Senin hakkına yemîn ederim ki,
ömrümde hiç puta tapmadım). Hazret-i Ömer buyurdu ki, (Niçin,
Resûlullah hakkına diyorsun? Bu kadar sene câhillik zemânı geçirdik). Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü te-
âlâ anh” buyurdu ki, (Babam Ebû Kuhâfe, beni heykellerin dikili olduğu yere götürdü. Seni yaratan, kurtaran bunlardır. Bunların önünde eğil dedi. Kendisi gitdi. Puta, karnım aç. Bana birşey ver,
yiyeyim dedim. Cevâb vermedi. Su, elbise istedim. Ses vermedi. Sana taş atarım. Gücün varsa, atdırma dedim. Ses çıkmadı. Taş atdım. Yüz üstü düşdü. Babam gelip görünce şaşırdı. Beni eve götürdü. Annem, buna birşey demiyelim dedi). Ebû Bekr, sözünü
bitirince, Resûl aleyhisselâm, (Cebrâîl aleyhisselâm bana gelip, üç kerre, Ebû Bekr, doğru söyledi dedi) buyurdu.
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” bütün servetini, cânını, evlâdını, herşeyini ona fedâ etmişdi. (Ebû Bekrin “radıyallahü anh” îmânı, bütün ümmetimin îmânları toplamından dahâ fazladır) hadîs-i şerîfi, onun, bütün Eshâbdan üstün olduğunu göstermeğe yetişir. Hâlbuki, efdal olduğunu bildiren, dahâ nice
hadîs-i şerîfler var. Bunların birkaçı, senedleri ile birlikde (Tam İlmihâlSe’âdet-i Ebediyye) kitâbında yazılıdır. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” hiç muhâlefetde
bulunmamış, ictihâdları bile, hep Ona uygun olmuşdur. Hattâ, Onun
bir hatâsı ile, bütün ibâdetlerini değişmeği istemişdir. Ehl-i sünnet kitâbları, Ehl-i beytin sevgisi
ve saygısı ile doludur. Buğz-u adâvet ediyorsunuz demesi, bu kitâbın, Ehl-i sünnete karşı ne kadar hâince, alçakça iftirâlarla dolu olduğunu göstermekdedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” yazdığı tefsîr ve hadîs kitâblarında, hazret-i Alîyi
“radıyallahü anh” medh eden haberler o kadar çokdur ki, bunlardan birkaçını işitmiyen bir müslimân yokdur. Meselâ, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki: Resûlullahdan işitdim ki, (Alînin sevgisi, ateşin odunu yakdığı gibi, müslimânın günâhlarını yok eder) buyurdu. Onu sevmek, Onu ve sözlerini, doğru olarak öğrenip, öyle olmağa çalışmak demekdir.
6 - Bir sahîfede (Ehl-i sünnet, şer ve
isyân, küfr ve fısk, Allahın kazâ ve kaderi iledir, rızâsı ile değildir diyor. Bu sözleri bir hâkimin kendi hükmüne râzı olmamasına benzer. Bu sözü edenler, kendi
küfrlerine zâhib oldukları için, küfrü, kâfirliği de kazâ ve kadere bağlayıp, kendi kabâhatlerini örtmek
istediler. Bu ise İblîs mezhebidir) diyor.
Böylece, kazâ ve kadere inanmıyor. İmâm-ı Ca’fer Sâdıka da inanmamış oluyor. Herşeyi Allahü teâlânın yaratdığını bildiren âyet-i kerîmeleri, evirip çevirip, kendine göre ma’nâlar çıkarıyor. Hâlbuki, bu âyet-i kerîmelerin hakîkî ma’nâlarını (Beydâvî) şerhi olan Şeyhzâde [Muhammed bin
şeyh Mustafâ] tefsîri, akl sâhiblerini hayrân bırakacak şeklde yazmakdadır. Hüsniyye diyormuş
ki,
(beş yaşından yirmi yaşına kadar, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın “aleyhisselâm” evinde idim. Bu bilgileri hep ondan öğrendim). Küfrüne, yalanlarına herkesi inandırmak için, o büyük imâma da iftirâ ediyor. Hâlbuki, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın “radıyallahü anh” kazâ kader hakkındaki sözü (Mektûbât)ın 1. cild, 289.cu mektûbunda uzun yazılıdır. İrâde ile rızâyı birleşdirmek için,
hâkimin hükmünden râzı olmaması muhâldir demesi de,
bozuk bir düşüncedir. Çünki, hâkimin, doğru olan hükmlerinden
râzı olmaması, elbette muhâldir. Allahü teâlânın da, itâ’at etmekden, sevâb işlemekden, hayrdan râzı olmaması muhâldir. Çünki, râzı olacağını bildiriyor. Fekat, hâkim, zor ile veyâ hatâ ile verdiği hükmünden hatâsını anlayınca nasıl râzı olabilir? İrâde etmiş, hükm etmiş ise de, râzı olamaz. (Sirâciyye fetvâları) sâhibi Sirâcüddîn Alî bin Osmân Ûşî, (Emâlî) adındaki çok kıymetli kasîdesinin üçüncü beytinde, (Allahü teâlânın hayât sıfatı vardır [ya’nî diridir]. Herşeyi, her işi irâde, ezelde takdîr eder) diyor.Bu
kasîdeyi, birçok âlim şerh etmişdir. Seyyid Ahmed Âsım efendi türkçeye terceme ve şerh ederken diyor ki, (Kader, Allahü teâlânın ilerde olacak herşeyi ezelde bilmesidir. Kazâ, bu bildiklerini Levh-il
mahfûzda göstermesidir). Keşşâf şârihi [Tayyıbî] (Ba’zılarına göre, kader, genel emrdir. Kazâ bunların birer birer meydâna gelmesidir. Meselâ [her canlı ölecekdir] kaderdir. Her canlının ölmesi kazâdır) dedi. (Tavâli’)
kitâbını şerh eden Şemseddîn Mahmûd bin Abdürrahmân İsfehânî buyuruyor ki, (Kader, her şeyin Levh-il mahfûzda toplu, kısaca varlığıdır. Kazâ da, bunların, şartlarının ve kendilerinin birer birer, zemânlarında yaratılmasıdır). Kader, bir anbar buğdaya benzer. Kazâ, ölçü
ölçü alıp sarf etmekdir. Kader ve kazâ kelimeleri, birbirinin yerine kullanılmakdadır. Kader: (Ahmed kendi arzûsu ve kudreti ile müslimân olur. Kirkor, kendi
isteği, beğenmesi ile küfrü tercîh eder şeklindedir. Bunu gösteren âyet-i kerîmeler
çokdur). Kazâ kader üzerinde (Tam İlmihâl) kitâbında geniş bilgi vardır. Bunu iyi okuyunca, Hüsniyye kitâbını hâzırlıyan yehûdînin, bir canbaz gibi, bir gözbağlayıcı gibi yapdığı bozuk isbâtlar kolayca anlaşılır. Tefsîr bilenler, bu kitâbın âyet-i kerîmelere,
ilme, akla uymıyan ma’nâlar verdiğini hemen anlar ise de, tefsîrden ve yirmi ana ilmden haberi olmıyan câhiller, (mağlûb etdi, mahcûb etdi, rezîl etdi, cevâb
veremediler, âciz kaldılar) gibi ilâvelere aldanarak inanır. Onun için, böyle, yalan, bozuk kitâbları, mecmû’a ve gazeteleri hiç okumamalıdır. Bunları okumamak, kendini kâfir olmakdan kurtarmak
demekdir.
7 - Bir yerinde (Vaktiyle şeyh Behlûl
[Behlûl Dânâ] demişdi ki: Ey Ebû Hanîfe! Sen insanda ihtiyâr olmadığını söyliyorsun. Eşekler senden dahâ akllı ve fazîletlidir.
Çünki, geçilemiyecek dere
-87-
ye ne kadar zorlansa girmez! Bu söze İbrâhîm Hâlid, cevâb
veremedi. Hârûn Reşîd ve Yahyâ Bermekî güldü) diyor.
Kaderiyye mezhebinin, bu ümmetin mecûsîleri
olduğunu bildiren hadîs-i şerîfi de yazıp, (günâh işleyip,
bu iş Allahdandır, ezelde yazılmışdır, diyenler, Kaderiyyedir. İslâmdan önce Kureyş müşrikleri cebrî mezhebinde idi. İslâm bu mezhebi kaldırdı ise de, emîrül’mü’minîn hazret-i Alînin şehâdetinden sonra, Mu’âviye ve
Yezîd aleyhilla’ne zemânında bu mezheb, tekrâr
meydâna çıkdı ve Ehl-i sünnete mirâs kaldı) diye yazıyor ve çocuk sözü gibi
akla ve nakle uymıyan söz ve misâllerle isbâta kalkışıyor.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü
teâlâ”, insanda ihtiyâr yokdur dememişdir. Cebriyye mezhebinin kâfir olduklarını bildirmişdir. Bu kitâbının böyle hayâsızca iftirâlarına ancak, Ehl-i sünnet kitâblarını hiç okumamış câhiller inanır. Kaderiyye mezhebi, Mu’tezile mezhebinin bir ismidir. Şî’îlerin de bu
mezhebde olduğu, bu kitâbdan anlaşılmakdadır. Kazâ ve kadere inanmadıkları için, insan istediğini elbette yapar, yaratır dedikleri için, Mu’tezile mezhebine (Kaderiyye) de denir. Ya’nî kadere
inanmıyanlar kaderiyyedir. İnananlar, Ehl-i sünnetdir.
Muhammed bin Abdülkerîm Şihristânî, (Milel ve nihâl) kitâbında diyor ki: Mu’tezile mezhebinin reîsi olan Vâsıl bin Atâ ve onun izinde bulunanlar diyor ki: (İnsan, ihtiyârî, ya’nî istekli hareketlerini kendi yaratır. Allahü teâlâ, kullarına fâideli işler yapmağa mecbûrdur. İyilere sevâb, kötülere azâb vermesi lâzımdır. Allah birdir. Ayrıca sıfatları olamaz. Kur’ân, harf, kelime ve sesdir. Bunlar ise, mahlûk, sonradan yaratılmışdır. İnsan iyi, kötü, bütün işlerini kendi yaratıyor. Allahü teâlâ, şerleri, kötü şeyleri, günâhları, küfrü yaratır demek, doğru değildir. Bu sözler, onu kötülemekdir. Çünki, zulmü yaratan, zâlimdir. Allahü teâlâ, zâlim olmaz.) diyor. Bunların bu sözleri yanlışdır. İş sâhibi, işi yaratan değil, bu işi yapandır. İnsan mahlûk olduğu gibi, küfrü, îmânı, ibâdeti ve isyânı da mahlûkdur. Saffât sûresi, doksanaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlâ, sizi yaratdı ve yapdığınız işleri de yaratmakdadır) buyuruldu. Ehl-i sünnet âlimlerinden imâm-ı Beydâvî “rahmetullahi aleyh”, bu âyetin tefsîrinde (yapdığınız şeyler, insanın fi’li, hareketi ile olduğu için, insanın işi olur. Fekat, hareket kuvvetini veren, iş için lâzım olan şeyleri yaratan, Allahü teâlâdır) demekdedir. Kaderiyye, herkes, kendi işinin hâlıkıdır dediği için, bu ümmetin mecûsîleri olmuşdur. Ehl-i sünnet, hâlık birdir diyor. Mecûsîler, hâlık ikidir dediler.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin “rahime-hullahü teâlâ” arabî
(İkd-ül-cevherî) kitâbında, irâde-i cüz’iyyeyi uzun bildirmekdedir. Abdülhamîd Harpûtî
“rahmetullahi aleyh” bu kitâbı şerh ederek (Simt-ül-abkarî) ismini vermişdir. Bu
şerh 1305 [m. 1888] de İstanbulda tab’ edilmişdir. Mevlânânın (İrâde-i
cüz’iyye) risâlesi de 1291 [m. 1874] senesinde, meârif nâzırı Safvet Pâşanın zemânında, (Reşehât) kitâbının sonunda, taş baskısı ile, İstanbulda basılmışdır. (Bugyet-ül-vâcid) kitâbının dokuzuncu mektûbu bu risâledir. Bu risâlede buyuruyor ki:
Yeri ve gökleri yokdan var eden, insanları ve hayvanları ve bunların hareketlerini, işlerini yaratan Allahü teâlâya hamd olsun. Allahü teâlâ,
birşeyi yaratmak istediği zemân ona (Ol!) der, hemen var olur.
Efendimiz, büyüğümüz, veber ve meder ehâlîsinin en iyisi olanMuhammed aleyhisselâma ve
Âline, Akrabâsına ve Eshâbına düâlar, selâmetler ve iyilikler olsun!
Ey müslimân! Allahü teâlâ, zihnini açsın! Doğru yolda gitmeni nasîb eylesin! İyi bil ki, müslimânların her fırkası, her kısmı, hattâ felsefeciler ve başka dinlerde bulunanların çoğu, hayvanların hareketlerinden başka, her varlığı, herşeyi hareket etdiren, te’sîr eden yalnız bir kuvvet vardır, bu da, bir olan Allahü teâlâdır, demişlerdir. Hayvan ve insanların hareketlerini de Onun
yaratdığı şübhesizdir. Ya’nî, hem şu’ûrlu olan [ya’nî duydukları, anladıkları] meselâ hastalık, sıhhat, uyku, uyanıklık gibi, hem de, şu’ûrsuz olan [haberleri olmıyan] meselâ büyümek, gıdâların hazm olması gibi, tabî’î hareketlerini, ya’nî
irâdelerine, isteklerine bağlı olmıyan hareketlerini, hep Allahü teâlâ yaratmakdadır. Hayvanların ve insanların ihtiyârî hareketlerine, ya’nî irâdeleri, istekleri ile yapdıkları hareketlerine gelince, bunların meydâna gelmesi başka
başka anlatılmakdadır. Meselâ, Cebriyye fırkası, ihtiyârî hareketlerin
de, yalnız Allahü teâlânın kudreti ile olup, kulun hiç kudreti olmadığını söyliyor. İ’tikâd imâmlarımızdan Ebül-Hasen Alî Eş’arî “rahime-hullahü teâlâ” de Allahü teâlânın kudreti ile olup, kulun kudretinin karışmadığını bildirmekdedir. Mu’tezile fırkası ise, yalnız kulun kudreti ile ve ihtiyârı ile olduğunu, felsefeciler de, kulun kudreti ile
olduğunu ve kulun, bunu yapmağa mecbûr olduğunu söylemekdedir. Haremeyn imâmı denmekle meşhûr,
Abdülmelik Cüveynî “radıyallahü teâlâ anh” için de böyle derdi,
deniliyorsa da, doğru değildir. Nitekim âlim,
ârif Muhammed bin Yûsüf Sinnûsî “rahime-hullahü teâlâ” (Ümmül-berâhîn)
kitâbında ve Sa’deddîn-i
Teftâzânî “rahime-hullahü teâlâ” de [722-792 Semerkandda] (Şerh-i mekâsıd) kitâbında bunun doğru olmadığını açıkça yazmakdadır. İ’tikâd âlimlerimizden
üstâd İbrâhîm bin Mu-
hammed İsferâînî “rahime-hullahü teâlâ” ise, işin meydâna gelmesi, hem Allahü
teâlânın, hem de kulun kudretlerinin te’sîri iledir diyor. Kâdî Ebû Bekr Bâkıllânî “rahime-hullahü teâlâ”, işi yapan, Allahü teâlânın kudreti olup, kulun kudreti de, işin sıfatına, hâline, iyi veyâ kötü olmasına te’sîr etmekdedir,
diyor. İ’tikâdda mezhebimizin imâmı, Muhammed bin Mahmûd
ebû Mensûr Mâtürîdînin “rahime-hullahü teâlâ” de böyle buyurduğunu, Kemâleddîn Muhammed ibnülhümâm “rahime-hullahü teâlâ” (Elmüsâyere) kitâbında ve Kemâleddîn Muhammed ibni Ebû Şerîf-i kudsî “rahime-hullahü teâlâ” (Elmüsâmere fî şerhilmüsâyere) kitâbında ve Molla Fenârînin torunlarından Hasen Çelebi bin Muhammed
Şâh “rahime-hullahü teâlâ” (Şerh-i mevâkıf) hâşiyesinde ve müdekkik Gelenbevî
“rahime-hullahü teâlâ” de (Akâidüddevvâniyye) şerhinde bildirmekdedirler. Mevlânâdan bu kadar terceme edildi.