Allahü teâlâ, insanları
başı boş bırakmadı. Her istediklerini yapmağa izn vermedi. Nefslerinin
arzûlarına ve tabî’î, hayvânî zevklerine, taşkın ve şaşkın olarak tâbi’
olmalarını, böylece felâketlere sürüklenmelerini dilemedi. Râhat ve huzûr
içinde yaşamaları ve sonsuz se’âdete kavuşmaları için arzûlarını ve zevklerini
kullanma yollarını gösterdi ve dünyâ ve âhıret se’âdetine sebeb olan fâ-
ideli şeyleri yapmalarını emr etdi. Zararlı şeyleri
yapmalarını yasak etdi. Bu emrlere ve yasaklara (Ahkâm-ı
islâmiyye) denildi. Dünyâda râhat yaşamak, se’âdete kavuşmak
istiyen, islâmiyyete uymağa mecbûrdur. Nefsinin ve tabî’atinin, islâmiyyete
uymayan arzûlarını terk etmesi lâzımdır. İslâmiyyete uymazsa, sâhibinin,
yaratanının gadabına, azâbına dûçâr olur. İslâmiyyete uyan kul, müslimân olsa
da, kâfir olsa da, dünyâda mes’ûd, râhat olur. Sâhibi ona yardım eder. Dünyâ
zirâ’at yeridir. Tarlayı ekmeyip, tohumları yiyerek zevk ve safâ süren, mahsûl
almakdan mahrûm kalacağı gibi, dünyâ hayâtını, geçici zevkleri, nefsin
arzûlarını taşkın ve şaşkın olarak yapmakla geçiren de, ebedî ni’metlerden,
sonsuz zevklerden mahrûm olur. Bu hâl, aklı başında olanın kabûl edeceği birşey
değildir. Sonsuz lezzetleri kaçırmağa sebeb olan, geçici lezzetleri zararlı
şeklde yapmağı tercîh etmez. [Allahü teâlâ, dünyâ zevklerinden, geçici
lezzetlerinden, nefse tatlı gelen şeylerden hiçbirini, men’ etmedi, yasak
etmedi. Bunları, islâmiyyete uygun, zararsız olarak kullanmağa izn verdi.]
İslâmiyyete tâm uymak için, evvelâ (Ehl-i sünnet) âlimlerinin,
Eshâb-ı kirâmdan öğrenip ve Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlayıp
bildirdikleri (Akâid)e uygun îmân etmek,
sonra harâm, yasak edilmiş olanları öğrenip bunlardan sakınmak ve yapması emr
olunan farzları öğrenip yapmak lâzımdır. Bunları yapmağa (İbâdet) etmek denir. Harâmlardan sakınmağa (Takvâ) denir.
Niyyet ederek ahkâm-ı
islâmiyyeye uymağa (İbâdet etmek) denir.
Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına (Ahkâm-ı
islâmiyye) ve (Ahkâm-ı ilâhiyye) denir.
Emr edilenlere (Farz), yasak edilenlere (Harâm) denir. İbâdetlerin en kıymetlisi ve islâm
dîninin temeli hergün beş vakt (Nemâz) kılmakdır.
[Nemâz kılmak, ayakda kıbleye karşı Fâtiha okumak ve kıbleye karşı eğilmek ve
kıbleye karşı başını yere koymak demekdir. Bunları kıbleye karşı yapmazsa,
nemâz kılmak olmaz.] Nemâz kılan, müslimândır. Nemâz kılmayan, yâ müslimândır,
yâ kâfirdir. Nemâz kılmakla hâsıl olan kurb-ı ilâhî [ya’nî, Allahü teâlânın
sevmesi], başka ibâdetleri yapmakla nâdir nasîb olur. Hergün, beş vakt nemâzı,
cem’ıyyet ile [ya’nî dünyâ işlerini düşünmeden] ve cemâ’at ile ve ta’dîl-i
erkân ile ve abdesti dikkatli alarak ve müstehab olan vaktlerinde kılmalıdır.
Nemâz kılarken, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdeler kalkar. Beş vakt nemâz
kılan, hergün beş kerre yıkanıp temizlenen kimse gibi, günâhlardan temizlenir.
Hergün beş vakt nemâzı doğru olarak kılana yüz şehîd sevâbı verilir.
Ticâret eşyâsının ve
kırda otlıyan hayvânların [ve tarladan, ağaçlardan elde edilen mahsûlün ve
kâğıd liraların ve alacakların] zekâtlarını emr olunan yerlere seve seve
vermelidir. Zekâtı verilen mâl azalmaz. Zekâtı verilmiyen mâl, Cehennemde ateş
olur. Allahü teâlâ, çok merhamet ederek, ihtiyâcdan
fazla olan mâl, nisâb mikdârı olursa, bir sene sonra zekâtını vermeği emr etdi.
Cânı ve mâlı veren Odur. Mâlın hepsini ve cânı vermeği emr etseydi, Onun
âşıkları hemen verirdi.
Ramezân-ı şerîf ayında,
Allahü teâlâ emr etdiği için, seve seve oruc tutmalıdır. Bu açlığı ve susuzluğu
se’âdet bilmelidir.
İslâmın binâsı beşdir:
Birincisi, (Eşhedü en-lâ-ilâhe-illallah ve eşhedü
enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü) demek ve bunun ma’nâsını bilmek
ve inanmakdır. Buna (Kelime-i şehâdet) denir.
Dördü de, nemâz, zekât, oruc ve hacdır. Bu beş esâsdan biri bozuk olursa,
islâmiyyet de bozuk olur. İ’tikâdı düzeltdikden ve islâmiyyete uydukdan sonra,
Sôfiyye-i aliyyenin yolunda ilerlemek lâzımdır. Allahü teâlânın ma’rifeti, bu
yolda hâsıl olur ve nefsin arzûlarından kurtulmak nasîb olur. Sâhibini
tanımayan kimse, nasıl yaşıyabilir, nasıl râhat eder! Bu yolda ma’rifet sâhibi
olmak için, (fenâ bil-ma’rûf) lâzımdır.
Ya’nî, Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak lâzımdır. Kendini var bilen kimse,
ma’rifete kavuşamaz. (Fenâ) ve (Bekâ) vicdânda, kalbde hâsıl olan şeylerdir.
Anlatmakla anlaşılmaz. Ma’rifet ni’metine kavuşmıyanın, bunu dâimâ araması
lâzımdır. Tahkîri emr olunan ve muvakkat olan şeyin ta’mîri ile uğraşmamalıdır.
SİHR=BÜYÜ: Cinlerin insanlarda yapdıkları hastalıklara (Sihr=Büyü) denir.
Müslimân olan cinlerin insanlarla bir alâkası yokdur. Bunlar, yalnız ibâdet
ederler. Ehl-i sünnet âlimleri bunları tanır. Arkadaş olurlar. Sâlih insanlar
gibi görünür. Sohbet ederler. Bunlardan insanlara zarar gelmez. Kâfir olan
cinler, insandan ayrılmazlar. Cinler her şeklde görünürler. Böcek şekline,
mikrob şekline de girerler. İnsanın damarlarında dolaşırlar. Yalnız mü’minlerin
kalbine giremezler. Kâfir cinler, iyi insan şekline de girer. Her iyiliği
yapar. İnsanlara fâideli olurlar. Kâfir ve fâsıklarla arkadaşlık yapınca, hiç
ayrılmazlar. Kâfir insanlar gibi, her iyiliği yapınca, arkasından küfre, fıska
sebeb olurlar. İnsanın göstereceği kimselerde hastalık, sihr yaparlar. Bu
hastalıkdan kurtulmak için, bu cinni öldürmek veyâ kovmak lâzımdır. Cinnin
zararından kurtulmak için en te’sîrli iki silâh (Kelime-i
temcîd) ve istigfâr düâsıdır. Kelime-i temcîd, (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm)dir.
Bunu okuyandan, cinlerin kaçdığını, büyünün bozulduğunu, imâm-ı Rabbânî 174.cü
mektûbunda ve istigfâr düâsının her derde devâ olduğu hadîs-i şerîflerde
bildirilmekdedir. 122.ci sahîfeye bakınız!