İnsana gelen marazlar,
elemler, takdîr-i ilâhî ile gelmekdedir. Râzı olmak lâzımdır. İbâdetlere devâm,
elemlere, hastalıklara sabr edilmelidir. Allahü teâlânın kereminden âfiyet
beklemelidir. Mahlûklardan birşey beklememeli, herşeyin Hak teâlâdan geldiğini
bilmelidir. Derdlerden, elemlerden kurtulmak için düâ ve istigfâr etmelidir.
[Te’sîri, fâidesi kat’i olan sebeblere yapışmalı, sebeblerin te’sîrini Allahü
teâlâdan beklemelidir.] Onun takdîri, irâdesi olmadıkca, kimse kimseye zarar
veremez. Bununla berâber, sebeblere yapışmak, Peygamberlerin yoludur. [Esbâba
teşebbüs etmemizi, tehlükelerden, zararlardan korunmamızı emr etdi. En büyük
zarar, nefsimize ve islâm düşmanlarına aldanmakdır. Devletin yeni silâhlar
yapması, milletin de devlete yardımcı olması lâzımdır. Sebeblerin te’sîrini
Allahü teâlâdan taleb etmelidir.]
Mümkinin, ya’nî
mahlûkların aslı, esâsı ademdir, yoklukdur. Kemâlât-i vücûdînin, ya’nî hakîkî
mevcûdün kemâlâtının aksleri, görünmeleri ile var zan olunmakdadır. [Bütün
mevcûdât, aynada, sinema perdesinde ve televizyon levhasında görünen şeyler
gibidir. Bunlar, hakîkatde mevcûd değildirler. Hakîkatda mevcûd olan şeylerin
aynadaki, perdedeki ve levhadaki hayâlleridirler. Bu şeyler yok olurlarsa,
hayâlleri de yok olurlar.] Birer hayâl olan mümkin, kendini mevcûd ve kemâl
sıfatlarına mâlik zan etmekdedir. Allahü teâlâ merhamet ederek, insan, asl
mevcûdün kemâllerini ve kendindeki kemâllerin hiç olduklarını, hayâl
olduklarını anlarsa, (fenâyı hakîkî) ile
şereflenir. Kemâlâtın kendinden olduğunu, kendinin hayr menba’ı olduğunu zan
ederse, hâin olur. Kulun kemâli, kemâl sâhibi olmadığını anlamasıdır. Mümkinin
bu hakîkati görebilmesi, asla olan muhabbetinden hâsıl olur. Muhabbet aşırı
olunca, muhib fânî olur, yok olur. Yalnız mahbûb mevcûd olur. Bunu anlıyabilene
(Ârif) denir.
Sebeblere yapışmak
lâzımdır. Bu ise, tevekküle muhâlif değildir. Sebeblerin te’sîr etmesinin
Allahü teâlâdan olduğunu bilen ve te’sîri Allahü teâlâdan bekleyen ve te’sîri
tecribe edilmiş fâide-
li sebebleri kullanan kimse, Allahü teâlâya
tevekkül etmiş, yalnız Ona güvenmiş olur. Te’sîr etmiyen, hayalî sebebleri
kullanmak, tevekkül olmaz. Te’sîri çok görülmüş olan fâideli sebebleri
kullanmak lâzımdır. Ateş yakar. Fekat, ateşe yakmak kuvvetini veren, Allahü
teâlâdır. Aç olan, birşey yir. Bu şeye doyurma kuvvetini veren Odur. Lâzım
olduğu zemân, böyle fâideli sebebleri kullanmadığı için zarar gören kimse,
Allaha âsî olur. Sebebler üçe ayrılır: Hayâlî sebebleri terk etmek, tecribe edilmiş
fâideli sebebleri kullanmak vâcibdir. Şübheli olanlar, ba’zan kullanılır.
Allahü teâlâ, meşveret etmeği, bilenlere danışmağı emr etdi. Meşveret de,
sebebe yapışmakdır. Meşveretden sonra tevekkülü emr eyledi. Âhiret işlerinde
tevekkül olmaz. Bunlarda çalışmak emr olundu. Burada, azâbından korkmak ve
merhametinden ümmîdli olmak lâzımdır. Allahü teâlânın keremine, ihsânına
güvenmeli ve emr olunan ibâdetleri yapmalıdır. İslâmiyyete uymamız, ya’nî emr
edilenleri yapmamız ve yasak edilenlerden sakınmamız vazîfemizdir. (Tevekkül) budur ve kulluk böyle olur. Din
bilgilerini ve fen bilgilerini öğrenmek ve cihâd yapmak için en yeni silâhları
yapmamız ve bunun için hükûmete yardım etmemiz de ibâdetdir.
Başkalarının
düşüncelerini keşf etmek, gaybdan haber vermek, düâlarının kabûl olması ve
hârikalar, kerâmetler göstermek, Allahü teâlânın sevgisini göstermez. Bunlar
kâfirlerde de bulunur. Onlara (İstidrâc) olarak
verilir. Bunlar, riyâzet, sıkıntı çekenlerde hâsıl olduğu gibi, riyâzet
çekmiyenlere de verilebilir. Velînin de, riyâzet çekmesi ve kerâmet göstermesi
şart değildir. Büyük velî Şihâbüddîn Sühreverdî[1],
bunları (Avârif) kitâbında uzun
yazmakdadır.
Az yimek, az uyumak
iyidir. Fekat, ibâdet yapmağa mâni’ olacak ve aklı, dimâğı sarsacak ve
hayâllere sebeb olacak kadar az olmamalıdır. Riyâzetden, sıkıntıdan sünnete
uygun olanları mubârekdir. Papazların yapdıkları gibi, zararlı olmamalıdır.
Evliyânın keşflerini hayâl sanmamalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın kalbe ilhâm
etdiği bilgilerdir. Câhil tarîkatcıların hayâllerine keşf denmez. Bunlara
i’timâd edilmez. Evet, ilhâm olunan bilgileri anlamakda, vehmin ve hayâlin
fâidesi vardır. Vehm, Allahü teâlâ ile kullar arasındaki elli bin senelik yolu
bir anda gider. Hayâl de, kalbe gelen hâlleri ve gaybdeki işlere ve rûhlardan
gelen ilmlere, şekl vererek, bilinenlere benzeterek anlaşılmalarını
kolaylaşdırır.
Ba’zı düâlar ile tayy-ı
mekân olunur [az zemânda çok uzakla-
---------------------------------
[1] Ebû Hafs
Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî, 632 [m. 1234] de Bağdâdda vefât etdi.
ra gidilir] diyorlar. Bu söze şaşılmaz. Allahü
teâlânın bundan dahâ ziyâde te’sîri vardır. Düâ etmeden de tayy-ı mekân nasîb
olur.
Nemâzda hâsıl olan
hâller, nemâz hâricindeki hâllerden efdaldir. Nemâzın tadını duymak, zevk ile
kılmak için, çalışınız! Hele farz nemâzlardan zevk almak, ancak nihâyete
yükselmiş olanlara nasîb olur. Nemâz çok mühimdir. Müstehab olan vaktlerinde ve
cemâ’at ile ve şartlarına, edeblerine ve ta’dîl-i erkânına dikkat ederek ve
sükûnet ve vekar ile edâ ediniz! Hadîs-i şerîfde,
(Nemâzda kul ile Rab arasındaki perdeler kalkar) buyuruldu.
Âlem-i misâlde şekllerin
görülmesi ve bunlarla sohbet etmek iyidir. Birçok şeyler öğrenmeğe müjdedir.
Fekat, özlenen şey bu değildir. Ma’nevî irtibâta zararlı olmadığından
fâidelidir.
Hızır aleyhisselâmın
hayâtda olması üzerinde, âlimler başka başka söylediler. Ba’zı Evliyânın
konuşdukları bildirildi ise de, bu haberler diri olduğunu göstermez. Rûhu insan
şeklini alıp, iş yapabilir. Yâhud, o vaktlerde hayâtda olup, şimdi değildir
diyebiliriz. Rûhlar, ba’zan (Âlem-i misâl)deki
şekllerinde görünür. Her mevcûdün âlem-i misâlde bir şekli vardır. Hattâ,
ma’nâların da, şeklleri vardır. Bu şekllerin görünmesi, vehm ve hayâl değildir.
Âlem-i misâl de, bu bildiğimiz (Âlem-i şehâdet) gibi
bir varlıkdır.
[Kendisi veyâ eserleri
[yapdığı işler] his uzvlarımıza te’sîr, etki eden şeylere (Mevcûd), varlık denir. Mevcûd ikidir: Birincisi,
ebedî, sonsuz, hep var olan (Hâlık), yaratıcı
olup, ismi (Allah)dır. Kendisi [zâtı]
da, sekiz sıfatı da hep vardır. İkincisi, (Mahlûk) ve
(Hâdis) ve (Âlem)
ve (Mâ-sivâ) denilen
varlıklar, yok idi. Sonradan yaratıldılar. Mahlûklar üç kısmdır: (Âlem-i ecsâm), kendilerini his etdiğimiz, basît
veyâ mürekkeb cismlerdir. Bunlar, (Arş) küresinin
içinde bulunurlar. Maddenin şekl almış parçalarına (Cism)
denir. İkinci kısm, Arşın dışında bulunan (Âlem-i ervâh), ya’nî rûhlar âlemidir. Rûhların kendilerini
değil, eserlerini his ediyoruz. Mahlûkların üçüncü kısmı, (Âlem-i misâl)dir.] Rûhlar, cism şeklini almayıp,
kendileri, rûhumuza görünebilir. Böyle konuşur ve işitirler. Rûhları ve kabr
hayâtını anlatmak, çok zordur. Bunlar üzerinde zan ile, tahmîn ile konuşmamalı,
(Nass)larda [Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i
şerîflerde] bildirilmiş olanlara kısaca îmân etmelidir. Kabrde ni’metler ve
azâblar olduğuna îmân ederiz. Bunların nasıl olduğunu araşdırmayız. Meyyitlerin
birbirleri ile konuşdukları bildirildi. Kabrde azâb olunanların na’ra ve
sayhaları haber verildi. (Bunları, insanlardan ve
cin-
den başka her canlı işitir) buyuruldu. Rûhun kendisi bağırır. Yâhud cesed
vâsıtası ile sayha eder. Hudûs, ya’nî yokdan var edilmiş olmak lekesi, insandan
dünyâda ve öldükden sonra da gitmez. İnsan, Allahü teâlâya yaklaşsa da, kemâl
derecelerine yükselse de, rûhu da, cismi de, dünyâda da, âhıretde de, mümkin ve
hâdis olmakdan kurtulamaz. Allahü teâlâdan başka, her mevcûdün hâdis oldukları (İcmâ’) ile ya’nî sözbirliği ile bildirildi. Buna
inanmayan, kâfir olur. Âhiretde, Cehennemdeki ebedî, sonsuz azâbdan kurtulmak
için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine îmân etmek [inanmak] lâzımdır.
Evliyânın, bu bildirilenlere uymıyan keşfleri kıymetsizdir. Tesavvufdan maksad,
nefsin gizli ayblarını anlamakdır ve islâmiyyete uymanın kolay olmasıdır ve
ihlâsa kavuşmakdır. Ya’nî (İtmînân-ı nefs) hâsıl
olarak, şirkin, küfrün gizli inceliklerinden kurtulmakdır. İnsanlık
sıfatlarının örtülmesine (Adem makâmı) denir.
Temâmen yok olmasına (Fenâ makâmı) denir.