BİRİNCİ CİLD, 72. ci MEKTÛB

İnsana gelen marazlar, elemler, takdîr-i ilâhî ile gelmekdedir. Râzı olmak lâzımdır. İbâdetlere devâm, elemlere, hastalıklara sabr edilmelidir. Allahü teâlânın kereminden âfiyet beklemelidir. Mahlûklardan birşey beklememeli, herşeyin Hak teâlâdan geldiğini bilmelidir. Derdlerden, elemlerden kurtulmak için düâ ve istigfâr etmelidir. [Te’sîri, fâidesi kat’i olan sebeblere yapışmalı, sebeblerin te’sîrini Allahü teâlâdan beklemelidir.] Onun takdîri, irâdesi olmadıkca, kimse kimseye zarar veremez. Bununla berâber, sebeblere yapışmak, Peygamberlerin yoludur. [Esbâba teşebbüs etmemizi, tehlükelerden, zararlardan korunmamızı emr etdi. En büyük zarar, nefsimize ve islâm düşmanlarına aldanmakdır. Devletin yeni silâhlar yapması, milletin de devlete yardımcı olması lâzımdır. Sebeblerin te’sîrini Allahü teâlâdan taleb etmelidir.]  

BİRİNCİ CİLD, 127. ci MEKTÛB

Mümkinin, ya’nî mahlûkların aslı, esâsı ademdir, yoklukdur. Kemâlât-i vücûdînin, ya’nî hakîkî mevcûdün kemâlâtının aksleri, görünmeleri ile var zan olunmakdadır. [Bütün mevcûdât, aynada, sinema perdesinde ve televizyon levhasında görünen şeyler gibidir. Bunlar, hakîkatde mevcûd değildirler. Hakîkatda mevcûd olan şeylerin aynadaki, perdedeki ve levhadaki hayâlleridirler. Bu şeyler yok olurlarsa, hayâlleri de yok olurlar.] Birer hayâl olan mümkin, kendini mevcûd ve kemâl sıfatlarına mâlik zan etmekdedir. Allahü teâlâ merhamet ederek, insan, asl mevcûdün kemâllerini ve kendindeki kemâllerin hiç olduklarını, hayâl olduklarını anlarsa, (fenâyı hakîkî) ile şereflenir. Kemâlâtın kendinden olduğunu, kendinin hayr menba’ı olduğunu zan ederse, hâin olur. Kulun kemâli, kemâl sâhibi olmadığını anlamasıdır. Mümkinin bu hakîkati görebilmesi, asla olan muhabbetinden hâsıl olur. Muhabbet aşırı olunca, muhib fânî olur, yok olur. Yalnız mahbûb mevcûd olur. Bunu anlıyabilene (Ârif) denir.  

BİRİNCİ CİLD, 182. ci MEKTÛB

Sebeblere yapışmak lâzımdır. Bu ise, tevekküle muhâlif değildir. Sebeblerin te’sîr etmesinin Allahü teâlâdan olduğunu bilen ve te’sîri Allahü teâlâdan bekleyen ve te’sîri tecribe edilmiş fâide-

-559-

li sebebleri kullanan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmiş, yalnız Ona güvenmiş olur. Te’sîr etmiyen, hayalî sebebleri kullanmak, tevekkül olmaz. Te’sîri çok görülmüş olan fâideli sebebleri kullanmak lâzımdır. Ateş yakar. Fekat, ateşe yakmak kuvvetini veren, Allahü teâlâdır. Aç olan, birşey yir. Bu şeye doyurma kuvvetini veren Odur. Lâzım olduğu zemân, böyle fâideli sebebleri kullanmadığı için zarar gören kimse, Allaha âsî olur. Sebebler üçe ayrılır: Hayâlî sebebleri terk etmek, tecribe edilmiş fâideli sebebleri kullanmak vâcibdir. Şübheli olanlar, ba’zan kullanılır. Allahü teâlâ, meşveret etmeği, bilenlere danışmağı emr etdi. Meşveret de, sebebe yapışmakdır. Meşveretden sonra tevekkülü emr eyledi. Âhiret işlerinde tevekkül olmaz. Bunlarda çalışmak emr olundu. Burada, azâbından korkmak ve merhametinden ümmîdli olmak lâzımdır. Allahü teâlânın keremine, ihsânına güvenmeli ve emr olunan ibâdetleri yapmalıdır. İslâmiyyete uymamız, ya’nî emr edilenleri yapmamız ve yasak edilenlerden sakınmamız vazîfemizdir. (Tevekkül) budur ve kulluk böyle olur. Din bilgilerini ve fen bilgilerini öğrenmek ve cihâd yapmak için en yeni silâhları yapmamız ve bunun için hükûmete yardım etmemiz de ibâdetdir.

Başkalarının düşüncelerini keşf etmek, gaybdan haber vermek, düâlarının kabûl olması ve hârikalar, kerâmetler göstermek, Allahü teâlânın sevgisini göstermez. Bunlar kâfirlerde de bulunur. Onlara (İstidrâc) olarak verilir. Bunlar, riyâzet, sıkıntı çekenlerde hâsıl olduğu gibi, riyâzet çekmiyenlere de verilebilir. Velînin de, riyâzet çekmesi ve kerâmet göstermesi şart değildir. Büyük velî Şihâbüddîn Sühreverdî[1], bunları (Avârif) kitâbında uzun yazmakdadır.

Az yimek, az uyumak iyidir. Fekat, ibâdet yapmağa mâni’ olacak ve aklı, dimâğı sarsacak ve hayâllere sebeb olacak kadar az olmamalıdır. Riyâzetden, sıkıntıdan sünnete uygun olanları mubârekdir. Papazların yapdıkları gibi, zararlı olmamalıdır. Evliyânın keşflerini hayâl sanmamalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın kalbe ilhâm etdiği bilgilerdir. Câhil tarîkatcıların hayâllerine keşf denmez. Bunlara i’timâd edilmez. Evet, ilhâm olunan bilgileri anlamakda, vehmin ve hayâlin fâidesi vardır. Vehm, Allahü teâlâ ile kullar arasındaki elli bin senelik yolu bir anda gider. Hayâl de, kalbe gelen hâlleri ve gaybdeki işlere ve rûhlardan gelen ilmlere, şekl vererek, bilinenlere benzeterek anlaşılmalarını kolaylaşdırır.

Ba’zı düâlar ile tayy-ı mekân olunur [az zemânda çok uzakla-

---------------------------------

[1] Ebû Hafs Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî, 632 [m. 1234] de Bağdâdda vefât etdi.

-560-

ra gidilir] diyorlar. Bu söze şaşılmaz. Allahü teâlânın bundan dahâ ziyâde te’sîri vardır. Düâ etmeden de tayy-ı mekân nasîb olur.

Nemâzda hâsıl olan hâller, nemâz hâricindeki hâllerden efdaldir. Nemâzın tadını duymak, zevk ile kılmak için, çalışınız! Hele farz nemâzlardan zevk almak, ancak nihâyete yükselmiş olanlara nasîb olur. Nemâz çok mühimdir. Müstehab olan vaktlerinde ve cemâ’at ile ve şartlarına, edeblerine ve ta’dîl-i erkânına dikkat ederek ve sükûnet ve vekar ile edâ ediniz! Hadîs-i şerîfde, (Nemâzda kul ile Rab arasındaki perdeler kalkar) buyuruldu.

Âlem-i misâlde şekllerin görülmesi ve bunlarla sohbet etmek iyidir. Birçok şeyler öğrenmeğe müjdedir. Fekat, özlenen şey bu değildir. Ma’nevî irtibâta zararlı olmadığından fâidelidir.

Hızır aleyhisselâmın hayâtda olması üzerinde, âlimler başka başka söylediler. Ba’zı Evliyânın konuşdukları bildirildi ise de, bu haberler diri olduğunu göstermez. Rûhu insan şeklini alıp, iş yapabilir. Yâhud, o vaktlerde hayâtda olup, şimdi değildir diyebiliriz. Rûhlar, ba’zan (Âlem-i misâl)deki şekllerinde görünür. Her mevcûdün âlem-i misâlde bir şekli vardır. Hattâ, ma’nâların da, şeklleri vardır. Bu şekllerin görünmesi, vehm ve hayâl değildir. Âlem-i misâl de, bu bildiğimiz (Âlem-i şehâdet) gibi bir varlıkdır.

[Kendisi veyâ eserleri [yapdığı işler] his uzvlarımıza te’sîr, etki eden şeylere (Mevcûd), varlık denir. Mevcûd ikidir: Birincisi, ebedî, sonsuz, hep var olan (Hâlık), yaratıcı olup, ismi (Allah)dır. Kendisi [zâtı] da, sekiz sıfatı da hep vardır. İkincisi, (Mahlûk) ve (Hâdis) ve (Âlem) ve (Mâ-sivâ) denilen varlıklar, yok idi. Sonradan yaratıldılar. Mahlûklar üç kısmdır: (Âlem-i ecsâm), kendilerini his etdiğimiz, basît veyâ mürekkeb cismlerdir. Bunlar, (Arş) küresinin içinde bulunurlar. Maddenin şekl almış parçalarına (Cism) denir. İkinci kısm, Arşın dışında bulunan (Âlem-i ervâh), ya’nî rûhlar âlemidir. Rûhların kendilerini değil, eserlerini his ediyoruz. Mahlûkların üçüncü kısmı, (Âlem-i misâl)dir.] Rûhlar, cism şeklini almayıp, kendileri, rûhumuza görünebilir. Böyle konuşur ve işitirler. Rûhları ve kabr hayâtını anlatmak, çok zordur. Bunlar üzerinde zan ile, tahmîn ile konuşmamalı, (Nass)larda [Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde] bildirilmiş olanlara kısaca îmân etmelidir. Kabrde ni’metler ve azâblar olduğuna îmân ederiz. Bunların nasıl olduğunu araşdırmayız. Meyyitlerin birbirleri ile konuşdukları bildirildi. Kabrde azâb olunanların na’ra ve sayhaları haber verildi. (Bunları, insanlardan ve cin-

-561-

den başka her canlı işitir) buyuruldu. Rûhun kendisi bağırır. Yâhud cesed vâsıtası ile sayha eder. Hudûs, ya’nî yokdan var edilmiş olmak lekesi, insandan dünyâda ve öldükden sonra da gitmez. İnsan, Allahü teâlâya yaklaşsa da, kemâl derecelerine yükselse de, rûhu da, cismi de, dünyâda da, âhıretde de, mümkin ve hâdis olmakdan kurtulamaz. Allahü teâlâdan başka, her mevcûdün hâdis oldukları (İcmâ’) ile ya’nî sözbirliği ile bildirildi. Buna inanmayan, kâfir olur. Âhiretde, Cehennemdeki ebedî, sonsuz azâbdan kurtulmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine îmân etmek [inanmak] lâzımdır. Evliyânın, bu bildirilenlere uymıyan keşfleri kıymetsizdir. Tesavvufdan maksad, nefsin gizli ayblarını anlamakdır ve islâmiyyete uymanın kolay olmasıdır ve ihlâsa kavuşmakdır. Ya’nî (İtmînân-ı nefs) hâsıl olarak, şirkin, küfrün gizli inceliklerinden kurtulmakdır. İnsanlık sıfatlarının örtülmesine (Adem makâmı) denir. Temâmen yok olmasına (Fenâ makâmı) denir.