147 - Hak teâlâ hazretleri Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki, (Yâ Mûsâ! Bir kimse, ana-babasına karşı gelirse, onun dilini
kes ve herhangi bir a’zâsiyle ana-babasını gücendirirse, o a’zâsını kes!) Anababasını
râzı eden kimse için, Cennetde iki kapı açılır. Ana-babası râzı olmıyan kimse
için de Cehennemde iki kapı açılır. Bir kimsenin ana-babası zâlim dahî olsalar,
onlara karşı gelmek, onlarla sert konuşmak câiz değildir.
Hak teâlâ buyurdu ki: (Yâ Mûsâ!
Günâhlar içinde bir günâh vardır ki benim indimde çok ağır ve büyükdür. O da,
ana-baba evlâdını çağırdığı zemân, emrine muvâfakat etmemesidir.) Ana-baba
çağırdığı zemân herhangi bir işle uğraşırsan, hemen onu terk edip, derhal
ana-babanın emrine koşacaksın! Anan-baban sana kızıp bağırırsa, onlara sen bir
şey söyleme! Ananın-babanın düâsını almak istersen, sana emr etdikleri işleri
çabuk ve güzel yapmağa çalış! Bu işini beğenmeyip sana gücenmelerinden ve
bed-düâ etmelerinden kork! Sana darılır iseler, onlara karşı sert söyleme! Hemen
ellerini öperek gazablarını teskin eyle! Ananın-babanın kalblerine geleni
gözet! Zîrâ senin se’âdetin ve felâketin, onların kalblerinden doğan sözdedir.
Anan-baban hasta ise, ihtiyâr ise, onlara yardım et! Se’âdetini onlardan
alacağın hayr düâda bil! Eğer onları incitip, bed-düâlarını alırsan, dünyâ ve
âhıretin harâb olur. Atılan ok tekrâr geri yaya gelmez. Onlar hayâtda iken,
kıymetini bil!
Allahü teâlânın rızâsı,
dînine bağlı olan ana-babanın rızâsında, Allahü teâlânın gazabı, dînine bağlı
olan ana-babanın gazabındadır. Habîb-i kibriyâ “sallallahü aleyhi ve sellem”
bir hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki: (Cennet anaların ayağı altındadır.) Ya’nî, sana
dînini, îmânını öğreten ananın-babanın rızâsındadır. Hak
teâlâ hazretleri Mûsâ aleyhisselâma dedi ki: (Yâ
Mûsâ! Ana-babasını râzı eden, beni râzı etmiş olur. Ana-babasını râzı edip bana
âsi olan kimseyi dahî iyilerden sayarım. Ana-babasına âsi olan, bana mutî’ olsa
bile, onu fenâlar tarafına ilhâk ederim.)
Îmânı olanlardan
Cehennemden en sonra çıkacak olanlar, Allahü teâlânın yolunda olan anasının,
babasının islâmiyyete uygun olan emrlerine âsî olanlardır.
148 - Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki: (Ana-babaya iyilik etmek, nâfile nemâz, oruc ve hac [ve
ömreye gitmek] fazîletlerinden dahâ fazîletlidir.
Ana-babasına hizmet edenlerin ömrü bereketli ve uzun olur. Ana-babasına karşı
gelip, onlara âsî olanların ömrleri bereketsiz ve kısa olur. Anasına-babasına
âsî olan mel’ûndur.)
Hasen-i Basrî
“rahime-hullahü teâlâ” Kâ’beyi ziyâret ve tavâf ederken bir zât gördü ki,
arkasında bir zenbil ile tavâf eder. O zâta dönüp dedi ki: Arkadaş, arkandaki
yükü koyup öylece tavâf etsen dahâ iyi olmaz mı? O zât cevâben dedi ki, bu
arkamdaki yük değil, babamdır. Bunu Şâmdan yedi kerre buraya getirip tavâf
eyledim. Çünki, bana dînimi, îmânımı bu öğretdi. Beni islâm ahlâkı ile
yetiştirdi, dedi. Hasen-i Basrî hazretleri ona dedi ki, kıyâmet gününe kadar
böylece arkanda getirip tavâf eylesen, bir kerre kalbini kırmakla bu yapdığın
hizmet havaya gider ve yine bir def’a gönlünü yapsan, bu kadar hizmete mukâbil
olur.
149 - Peygamberimize
“aleyhisselâm” bir kişi geldi ve dedi ki, yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve
sellem”! Benim anam-babam ölmüşdür. Onlar için ne yapmam lâzımdır? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, (Onlara dâimâ düâ eyle! Onlar için Kur’ân-ı
kerîm oku ve istigfâr et!)
Eshâb-ı kirâmdan biri
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
bundan fazla yapılacak bir şey var mı? Buyurdular ki, (Onlar için sadaka verin ve hac eyleyin!) Biri
çıkıp dedi ki, anam-babam çok şefkatsızdırlar, onlara nasıl itâ’at eyleyeyim?
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Anan seni dokuz ay karnında gezdirdi. İki sene emzirdi. Seni büyütünceye
kadar koynunda besledi ve sakladı, kucağında gezdirdi. Baban da seni
büyütünceye kadar birçok zahmetlere katlanarak seni besledi. İdâre ve
ma’işetini te’mîn eyledi. Sana dînini, îmânını öğretdiler. Seni islâm terbiyesi
ile büyütdüler. Şimdi nasıl olur da, şefkatsız olurlar? Bundan dahâ büyük ve
kıymetli şefkat olur mu?)
150 - Ana-baba hakkında
hikâye olunur ki, hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i sînâda Hak teâlâ hazretleri
ile mükâleme ederken, (Yâ Rabbî! Âhıretde benim komşum kimdir?) diye sordu. Hak teâlâ buyurdu ki, (Yâ
Mûsâ! Senin komşun, falan yerde, falan kasabdır!) Mûsâ aleyhisselâm
kasabın yanına giderek beni müsâfir eder misin dedi. Yanında müsâfir oldu.
Yemek zemânı gelince, kasab, bir parça et pişirdi. Dıvârdaki asılı zenbili
aşağı alarak, orada bulunan ve sâdece kemiklerden ibâret bir kadına et verdi ve
suyunu da verdi. Üstünü başını temizleyip, zenbile koydu. Mûsâ ‘aleyhisselâm”
sordu, bu senin neyindir? Kasab, annemdir. İhtiyâr olup bu hâle girdi; işte her
sabâh, akşam kendisine böyle bakarım dedi. Kasab annesine yemek verirken, o
za’îf ve âciz annesi, oğluna düâ ederek, yâ Rabbî! Oğlumu Cennetde Mûsâ
aleyhisselâma komşu eyle dediğini Mûsâ aleyhisselâm dahî işitmiş. Bunun üzerine
kasaba, Mûsâ aleyhisselâm müjde ederek, seni Allahü teâlâ afv ederek, Mûsâ
aleyhisselâma komşu etmiş, demişdir.
151 - Gaflet ve
şaşkınlığa kapılarak ana-babanın kalbini kırarsan, derhâl onların rızâsını
almağa çalış, yalvar, minnet eyle ve her ne yaparsan yap, onların gönlünü al!
Ana-babanın evlâd üzerinde hakları çok büyükdür. Bunu dâimâ göz önünde tutarak,
ona göre hareket eyle!
Tenbîh: Anaya, babaya ve hocaya ve hükûmete isyân etmek, karşı gelmek câiz
değildir. İslâmiyyetin yasak etdiği birşeyi emr ederlerse, ısyân etmemeli, suç
ve günâh işlememelidir.
Şemsül-eimme-i Serahsînin
“rahime-hullahü teâlâ” [483 de vefât etdi] (Siyer-i
Kebîr) şerhi tercemesi 83. cü sahîfesinde diyor ki: Ana-babaya
iyilik etmek, onları zarardan ve sıkıntıdan korumak farz-ı ayndır. Cihâda
gitmek ise, farz-ı kifâye olduğundan, ana-babadan izn olmadıkca harbe gitmek
halâl olmaz. Ana-baba kâfir de olsalar, onlara iyilik etmek, hizmet etmek
farzdır. Ticâret, hac ve ömre için ana-babadan iznsiz sefere gitmek câizdir.
İlm öğrenmek için gitmek de öyledir. Zîrâ bunlarda, harb gibi, ölüm tehlükesi
olmadığından, ayrılık hüznleri, kavuşmak ümmîdi ile zâil olur. Anababanın ve
hocanın günâha sokacak olan emrlerine itâ’at lâzım değildir. Meselâ, hırsızlık
için veyâ birini öldürmek için veyâ yol kesicilik için veyâ zinâ için bir
kadını bir yere gönderirlerken, orada buna mâni’ olabilecek bir adam bulunsa,
fekat bu adamın mâni’ olmasına anası-babası müsâ’ade etmese, bunları dinlemeyip
mâni’ olması lâzımdır. Zîrâ, günâha mâni’ olmak farz-ı ayndır. Ana-babaya
itâ’at ise, günâh olmıyan emrleri için, farzdır. Ana-babanın farzı terk
etdirmesi günâh olduğundan bu emrleri yapılmaz. Nisâ
sûresi ellidokuzuncu âyetinde meâlen, (Ey
mü’minler! Peygamberime “sallallahü aleyhi
ve sellem” ve sizden olan, âmirlerinize itâ’at ediniz!) buyuruldu. Günâh olmıyan emrlere itâ’at
lâzımdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir yere ufak bir askerî
birlik göndermişdi. Başlarına da bir kumandan ta’yîn etmişdi. Âmirleri, bunlara
kızıp, büyük bir ateş yakdırdı ve bu ateşe giriniz, bana itâ’at farzdır dedi.
Askerlerin ba’zısı girelim, dedi. Bir kısmı da biz ateşden kurtulmak için
müslimân olduk, girmeyelim, dedi ve girmediler.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bunu haber alınca: (Eğer itâ’at edip girselerdi, Cehennemde ebedî kalırlardı) buyurdu.
Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Üzerinize âmir
ta’yîn edilen müslimân, her kim olursa olsun, harâm ile emr etmedikçe, ona
itâ’at ediniz! Harâm olan emrlerine itâ’at etmeyiniz!) İtâ’at
etmemek başkadır. İsyân etmek, karşı gelmek başkadır. Bu iki şeyi birbirine
karışdırmamalıdır.
[Siyer-i kebîrden, buraya
kadar yazılanlardan anlaşılıyor ki, ananın babanın, hocanın ve hükûmetin harâm
olan şeyleri emr et-
meleri hâlinde, bunlara isyân edilmez. Karşı
gelinmez. Bu emrleri, dinde günâh olmıyacak ve devletin kanûnunda suç olmıyacak
şeklde yapılır. Meselâ bir adama anası evlenme derse veyâ falanca kızı
almıyacaksın veyâ âileni bırakacaksın derse veyâ falanca âlime gidip dînini
öğrenmiyeceksin derse, bu sözleri islâmiyyetin îcâb etdirdiği bir sebeb ile
değil ise, itâ’at îcâb etmez. Fekat, yine sert söylemek, karşılık vermek câiz
değildir.
Kâfir olan âmirlerin, din
düşmanlarının islâmiyyete uygun olan emrleri, islâmiyyete uymak niyyeti ile
yapılır. İslâmiyyete uymıyan emrleri karşısında müşkil vaziyete düşerse, kanûnî
yollardan hakkını arar.
Ananın, babanın, hocanın,
itâ’at lâzım olmıyan emrleri yapılmadığı zemân özr, behâne anlatmalı ve hafîf
ve yumuşak söylemelidir. Ya’nî, emri yapmamak, isyân ve hakâret şeklinde
olmayıp, kusûr ve kabâhat şekli verilerek fitneye sebeb olmamalıdır. Mısrlı
Hasen Bennâ ve bunun yetişdirmelerinden Seyyid Kutb gibi mezhebsiz, câhil din
adamları, [yobazlar], (Cihâd, zulm edenlere ve
zâlimlere karşıdır) âyet-i kerîmesini ileri sürerek, hükûmete isyân
etdiler. Hasen 1368 [m. 1949] de, Seyyid Kutb da 1386 [m. 1966] isyânında i’dâm
edildi. Aldatdıkları binlerce genç de, zındanlarda senelerce işkence çekdikden
sonra öldürüldüler. (İhvân-ı müslimîn), ya’nî
müslimân kardeşler denilen bu gençler, 1982 de Sûriyedeki zâlim Es’ad
hükûmetine de isyân ederek, Hama şehrinin yakılıp yıkılmasına ve on binlerce
müslimânın fecî’ şekilde öldürülmesine sebeb oldular. Hâlbuki, zâlim, hattâ
kâfir hükûmetlere karşı isyân etmeği, fitne çıkarmağı, dînimiz yasak
etmekdedir. Böyle fitne çıkarmak, cihâd değil, ahmaklıkdır. Büyük günâhdır.
Yukarıdaki âyet-i kerîme, Hac sûresinde olup, Medînede yeni kurulan islâm
devletinin, Mekkedeki kâfirlerle cihâd yapmasına izn vermekdedir. Bu âyet-i
kerîme, islâm devletinin, zâlim, kâfir diktatörlerle cihâd etmesine izn
vermekdedir. Ya’nî cihâdı, devlet yapar. Devletin ordusu yapar. İnsanın öteye,
beriye saldırmasına, hükûmete karşı gelmesine cihâd denmez. Eşkıyâlık denir ki,
büyük günâhdır. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, kâfir, zâlim
hükûmete bile ısyân etmeği yasak etmişdir. Mezhebsiz, câhil din adamları [ya’nî
zındıklar], Ehl-i sünnet âlimlerinin yüksekliklerini bilmedikleri için ve
tefsîr, fıkh kitâblarının ma’nâlarını anlamadıkları için, kendilerini âlim
sanıyorlar. Âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden yanlış, bozuk ma’nâlar
çıkararak, islâm dînine ve müslimânlara çok zarar yapıyorlar.
En büyük islâm devleti
olan Osmânlılara karşı son ihtilâli ingilizler hâzırladı. Merkezi Selânikde
bulunan üçüncü ordunun ba’zı
genç subayları, ingiliz câsûsları tarafından bol
para ve makâm va’dleri ile aldatıldı. 7 temmuzda Şemsî pâşa, tegmen Âtıf
tarafından vuruldu. 23 temmuz 1908 de ikinci meşrûtiyyet i’lân edildi. Devletin
idâresi câhillerin eline geçdi. Ehliyyetli kimseler zındanlara atıldı. Çoğu
i’dâm edildi. 1915 ocak ayında Enver pâşa, rus hudûduna asker gönderilmesi için
emr verdi. Tecribeli subaylar, yollarda kar var, martdan sonra gönderelim
dediler. Hâyır, ben emr ediyorum, şimdi gidilecek dedi, bu subayları
cezâlandırdı. 86.000 asker Sarıkamışda donarak öldü. Her tarafda verilen, böyle
ahmakca emrler ve i’dâmlar, milleti bıkdırdı. Pâşalar bu hâli anlayınca,
canlarını kurtarmak için Avrupaya kaçdılar. Talât pâşa Berlinde, Enver pâşa
1922 de Rusyada, Cemâl pâşa Tiflisde öldürüldü. Enver pâşanın kemikleri 1996 da
İstanbula nakl edildi. 1908 isyânının milletimize verdiği nice büyük zararlar
ve felâketler (Eshâb-ı Kirâm) kitâbımızda
yazılıdır.]
152 - Sana dînini öğreten
hocana hurmet, saygı ve ta’zîm eyle! Hoca hakkı ana-baba hakkından dahâ
üstündür. Çünki, ana-baba evlâdı büyütür, bakar. Kötülükden, harâmlardan korur.
İbâdete alışdırır. Muallim ise, evlâda hem dünyâ ve hem de âhıret hayâtını
kazandırır, din ve diyânetini, Ehl-i sünnet i’tikâdını, farzları, harâmları
sana öğretir. Dînini, îmânını öğreten ana-babanın hakkı, hocanın hakkından da
üstündür.
Hocanı gördüğün zemân
hurmet ve saygı ile karşıla.
153 -Tenbîh 1: Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsanlar, kendilerine ihsân, iyilik edenleri sever. Bu
sevgi, insanın yaratılışında vardır.) Yapılan ihsân, ne kadar
kıymetli ve ne kadar çok olursa, sevgi de o kadar fazla olur. Bunun için,
herkes anasını, babasını, hocasını, ustasını, hükûmetini, vatanını, din
kardeşlerini çok sever. Bir müslimânın mürşidi, ya’nî hocası, kendisine, din ve
dünyâ bilgilerini, îmânını, Allahını, Peygamberini, güzel ahlâkı öğretdiği
için, onu herkesden, çok sever. Bu sevgi, cibillîdir. İnsanın doğuşunda vardır.
Bu sevgiden mahrûm olan kimse, hakîkî insan değildir. Hayvân gibidir. Çok
sevilen kimse, insanın kalbinden, hâtırından çıkmaz. Onun şekli, kalbine
yerleşir. Bu hâle (Râbıta) denir. Bir
insanın kalbinde, bir Mürşidin, bir Velînin râbıtası hâsıl olursa, onun
kalbine, kendi mürşidlerinden gelmiş olan (Feyz)ler,
bunun kalbine de akar. Feyz, kalbden kalbe gelen, insana Allahü teâlânın râzı
olduğu şeyleri yapdıran nûrdur, bir kuvvetdir. Feyzler, Resûlullahın mubârek
kalbinden yayılmakda, Evliyânın kalbleri vâsıtası ile, Evliyâyı çok seven
kalblere gelmekdedir. Evliyânın kalbleri ayna gibidir. Bir aynadan fışkıran
ışıklar, karşısında-
ki aynaya ve bundan da, bunun karşısındaki aynaya
gelir. Böylece, Resûlullahın kalbinden fışkıran feyzler bizim zemânımızdaki
Evliyânın kalblerine gelir. [Bir ayna gibidir. Aynaya gelen ışıklar ve
karşısında bulunan cismler, karşı aynada görülür. Aynanın karşısında bulunan
ikinci bir ayna ve bunun karşısındaki üçüncü aynada da görünürler. Resûlullahın
mubârek kalbinden yayılan feyzler, ma’rifet nûrları da, bu kalbe bağlı olan
kalblere gelir. Kalbleri bağlıyan bağ, muhabbetdir. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahı
çok sevdikleri için, bu nûrlara kavuşdular. Sevgi ne kadar çok olursa, gelen
feyz de çok olur. Sevmek, inanıp ve işleri ve ahlâkı Onun gibi olmak demekdir.
Eshâb-ı kirâmın kalblerine gelen feyzler, sonraki asrdaki gençlerin kalblerine
de geldi. Bunların da islâmiyyete uymaları kolay ve tatlı oldu. Her biri, birer
Velî oldu. Uzak memleketde ve mezârda olan Velîden de feyzler yayılmakda,
âşıklarının kalblerine gelmekde, kalbleri nûrlanmakdadır. Resûlullahın mubârek
kalbinden yayılan feyzlere sonraki asrdaki âşıkların kalbleri de kavuşarak,
zemânımızdaki Evliyânın kalblerine geliyor ve bunların kalblerinden,
kendilerini sevenlerin kalblerine ve bu arada bizlere de geliyor.] İslâmiyyet
ve fen bilgileri, düşünmek, hesâb yapmak, akl ile olur. Akl dimâgda bulunur.
Îmân, muhabbet ve ma’rifet ve birşeyi hâtırlamak yeri kalbdir. Feyze kavuşan
bir insanın kalbi, ilmler, ma’rifetler, kerâmetler hazînesi olur. Bu insana (Velî) ve (Mürşid) denir.
Bu se’âdete kavuşmak için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak ve İslâmiyyete tâbi’
olmak ve Mürşidi sevmek şartdır. Bedeni besliyen rızklar ve kalbi temizliyen
feyzler, ezelde takdîr ve taksîm edilmişdir. Fekat, bunlara kavuşmak için,
âdet-i ilâhiyyeye uymak, sebeblerini aramak, bulmak için çalışmak lâzımdır.
Şartlarına uyarak çalışana, elbet verilir. Dilediğine, çalışmadan da, ihsân
eder.
Tenbîh 2: Hocan öldükden sonra, onun rûhuna, Kur’ân-ı kerîm oku! Onun için
sadaka ver, ona düâ et! Bunların sevâbları onun rûhuna gider. Fâidesini görür.
Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, bütün müslimânların hocasıdır. Onların da
haklarını unutma! Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, o
beyâz, nûrlu yüzünü görmekle şereflenen müslimânlara Eshâb denir. Eshâb-ı
kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, Onun mübârek kalbinden
fışkıran nûrlarla tertemiz oldu. Rûhlara şifâ olan sözlerini dinleyerek, güzel
ahlâkı ile ahlâklanarak, Onun ilm deryâsından nasîb alıp, âlim olarak zâhiri ve
bâtınî kemâlâta kavuşdular. Dünyânın her yerinde, her zemân gelmiş ve gelecek
insanların hepsinden dahâ üstün ve dahâ kıymetli oldular. Dîn-i islâmı sonra
gelenlere anlatdılar. Allahü teâlânın dînini, yeryüzüne bunlar yaydı. Bütün
müslimânların ilk üstâdları, muallimleri oldular. Her müs-
limânın Eshâb-ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în” sevmesi, onların hocalık haklarını gözetmesi lâzımdır. Eshâb-ı kirâmın
hepsini sevenlere, herbirine saygı gösterenlere, (Ehl-i
sünnet) denir. Bir kısmını beğenip, bir kısmını sevmiyenlere (Şî’î) denir. Eshâb-ı kirâmın hepsine düşman
olana (Râfizî) denir. Bunlar, Abdüllah
bin Sebe’ yehûdîsinin yolundadırlar. İslâm düşmanıdırlar.
Ehl-i sünnet âlimleri
buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâmı çok sevmek, ta’zîm ve hurmet etmek lâzımdır.
Bunun için, ismlerini yazarken, okurken ve işitince, “radıyallahü anh” demek
müstehabdır). Bunlar, (İbni Âbidîn) beşinci
cild, 480.ci sahîfesinde ve (Birgivî
vasıyyetnâmesi)nin Kâdı-zâde şerhinde ve (Se’âdet-i
Ebediyye) kitâbımızda yazılıdır.
Râfizîler, müslimânları
aldatmak için, (Eshâb çok yüksekdir. Yüksekliklerini bildirecek bir kelime
yokdur. İsmlerinin yanına “radıyallahü anh” demek, onlara hakâret olur. Böyle
şeyler söylememelidir) diyorlar. Râfizîlere aldanmamalıyız!
154 - Küçük kardeşin
varsa ona islâm harfleri ile Kur’ân-ı kerîm okumasını ve ilm öğret ve ona îmânı
ve Ehl-i sünnet i’tikâdını, Allahü teâlânın emrlerini ve harâmları öğret. Kötü
kimselerle görüşdürme. Fenâ arkadaş çok zararlıdır. Tatlı sözle nasîhat eyle.
Ona şefkat ile muâmele eyle ve himâye ederek koru! Şâyed kardeşin senden büyük
ise, ona ta’zîm ederek emrlerini tut!
Âhıret kardeşi ittihâz
eyle! Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki, (Allah için âhıret kardeşliği yapan adam, âhıret gününde
ana-baba kardeşinden dahâ fâideli yardımları, o âhıret kardeşinden görür. Bir
kimse, âhıret kardeşini ne kadar çok severse, Allahü teâlâ da, o kimseyi o
kadar çok sever.) [Bir erkeğin yabancı kadınla âhıret kardeşi olması
câiz ise de, âhıret kardeşi, kendi kardeşi gibi mahrem olmaz. Yabancılar
gibidir. İslâmiyyetde, erkeğin kız ile arkadaş olması, konuşması câiz
değildir.]