Bir kâfir, bir mürted,
islâmiyyeti beğenmiyen, Kur’ân-ı kerîme çöl kanûnu diyen, insanların en üstünü,
en şereflisi, Peygamberlerin efendisi Muhammed “aleyhisselâm”a (hâşâ) deve
çobanı diyecek kadar ilm ve ahlâk yoksunu olan, beşeriyyete huzûr, se’âdet
sağlayıcı, ilm, ahlâk, temizlik, sıhhat, adâlet kaynağı, medeniyyete ışık saçan
islâmiyyeti, rûhsuz, bir leş kutusu olan habîs kafası ile bağdaşdıramıyarak,
dinlere lüzûm yokdur diyecek kadar aşağılaşan, yularını nefsinin eline
kapdırmış bir ahmak öleceği zemân, gözünden perde kaldırılır. Cennet kendisine
gösterilir. Güzel bir melek ona: (Ey kâfir! Müslimânlara gerici, şehvetleri
peşinde koşanlara, ahlâk prensiblerini çiğneyenlere, aydın, ilerici diyen
alçak! Yanlış yolda idin. Hak olan islâm dînini beğenmezdin. Muhammed
“aleyhisselâm”ın Allahü teâlâdan getirdiği bilgilere inanan, saygı gösteren bu
Cennete gidecekdir) der. Cennetdeki ni’metleri görür. Cennet hûrîleri de: (Îmân
edenler, Allahü teâlânın azâbından kurtulurlar) derler. Birâz sonra şeytân, bir
papas şeklinde görünür. (Ey filân oğlu filân! O gelenler yalan söyledi. O
gördüğün ni’metler hep senin olacakdır) der. Sonra Cehennem gösterilir. Ateşden
dağları, katırlar gibi akrepleri, çıyanları vardır. Hadîs-i şerîflerde
bildirilen azâbları görür. Cehennemdeki Zebânî denilen azâb melekleri, ateşden
çomakla vururlar. Ağızlarından alevler çıkar. Boyları minâre gibi, dişleri öküz
boynuzu gibidir. Gök gürültüsü gibi seslenirler. Kâfir bunların sesinden
titreyip, yüzünü şeytâna çevirir. Şeytân korkusundan dayanamayıp, kaçar.
Melekler yakalayıp şeytânı yere vururlar. Bu kâfire gelip: (Ey islâm düşmanı!
Dünyâda Resûlul-
laha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” inanmadın.
Şimdi de meleklere inanmadın, mel’ûn şeytâna yine aldandın) derler. Boynuna
ateşden zincirler takıp, ayaklarını başından aşırıp, sağ elini sol böğrüne, sol
elini sağına sokup, arkadan çıkarırlar. Âyet-i kerîme, bu hâli haber
vermekdedir. Bağırır, dünyâdaki yaltakcılarını çağırır. Zebânîler cevâb verip:
(Ey kâfir, ey müslimânlarla alay eden ahmak! Yalvarmak zemânı geçdi. Artık îmân
kabûl olmaz, düâ kabûl olmaz. Küfrünün cezâsını çekmek zemânı geldi) derler.
Dilini ensesinden çekerler. Gözlerini çıkarırlar. Dürlü dürlü çok acı azâblar
yaparak, habîs rûhunu alır, Cehenneme atarlar. Allahü teâlâ, Muhammed
“aleyhisselâm”ın dîninde ve yüce Peygamberin dînini doğru olarak bizlere
ulaşdıran Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı i’tikâdda olarak can
vermemizi nasîb eylesin! Âmîn.
Ne kadar yaşasan, nihâyet
öleceksin. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu
ki, (Bir insanın rûhu vücûdünden ayrılınca, bir
nidâ gelir ki, ey insan oğlu, sen mi dünyâyı terk eyledin, yoksa dünyâ mı seni
terk eyledi? Sen mi dünyâyı topladın, yoksa dünyâ mı seni topladı? Sen mi
dünyâyı öldürdün, yoksa dünyâ mı seni öldürdü? Cenâzeyi yıkamağa başlayınca üç
nidâ gelir:
1- Hani
senin kuvvetli vücûdün? Seni hangi şey za’îfletdi?
2- Hani
senin güzel konuşman, seni hangi şey susdurdu?
3- Hani
senin sevgili dostların, seni neye bırakıp gitdiler?
Cenâze
kefene sarılınca bir nidâ dahâ gelir: Azıksız yola çıkma! Bu yolculuğun geriye
dönmesi yokdur, ebedî olarak geri gelemezsin. Varacağın yer azâb melekleriyle
doludur. Tabut içine konunca, bir nidâ dahâ gelir. Eğer Hak teâlânın rızâsını
kazandınsa ne mutlu sana, büyüklük ve se’âdet senindir. Eğer cenâb-ı Hakkın
gazabını kazandınsa yazıklar olsun sana! Cenâze, mezârının yanına varınca bir
nidâ dahâ gelir. Ey insan oğlu! Dünyâda kabr için ne hâzırladın? Bu karanlık
mezâr için ne nûr getirdin? Zenginlik ve şöhretinden ne getirdin? Bu çıplak
kabri döşemek ve zînetlendirmek için ne getirdin? Cenâzeyi mezâra koydukları
zemân, kabr bir nidâ eder ve der ki: Arkamda söylerdin, şimdi karnımda sükût
edersin. Nihâyet cenâzenin defni bitip oralarda hizmet gören insanlar da
ayrılıp gidince, Hak teâlâ hazretleri tarafından bir nidâ gelir: Ey benim
kulum, yalnız kaldın; şu karanlık mezârda, seni bırakıp gitdiler. Bunlar, senin
dostların, kardeşlerin, evlâdların ve candan adamların idi. Hâlbuki hiçbirinin
sana fâidesi olmadı. Ey kulum, sen bana âsî oldun, emrimi tutmadın, hiç bu
hâlini düşünmedin. Şâyed, ölen kimse îmân ile ölmüşse umulur ki, cenâb-ı Hak o
kimseyi afvına mazhar kılar ve der ki, ey mü’min kulum! Seni kabrde garîb
bırakmak şânıma yakışmaz. İzzet-ü celâlim hakkı için, sana bir mer-
hamet edeyim ki, dostların şaşsın, sana
bir şefkat edeyim ki, ana-babanın oğluna olan şefkatinden ziyâde olsun. Lutf-ü
kereminden ol kulun bütün günâhını afv edip, kabri Cennet bağçesi olur ve
Cennet hûrileri ve ni’metleri ile dolar. Allahü teâlâ öyle merhametlidir ki,
günâhkâr kullarını afv eder. O kadar merhametlidir ki, günde kaç kerre kullarının
ayblarını görüp örter, yüzlerine vurmaz. O hâlde, böyle bir hâlıkın emrlerini
yapıp, yasaklarından kaçınmalı, her gün amel-i sâlih işleyip, yarının azâbından
kurtulmalıdır.)
Mü’minlerin günâhlı ve
günâhsız hepsine, kabr süâli vardır. Yalnız günâhları afv edilmiyenlerine ve
cümle kâfirlere kabr azâbı da vardır. Müslimânlar arasında lâf taşıyanlara ve
halâda üzerine bevl sıçratanlara kabrde azâb olacakdır. [Kabr azâbı yalnız rûha
değil, hem rûha ve hem de cesede olacakdır. Aklın ermediği şeyleri akl ile çözmeğe
kalkışmamalıdır.]
Şâyed o kimse îmânsız
ölmüşse, şiddetli azâblarla mahşer gününe kadar [sonra da, Cehennemde ebedî]
azâb görür.
Ey zâir-i
sâhib-nefes, hubb-ı sivâdan meyli kes.
Dünyâda kalmaz hiç kes, Allahü bes, bâkî heves.
Her ten biter bir
derd ile, geh germ ile geh serd ile,
Uğraşmağa bir ferd ile, değmez bu dünyâ-yı ehas.
Ben de ferîd-i asr
idim, fass-ı nigîn-i sadr idim,
Nakş-ı hümâyûn-ı satr idim, gösterdi çarh rû-yi abes.
Dil-haste oldum bir
zemân, tedrîc ile bitdi tüvân,
Uçdu nihâyet murg-ı cân, çünki harâb oldu kafes.
Söndü çerâg-ı
âfiyet, zulmetde kaldı şeş cihet,
Açıldı subh-ı âhıret, envâr-ı Hak’dan muktebes.
Buldum o dem
Sübhânımı, arz eyledim ısyânımı,
Matlûb idüp, gufrânımı, rahmetle oldu dâd-res.
Yâ Rab! Bu abd-i
rû’siyâh, etdimse de yüzbin günâh,
Dergâhını kıldım penâh, afvındır ancak mültemes.
Târîhdir ism-i
Gafûr, lâbüdd ider sırrı zuhûr,
Afv olunur her bir
kusûr, Allahü bes bâkî heves.
Abdürrahmân
Sâmî Pâşa
[Ey ziyârete gelen diri
insan! Allahdan başka hiçbir şeye gönül verme!
Dünyâda kimse kalmaz.
Allahdan başkası birşey yapamaz. Ondan başka kimse kalmaz!
Herkesin bir derdi olur.
Tatlı, acı günler olur. Bu alçak dünyâ, kimse ile uğraşmağa değmez.
Ben de zemânın bir dânesi
idim. Hükûmet reîsinin yüzük taşı [pırlanta] gibi idim. Sultânın fermânındaki
imzâsı gibi idim.Felek [kader] bana da ters yüz gösterdi.
Kalbim hasta oldu bir
zemân. Gücüm kuvvetim gitdi her ân. Nihâyet can kuşum [rûhum] uçdu. Çünki kafes
[bedenim] harâb oldu hemân.
Sağlamlığım mum gibi
söndü. Her tarafım karardı. Âhıret güneşi doğdu. Allahın nûrları ile
aydınlandı. O anda Rabbime kavuşdum. Günâhlarım meydâna çıkdı. Afv edilmemi
dileyince, beni sonsuz rahmeti ile karşıladı. Yâ Rabbî! Yüzbin günâh işledim
ise de, bu kara yüzüm ile, yüce kapına sığınıyorum. Senden, afvımı diliyorum.
Gafûr ismini bu yazıma
târîh [1286] yapdım. Ma’nâsı elbet hâsıl olur. Kusûrlarım afv olunur. Allahdan
başkası birşey yapamaz. Ondan başka kimse kalmaz!]
[A.Sâmî
pâşa a’yân [Senato] a’zâsı iken 1295 [m. 1878] de vefât etmişdir.]
Izdırâb dolu,
rü’yâdır bu hayât,
doğmuşuz ölmek
üzere, değil mi?
Zevk ile geçerse de,
birkaç sâat,
derd kovalar, zevklerin herbirini!
Gideriz her an, cehl
ve gafletle,
ölüm denizi dibine
hasretle.
Dürlü mihnetle ve
bin meşakkatle,
mahvu perişân eder dünyâ bizi.
Biz ise seyr
eyleyip, bu bünyâdı,
ararız halkı için,
nedir bâdî.
Hâlıkı, halkı ve
sırr-ı îcâdı,
bilmek isteriz Hakkın hikmetini,
Fekat, Hakkın
koyduğu sırrın halli,
kulun aklı ile
olamaz, bes belli.
İnsana acz ve gaflet
ve cehli,
etdirirler sehv
içinde sehvi.