Bütün Sahâbenin içinde,
Resûlullahın dört halîfesi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” diğerlerinden
üstündür. Cümlesinin hilâfet müddeti, otuz senedir. [Eshâb-ı kirâmın
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hepsinin Cennete gidecekleri bildirildi. Hiç
birine dil uzatmak câiz değildir.]
Ve dahî, Evliyânın
kerâmeti hakdır, doğrudur.
Cümle Velîlerin efdali,
en üstünü, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”. Hilâfeti
hakdır. Onun birinci halîfe olduğu, ümmetin icmâ’ı ile sâbitdir. Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” kayın babasıdır. Kızı Âişe “radıyallahü anhâ”
anamızı, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tezvîc eylemişdir.
Hakîkat ilminde mâhirdir. Cümle malını hak yoluna sarf etdi. Tâ ki, bir habbesi
kalmadı. Beline, hurma lifinden örtü giydi. Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî onun
giydiği gibi giyerek, Resûlullaha geldi. Resûl,
onu bu hâlde görünce, (Yâ karındaşım Cebrâîl! Ben
seni, bu hâlde hiç görmemişdim. Bu hâl ne acebdir) diye buyurdukda,
Cebrâîl “aleyhisselâm”: (Yâ Resûlallah! Şimdi sen beni bu hâlde gördün, ne
kadar melekler var ise, cümlesi bu hâldedir. Bunun sebebi odur ki, Allahü
azîm-üş-şân, hitâb etdi ki, (Ebû Bekr kulum cümle emlâkini, benim rızâm için, benim yoluma
sarf eyledi. Şimdi hurma lifinden örtü giyindi. Ey benim meleklerim, sizler
dahî, onun gibi giyininiz) diye emr
eyledi. Cümle melekler, şimdi bu hâldedirler) diye buyurdu. Ve kendisine, onun
için, Sıddîk denildi.
Onun ardınca, Evliyânın
efdali, hazret-i Ömer “radıyallahü anh”dır. Hilâfeti, ümmetin icmâ’ı ile
sâbitdir. İslâm ilmlerinde mâhirdir. Birgün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” hazretlerine, bir münâfık ile bir yehûdî, da’vâ ile geldiler.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri, da’vâlarını dinledi. Hak,
yehûdînin lehinde çıkdı. O münâfık râzı olmayınca, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o vakt, onlara: (Ey
kişiler! Ömere varın, sizin da’vânızı görsün!) diye buyurdu. Onlar,
hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” geldiler. Neye geldiniz? dedi. Münâfık,
bu yehûdî ile, da’vâm vardır, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdu ki, sâhib-i islâmiyyet var iken, ben bu da’vâyı, nasıl göreyim? Münâfık
dedi ki: Biz Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”e vardık, da’vâyı yehûdîye
hükm eyledi. Ben râzı olmadım! Hemen Ömer “radıyallahü anh” onlara siz
bekleyin, ben da’vânızı, şimdi hâl edeyim dedi ve içeriye git-
di. Biraz sonra, eteğinin altında, bir satırla,
bunların yanına geldi, satırı çekdiği gibi o münâfıkın kellesini uçurdu ve
(Resûlullahın hükmüne râzı olmayanın hâli budur) dedi. İşte bundan dolayı, kendisine
Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” denildi.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri, (Hak ile bâtılı ayırd edici, Ömerdir) buyurdu.
Onun ardınca, Evliyânın
efdali hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh”dır. Hilâfeti hakdır, doğrudur.
Ümmetin icmâ’ı ile sâbitdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
ona birbiri ardınca, iki kızını vermişdir. İkinci kızı vefât etdikde, (Bir kızım dahâ olsaydı, ona verirdim!) buyurmuşdur.
İkinci kızını verdikde,
hazret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” gâyet medh etmişdi. Tezvîc etdikden
sonra kızı: (Ey benim gözümün nûru babam! Hazret-i Osmânı gâyet medh eylediniz.
Buyurduğunuz kadar değil!) dedikde, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri kızına: (Ey
benim kızım! Hazret-i Osmândan gökdeki melekler hayâ ederler!) buyurdu.
Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” ona iki kızını verdiğinden ötürü, Osmân-ı Zinnûreyn denildi.
Zinnûreyn, iki nûr sâhibi demekdir. Ma’rifet ilminde mâhirdir.
Onun ardınca, Evliyânın
efdali, Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü anh”dır. Hilâfeti, ümmetin
icmâ’ı ile sâbitdir. Resûlullahın dâmâdıdır. Kızı hazret-i Fâtıma “radıyallahü
anhâ” anamızı, ona tezvîc etmişdir. Tarîkat ilminde mâhirdir. Bir gulâmı var
idi. Birgün, gulâmı murâd eyledi ki, şu efendimi tecribe edeyim. Vaktâ ki,
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, dışarıda idi. Gulâmın yanına gelip bir
hizmet buyurdu. Gulâm sükût eyledi. Ondan sonra, hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” gulâma, yâ gulâm! Ben sana ne yapdım ve hâtırın neden münkesir oldu ve
benim neyimden incindin, dedikde, gulâm, sen bana bir şey yapmadın. Ben senin
kulunum. Murâdım seni tecribe etmekdi. Hakkiyle Velîsin, dedi.
[Eshâb-ı kirâmın hepsini
sevenlere ve onların yolunda olanlara (Ehl-i
sünnet) denir. Bir kısmını severiz deyip çoğunu sevmiyene (Şî’î) denir. Eshâb-ı kirâmın hepsine düşman
olanlara (Râfizî) denir. Eshâb-ı kirâmın
hepsini severiz diyen, fekat ba’zı şeylerde hiç birine uymıyan kimseye (Vehhâbî) denir. Sapık din adamı Ahmed ibni
Teymiyyenin fikrleri ile, ingiliz câsûsu Hempherin yalanlarının karışımına (Vehhâbîlik) denir. Bu inanışlarına uymıyan,
Ehl-i sünnet olan müslimânlara kâfir diyorlar. [Bu sözleri ile, kendileri kâfir
oluyorlar.]
Vehhâbîlik düşünceleri,
1150 [m. 1737] senesinde Arabistân yarım adasında ingilizler tarafından ortaya
çıkarıldı. İngiliz plânlarını yaymak için, çok müslimân kanı akıtdılar. Şimdi
de, her memleketde (Râbitatül-âlemil islâmî) dedikleri
merkezler kurarak ve sayısız altın saçarak, câhil din adamlarını avlıyor.
Bunlar vâsıtası ile müslimânları şaşırtıyorlar. Bindörtyüz senedir islâmiyyeti
savunmuş olan Ehl-i sünnet âlimlerini ve bunların hâmileri olan Osmânlıları
kötülüyor. Bu âlimlerin naslardan çıkardıkları doğru bilgilere yanlış diyorlar.
Vehhâbîlerden ba’zısı, (Biz de Ehli sünnet mezhebindeyiz, Hanbelî mezhebindeyiz) diyorlar. Bu sözleri, Mu’tezile sapık fırkasında olanların, (Biz de, Ehl-i sünnetiz. Hanefî mezhebindeyiz) demelerine benzemekdedir. Ehl-i sünnet olmıyanların Cehenneme gideceklerini bildikleri için, böyle söylüyorlar. Hâlbuki, yalnız amellerinin, yalnız işlerinin bir mezhebe uygun olması, o mezhebden olmak değildir. Bir mezhebe tâbi’ olmak için, hem i’tikâdın, hem de amelin, o mezhebe uygun olması lâzımdır. Dört mezhebin i’tikâdı, birbirlerinin aynıdır. Dördü de, Ehl-i sünnet i’tikâdındadır. Bir kimsenin hanefî veyâ hanbelî mezhebinde olabilmesi için, evvelâ Ehl-i sünnet i’tikâdında olması lâzımdır. Vehhâbîler Ehl-i sünnet i’tikâdında değildirler.]