Ve dahî, Cum’a nemâzının
sahîh olması şartları yedidir:
1- Nemâz kılacak yer,
mısr olmak, ya’nî şehr denecek kadar büyük olmakdır.
2- Hutbe okumakdır.
3- Hutbeyi nemâzdan önce
okumakdır.
4- Orada imâm veyâhud
devlet reîsi tarafından me’zûn nâibi olmakdır.
5- Öğle vaktinde
kılınmakdır.
6- Cemâ’at bulunmakdır.
İmâm-ı a’zama ve imâm-ı Muhammede göre “rahime-hümallahü teâlâ”, bâliğ ve âkıl
ve erkek imâmdan gayrı, üç âdem ve imâm-ı Ebû Yûsüfe göre “rahime-hullahü
teâlâ”, imâmdan gayri iki âdem olmakdır. Esah olan, Tarafeyn kavlidir.
7- Nemâza herkesin
gelmesi serbest olmakdır.
(Hindiyye) fetvâsında diyor ki, (Hür, sağlam ve seferî olmıyan
erkeklerin Cum’a nemâzı kılmaları farz-ı ayndır. Seferde olana ve hastaya ve
kadınlara Cum’a nemâzı kılmak farz değildir. Şiddetli yağmur ve hükûmet
adamının zulmünden korkanlara da farz olmaz. Âmir, kumandan ve iş veren,
emrinde olanı Cum’a nemâzından men’ etmez. O kadar zemânın ücretini kesebilir.
Fâsık olan imâm Cum’a kıldırırsa, buna mâni’ olamıyanın buna uyması, bunun için
Cum’a nemâzını terk etmemesi lâzımdır denildi. Başka nemâzlarda, sâlih imâmın
kıldırdığı câmi’e gitmeli, fâsık imâm arkasında kılmamalıdır. Her kadının,
herhangi bir nemâzı cemâ’at ile kılmak için câmi’e gitmeleri mekrûhdur.)
Bir kimse, imâma, Cum’a
nemâzının ikinci rek’atının rükû’unda yetişse, imâm-ı Muhammede göre
“rahime-hullahü teâlâ”, öğle nemâzını kılar. İmâm-ı a’zama ve imâm-ı Ebû Yûsüfe
göre “rahime-hümallahü teâlâ”, teşehhüdde dahî yetişse, Cum’ayı kılar. Ve hatîb
efendi hutbe okurken, bir kimse nâfile kılsa, iki rek’at kılar, ziyâde kılmaz.
Ve eğer, Cum’a sünneti ise, iki rek’at kılar da mı selâm verir, yoksa dört
rek’ati tekmil eder mi? Bu husûs, ihtilâflıdır.
Esah olan, dört rek’ati
temâmlar.
Cum’anın vâcibi
beşdir:
1- Ezân vaktinde her şeyi
terk etmekdir.
2- Câmi’e sa’y ederek
gitmek.
3- Hatîb efendi
hutbedeyken nâfile kılmamak.
4- Dünyâ kelâmı
söylememek.
5- Sükût eylemek.
Cum’anın müstehabı
altıdır:
1- Râyiha-i tayyibe,
2- Misvâk,
3- Pâk libâs,
4- Tebkîr, [Tebkîr, Cum’a
nemâzı için, câmi’e erken gitmeğe derler. Zemân-ı se’âdetde, Eshâb-ı kirâm
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, sabâh nemâzından sonra, dağılmayıp, Cum’adan
sonra dağılırlardı. Bu ümmetden ilk terk olunan şey, tebkîr sünnetidir.]
5- Gusl etmekdir.
6- Salevât okumakdır.
Cum’anın
mekrûhları beşdir:
1- Hatîb efendi hutbede
iken selâm vermekdir.
2- Kur’ân-ı kerîm okumak.
3- Aksıran kimseye (Yerhamükellah) demek.
4- Yimek ve içmek.
5- Mekrûh olan her ameli
işlemek. [Hatîb efendinin hutbeyi uzatması da mekrûhdur.]
Minârede okunan birinci
Cum’a ezânından sonra, hatîb efendi, minberin yanında, Cum’anın ilk sünnetini
kılar. Sonra minber önüne gelip, ayakda, kıbleye karşı, kısa düâ edip, minbere
çıkar ve cemâ’ate karşı oturup, ikinci ezânı dinler. Sonra ayakda hutbeye
başlar.
[Vehhâbî denilen
kimseler, Ehl-i sünnet mezhebinde değildir. Mezhebsizdir. Bunlara (Vehhâbî) veyâ (Necdî)
denir. Vehhâbîliği ingilizler kurdu. Abdülvehhâb oğlu Muhammed
adındaki Necdli soysuz, câhil bir din adamı vâsıtası ile kurdular.
Kitâblarında, vehhâbî olmıyan müslimânlara müşrik, kâfir diyorlar. Bunları
öldürmek, kadınlarını, kızlarını, mallarını ganîmet olarak almak câizdir
yazıyorlar. Bol para vererek, topladıkları mezhebsiz, câhil din adamlarını
vehhâbî yaparak, her memleketde açdıkları, (Râbıta-tül’âlem-il-islâmî)
ismindeki vehhâbî merkezlerine gönderiyorlar. Bunların islâmiyyete
uymıyan yazılarını, [Dünyâ islâm âlimleri birliğinin fetvâsı diyerek] bütün
islâm memleketlerine yayıyorlar. Her sene, hâcılara parasız dağıtıyorlar. Bu
yazılardan birinde, (Kadınların Cum’a nemâzı kılmaları farzdır) diyor.
Kadınları, kızları zor ile Cum’a nemâzına gönderiyorlar. Kadın, erkek karışık
nemâz kılıyorlar. Bir yazılarında da, (Cum’a ve bayram hutbeleri, cemâ’atin
anladığı dil ile okunur. Arabî
okumamalıdır) diyor. Böyle fetvâlarına islâm
memleketlerindeki hakîkî din âlimleri vesîkalarla cevâb vermekdedirler. Bu
doğru cevâblardan biri, Hindistânın çeşidli yerlerindeki ehl-i sünnet
âlimlerinin fetvâlarıdır. Meselâ, Madras müftîsi allâme hibrünnihrir
vel-fehhâme sâhibüt-takrîr vettahrîr mevlânâ Muhammed Temîm bin Muhammed
Madrâsî “nevverallahü merkadehu” buyuruyor ki:
Hutbenin hepsini arabîden
başka dil ile okumak veyâ hem arabî, hem de tercemesi ile birlikde okumak
mekrûhdur. Hutbenin hepsini arabî okumak vâcibdir. Çünki, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, her hutbesini yalnız arabî okumuşdur. (Bahrür-râık) kitâbında, bayram nemâzlarını
anlatırken diyor ki, (Terâvîh ve Küsûf nemâzlarından başka nâfile nemâzlar
cemâ’at ile kılınmaz. Bayram nemâzları hep cemâ’at ile kılındığı için, nâfile
olmadıkları, vâcib oldukları anlaşılır). Görülüyor ki, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” devâmlı olarak yapdığı ibâdetin vâcib olduğu anlaşılmakdadır.
Allâme Zebîdî “rahime-hullahü teâlâ”, (İhyâ) şerhınde
diyor ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” devâmlı yapdığı ibâdet
vâcib olur. Farz olduğunu göstermez.) Allâme müftî Ebüssü’ûd efendi
“rahime-hullahü teâlâ”, (Feth-ullah-ilmu’în) kitâbında
diyor ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” devâmlı olarak yapması,
bunun vâcib olduğunu gösterir.) [İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ”, abdestin
sünnetlerinde buyuruyor ki, (Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
devâmlı yapdığı ibâdet, hiç terk etmemiş ise, sünnet-i müekkede olur. Terk
etmemekle berâber, terk edeni inkâr etmiş ise, vâcib olur. Çünki, inkâr
etmemek, hükmen terk etmek olur. Bunun içindir ki, Ebüssü’ûd efendi, hiç terk
etmeden devâm etdiği şey, vâcib olur demişdir.) Her ikisini de özrsüz terk
etmenin tahrîmen mekrûh olduğunu, nemâzın mekrûhlarının sonunda
bildirmekdedir.] Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hutbeleri devâmlı
olarak yalnız arabî okuması, arabî okumanın vâcib olduğunu göstermekdedir.
Bunun için, hutbeleri arabîden başka lisân ile okumak veyâ hem arabî, hem de
tercemesini okumak tahrîmen mekrûh olur. Çünki, birincisinde, arabî okumak terk
edilmiş olur. İkincisinde ise, hutbenin yalnız arabî olması terk edilmiş olur.
Her ikisinde de, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” devâmlı
yapdığı şey terk edilmiş olur. Bunun gibi, nemâza başlarken tekbîri arabî
söylemek ve bunlar arasında (Allahü ekber) demek ayrı ayrı iki şeydir.
İkisinden birini terk etmek, tahrîmen mekrûh olmakdadır. Çünki, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, hep Allahü ekber dediği için, bu-
nu söylemek vâcib olmuş, terk etmek de, tahrîmen
mekrûh olmuşdur. İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ” (Redd-ül-muhtâr)da
buyuruyor ki, (Mekrûh, vâcibin veyâ sünnetin terk edilmesidir. Birincisi
tahrîmen, ikincisi ise tenzîhen mekrûh olur.) (Halebî-yi
kebîr)de diyor ki, (Sünneti terk etmek, tenzîhen mekrûh olur. Vâcibi
terk etmek, tahrîmen mekrûh olur.) (Fetâvâ-yi
Sirâciyye)de (Hutbeyi fârisî okumak câizdir) diyor. Bu sözü ele
alarak, hutbeyi arabîden başka lisân ile okumak câiz olup, tahrîmen ve tenzîhen
mekrûh değildir diye fetvâ vermek bâtıldır. Çünki, Sirâciyyenin sözü (sahîh
olur) demekdir. Bu da, mekrûh olmadığını bildirmez. İbni Âbidîn “rahime-hullahü
teâlâ”, (Redd-ül muhtâr)da buyuruyor ki,
(Sahîhdir demesi, mekrûh olmadığını göstermez.) Muhammed Abdülhayy Luknevî
“rahime-hullahü teâlâ”, (Umdet-ürri’âye) kitâbında
diyor ki, (Hutbenin arabî okunması şart değildir. Fârisî veyâ başka lisân ile
okumak câiz olur sözü, nemâzın câiz olacağını bildirmekdedir. Ya’nî, Cum’a
nemâzının sahîh olması için, hutbe okumak şartı yerine getirilmiş olur
demekdir. Yoksa, hutbe kerâhetsiz olur demek değildir. Çünki, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü anhüm”
hutbeyi her zemân yalnız arabî olarak okumuşlardır. Bunlara muhâlefet, tahrîmen
mekrûh olur.) Tâbi’în ve Tebe’i tâbi’în “rahimehümullahü teâlâ” de, hutbeyi,
her zemân, her yerde yalnız arabî okudular. Arabîden başka lisân ile
okumadıkları gibi, arabî ve tercemesini birlikde okuyan da hiç olmadı.
[Hâlbuki, bunların Asyada ve Afrikada, hutbelerini dinliyenlerin hiçbiri arabî
bilmiyorlar, hutbede söylenilenleri anlamıyorlardı. Onların anlamaları için
tercemelerini de söylemeleri, yeni müslimân olanlara, islâmiyyeti öğretmeleri
lâzım olduğu hâlde, hutbelerde arabîden başka dil ile okumağı câiz görmediler.
İslâmiyyeti onlara hutbelerin dışında anlatdılar. Hutbeleri de anlamaları için
ve islâmiyyeti iyi öğrenmeleri için, onların arabî öğrenmelerini emr etdiler.
Biz de, bu âlimler gibi yapmalıyız.]
Bunlara muhâlefet ederek,
hutbeleri arabîden başka dil ile okumak, (Bid’at) olur.
Tahrîmen mekrûh olur. Birincisine tahrîmen demek ve ikincisine tenzîhen demek
bâtıldır. Çünki, tenzîhen mekrûh, sünneti terk etmeğe denir. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” hutbenin hepsini her zemân yalnız arabî okuduğu
için, hutbenin hepsini yalnız arabî okumak vâcibdir. Bu vâcibi terk etmek,
nasıl tenzîhi olur? Tahrîmen mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir. Mevlânâ
Bahr-ul-ulûm “rahime-hullahü teâlâ”, (Erkân-ül-erbe’a)da
diyor ki, (Tahrîmen mekrûh olan
şeyi terk etmek vâcibdir. Bu mekrûhu yapmak, bu
vâcibi terk etmek olur.)
Tahrîmen mekrûh olan şeyi
her zemân yapan kimse âdil değildir. İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ”, (Redd-ül-muhtâr)da nemâzın vâciblerine başlarken,
İbni Nüceymden “rahime-hullahü teâlâ” alarak diyor ki, (Tahrîmen mekrûh işlemek
küçük günâhdır. Küçük günâha devâm etmek, adâleti giderir.) Hutbelerin
tercemelerini de okuyan hatîblerin adâletleri yok olarak fâsık olurlar.
Arkalarında nemâz kılmak tahrîmen mekrûh olur. (Nûr-ulîzâh)da
ve (İbni Âbidîn)de diyor ki, (Köle,
köylü ve veled-i zinâ câhil iseler, bunların ve fâsık ile bid’at ehlinin ise,
âlim olsalar da, imâm olmaları mekrûhdur. Bunları imâm yapmak günâh olur.)
Allâme İbrâhîm Halebî “rahime-hullahü teâlâ”, (Halebî-yi
Kebîr)de diyor ki, (Fâsıkı imâm yapanlar, günâh işlemiş olurlar.
Çünki, fâsıkları imâm yapmak tahrîmen mekrûhdur.) (Merâk-ıl-felâh)da
diyor ki, (Fâsık kimse, âlim olsa da, imâm yapılması mekrûh olur. Çünki,
islâmiyyete uymakda gevşek davranır. Buna ihânet etmek vâcibdir. İmâm yapmak,
ona saygı göstermek olur. İmâm olmasına mâni’ olunamazsa, Cum’ayı ve her nemâzı
başka câmi’de kılmalıdır.) Allâme Tahtâvî “rahime-hullahü teâlâ”, burayı
açıklarken, (Fâsıkın imâm yapılması, tahrîmen mekrûhdur) demekdedir.
Hatîbin hutbeleri
arabîden başka lisân ile okumasına sebeb olmamalıdır. Buna sebeb olmak
günâhdır. Çünki günâh işlemeğe yardım etmek de günâhdır. İbni Âbidîn
“rahimehullahü teâlâ”, (Redd-ül-muhtâr)da
diyor ki, (Fâsık imâm arkasında nemâz kılınmaz. Fâsık olmıyan imâmı aramak
lâzımdır. Cum’a nemâzı böyle değildir. Şehrde birkaç câmi’de Cum’a nemâzı
kılınıyorsa, Cum’a nemâzını da, fâsık imâm arkasında kılmak mekrûh olur. Çünki,
başka imâm arkasında kılması mümkin olur. (Feth-ul-kadîr)de
de böyle yazılıdır.) Bunun için, arabîden başka lisânda tercemeyi de okuyan
imâm arkasında kılmamalı, hutbeyi yalnız arabî okuyan imâmı aramalı, Cum’ayı
bunun arkasında kılmalıdır. Fazla bilgi almak için, (Et-tahkîkât-üs
seniyye fî kerâhet-il-hutbet-i bi-gayrıl’ arabiyye ve kirâetiha bil arabiyyeti
ma’a tercemetihâ bi-gayr-il’ arabiyyeti) kitâbını okuyunuz! Allâme
Muhammed Temîmî Madrâsînin yazısının tercemesi burada temâm oldu.
Yukarıdaki yazı 1349 [m.
1931] senesinde, Hindistânda arabî olarak yazılmış, Hindistânın en büyük onüç
âlimi tarafından tasdîk ve altı imzâ edilmişdir. Bu târîhî fetvâ ile birlikde,
Hindistândaki (Diyobend) ve (Bâkıyât-üs-sâlihât) ve (Madrâs) ve (Haydarâbâd)
âlimlerinin arabî fetvâları, 1396 [m. 1976] senesinde, İstan-
bulda basdırılmışdır. Osmânlı devletindeki, dünyâca
şöhret sâhibi olmuş binlerce derin âlim ve Şeyh-ul-islâmlar “rahime-hümullahü
teâlâ”, milletin hutbeleri anlaması için çâre aramışlar. Hutbelerde türkçe
tercemelerin de okunması için cevâz bulamayıp, buna izn verememişlerdir.
Cemâ’ate hutbenin ma’nâsını anlatmak için, her câmi’de, nemâzlardan sonra Cum’a
va’zları yapdırılmış, altıyüz sene hutbeler, millete bu sûretle öğretilmiş,
böylece islâmiyyetin dışına çıkmağı önlemişlerdir.]
Bayram nemâzının (Zevâid tekbîrleri) dokuzdur: Biri farz. Birisi
sünnet. Yedisi vâcibdir: İftitâh tekbîri farz. Evvelki rükû’ tekbîri sünnet.
Zevâid tekbîrleri vâcibdir. Ve ikinci rek’atin rükû’ tekbîri, vâcibe mukârenet
ile vâcib olur.