Ehl-i sünnet âlimleri diyor
ki, îmânın sıfatları altıdır:
ÂMENTÜ
BİLLÂHİ: Ben Allahü azîm-üş-şânın varlığına ve birliğine
inandım, îmân etdim.
Allahü azîm-üş-şân,
vardır ve birdir.
Şerîki ve nazîri yokdur.
(Ortağı ve benzeri yokdur).
Mekândan münezzehdir.
(Bir yerde değildir).
Kemâl sıfatlariyle
muttasıfdır. Kemâl sıfatları vardır.
Ve noksan sıfatlardan
berîdir. Onda bulunmaz.
Kemâl sıfatlar, Allahü
azîm-üş-şânda bulunur. Noksan sıfatlar, bizlerde bulunur.
Bizlerde bulunan noksan
sıfatlar, elsizlik ve ayaksızlık ve gözsüzlük ve hastalık ve sağlık, yimek ve
içmek ve bunlara benzeyen bir çok şeylerdir.
Allahü azîm-üş-şânda
bulunan sıfatlar, yer ve gökleri ve -havada, sularda, yer yüzünde ve toprak
altında yaşamakda olan- dürlü mahlûkatı yaratması ve aklımızın erdiği ve -aczimiz
sebebiyle- birçoklarına ermediği, pek çok mahlûkları [yaratıkları] her an
varlıkda durdurması ve cümle mahlûkatın rızkını vermesi ve diğer kemâl
sıfatlardır. Kâdir-i mutlakdır. Her varlık, Allahü azîm-
üş-şânın kemâl sıfatlarından bir eserdir.
Allahü azîm-üş-şân
hakkında, bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar, yirmiikidir. Ve yirmiiki de,
muhâl sıfatları vardır.
Vâcib, lâzım demekdir. Bu
sıfatlar, Allahü azîm-üş-şânda bulunur. Muhâl olanlar bulunmaz. Muhâl, vâcibin
zıddıdır. Var olamaz demekdir.
Allahü azîm-üş-şân
hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı nefsiyye birdir: Vücûd, ya’nî var olmakdır.
Allahü azîm-üş-şânın var
olmasının, naklen delîli, Allahü teâlânın, (İnnenî
enellâhü) kavl-i şerîfidir. Aklen delîl ise, bu âlemleri halk eden
[yokdan var eden], bir hâlık [yaratıcı], elbet mevcûddur, elbette vardır.
Mevcûd olmamak muhâldir.
Sıfât-ı nefsiyye demek;
zât, Onsuz ve O, zâtsız tasavvur olunmaz, düşünülemez demekdir.
Allahü azîm-üş-şân
hakkında, bizlere bilmesi vâcib olan sıfâtı zâtiyye beşdir: Bunlara (Ülûhiyyet sıfatları) denir.
1-Kıdem, Allahü
azîm-üş-şânın varlığının evveli olmamak.
2-Bekâ, Allahü
azîm-üş-şânın varlığının âhırı olmamak, buna vâcib-ül-vücûd derler. Naklen
delîl, Allahü teâlânın Hadîd sûresinde, üçüncü âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl
varlığının evveli ve âhırı olsa, sonradan var olmuş olup, âciz ve nâkıs olurdu.
Âciz ve nâkıs olan, başkasını yaratamaz. Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
3-Kıyâm bi-nefsihi, Allahü
azîm-üş-şân, zâtında ve sıfatlarında ve ef’âlinde, kimseye muhtâc olmamak.
Naklen delîl, Muhammed “aleyhisselâm” sûresinin son âyet-i kerîmesidir. Aklen
delîl, bu sıfatlar, Onda olmamış olsa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs
olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
4-Muhâlefetün lil-havâdis, Allahü
azîm-üş-şân zâtında ve sıfâtında, kimseye benzememek. Naklen delîl, Allahü
teâlânın Şûrâ sûresindeki onbirinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl bu
sıfatlar, Onda olmamış olsa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü
azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
5-Vahdâniyyet, Allahü
azîm-üş-şânın, zâtında ve sıfatında ve ef’âlinde şerîki ve nazîri yokdur.
Naklen delîl, Allahü teâlânın İhlâs sûresindeki birinci âyet-i kerîmesidir.
Aklen delîl, eğer ortağı olsa, âlem fenâ bulur, yok olurdu. Biri, birşeyin
yaratmasını ve diğeri yaratmamasını dilerdi.
[Âlimlerin çoğuna göre, (Vücûd) ya’nî var olmak da, ayrıca bir sıfatdır.
Böylece, (Sıfât-ı zâtiyye) altı
olmakdadır].
Allahü azîm-üş-şân
hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı sübûtiyye sekizdir: Hayât, ilm,
sem’, basar, irâde, kudret, kelâm, tekvîn.
Bu sıfatların ma’nâları
budur ki:
1-Hayât, Allahü
azîm-üş-şân, diri olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın Bekara sûresindeki
ikiyüzellibeşinci âyet-i kerîmesinin baş kısmıdır. Aklen delîl, Allahü
azîm-üş-şân, diri olmasa, bu mahlûkat vücûda gelmezdi.
2-İlm, Allahü
azîm-üş-şânın bilmesi olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın Haşr sûresindeki
yirmiikinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, Allahü azîm-üş-şânın bilmesi
olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Onun hakkında muhâldir.
3-Sem’, Allahü
azîm-üş-şânın işitmesi olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın İsrâ sûresindeki
birinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, işitmesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu.
Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
4-Basar, Allahü
azîm-üş-şânın görmesi olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın yine İsrâ
sûresindeki birinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, görmesi olmasa, âciz ve
nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
5-İrâde, Allahü
azîm-üş-şânın dilemesi olmak. Onun dilediği olur. O dilemezse, hiçbir şey
olmaz. Varlıkları dilemiş, yaratmışdır. Naklen delîl, Allahü teâlânın İbrâhîm
sûresindeki yirmiyedinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, eğer dilemesi olmasa,
âciz ve nâkısolurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
6-Kudret, Allahü
azîm-üş-şânın herşeye gücünün yetmesi olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın Âl-i
İmrân sûresindeki yüzaltmışbeşinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, eğer gücü
yetmese, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında
muhâldir.
7-Kelâm, Allahü
azîm-üş-şânın söylemesi olmak. Naklen delîl, Allahü teâlânın Nisâ sûresindeki
yüzaltmışdördüncü âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, eğer söylemesi olmasa âciz
ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhâldir.
8-Tekvîn, Allahü
azîm-üş-şân hâlıkdır, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan, yokdan var eden Odur.
Ondan gayri yaratıcı yokdur. Nak-
len delîl, Allahü teâlânın Zümer sûresindeki
altmışikinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl, yerlerde ve göklerde acâib-i
mahlûkatı vardır ve cümlesini yaratan Odur. Ondan başkası için (yaratdı) demek
küfr olur. İnsan birşey yaratamaz.
Allahü azîm-üş-şân
hakkında bize bilmesi vâcib olan sıfât-ı ma’neviyye, sekizdir. Hayyün, Alîmün,
Semî’un, Basîrün, Mürîdün, Kadîrün, Mütekellimün, Mükevvinün.
Bu sıfât-ı şerîflerin
ma’nâları budur ki:
1-Hayyün, Allahü
azîm-üş-şân, diri olucudur.
2-Semî’un, Allahü
azîm-üş-şân, sem’ı kadîmi ile işiticidir.
3-Basîrün, Allahü
azîm-üş-şân, görücüdür.
4-Mürîdün, Allahü
azîm-üş-şân, irâde-i kadîmi ile dileyicidir.
5-Alîmün, Allahü
azîm-üş-şân, ilm-i kadîmi ile bilicidir.
6-Kadîrün, Allahü
azîm-üş-şân, kudret-i kadîmesi ile gücü yeticidir.
7-Mütekellimün, Allahü
azîm-üş-şân, kelâm-ı kadîmi ile söyleyicidir.
8-Mükevvinün, Allahü
teâlâ, herşeyi halk edicidir.
Allahü teâlâ hakkında,
muhâl olan sıfatlar, bunların zıddıdır.
VE
MELÂİKETİHİ: Dahî ben, Allahü azîm-üş-şânın meleklerine inandım,
îmân eyledim. Allahü azîm-üş-şânın melekleri vardır. Onları nûrdan halk
etmişdir. Cismdirler. [Burada cism demek, fizik kitâblarında bildirilen cism
değildir.] Yimezler ve içmezler. Onlarda erkeklik, dişilik olmaz. Gökden yere
inerler ve yerden göğe çıkarlar. Ve bir hâlden bir hâle girerler. Göz açıp
yumacak kadar, Allahü azîm-üş-şâna âsî olmazlar ve bizim gibi günâh işlemezler.
Onların içinde mukarrebler ve Peygamberler vardır.
Ve cümlesinin efdali,
Cebrâîl, Mikâîl, İsrâfîl, Azrâîl “aleyhimüsselâm”dır. Bu dördü cümle meleklerin
Peygamberleridir. Ve onların her birisini, Allahü azîm-üş-şân, bir hizmete
koymuşdur. Kıyâmete kadar, başka bir hizmete nevbet gelmez.
VE KÜTÜBİHİ: Dahî, Allahü azîm-üş-şânın kitâblarına inandım, îmân eyledim.
Allahü azîm-üş-şânın
kitâbları vardır. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen, yüzdört kitâbdır. Yüzü küçük
kitâbdır. Bunlara (suhuf) denir. Ve dördü büyük kitâbdır. Tevrât, hazret-i Mûsâ “aleyhisselâm”a, Zebûr, hazret-i Dâvüd “aleyhisselâm”a, İncîl, hazret-i Îsâ “aleyhisselâm”a, Kur’ân-ı kerîm, bizim Peygamberimiz Muhammed
“aleyhisselâm”a nâzil olmuşdur. Bugün yehûdîlerin ve
hıristiyanların okudukları (Tevrât) ve (İncîl) hakkında
(Cevâb Veremedi) kitâbımızda geniş bilgi
vardır.
Yüz suhufdan, on suhufu,
hazret-i Âdem “aleyhisselâm”a, elli suhufu, Şit “aleyhisselâm”a, otuz suhufu,
İdrîs “aleyhisselâm”a, on suhufu, İbrâhîm “aleyhisselâm”a inmişdir. Bunların
cümlesini, Cebrâîl “aleyhisselâm” indirmişdir. Cümlesinden sonra, Kur’ân-ı
azîm-üş-şân nâzil olmuşdur. Kur’ân-ı azîm-üş-şânın nüzûlü -az az, âyet âyet-
yirmiüç senede temâm olmuşdur. Ve hükmü, kıyâmete değin bâkîdir. Nesh olmakdan
[geçersiz olmakdan] ve tebdîl ile tahrîfden [insanların değişdirmelerinden]
mahfûzdur.
VE RÜSÜLİHİ: Dahî ben, Allahü azîm-üş-şânın Peygamberlerine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”
îmân eyledim.
Allahü teâlânın
Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” vardır. Peygamberlerin hepsi
insandır. Evveli Âdem “aleyhisselâm” ve âhırı, bizim Peygamberimiz hazret-i
Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”dir. Bu ikisinin arasında,
çok Peygamber “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gelmiş ve geçmişdir. Onların
sayısını Allahü azîm-üş-şân bilir.
Peygamberler
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar
beşdir: Sıdk, Emânet, Teblîg, İsmet, Fetânet.
1-Sıdk, cümle
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, sözlerinde sâdık olurlar. Her
sözleri doğrudur.
2-Emânet, Onlar
emânete hıyânet etmezler.
3-Teblîg, Onlar,
Allahü azîm-üş-şânın emrinin ve nehyinin hepsini bilip, ümmetlerine bildirir ve
ulaşdırırlar.
4-İsmet, büyük ve
küçük bütün günâhlardan berî olmakdır. Hiç günâh işlemezler. İnsanlardan ma’sûm
olan, yalnız Peygamberlerdir “aleyhimüsselâm” [Bunlardan başkasına ma’sûm
diyenler, Şî’îlerdir].
5-Fetânet, Cümle
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, sâir insanlardan dahâ akllı
olmakdır.
Peygamberler
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” için câiz olan sıfatlar beşdir: Onlar, yirler,
içerler, hasta olurlar, ölür, dünyâlarını değişdirirler. Dünyâya muhabbet
etmezler.
Kur’ân-ı azîm-üş-şânda,
ism-i şerîfleri bildirilen yirmisekiz Peygamberdir. Bunları bilmek, herkese
vâcibdir dediler.
Peygamberlerin
ismleri “aleyhimüssalâtü vesselâm”:
Âdem, İdrîs, Nûh, Şis
[Şit], Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhîm, İsmâ’îl,
İshak, Ya’kûb, Yûsüf, Şuayb, Mûsâ, Hârûn, Dâvüd,
Süleymân,Yûnüs, İlyâs, Elyesa’, Zül-kifl, Eyyûb, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, Muhammed
“salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhim”dir. Üzeyr ve Lokmân ve Zülkarneyn
için, ihtilâf olundu. Bunlara ve Hıdır aleyhisselâma âlimlerden kimisi nebîdir,
kimisi velîdir, dediler. Mektûbât-ı Ma’sûmiyye C.2, 36.cı mektûbda, Hıdırın
Peygamber olduğunu bildiren haberin kuvvetli olduğu yazılıdır. 182.ci mektûbda,
Hıdır aleyhisselâmın, insan şeklinde görülmesi ve ba’zı işler yapması, Onun
hayâtda olduğunu göstermez. Allahü teâlâ, Onun ve birçok peygamberin ve velînin
rûhlarının insan şeklinde görülmesine izin vermişdir. Onları görmek hayâtda
olduklarını göstermez demekdedir.
Ve dahî, sana gereken,
ilk Peygamber olan hazret-i Âdem “aleyhisselâm” zürriyyetindenim ve âhır zemân
Peygamberi Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” dîninden ve ümmetindenim,
elhamdülillah, demekdir. Vehhâbîler, Âdem aleyhisselâmın peygamber olduğuna
inanmıyorlar. Bunun için ve müslimânlara müşrik dedikleri için, kâfir
oluyorlar.
VEL-YEVMİL-ÂHIRI: Dahî ben, kıyâmet gününe inandım.Îmân etdim. Çünki, Allahü teâlâ haber
vermişdir. Kıyâmet günü, kabrden kalkınca başlar. Cennete veyâ Cehenneme
gidinceye kadar devâm eder. Cümlemiz ölüp yine dirilsek gerekdir. Cennet ve
Cehennem ve mîzân [Terâzî] ve sırât köprüsü, haşr [toplanmak] ve neşr [Cennete
ve Cehenneme dağılmak], kabr azâbı, münker ve nekîr adındaki iki meleğin kabrde
süâli hakdır. Ve olacakdır.
VE
BİL-KADER-İ HAYRİHİ VE ŞERRİHİ MİNALLAHİ TEÂLÂ: Dahî hayr ve şer, olmuş ve olacak şeylerin cümlesi, Allahü
azîm-üş-şânın takdîriyle, ya’nî ezelde bilmesi ve dilemesi ve vaktleri gelince
yaratması ile ve levh-il mahfûza yazmasiyle olduğuna inandım, îmân eyledim.
Kalbimde, aslâ şek ve şübhe yokdur.
Eşhedü en lâ
ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh.
Ve dahî, i’tikâdda [ya’nî
inanılacak şeylerde] mezhebim, (Ehl-i sünnet ve
cemâ’at) mezhebidir. Ben bu mezhebdenim. Diğer yetmişiki fırkanın
inançları yanlışdır, bozukdur. Cehenneme gideceklerdir.
[Eshâb-ı kirâmın
“aleyhimürrıdvân” hepsini sevenlere (Ehl-i sünnet) denir.
Eshâb-ı kirâmın hepsi âlim ve âdil idi. İnsanların efendisinin “sallallahü
aleyhi ve sellem” sohbetinde, hizmetinde bulunmuşlar ve Ona yardımcı
olmuşlardır. En az sohbetde bulunanı bile, Eshâb-ı kirâmdan olmıyan en yüksek
Velîden dahâ yüksekdir. O islâm güneşinin, O Allahü teâlânın habîbinin bir soh-
betinde, bir teveccühünde hâsıl olan hâller, o
mubârek nefesleri ve nazarları te’sîri ile zuhûr eden kemâller, o huzûra, o
yakınlık se’âdetine kavuşamıyanlara nasîb olmamışdır. Eshâb-ı kirâmın hepsi
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dahâ ilk sohbetde, nefslerine uymakdan
kurtulmuşlardır. Hepsini sevmekle emr olunduk. (Şir’atül
İslâm) şerhinin ilk sahîfelerinde: (Eshâb-ı kirâmın
“aleyhimürrıdvân” hepsinin hakkında, mümkin olduğu kadar, iyi söyleyiniz,
onların hiç birine sakın dil uzatmayınız) diye yazıyor. Yetmişiki fırkaya
gelince: Kimi ifrâta vararak, taşkınlık yapdı, kimi tefrîte düşerek haklarını
vermedi, kimi akla güvendi, kimi felsefeye ve eski yunan felsefecilerine aldandı.
Böylece dîn-i islâmda olmıyan, hattâ yasak olan şeyleri yapdılar. Bid’ate
sarıldılar. Sünneti, ya’nî islâmiyyeti bırakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hazret-i
Ömer “radıyallahü anhümâ” gibi, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” icmâ’ ile en
üstünü olanlarını, hattâ Peygamber efendimizi “aleyhisselâm” çekemiyenler zuhûr
etdi. Peygamber efendimizin mi’râca, cesedi ve rûhu birlikde olarak
götürüldüğünü inkâr edenler türedi.
Çok şaşılır ki,
zemânımızda da islâm âlimi olarak tanınan, fekat yetmişiki fırkanın en zararlısı
(İsmâ’îliyye) ağzı ile konuşan
zevallılar görülmekdedir. Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” annelerinin ve
babalarının kâfir olduğunu ve Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” nübüvveti
teblîgden önce putlara kurban kesdiğini söyleyerek, vesîka olarak da ba’zı şî’î
kitâblarını göstererek ve bunlar gibi nice yıkıcı yazılarla temiz gençleri
aldatmağa, zehrlemeğe çalışmakdadırlar. Böylece bozguncuların maksadı; islâm
dînini baltalamak, gençlerin îmânını çalmak, onlara küfrü bulaşdırmak olduğu
açıkça anlaşılmakdadır. Hadîs-i şerîfde: (Kur’ân-ı kerîme kendi aklı ile ma’nâ veren kâfir olur), buyuruldu.
Din âlimleri edebli idi. Dikkatli konuşurlardı ve yazarlardı. Yanlış bir şey
söylemiyeyim diye, çok düşünürlerdi. Ulu orta konuşmak, islâmiyyeti (Edille-i şer’ıyye)den, ya’nî dört ana kaynakdan
alarak değil de, kendi yanlış görüşleri ile ve bozuk düşünceleri ile anlatmağa
kalkışmak, değil bir islâm âliminin, herhangi bir müslimânın bile yapacağı şey
değildir. Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı
kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” büyüklüğünü anlamayan câhillerin,
i’tikâdı zedeliyen yıkıcı sözlerini ve yazılarını öldürücü zehr bilmeliyiz.
Fârisî mısra’ tercemesi:
Îmânıma
saldıracaklarından söğüt yaprağı gibi titriyorum.
Allahü teâlâ,
kalblerimizde, sevdiklerinin sevgisini artdırsın.
Düşmanlarını sevmek
felâketine düşürmesin! Bir kalbde îmân bulunduğuna alâmet, Allahü teâlânın
sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekdir.]
Amelde mezheb dörtdür:
İmâm-ı a’zam, imâm-ı Şâfi’î, imâm-ı Mâlik, imâm-ı Ahmed bin Hanbelin
“rahmetullahi aleyhim” mezhebleri.
Bu dört mezhebden, her
hangi birini taklîd etmek lâzımdır. Dördünün mezhebi de hakdır, doğrudur. Dördü
de Ehl-i sünnetdir. Biz, İmâm-ı a’zam mezhebindeniz. Bu mezhebde olanlara (Hanefî) denir. İmâm-ı a’zam mezhebi savâbdır,
doğrudur. Hatâ olmak ihtimâli de vardır. Diğer üç mezheb hatâdır. Savâb olmak
ihtimâli de vardır deriz.
Ve dahî,
îmânın, bizde bâkî kalıp çıkmamasının şartı ve sebebi altıdır:
1- Biz gâibe îmân eyledik.
Bizim îmânımız gâibedir, zâhire değildir. Zîrâ biz, Allahü azîm-üş-şânı,
gözümüzle göremedik. Lâkin görmüş gibi inandık, îmân etdik. Bundan aslâ
şübhemiz yokdur.
2- Yerde ve gökde,
insanda ve cinde ve meleklerde ve Peygamberlerde “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”,
gâibi bilen yokdur. Gâibi ancak Allahü azîm-üş-şân bilir ve dilediklerini
dilediklerine bildirir. [Gâib demek, duygu organları ile veyâ hesâb, tecribe
ile anlaşılmıyan demekdir. Gâibi ancak Onun bildirdikleri bilir.]
3- Harâmı harâm bilip,
i’tikâd etmek.
4- Halâlı halâl bilip,
böyle i’tikâd etmek.
5- Allahü azîm-üş-şânın
azâbından emîn olmayıp, dâimâ korkmak.
6- Her ne kadar günâhkâr
olsa da, Allahü azîm-üş-şânın rahmetinden ümmîd kesmemek.
Bu altı şeyden birisi,
bir kimsede bulunmasa da, beşi bulunsa, yâhud birisi bulunsa da, beşi
bulunmasa, o kimsenin îmânı ve islâmı sahîh değildir.
Şimdi îmânı
olduğu hâlde, ileride îmânının gitmesine sebeb olan şeyler kırk [40] kadardır:
1- Bid’at sâhibi olmak.
Ya’nî i’tikâdı bozuk olmak. [Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru
i’tikâddan çok az da olsa ayrılan, sapık veyâ kâfir olur. İnanması zarûrî olan
şeye inanmazsa, hemen kâfir olur. İnanması zarûrî olmayan şeyi inkâr etmek (Bid’at) veyâ (Dalâlet)
olur. Son nefesde îmânsız gitmeğe sebeb olur.]
2- Za’îf îmân, ya’nî
amelsiz îmân.
3- Dokuz a’zâsını doğru
yoldan çıkarmak.
4- Büyük günâh işlemeğe
devâm etmek. [Bunun için, içki içmemeli, müslimân hanımları ve kızları, baş,
saç, baldır ve bileklerini yabancı erkeklere göstermemelidir.]
5- Ni’met-i islâma
şükrünü kesmek.
6- Âhırete îmânsız
gitmekden korkmamak.
7- Zulm etmek.
8- Sünnet üzere okunan
ezân-ı Muhammedîyi dinlememek. [Böyle okunan ezâna kıymet vermezse hemen kâfir
olur.]
9- Anaya babaya âsî
olmak. Onların islâmiyyete uygun olan, mubâh olan emrlerini sert sözle red
etmek.
10- Doğru olsa bile, çok
yemîn etmek.
11- Nemâzda, rükû’da,
kavmede, iki secdede ve celsede, ta’dîl-i erkânı terk etmek. Ta’dîl-i erkân,
tumânînet ile, ya’nî hiç hareket etmeden sübhânallah diyecek kadar durmakdır.
12- Nemâzı ehemmiyyetsiz
sanıp, öğrenmesine ve çoluk çocuğuna öğretmeğe ehemmiyyet [önem] vermemek ve
nemâz kılanlara mâni’ olmak.
13- Hamr [şerâb] ve
fazlası serhoş eden her içkiyi, az da olsa, içmek. [Bira içmek de harâmdır.]
14- Mü’minlere eziyyet etmek.
15- Yalan yere evliyâlık
ve din bilgisi satmak. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeyip, kendini din adamı,
vâiz olarak tanıtmak. [Böyle yalancıların yazdıkları uydurma din kitâblarını
okumamalıdır. Va’z ve nutklarını dinlememelidir.]
16- Günâhını unutmak,
küçük görmek.
17- Kibrli olmak, ya’nî
kendisini beğenmek.
18- Ucb, ya’nî ilm ve
amelim çokdur demek.
19- Münâfıklık, iki
yüzlülük.
20- Hased etmek, din
kardeşini çekememek.
21- Hükûmetin ve
üstâdının islâmiyyete muhâlif olmayan sözünü yapmamak. Muhâlif olan emrlerine
karşı gelmek.
22- Bir kimseyi tecribe
etmeden, iyi demek.
23- Yalanda ısrâr etmek.
24- Ulemâdan kaçmak.
[Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumamak.]
25- Bıyıklarını sünnet
mikdârından ziyâde fazla uzatmak.
26- Erkekler ipek giymek.
Sun’î ipek ve atkısı ipek, çözgüsü pa-
muk olan câizdir.
27- Gîbet etmekde ısrâr
etmek.
28- Kâfir de olsa,
komşusuna eziyyet etmek.
29- Dünyâ umûru
için, çok gazaba gelmek, sinirlenmek.
30- Ribâ, fâiz almak ve
vermek.
31- Öğünmek için elbisesinin
kollarını ve eteklerini fazla uzatmak.
32- Sihrbazlık, büyü
yapmak.
33- Müslimân ve sâlih
olan mahrem akrabâyı ziyâreti terk etmek.
34- Allahü teâlânın
sevdiği kimseyi sevmemek ve islâmiyyeti bozmak için uğraşanları sevmek.
35- Mü’min kardeşine üç
günden fazla kin tutmak.
36- Zinâya devâm etmek.
37- Livâtada bulunup,
tevbe etmemek. Livâta, zekeri başkasının dübürüne sokmakdır. Erkeklerin idrâr
çıkan yerine zeker, kadınların yerine ferc denir.
38- Ezânı fıkh
kitâblarının bildirdikleri vaktlerde ve sünnete uygun okumamak ve sünnete uygun
okunan ezânı işitince saygı göstermemek.
39- Münkeri (harâm)
işliyeni görüp de, gücü yetdiği hâlde, tatlı dil ile nehy [ya’nî men’] etmemek.
40- Karısının, kızının ve
nasîhat vermek hakkına sâhib olduğu kadınların başı, kolları, bacakları açık,
süslü, kokulu sokağa çıkmasına ve kötülerle görüşmesine râzı olmak.
Peygamberlerin Allahü
azîm-üş-şândan getirdiği şeyleri, dil ile ikrâr ve kalb ile tasdîk etmeğe (îmân) denir. Muhammed aleyhisselâma îmân etmeğe ve bildirdikleri
ile amel etmeğe (İslâmiyyet) denir.
Ve dahî, Din ve Millet, ikisi
birdir. Peygamberlerin Allahü azîm-üş-şândan i’tikâda, ya’nî inanmağa müteallik
getirdiği şeylere din ve millet denir.
Peygamberimizin
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hak teâlâdan amele, işe müteallik getirdiği
şeylere, (İslâmiyyet) veyâ (ahkâm-ı islâmiyye) denir.
Ve dahî, îmân-ı icmâlî,
ya’nî kısaca inanmak kâfîdir. Tafsîl etmek, îmânı uzun bilmek lâzım değildir.
Mukallidin, anlamadan inananın îmânı sahîhdir. Ve ba’zı yerlerde, tafsîl dahî
gereklidir.
Îmân üç
kısmdır: Îmân-ı taklîdi, îmân-ı istidlâlî, îmân-ı hakîkî.
Îmân-ı
taklîdî, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı bilmez. Anasından,
babasından işitdiği gibi, inanır ve gördüğü gibi ibâdet
yapar. Bu gibilerin îmânından korkulur.
Îmân-ı
istidlâlî, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı ve harâmı hem
bilir ve hem islâmiyyete uyar. İnanılacak şeyleri hem bilir, hem bildirir.
Üstaddan, ilmihâl kitâbından öğrenmiş, bu gibilerin îmânı kuvvetlidir.
Îmân-ı
hakîkî, cümle âlem bir yere gelse, hepsi Rabbi inkâr
etseler, o etmez. Ve kalbine aslâ şek ve şübhe gelmez. Onun îmânı, enbiyâ îmânı
gibidir. Böyle îmân, diğer iki îmândan a’lâdır.
Ve dahî, islâmiyyet
ahkâmı, amele müteallikdir. Îmâna müteallik değildir. Yalnız îmân ile Cennete
girilir. Fekat, yalnız amel ile, Cennete girilmez. Amelsiz îmân makbûldür.
Ammâ, îmânsız amelmakbûl değildir. Îmânı olmıyanların yapdıkları ibâdetler,
hayrlı işler, sadakalar, kıyâmetde hiç bir işe yaramaz. Îmân başkasına hediyye
verilmez, ammâ amelin sevâbı verilir. Îmân vasiyyet edilmez. Ammâ, kendi için
amel yapılması, vasıyyet edilir. Ameli terk eden, kâfir olmaz, lâkin îmânı terk
eden ve amele kıymet vermiyen kâfirolur. Özrü olandan, âciz olandan amel afv
olunur. Îmân, kimseden afv olunmaz.
Cemî’ Nebîlerin
ümmetlerine bildirdikleri îmân birdir. Ancak, ahkâmlarında, dinlerinde,
amellerinde ihtilâf, ayrılık vardır.
Ve dahî, îmân iki
nev’dir. Biri, îmân-ı hılkî ve biri de, îmân-ı kesbî.
Îmân-ı hılkî, ahd-i mîsâk vaktinde, kulların BELÂ (Evet)
demeleridir.
Îmân-ı kesbî, bulûğdan sonra edilen îmândır. Cemî’ mü’minlerin îmânı birdir.
Amelleri bir değildir.
Îmân, farz-ı dâimdir.
Amel, vakti gelince farz olur.
Îmân, kâfire ve müslime
farzdır. Amel yalnız müslime farzdır.
Ve dahî, îmân sekiz
nev’dir:
Îmân-ı metbû, melekler îmânıdır.
Îmân-ı
ma’sûm, Nebîler îmânıdır.
Îmân-ı
makbûl, mü’minler îmânıdır.
Îmân-ı
mevkûf, ehl-i bid’atin bozuk îmânıdır.
Îmân-ı
merdûd, münâfıkların izhâr etdikleri yalan îmândır.
Îmân-ı
taklîdî, anasından ve babasından işitip, üstâddan öğrenmemiş
olan kimsenin îmânıdır. Bu gibilerin îmânından korkulur.
Îmân-ı
istidlâlî, Mevlâ-ı müteâliyi, delîl ile anlayarak bilendir.
Onun îmânı kuvvetlidir.
Îmân-ı
hakîkî, cümle âlem bir yere gelse ve Rabbini inkâr etseler,
o inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şübhe gelmez. İşte bunun, cümleden a’lâ
olduğunu yukarıda bildirmişdik.
Îmânın hükmü
üçdür:
Evvelkisi, boynu
kılıncdan kurtulur.
İkincisi, malı cizyeden
ve harâcdan kurtulur.
Üçüncüsü, cesedi
Cehennemde -muhalled- (devâmlı olarak) yanmakdan kurtulur.
(Âmentü
billâhi...) buna, sıfât-ı îmân ve
mü’menün bih ve zât-i îmân ve asl-ı îmân da denilir. Ululuğuna binâen ve
şerefine binâen.
Ve dahî, îmânın medârı,
ya’nî îmân etmenin lâzım olduğu zemân ikidir: Âkıl olmak ve bâliğ olmak.
Ve îmânın sebebi ikidir:
Âlemin yaratılması ve Kur’ân-ı azîmüş-şânın inmesi.
Ve dahî, delîl ikidir: Delîl-i aklî ve delîl-i naklî.
Ve dahî, îmânın rüknü, aslı ikidir: İkrârün bil-lisân ve
tasdîkun bil-cenândır. Bunların da şartı ikidir:
Kalbin şartı, şek
olmamak, dilin şartı, ne söylediğini bilmekdir.
Ve dahî, îmân mahlûk
mudur? Allahü azîm-üş-şânın hidâyeti olması haysiyyetinden, gayr-ı mahlûkdur.
Ammâ, kulun tasdîk ve
ikrâr etmesi ciheti ile
mahlûkdur.
Îmân; cemî’
midir, bir bütün müdür, tefrîk, dağınık mıdır?
Kalbde cemî’dir ve a’zâda
tefrîkdir.
Yakîn, Allahü azîm-üş-şânın zâtını, kemâliyle bilmekdir.
Havf, Allahü azîm-üş-şândan korkmakdır.
Recâ, Allahü azîm-üş-şânın rahmetinden ümmîdini kesmemekdir.
Muhabbetullah, Allaha ve Resûlüne “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve dîn-i islâma
ve mü’minlere muhabbet etmekdir.
Hayâ, Allahdan ve Resûlünden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” utanmakdır.
Tevekkül, cemî’ işlerini Allahü teâlâya ısmarlamakdır. Bir işe başlarken Ona
güvenmekdir.
Ve dahî, îmân
ve islâm ve ihsân neye derler?
Îmân, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine inanmağa derler. İslâm, Allahü azîm-üş-şânın emrlerini tutmağa ve
nehyinden ictinâb etmeğe, sakınmağa derler.
İhsân, Allahü azîm-üş-şânı görür gibi, ibâdet etmeğe derler.
Îmân, lügatda mutlak tasdîk etmeğe derler. İslâmiyyetde al-
tı şeyi tasdîk etmeğe, inanmağa derler.
Ma’rifet, Allahü azîm-üş-şânı, kemâl sıfatlariyle muttasıf ve noksan sıfatlardan
berî bilmekdir.
Tevhîd, Allahü azîm-üş-şânı birlemekdir. Ona kimseyi ortak etmemekdir.
İslâmiyyet, (Ahkâm-ı islâmiyye), ya’nî
Allahü azîm-üş-şânın emrleri ve nehyleri [yasakları] demekdir.
Din ve
millet, inanılması lâzım olan şeylerde ölünceye kadar sebât
etmekdir.
Ve dahî, îmân
beş kal’anın içinde hıfz olunur.
1- Yakîn.
2- İhlâs.
3- Farzları edâ ve
harâmlardan ictinâb.
4- Sünnete yapışmak.
5- Edebi hıfz etmek,
gözetmekdir.
Her kim, bu beş şeyi hıfz
ederse, îmânını hıfz etmiş olur. Bunlardan, velev birini terk ederse, düşman
gâlib olur. Îmânın düşmanı dörtdür: Sağda kötü arkadaş, solda nefsin hevâsı
[istekleri], önde dünyâya düşkün olmak ve arkada şeytân, îmânı almak dilerler.
Kötü arkadaş, yalnız insanın malını, parasını çalmak, dünyâsını almak için
aldatanlar değildir. Arkadaşların en kötüsü, en zararlısı insanın dînini,
îmânını, edebini, hayâsını, ahlâkını bozmağa uğraşanlar, böylece dünyâsına ve
âhıretine, ebedî se’âdetine saldıranlardır. Îmânımızı, Allahü teâlâ bu
düşmanların şerrinden ve islâm düşmanlarının aldatmalarından emîn eyleye.
(Kelime-i
Tevhîd)in, ya’nî Lâ ilâhe illallah demenin
ma’nây-ı şerîfi, ibâdete lâyık ve müstehak, Allahü azîm-üş-şândan gayri, bir
zât yokdur. Ancak, Allahü azîm-üş-şândır. O, hep vardır ve birdir. Şerîki
[ortağı] ve nazîri [benzeri] yokdur. Zemânsız ve mekânsızdır.
Muhammedün resûlullah, demenin ma’nâsı, hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” Allahü azîm-üş-şânın kulu ve hak resûlüdür. Biz dahî Onun ümmetiyiz,
elhamdülillah.
Ve dahî,
kelime-i tevhîdin sekiz ismi vardır.
1- Kelime-i şehâdetdir.
2- Kelime-i tevhîd.
3- Kelime-i ihlâsdır.
4- Kelime-i takvâ.
5- Kelime-i tayyibe.
6- Da’vetül-hak.
7- Urvetülvüskâ.
8- Kelime-i
semeret-ül-Cennetdir.
Ve dahî, ihlâsın şartı,
niyyet etmek ve ma’nâsını bilmek ve ta’zîm ile okumakdır.
Ve zikr eden kimsenin
dört şeye ihtiyâcı vardır: Tasdîk, ta’zîm, halâvet, hurmet.
Tasdîki terk eden,
münâfıkdır. Ta’zîmi terk eden, bid’at sâhibidir. Halâveti terk eden, mürâîdir,
gösteriş yapar. Hurmeti terk eden fâsıkdır. Eğer, inkâr ederse, kâfir olur.
Ve dahî, zikr
üç nev’dir:
1- Zikr-i avâm.
2- Zikr-i havâs.
3- Zikr-i ehasdır.
Zikr-i avâm, câhillerin
zikri. Zikr-i havâs âlimlerin zikri ve zikr-i ehas, enbiyâ zikridir.
Ve dahî, zikr
edecek a’zâ üçdür:
1- Lisan ile zikr ki,
kelime-i şehâdet söylemekdir.
2- Tevhîd ve tesbîh ve
Kur’ân-ı kerîm okumakdır.
3- Kalb ile zikrdir.
Kalbin zikri üç
nev’dir:
1- Allahü azîm-üş-şânın
sıfatlarına delâlet eden delîlleri, alâmetleri tefekkür etmek.
2- Ahkâm-ı islâmiyyenin
delîllerini tefekkür etmek.
3- Mahlûkların sırrını
tefekkür etmek.
Tefsîr âlimleri, Bekara sûresinin yüzelliikinci
âyet-i kerîmesini tefsîr ederek, Allahü azîm-üş-şân, (Kullarım! Siz beni tâ’at ile zikr ederseniz, ben de sizi
rahmet ile zikr ederim. Ve eğer siz beni düâ ile zikr ederseniz, ben de sizi
icâbet ile zikr ederim. Ve eğer siz beni tâ’at ile zikr ederseniz, ben de sizi
na’îmim [Cennetim] ile zikr ederim. Ve eğer siz beni, tenhâlarda zikr ederseniz,
ben de sizi Cem’ıyyet-i kübrâda [mahşerde] zikr ederim. Ve eğer siz beni, yoklukda zikr ederseniz, ben de
sizi yardımım ile zikr ederim. Ve eğer siz beni icâbetle zikr ederseniz, ben de
sizi hidâyetle zikr ederim. Ve eğer siz beni, sıdk ve ihlâs ile zikr ederseniz,
ben de sizi halâs ve necât [kurtulmak]
ile zikr ederim. Ve eğer siz beni, fâtiha-i şerîfe
ile ve fâtiha-i şerîfenin içindeki rübûbiyyet ile zikr ederseniz, ben de sizi
rahmetim ile zikr ederim) buyurur
dediler.
Ve dahî, zikr etmenin yüz
kadar fâidesini, ulemâ beyân etmişdir. Biz ba’zısını bildirelim:
Zikr edenden, Allahü
azîm-üş-şân râzı olur. Melekler râzı olur. Şeytân, gamlanır. Kalbi rakîk ve
yumuşak olur. İbâdete istekli ve gayretli olur. Kalbinden gamı giderir. Kalbini
ferahlandırır. Yüzünü nûrlandırır. Şecâ’at sâhibi olur. Muhabbetullaha vâsıl
olur. Ona ma’rifetullahdan bir kapı açılır. Evliyâdan feyz alır. Seksen kadar
ahlâk-ı hamîdeyi cem’ etmiş olur.
(Eşhedü
enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) demenin
ma’nây-ı şerîfi dahî budur ki, âhır zemân Peygamberi Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Allahü azîmüş-şânın hem kulu,
hem Resûlüdür.
Yidi ve içdi ve hâtunları
nikâhladı. Oğulları ve kızları oldu. Cümlesi hazret-i Hadîceden “radıyallahü
anhâ” olmuşdur. Yalnız İbrâhîm, Mâriye adlı câriyeden olmuşdur. Ve memeden
kesilmeden vefât etmişdir. Fâtıma “radıyallahü anhâ”dan gayri cümle evlâdları
kendinden evvel vefât etmişdir. Onu hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” tezvîc
etmişdir. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn, hazret-i Alînin ve hazret-i
Fâtımanın “radıyallahü anhüm” çocuklarıdır. Ve cümle kızlarının içinde, hazret-i
Fâtıma efdaldir. Ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin sevgilisidir.
Resûl-i ekremin
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onbir hâtunu vardır: Hazret-i Hadîce,
Sevde, Âişe, Hafsa, Ümm-i Seleme, Ümm-ı Habîbe, Zeyneb bint-i Cahş, Zeyneb
bint-i Huzeyme, Meymûne, Cüveyriyye, Safiyye “radıyallahü anhünne”.
İnsanla cinne, hak ile
bâtılı ve harâm ile halâli, dünyânın fânî ve âhıretin bâkî olduğunu, dînin
ilmihâlini ta’lîm için gelmiş, hak Peygamberdir “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”.
(Edille-i
şer’ıyye) dörtdür: Kitâb, Sünnet,
İcmâ-i ümmet, Kıyâs-ı müctehid. Âlimler din bilgilerini bu dört kaynakdan
almışdır. Kitâb, Allahü azîm-üş-şânın kelâmına denir. Sünnet, kavl-i Resûl,
fi’l-i Resûl, takrîr-i Resûldür. İcmâ-i Ümmet, bir asrda bulunan müctehidlerin,
meselâ Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm” veyâ dört mezhebin bir konuda
sözbirliği yapmasıdır. Kıyâs, Müctehidlerin, bir şeyi, başka bir şeye
benzetmesine denir.
Ve dahî, mezheb, lügatda
yola derler. Bizim iki yolumuz vardır: Biri, i’tikâd yolu ve biri de, amel (iş)
yolu.
İ’tikâd yolunda imâmımız,
ya’nî kılavuzumuz, Ebû Mansûr
Mâtürîdîdir “rahime-hullahü teâlâ”. Bunun yoluna (Ehl-i sünnet) denir. Amel yolunda, kılavuzumuz,
imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahime-hullahü teâlâ”. Bunun yoluna (Hanefî Mezhebi) denir.
Ebû Mansûr-i Mâtürîdînin
adı, Muhammed ve babasının adı, Muhammed ve dedesinin adı Muhammed ve hocasının
adı, Ebû Nasr-ı İyâdîdir “rahime-hümullahü teâlâ”.
Ebû Nasr-ı İyâdînin
hocasının ismi, Ebû Bekr-i Cürcânî ve onun hocasının ismi, Ebû Süleymân Cürcânî
ve Ebû Süleymân Cürcânînin hocasının ismi, Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed
Şeybânîdir. Bu ikisinin hocası da imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahime-hümullahü
teâlâ”. Görülüyor ki, i’tikâdda mezhebimizin başı da, amelde mezhebimizin başı
da, hep İmâm-ı a’zamdır.
Cümle nâsın, üç imâmı
vardır ki, bunları bilmek farzdır. Emrleri ve nehyleri veren imâmımız, Kur’ân-ı
azîm-üş-şândır. Bunları, ya’nî islâmiyyeti bildiren imâmımız, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleridir. Bunları zor ile yapdıran imâmımız,
Resûlullahı temsil etmekde olan, müslimân devlet reîsidir.
İmâm-ı a’zamın hocasının
ismi, Hammâd ve Hammâdın hocasının ismi, İbrâhîm-i Neha’î ve onun hocasının
ismi Alkama bin Kaysdir ve dayısıdır. Onun hocasının ismi, Abdüllah ibni
Mes’ûddur “rahime-hümullahü teâlâ”. Bu dahî, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi
ve sellem” ahz eylemişdir, almışdır.
Resûlullah “aleyhisselâm”
dahî, Cebrâîl “aleyhisselâm”dan ahz etmişdir. Ve Cebrâîl “aleyhisselâm”a,
Allahü sübhânehü ve teâlâ hazretleri emr eylemişdir.
Allahü azîm-üş-şân, Âdem
oğluna dört cevher vermişdir: Akl, Îmân, Hayâ ve fi’l, ya’nî amel-i sâlih.
Ve dahî, düâların ve
herhangi bir amelin kabûl olunmasının şartı ve sebebi beşdir: Îmân, İlm,
Niyyet, Hulûs ya’nî ihlâs ve Kul hakkı bulunmamakdır. Önce, Ehl-i sünnet
i’tikâdında olmak, sonra yapılacak ibâdetin sıhhatinin şartlarını bilmek
lâzımdır.
[Bir amelin, ibâdetin
sahîh olması başkadır, kabûl olması başkadır. İbâdetlerin sahîh olmaları için,
kendilerine mahsûs şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o
ibâdet sahîh olmaz. O ibâdet yapılmamış olur. Cezâsından, azâbından kurtulamaz.
Sahîh olup da, kabûl olmıyan ibâdet için azâb yapılmaz ise de, o ibâdetin
sevâbına kavuşamaz. İbâdetin kabûl olması için, önce sahîh olması, sonra
yukarıda yazılı beş şartın bulunması da lâzımdır. Kul hakkı da bu şartlara
dâhildir]. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ”, ikinci cildin seksenyedinci
mektûbunda diyor ki, (Bir kimse, Peygamberin ameli gibi amel yapsa, fekat
üzerinde yarım dank [ya’nî çok az] kul borcu olsa,
bunu ödemedikce Cennete giremez). [Düâları da kabûl olmaz.]
İbni Hacer-i Mekkî
“rahime-hullahü teâlâ”, (Zevâcir) kitâbında,
yüzseksenyedinci günâhı anlatırken diyor ki: Bekara
sûresi yüzseksensekizinci âyetinde meâlen, (Ey
mü’minler! Birbirinizin mallarını bâtıl yoldan yimeyiniz!) buyuruldu. Bâtıl yol, fâiz, kumar, gasb, sirkat,
hîle, hiyânet, yalancı şahidlik, yalan yemîn ederek aldatmakdır. Hadîs-i şerîflerde, (Halâl
yiyen, farzları yapıp, harâmlardan sakınan ve insanlara zarar vermiyen bir
müslimân Cennete gidecekdir) ve (Harâm
ile beslenen beden, ateşde yanar) ve (Şerrinden,
zararından emîn olunmayan kimsenin, dîni, nemâzları, zekâtları, kendisine fâide
vermez) ve (Üzerindeki cilbâbı harâmdan
gelmiş olan adamın nemâzları kabûl olmaz) buyuruldu. [Cilbâb,
kadınların geniş baş örtüsü demekdir. Erkeklerin uzun gömleğine de denir.
Cilbâb, kadınların iki parçadan giydikleri çarşaf demekdir diyenlere göre,
hadîs-i şerîfde, erkeklerin de bu çarşafı giydikleri bildirilmiş oluyor. Böyle
söylemenin doğru olmadığı, câhilce ve gülünç bir inanış olduğu meydândadır.]
İkiyüzüncü günâhı anlatırken bildirdiği hadîs-i şerîfde,
(Hîleli mal satan, bizden değildir. Gideceği yer
Cehennemdir) buyuruldu. İkiyüzonuncu günâhdaki hadîsde, (Çok nemâz kılan, oruc tutan, sadaka veren, fekat dili ile
komşularını incitenin gideceği yer Cehennemdir) buyuruldu. Kâfir
olan komşuyu da incitmemek, ona da iyilik yapmak, ihsân etmek lâzımdır.
Üçyüzonüçüncü günâhdaki hadîsde, (Sulh zemânında bir kâfiri haksız öldüren, Cennete
girmiyecekdir) ve (İki müslimân, dünyâ
çıkarları için döğüşünce, ölen de öldüren de Cehenneme gidecekdir) ve
üçyüzonyedinci günâhdaki hadîsde, (İnsanlara zulm
eden, Kıyâmetde bunun azâbını çekecekdir) buyuruldu. Gayr-ı
müslimlere zulm yapmak da böyledir. Üçyüzellinci günâhdaki hadîsde, (Üç kimsenin düâsı muhakkak kabûl olur: Mazlûmun, müsâfirin
ve ana babanın) ve (Kâfir olsa da,
mazlûmun bed düâsı red edilmez) ve dörtyüzikinci günâhdaki hadîsde, (Kâfir olan arkadaşını öldüren de bizden değildir) ve
dörtyüzdokuzuncu günâhdaki hadîsde, (Günâhlar
içinde, azâbı en çabuk verilecek olanı, hükûmetine isyân etmekdir) buyuruldu.
(Zevâcir)den terceme temâm oldu. Ey
müslimân! Allahü teâlânın rızâsına kavuşmağı ve amellerinin kabûl olmasını
istiyorsan, yukarıda bildirilen hadîs-i şerîfleri kalbine yaz! Müslimân olsun,
kâfir olsun, kimsenin malına, canına, ırzına saldırma! Kimseyi incitme!
Herkesin hakkını öde! Boşadığı kadına mehr parasını ödemesi de kul hakkıdır.
Ödemezse, dünyâda ve âhıretde cezâsı çok şiddetlidir. Kul hakkının en mü-
himmi ve azâbı en çok olanı akrabâsına ve emri
altında olanlara din bilgisi öğretmeği terk etmekdir. Onların ve bütün
insanların din bilgisi öğrenmelerine ve ibâdetlerini yapmalarına, işkence ederek
veyâ aldatarak mâni’ olanın kâfir olduğu, islâm düşmanı olduğu anlaşılır.
Bid’at sâhiblerinin, mezhebsizlerin, sözleri ile, yazıları ile Ehl-i sünnet
bilgilerini değişdirmeleri, dîni, îmânı bozmaları da böyledir. Hükûmete,
kanûnlara karşı gelme. Vergilerini öde. Hükûmet zâlim, fâsık olsa bile,
hükûmete isyân etmenin günâh olduğu, (Berîka)da
yazılıdır. Dâr-ül-harbde, ya’nî kâfir memleketlerinde de, kanûnlara, emrlere
karşı gelme! Fitne çıkarma! İslâma saldıranlarla ve bid’at sâhibleri ile ve
mezhebsizlerle arkadaşlık etme! Onların kitâblarını, gazetelerini okuma!
Radyolarını, televizyonlarını evine sokma! Sözünü dinleyenlere, (Emr-i ma’rûf) yap! Ya’nî, güler yüzle, tatlı dil
ile nasîhat eyle! Kimse ile münâkaşa etme! Güzel ahlâkın ile, islâm dîninin
şânını, şerefini herkese göster!
İbni Âbidîn
“rahime-hullahü teâlâ”, birinci cildde diyor ki, (Sev’eteyn, ya’nî kubul ve
dübür, dört mezhebde de galîz ya’nî kaba avretdir. Bunları örtmek sözbirliği
ile farzdır. Örtmeğe ehemmiyyet vermiyen kâfir olur. Dizi açık olan erkeğe,
bunu örtmesi için, Emr-i ma’rûf yapılır. Ya’nî, tatlı sözle nasîhat edilir.
İnâd ederse, susulur. Uylukları açık olan inâd ederse, sert söylenir.
Sev’eteyni açık olan, inâd ederse, hâkime söyleyerek, zor ile [döğerek, habs
ederek] örtdürülür. Başka erkeğin avret yerine bakmanın günâhı da bu sıra ile
artar.) Kadınların, ellerinden ve yüzlerinden başka, bütün vücûdlarını,
bacaklarını, kollarını, saçlarını yabancı erkeklere ve kâfir kadınlara
göstermemeleri dört mezhebde de farzdır. Şâfi’îde, yüzlerini de göstermemeleri
farzdır. Kendileri ve babaları veyâ kocaları buna ehemmiyyet vermezse, kâfir
olurlar. Oğlanların, baldırları, bacakları açık, kızların da, başları, kolları
açık oyun oynamaları ve bunları seyr etmek, büyük günâhdır. Müslimân, serbest
zemânlarını oyun ile, fâidesiz şeylerle ziyân etmemeli, ilm öğrenmekle, nemâz
kılmakla kıymetlendirmelidir. (Kimyâ-i se’âdet)de
diyor ki, (Kadınların, kızların, başı, saçı, kolları, bacakları açık sokağa
çıkmaları harâm olduğu gibi, ince, süslü, dar, hoş kokulu elbise ile örtülü
çıkmaları da harâmdır. Böyle çıkmalarına izn veren, râzı olan, beğenen anası,
babası, zevci ve kardeşi de, onun günâhına ve azâbına ortak olurlar.) Ya’nî,
Cehennemde birlikde yanacaklardır. Eğer tevbe ederlerse, afv olunur, yakılmazlar.
Allahü teâlâ tevbe edenleri sever. Kadınların örtünmeleri, (Fâideli Bilgiler)de 284 de uzun yazılıdır.