El-hamdü
lillâhillezî cealenâ minet-tâlibîne ve lil-ilmi minerrâgıbîne ves-salâtü
ves-selâmü alâ Muhammedinil lezî erselehü rahmeten lil-âlemîne ve alâ Âlihi ve
Eshâbihi ecma’în.
[Allahü teâlâ, bütün
varlıkları yaratdı. Herşey yok idi. Yalnız Allahü teâlâ var idi. O hep vardır.
Sonradan var olmuş değildir. Önceden yok olsaydı, Onu var eden bir kuvvetin
bulunması lâzım olurdu. Çünki, var olmayan bir şeyi yaratacak kuvvet olmazsa, o
şey hep yok olur, var olamaz. Onu yaratan kuvvet sâhibi hep var idi ise, işte
Allahü teâlâ bu kuvvet sâhibi olan sonsuz varlıkdır. Yok eğer, bu yaratıcı
kuvvet sâhibi de, sonradan var olmuşdur denirse, bunu da var edenin bulunması
lâzım olur. Böylece, sonsuz sayıda var edicilerin bulunması lâzım olur. Bu ise,
var edicilerin bir başlangıcının bulunmaması demekdir. İlk var edicinin
bulunmaması, bunun var edeceklerinin de bulunmaması demek olur. Var edici var
olmayınca, yokdan var edilmiş olan bu gördüğümüz veyâ işitdiğimiz madde ve rûh
âleminin de bulunmaması lâzım olur. Maddeler ve rûhlar var oldukları için,
bunların yalnız bir yaratıcılarının da bulunması ve hep var olması lâzımdır.
Allahü teâlâ, herşeyin
yapı maddesi olan basît cismleri ve rûhları ve melekleri önce yaratdı. Basît
cismlere şimdi element deniyor. Bugün, yüzbeş çeşid elementin var olduğu
biliniyor. Allahü teâlâ, her maddeyi, her cismi bu yüzbeş elementden yaratmış
ve hep yaratmakdadır. Demir, kükürt, karbon, oksigen gazı, klor gazı birer
elementdir. Allahü teâlâ bu elementleri kaç milyon sene önce yaratmış olduğunu
bildirmedi. Bunlardan meydâna gelen, yerleri, gökleri ve canlıları da, ne zemân
yaratmağa başladığını bildirmedi. Canlı, cansız herşeyin belli bir ömrü vardır.
Zemânı gelince yaratmakda, ömrü bitince yok etmekdedir. Birşeyi yokdan var
etdiği gibi, birşeyden, yavaş yavaş veyâ birden bire başka birşeyi yapmakda,
birincisi yok olmakda, yenisi var olmakdadır.
Allahü teâlâ, ilk insanı,
cansız maddelerden ve rûhdan mey-
dâna getirdi. Bundan önce, hiç insan yokdu.
Hayvânlar, otlar, cin ve melekler, bu ilk insandan dahâ önce yaratıldı. Bu ilk
insanın is-mi, Âdem “aleyhissalâtü vesselâm” idi. Bundan, Havvâ isminde bir
kadın da yaratdı. Bütün insanlar, bu ikisinden üredi. Her hayvândan da kendi
cinsleri türedi. Canlı ve cansız herşeyin her zemân değişdiğini görüyoruz.
Kadîm olan şey ise, hiç değişmez. Fizik olaylarında, maddelerin hâlleri,
şeklleri değişiyor. Kimyâ reaksiyonlarında özü, yapıları değişiyor. Cismler yok
olup, başka cismler hâsıl oluyor. Çekirdek olaylarında, element de yok oluyor,
enerjiye dönüyor. Herşeyin birbirinden hâsıl olmaları, sonsuzdan gelemez.
Yokdan var edilmiş olan ilk maddelerden hâsıl olmaları lâzımdır. Çünki sonsuz,
başlangıcı yok demekdir.
İslâm düşmanları,
müslimânların çocuklarını aldatmak için, fen adamı şekline giriyorlar. İnsanlar
maymundan yaratıldı diyorlar. Darwin ismindeki İngiliz doktoru böyle söyledi
diyorlar. Bunlar yalan söylüyorlar. Darwin böyle birşey söylemedi. Canlılar
arasında hayât mücâdelesini anlatdı. (Nev’lerin
menşei) ismindeki kitâbında, canlıların muhîte uyduklarını, bunun
için, ufak değişikliklere uğradıklarını yazdı. Bir cins, başka cinse döner
demedi. İngiliz ilm birliğinin 1980 senesinde Salfordda düzenlediği toplantıda
Swansea Üniversitesi öğretim üyesi Prof. John Durant: “Darwinin insanın menşei
ile ilgili görüşleri, modern bir efsâne oldu. Bu efsâne ilmî ve içtimâî
gelişmemize zarardan başka birşey vermedi. Tekâmül masalları, ilmî araştırmalar
üzerinde tahrîb edici te’sîr yapdı. Tahrîfâta, lüzûmsuz münâkaşalara ve ilmin
büyük ölçüde sûistimâllerine yol açdı. Şimdi Darwinin teorisi, dikiş
yerlerinden patlamış, geriye perîşân ve bozuk bir düşünce yığını bırakmışdır”
dedi. Prof. Durantın vatandaşı hakkında söylediği bu sözler, Darwincilere ilm
adına verilen en enteresan cevâblardan biridir. Günümüzde tekâmül teorisinin
değişik kültür seviyesindeki insanlara anlatılmak istenmesinin asıl sebebi
ideolojikdir. İlmî değildir. Bu teori materyalist felsefenin telkîni için bir
vâsıta olarak kullanılmakdadır. İnsan, maymundan oldu sözü, ilmî bir söz
değildir. Fennî bir söz de hiç değildir. Darwinin sözü de değildir. İlmden,
fenden haberi olmıyan câhil islâm düşmanlarının yalanlarıdır. İlm adamı, fen
adamı, böyle câhilce, saçma söz söyliyemez. Üniversiteden diploma alan bir
kimse, sefâhete ya’nî zevk ve eğlenceye başlayıp, bulunduğu ilm dalında
çalışmaz, okuduklarını da unutursa, bu kimse ilm adamı, fen adamı olamaz. İslâm
düşmanlığı da yaparak, yalan ve yanlış sözlerini, yazılarını, ilm ve fen olarak
saçmağa kalkışırsa, cem’ıyyet için zararlı, alçak, hâin bir mikrop olur. Onun
diploması, etike-
ti, mevkı’i, bir gösteriş, gençleri avlıyan bir
tuzak olur. Yalanlarını, iftirâlarını, ilm ve fen olarak saçan fen taklîdcilerine,
(Fen yobazı) denir. Bu fen yobazlarına
aldanmamalıdır.
Allahü teâlâ, insanların
dünyâda râhat, huzûr içinde yaşamalarını, âhıretde de sonsuz se’âdete
kavuşmalarını istiyor. Bunun için, se’âdete sebeb olan fâideli şeyleri emr
etdi. Felâkete sebeb olan, zararlı şeyleri yasak etdi. Dinli olsun, dinsiz
olsun, inansın, inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek veyâ bilmiyerek, ahkâm-ı
islâmiyyeye, ya’nî Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uyduğu kadar,
dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar. Fâideli ilâcı kullanan herkesin, derdden,
sıkıntıdan kurtulması gibidir. Şimdi, dinsiz, îmânsız, çok kimsenin ve
milletlerin, birçok işlerinde muvaffak olmaları, Kur’ân-ı kerîmin ahkâmına
uygun olarak çalışdıkları içindir. Kur’ân-ı kerîme uyarak, âhıretde sonsuz se’âdete
kavuşabilmek için ise, buna, inanarak, uymak lâzımdır.
Allahü teâlânın birinci
emri (Îmân) etmekdir. Birinci yasak etdiği
şey de (Küfr)dür. Îmân demek, Muhammed
aleyhisselâmın, Allahü teâlânın son Peygamberi olduğuna inanmakdır. Allahü
teâlâ, Ona emrlerini ve yasaklarını arabî olarak (Vahy)
etmişdir. Ya’nî bir melek vâsıtası ile bildirmiş, O da bunların
hepsini insanlara anlatmışdır. Allahü teâlânın arabî olarak, bir melek ile
bildirdiklerine (Kur’ân-ı kerîm) denir.
Kur’ân-ı kerîmin hepsi yazılı kitâba (Mıshaf) denir.
Kur’ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın sözü değildir. Allah kelâmıdır. Hiç bir
insan öyle düzgün söyliyemez. Kur’ân-ı kerîmde bildirilenlerin hepsine (İslâmiyyet) denir. Hepsine kalb ile inanan
insana (Mü’min) ve (Müslimân) denir. Birini bile beğenmemeğe,
îmânsızlık, ya’nî (Küfr) [Allaha düşman
olmak] denir. Kıyâmete, cinnin, meleklerin var olduklarına, Âdem Peygamberin
“aleyhissalâtü vesselâm”, bütün insanların babası olduğuna ve ilk Peygamber
olduğuna inanmak, yalnız kalb ile olur. Bunlara, (Îmân),
(İ’tikâd) ve (Akâid)
bilgileri denir. Beden ile ve kalb ile yapılacak ve sakınılacak
şeylere ise, hem inanmak, hem de yapmak veyâ sakınmak lâzımdır. Bunlara (Ahkâm-ı islâmiyye) bilgileri denir. Bunlara
inanmak da, îmân olur. Bunları yapmak ve sakınmak, (İbâdet)
olur. Niyyet ederek ahkâm-ı islâmiyyeye uymağa (İbâdet) yapmak denir. Allahü teâlânın emrlerine
ve yasaklarına (Ahkâm-ı islâmiyye) ve (Ahkâm-ı ilâhiyye) denir. Emr edilenlere (Farz), yasak edilenlere (Harâm) denir. Görülüyor ki, ibâdetlerin, vazîfe
olduğuna inanmıyan, ehemmiyyet vermiyen (Kâfir) [Allaha
düşman] olur. Bunlara inanıp da, yapmıyan kâfir olmaz. Buna (Fâsık) denir. İslâm bilgilerine îmân edip de,
elinden geldiği kadar yapan mü’mine, (Sâlih
müslimân) [iyi insan] denir. Alla-
hü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmak için,
islâmiyyete uyan ve bir mürşidi seven müslimâna (Sâlih)
[iyi insan] denir. Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmış
olana (Ârif) veyâ (Velî) denir. Başkalarının da, bu sevgiyi
kazanmalarına vâsıta olan Velîye (Mürşid) denir.
Bu mubârek, seçilmiş insanların hepsine (Sâdık) denir.
Bunların hepsi sâlihdir. Sâlih mü’min Cehenneme hiç gitmiyecekdir. Kâfir,
muhakkak Cehenneme gidecekdir. Cehennemden hiç çıkmıyacak, sonsuz azâb
görecekdir. Kâfir îmân ederse, bütün günâhları hemen afv olur. Fâsık, tevbe
edip, ibâdetleri yapmağa başlarsa, Cehenneme girmiyecek, sâlih mü’min gibi,
doğru Cennete gidecekdir. Tevbe etmezse, yâ şefâ’at ile veyâ sebebsiz afv olup,
doğru Cennete gidecek, yâhud Cehennemde günâhları kadar yandıkdan sonra,
Cennete girecekdir.
Kur’ân-ı kerîm, o zemânki
insanların konuşduğu arabî gramere uygun olarak gelmişdir ve nazm hâlindedir.
Ya’nî, şi’r gibi, düzgündür. Arabî lisânının incelikleri ile doludur. Bedi’,
Beyân, Me’ânî ve Belâgat ilmlerinin bütün inceliklerine uygundur. Bunun için
anlaması çok güçdür. Arabî lisânının inceliklerini bilmiyen kimse, arabî okuyup
yazsa bile, Kur’ân-ı kerîmi iyi anlıyamaz. Bu incelikleri bilenler bile
anlıyamamış, çok yerlerini, Peygamber efendimiz açıklamışdır. Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” bu açıklamalarına (Hadîs-i
şerîf) denir. Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în,
Peygamberimizden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işitip öğrendiklerini,
gençlere bildirmişlerdir. Zemân geçdikce kalbler kararmış, hele yeni müslimân
olanlar, Kur’ân-ı kerîmden, kendi noksan aklları ve kısa görüşleri ile ma’nâ
çıkarmağa kalkışmışlar, Peygamber efendimizin bildirdiklerine uymıyan şeyler
anlamışlardır. İslâm düşmanları da, bu bölünmeyi, parçalanmağı körüklemiş,
böylece, yetmişiki dürlü bozuk, sapık inanış meydâna gelmişdir. Böyle sapık
inanan müslimânlara (Bid’at ehli) veyâ (Dalâlet ehli) denir. Yetmişiki bid’at
fırkasından olanların hepsi, muhakkak Cehenneme girecek, fekat mü’min oldukları
için, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete gireceklerdir. İnanışı,
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık olarak bildirilmiş bir bilgiye
uymaz ise, bunun îmânı gider. Buna (Mülhid) denir.
Mülhid, kendini müslimân sanır.
İ’tikâd bilgilerini,
ya’nî inanılması lâzım olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” doğru olarak öğrenip, kitâblara yazan islâm âlimlerine, (Ehl-i sünnet) âlimleri denir “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”. Bunlar, dört mezhebin birinde ictihâd derecesine yükselmiş
olan âlimlerdir. Bu âlimler, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, kendi aklları ile,
kendi görüşleri ile anlamağa kalkışmamış, yalnız
Eshâb-ı kirâmdan öğrendiklerine inanmışlardır. Kendi anladıklarına uymamışlar,
Peygamberimizin bildirdiği doğru yolu yaymışlardır. Osmânlı devleti müslimân
idi ve Ehl-i sünnet i’tikâdında idi.
Yukarıda bildirilenlerden
anlaşılıyor ve birçok kıymetli kitâblar yazıyor ki, dünyâda ve âhıretde
felâketlerden kurtulmak ve râhat, mes’ûd yaşamak için önce Ehl-i sünnet
âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri gibi îmân etmek,
ya’nî öğrenmek ve hepsine inanmak lâzımdır. Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan
kimse, yâ (Bid’at ehli), ya’nî sapık
müslimân olur. Yâhud (Mülhid), ya’nî
kâfir olur. Îmânı, ya’nî i’tikâdı doğru olan mü’minin ikinci vazîfesi, sâlih
olmakdır. Ya’nî, Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmakdır. Bunun için,
kalb ile ve beden ile yapılması ve sakınılması emr olunan islâm bilgilerini
öğrenip, bunlara uygun yaşamak lâzımdır. Ya’nî ibâdet yapmakdır. Ehl-i sünnet
âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, ibâdet bilgilerini anlatırken dörde
ayrıldılar. Dört (Mezheb) meydâna geldi.
Ayrılıkları az ve mühim olmıyan işlerde olduğu için ve îmânlarında
birleşdikleri için, birbirlerini sever ve sayarlar. Her müslimânın bu dört
mezhebden birine göre ibâdet yapması lâzımdır. Bu dört mezhebden birine uymıyan
kimsenin Ehl-i sünnetden ayrılmış olacağı Tahtâvînin (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesi Zebâyıh kısmında yazılıdır.
Harbde esîr alınan
herhangi bir kâfir veyâ sulh zemânında, bir kâfir, ben müslimân oldum deyince,
buna inanılır. Fekat, bunun (Îmânın altı şartı)nı
hemen öğrenmesi ve inanması lâzımdır. Sonra farzları ve harâmları, sırası
gelince ve imkân bulunca, hemen öğrenmesi ve öğrendiklerine uyması lâzımdır.
Öğrenmezse veyâ öğrendiklerinden birine dahî ehemmiyyet vermeyip, yapmazsa,
Allahü teâlânın dînine ehemmiyyet vermemiş olur. Îmânı yok olur. Böyle îmânı
giden kimseye (Mürted) denir.
Mürtedlerden din adamı şekline girip, müslimânları aldatanlara (Zındık) denir. Zındıklara, bunların yalanlarına
aldanmamalıdır. Bir kimse, dünyâ çıkarlarında aldanmayıp, lâkin islâmı vasf ve
te’akkul etmiyerek, müslimânlığı bilmiyerek bâliğ olmuş ise, bunun mürted
hükmünde olacağı, (Siyer-i Kebîr şerhi) tercemesinin
yüzonaltıncı sahîfesinde ve (Dürr-ül-muhtâr)da,
kâfirin nikâhı sonunda yazılıdır. (Dürr-ül-muhtâr)da,
kâfirin nikâhı sonunda diyor ki, nikâhlı müslimân bir kız, bâliga olduğu zemân,
müslimânlığı bilmezse, nikâhı bozulur. [Ya’nî mürted olur.] Allahü teâlânın
sıfatlarını ona bildirmelidir. O da, tekrâr etmeli ve bunlara inandım
demelidir. İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ”, bunu
açıklarken diyor ki, (Kız küçük iken, anasına
babasına tâbi’ olarak müslimândır. Bâliga olunca, anasının babasının dînine
tâbi’ olması devâm etmez. İslâmiyyeti bilmeyerek bâliga olunca, mürted olur.
Îmân edilecek şeyleri işitip de, inanmamış kimse, kelime-i tevhîd söylese,
ya’nî (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) dese,
müslimân olmaz. (Âmentü billâhi...) de bulunan altı şeye inanan ve Allahü
teâlânın emrlerini ve yasaklarını kabûl etdim diyen kimse, müslimân olur).
Buradan anlaşılıyor ki, her müslimânın, çocuklarına (Âmentü billâhi ve
Melâiketihi ve Kütübihi ve Rüsülihi vel Yevmil-âhiri ve bil Kaderi hayrihi ve
şerrihi minallâhi teâlâ vel-bâ’sü ba’delmevti hakkun Eşhedü en Lâ ilâhe
illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühu) ezberletmeli, ma’nâsını
iyice öğretmelidir. Çocuk bu altı şeyi ve islâmiyyetin emrlerinden ve
yasaklarından birisini öğrenmez ve inandığını söylemezse, bâlig olduğu zemân
müslimân olmaz, mürted olur. Bu altı şey üzerinde, (Herkese
Lâzım Olan Îmân) kitâbında geniş bilgi vardır. Her müslimânın bu
kitâbı okuyup ve çocuklarına okutup, îmânlarını kuvvetlendirmeleri ve bütün
tanıdıklarının okumaları için çok gayret etmesi lâzımdır. Bunun için,
çocuklarımızın mürted yetişmemesi için çok dikkat etmeliyiz. Onlara, dahâ küçük
yaşda, îmânı, islâmı, abdesti, guslü, nemâzı öğretmeliyiz! Ananın babanın
birinci vazîfesi, evlâdını müslimân olarak yetişdirmekdir.
(Dürer ve
Gurer)de diyor ki, (Mürted olan
erkeğe müslimân ol denir. Şübhe etdiği şey anlatılır. Zemân isterse, üç gün
habs olunur. Tevbe ederse kabûl edilir. Tevbe etmezse, hâkim tarafından
öldürülür. Mürted olan kadın öldürülmez. Müslimân oluncaya kadar habs olunur.
Dâr-ül-harbe kaçarsa, Dâr-ül-harbde câriye olmaz. Esîr alınırsa câriye olur.
Mürted olunca, nikâh fesh olur. Bütün malları mülkünden çıkar. Tekrâr müslimân
olursa, tekrâr mülkü olurlar. Ölünce veyâ Dar-ül-harbe kaçınca [veyâ
Dâr-ül-harbde mürted olunca] müslimân vârisine kalır. [Vârisi yoksa,
Beyt-ül-mâldan hakkı olanların olur.] Mürted mürtede vâris olamaz. Mürted iken
kazandıkları mülkü olmaz. Müslimânlara fey olur. Alış veriş ve kirâ
sözleşmeleri ve hediyye vermesi bâtıl olur. Tekrâr müslimân olursa, sahîh hâle
dönerler. Evvelki ibâdetlerini kazâ etmez. Yalnız, tekrâr hac yapması lâzım
olur). Îmândan sonra, ilk öğrenilecek şey, abdest almak, gusl abdesti ve
nemâzdır.
Îmânın altı şartı: Allahü
teâlânın var olduğuna ve bir olduğuna ve sıfatlarına inanmak, Meleklere,
Peygamberlere, Kitâblara, Âhıretde olan şeylere, Kazâ ve Kadere îmândır.
İleride bunları
ayrı ayrı açıklıyacağız.
Sözün kısası, kalb ile ve
beden ile, islâmiyyetin emrlerine ve yasaklarına uymalı ve kalb, gafletden
uyanık olmalıdır. Kalbi uyanık olmayan [ya’nî Allahü teâlânın varlığını,
büyüklüğünü ve Cennet ni’metlerini ve Cehennem ateşinin şiddetini hâtırlamayan,
düşünmiyen] kimsenin bedeninin islâmiyyete uyması güç olur. Fıkh âlimleri
fetvâları bildirirler. Bunların yapılmasını kolaylaşdırmak, Allah adamlarının
işidir. Bedenin islâmiyyete severek ve kolay uyması için, kalbin temiz olması
lâzımdır. Fekat yalnız kalbin temiz olmasına, ahlâkın güzel olmasına ehemmiyyet
verip, bedenin islâmiyyete uymasına ehemmiyyet vermiyen kimse, (Mülhid)dir. Bunun nefsinin parlaması ile hâsıl
olan [gaybdan haber vermek, hastaları okuyup üfleyip iyi etmek] gibi âdet dışı
başarıları (İstidrâc) olup, kendisini ve
buna uyanları Cehenneme sürükler. Kalbin temiz ve nefsin mutmainne [uysal]
olduğunun alâmeti, bedenin islâmiyyete seve seve uymasıdır. His organlarını ve
bedenini islâmiyyete uydurmıyanların (Kalbim temizdir. Sen kalbe bak!) demeleri
boş lâfdır. Böyle söylemekle kendilerini ve etrâfındakileri aldatmakdadırlar.]