Kalb ile rûhun hâllerini
ve işlerini bildiren ilme (Ahlâk ilmi) denir.
İnsan yalnız başına iken, bu hâller ve işler dokuz bâb olarak bildirilmişdir.
[Biz, kitâbımıza, bunlardan yalnız altı bâbı aldık.]
Burada huyların nev’leri,
iyi ve fenâ şeyler bildirilecekdir. Huy, kalb ile rûhun melekesi, ya’nî
alışkanlığı demekdir. Bu alışkanlık ile, düşünmeğe lüzûm kalmadan iş yaparlar.
Yerleşmiş olan huya (Meleke) denir.
Geçici olan huya (Hâl) denir. Meselâ
gülmek, utanmak, birer hâldir. Cömerdlik, cesâret, birer melekedir. Ahlâk,
ya’nî huy deyince, meleke anlaşılır. Ba’zan hayr işlemek huy değildir. Her
zemân hayr işlerse, cömerd huylu denir. Her zemân, fekat kendini zorlıyarak
yaparsa, yine cömerd huylu olmaz. Kolaylıkla, seve seve yaparsa, huy denir.
Huy, iyi veyâ kötü iş
yapmağa sebeb olur. Yâhud da, iyi ve kötü olmıyan şeye sebeb olur. Birincisine (Fazîlet) veyâ iyi ahlâk denir. Cömerdlik,
şecâ’at ya’nî yiğitlik, yumuşaklık böyledir. İkincisine (Rezâlet) veyâ kötü ahlâk denir. Hasîslik ve
erkekler için korkaklık böyledir. Üçüncüsüne fazîlet de, rezâlet de denmez. (San’at) deniliyor. Terzilik, çiftçilik böyledir.
Bu kitâbda birincisi ve ikincisi zikr edilecekdir.
Kalbin ve rûhun iki
kuvveti olduğunu mukaddemenin son sahîfesinde bildirmişdik. Birincisi, (Kuvve-i âlime) ve (Müdrike)
denilen (anlama kuvveti) idi. Bu kuvvete, (Nutk) ve (Akl) demişdik.
Bu kuvvet ile, aklın erdiği şeyleri anlarlar. İkincisi, hareket etdiren (Kuvve-i âmile), (yapıcı kuvveti) idi. Her iki
kuvvet de ikiye ayrılır. Aklın birinci kısmına (Hikmet-i
nazarî), ikinci kısmına (Hikmet-i amelî)
denir. Yapıcı kuvvetin birinci kısmına (Şehvet)
denir ki, zevkli, tatlı şeylere kavuşmak istiyen kuvvetdir. İkinci
kısmına (Gadab) denir ki, beğenmediği
şeylerden uzaklaşdırmak istiyen kuvvetdir. Bu dört kuvvetden muhtelif işler
meydâna gelir. Bu işler akla uygun, güzel, noksan olmakdan ve aşırı olmakdan
kurtulmuş olursa, bunları yapan huy fazîlet olur. Noksan veyâ aşırı olan işleri
yapan huy, rezâlet olur. Aklın nazarî kuvveti iyi olursa, o huya (Hikmet) denir. İkinci kuvveti olan (Hikmet-i amelî) kuvveti iyi olursa, o huya (Adâlet) denir. Kalbin ve rûhun, yapıcı
kuvvetlerinin şehvânî kuvveti iyi olursa, o huya (İffet)
denir. Gadabî kısmı iyi olursa, o huya (Şecâ’at)
denir. İyiliklerin başı, bu dört huydur. Adâletin azı çoğu olmaz.
Diğer üçünün aşırı ve noksan olmaları, rezâlet olur. Hikmetin aşırısı (Cerbeze) ya’nî, ukalâlıkdır. Noksan olması ise; (Belâdet), ya’nî kalın kafalılıkdır. Adâletin
aşırısı ve noksanı olmaz. Yalnız zıddı, tersi olur ki, bu da (Zulm)dür. İffetin aşırısı (Fücûr) ya’nî (Sefâhet)dir.
Noksan olması ise (Humûd) ya’nî
durgunlukdur. Şecâ’atin aşırısı (Tehevvür) ya’nî
saldırmakdır. Noksanı, korkaklıkdır. Ahlâkın bu nev’leri, İmâm-ı Gazâlî
hazretlerinin (İhyâ) kitâbında böyle
ta’rîf edilmişdir. Abdülganî Nablüsînin[1]
(Hadîkat-ün-Nediyye) kitâbında da
yazılıdır. Bu kitâb, arabî olup, İstanbulda, (Hakîkat Kitâbevi) tarafından,
ofset yolu ile basdırılmışdır. Ba’zılarına göre hikmet, iffet ve şecâ’at bir
araya gelince (adâlet) olur.
Cerbeze huylu kimse,
rûhun kuvveti olan aklını, hiyle, dedikodu, maskaralık yapmak için kullanır.
Belâdet huylu kimse, hakîkatları anlıyamaz. İyi, kötü şeyleri birbirinden ayıramaz.
Tehevvür huylu kimse, kendini tehlükelere atar. Kuvvetli düşmanla döğüşmeğe
kalkar. Korkak olan adam, sabr edemez. Dayanamaz. Hakkını arayamaz. Fücûr huylu
olan kimse, yimekde, içmekde ve evlenmekde mekrûhlara ve harâmlara sapar.
Çirkin, kötü işlerden zevk alır. Humûd huylu olan kimse de, halâl olan
zevkleri, meşrû’ olan arzûları terk eder. Yâ kendi helâk olur, yâhud nesli
kesilir.
İnsanlarda bulunan bütün
güzel ahlâk, yukarıda bildirilen dört iyi ana huydan doğar. Herkes bu dört huy
ile öğünür. Hattâ, soyu ile, yakınları ile iftihâr eden kimseler, onlarda bu
huylar bulunduğu için öğünürler.
---------------------------------
[1] Abdülganî
Nablüsî, 1143 [m. 1731]de Şâmda vefât etdi.
Burada dört esâs iyi
huyun kısmları bildirilecekdir. Bu dört ana huydan türeyen iyi huylar, sayısız
denilecek kadar çokdur. Bunların herbirini anlatmağa insan gücü yetişmez.
Burada, islâm ahlâkcılarının üzerinde durdukları, meşhûrlarını bildireceğiz.
Hikmetden, yedi iyi huy
meydâna gelmekdedir:
1 - Birincisi (Zekâ)dır. Bir melekedir. Bir alışkanlıkdır.
Bunun yardımı ile, insan, bilinen şeylerden, bilinmiyenleri çıkarır. Delîlleri
bir araya toplıyarak, aranılan şeyleri bulur. Bunu kazanmak için, ma’lûm şeyler
yardımı ile mechûl olan şeyleri bulmağa çalışmak, hesâb [matematik] ve hendese [geometri]
problemleri çözmek lâzımdır.
İnsanların zekâları
muhtelif mikdârdadır. Zekânın en üstün derecesine (Dehâ)
denir. Zekâ (Test) üsûlü ile
ölçülür. Yirminci asrın tanınmış rûhiyyâtcılarından [psikologlarından]
Amerikalı Terman[1] diyor ki, test
üsûlü ile zekâ ölçmesi, ilk olarak Osmânlılarda yapıldı. Osmânlı orduları
Avrupada ilerliyor. Viyana elden gidiyordu. Viyana gidince, bütün Avrupanın
müslimânların eline geçmesi çok kolay olacakdı. Osmânlılar, Avrupaya islâm
medeniyetini getiriyor. İlm, fen, ahlâk nûrları, hıristiyanlığın karartdığı,
uyuşdurduğu yerlere, zindelik, insanlık, huzûr, se’âdet saçıyordu. Asrlarca,
diktatörlerin, kapitalistlerin, papasların zulmleri altında inleyen,
barbarlaşan Avrupa, islâm adâleti ile, islâm ilmleri ile, islâm ahlâkı ile,
insan haklarına kavuşuyordu. Avrupa diktatörleri ve öncelikle hıristiyan
kiliseleri, Osmânlı ordularına karşı son gayretlerini harcıyorlardı. Bir gece,
İstanbuldaki, ingiliz sefîri, Londraya târihî mektûbunu yolladı. BULDUM... BULDUM!... Osmânlı ordularının ilerleme
sebebini buldum. Onları durdurmanın yolunu buldum diyor. Şöyle yazıyordu:
(Osmânlılar ele
geçirdikleri her yerde din, ırk farkı gözetmeksizin, seçdikleri çocukların
zekâlarını ölçüyor, ileri zekâlıları ayırarak, medreselerde okutup, islâm
terbiyesi ile yetişdiriyorlar. Bunlar arasından da seçdiklerine, serâydaki ENDERUN denilen yüksek okulda, o zemânın en ileri
bilgilerini veriyorlar. İşte, Osmânlı siyâset adamları, başkumandanları, böyle
seçilen, yetişdirilen keskin zekâlı şahsiyyetlerdir. Sokullular, Köprülüler,
böyle yetişmişdir. Osmânlı akınlarını durdurmak, hıristiyanlığı kurtarmak için
biricik çâre, enderun mekteblerini ve medreseleri dağıtmak, onları içerden
yıkmakdır). Bu mektûbdan sonra, İngilterede (Müstemlekeler nezâreti) kuruldu.
Burada yetişdirilen câsûs-
---------------------------------
[1] Terman
1380 [m. 1960] de sağ idi.
lar ve hıristiyan misyonerleri ve masonlar, yalan
propaganda ve yaldızlı va’dlerle avladıkları câhilleri Osmânlı devletinin kilid
noktalarına yerleşdirmeğe ve bu kuklaların eli ile; medreselerden fen, ahlâk
derslerini, hattâ, yüksek din bilgilerini kaldırmağa, müslimânları câhil
bırakmağa uğraşdılar. Bu sinsi kampanyalarında, tanzîmatdan sonra tam başarı
sağladılar. İslâm devleti yıkıldı. İslâmiyyetin dünyâya neşr etdiği se’âdet, huzûr
nûrları söndü.
2 - Sür’at-i fehmdir.
Buna (Sür’at-i intikâl) de denir.
İhtiyâc olunca, lâzım olan şeyi hemen anlıyan melekeye denir. Birşey işitince,
onun aksini, tersini de hemen anlar. Zekâ, düşünmede ve incelemede, ya’nî
fikrde ve nazarda olur. Ya’nî bilinen şeyleri inceleyip, bunlardan bilinmeyen
bir netîce elde eder. Sür’at-i fehm ise, fikrden ve nazardan başka şeylerde
olur.
3 - Zihn açıklığıdır.
İstediği şeyleri çabuk anlamak, elde etmekdir.
4 - Dikkat etmekdir.
Düşünceler mâni’ olmayıp, istediği şeye teveccüh etmekdir.
5 - Te’akkuldür. Lüzûmlu
şeyleri öğrenirken, herşeyin, haddini, sınırını aşmamakdır. Ya’nî lüzûmlu olanı
terk etmez, lüzûmsuz olanla da meşgûl olmaz, vakt öldürmez.
6 - Tehaffuz, ya’nî
unutmamakdır. Rûhun, akl erdirdiği, anladığı bilgileri unutmamasıdır.
7 - Tezekkürdür.
Hâfızadaki bilgileri, her istenilen zemânda hâtırlamakdır.
Şecâ’atden hâsıl olan iyi
huylar onbirdir:
1 - Ağır başlı olmakdır.
Medh olunmakdan sevinmez, zem olunmakdan üzülmez olmakdır. Fakîrle zenginleri
müsâvî tutar. Tatlıyı, acıyı tefrîk etmez. Hâdiselerin değişmesi ile ve
korkulu, sıkıntılı hâller karşısında çalışması sarsılmaz.
2 - Necdet, ya’nî
yiğitlikdir. Korkulu hâllerde, sıkıntılı işlerde, sabr ve sebât etmekdir. Bu
zemânda, bağırıp çağırmaz. Uygunsuz iş yapmaz.
3 - Himmet sâhibi olmak,
gayretli olmakdır. Bu dünyânın mevkı’i, rütbesi, yükselmesi, alçalması, serveti
gözünde olmaz.
4 - Sebâtdır. Maksada
kavuşmak için çalışırken, karşılaşılan sıkıntılara katlanmak, dayanabilmekdir.
5 - Hilmdir. Rûhun sâkin
olması, kızmamasıdır. Yumuşak huylu olmakdır.
6 - Sükûndür. Vatanı,
dîni ve milleti korumak için yapılan cihâdlarda, muhârebelerde gayret ve
mukâvemet gösterip, düşma-
nına alay etdirmemekdir.
7 - Şehâmetdir. İyi işler
yapmak, yüksek mertebeler ele geçirmek istemekdir. Hayr ile anılmak, sevâb
kazanmak ister.
8 - Tehammüldür. Güzel
huylar, iyi işler edinmek için çalışmakdan yılmamakdır.
9 - Tevâdu’dur. Dünyâ
rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemekdir. Çünki, eline
geçenler, Allahü teâlânın lutfü ve ihsânıdır. Kendi elinde birşey yokdur.
Mevkı’ ve servet sâhiblerinin tevâdu’ göstermeleri iyi olur. Sevâb olur. Bir
menfe’ate kavuşmak veyâ bir zarardan korunmak için tevâdu’ göstermeğe (tebasbus), ya’nî yaltaklanma denir. Dilencilerin
tevâdu’ları böyledir. Günâhdır.
10 - Hamiyyetdir. Dîni,
milleti himâye etmekde, korumakda, şerefini savunmakda, tenbellik etmeyip,
bütün kuvveti ile gayret etmekdir.
11 - Rikkatdir.
İnsanlardan gelen zararlara üzülmemekdir. Bundan dolayı işlerinde ve
hareketlerinde değişiklik olmamalıdır.
İyilik yapmasını
durdurmamalıdır.
İffetden on iki iyi huy
meydâna gelir:
1 - Hayâdır. Hayâ, kötü
iş yapınca utanmakdır.
2 - Rıfkdır. Rıfk,
islâmiyyete uymakdır. Kelimenin ma’nâsı, acımak, iyilik etmek demekdir.
3 - Hidâyetdir. İyi huylu
olmağa çalışmakdır.
4 - Müsâlemetdir. Fikrler
ayrıldığı, sözler çoğaldığı zemân, münâkaşa etmemek, sertliği, bölücülüğü,
ayırıcılığı istemeyip, uyuşmak, barışmak istemekdir.
5 - Nefse hâkim olmakdır.
Şehvet zemânında nefse uymamak, irâdesine hâkim olmakdır.
6 - Sabrdır. Kişi
harâmdan sakınıp, nefsin kötü arzûlarını yapmamakdır. Böylece, sonu pişmânlık
olan lezzetlerden yüz çevirir. Sabr ikiye ayrılır: Biri, günâh işlememek için
sabr etmekdir. Şeytân ve insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar, insana günâh
işletmek isterler. Bunları dinlemeyip sabr etmek çok sevâbdır. Burada
bildirilen sabr, işte bu sabrdır. İkincisi, derdlerin, belâların acılarına sabr
edip, bağırıp çağırmamakdır. Çok kimse, sabr deyince, yalnız bu sabrı anlar. Bu
sabr da sevâbdır. Ya’nî sabrın ikisi de farzdır.
7 - Kanâ’atdir. Nafakada,
ya’nî yime, içme, giyinme ve barınacak yerde zarûret mikdârına râzı olup, dahâ
çok aramamakdır.
Yoksa, verileni almamak demek değildir. Bu huya
taktîr derler ki, kötü huydur. Aklın da, islâmiyyetin de beğenmediği birşeydir.
Kanâ’at ise, iyi ahlâkdır. [Ölmemek, bir uzvu telef olmamak için lâzım olan
şeye (Zarûret) denir. Nafaka için ve
bedeni sıkıntıdan korumak için, lâzım olan şeye (İhtiyâc)
denir. İhtiyâcdan fazla olup, hoşa giden, tatlı olan ve insanın
kıymetini, şerefini korumaya yarayan şeylere (Zînet
eşyâsı) denir. Zînet eşyâsını, övünmek, başkalarına gösteriş,
üstünlük sağlamak için kullanmağa (Tefâhur) denir.
Zarûret ve nafaka eşyâsını te’mîn etmek farzdır. Nafakadan fazla olan ihtiyâc
eşyâsını, meselâ ilâc ve tabîb ücretini te’mîn etmek sünnetdir. Zînet câizdir.
Tefâhur harâmdır.]
8 - Vekârdır. İhtiyâcları
ve kıymetli şeyleri elde ederken sür’at ve acele etmeyip, yavaş hareket
etmekdir. Vekâr, ağır başlı olmakdır. Yoksa, fırsatı kaçıracak, menfe’atini
kapdıracak şeklde uyuşuk olmak değildir.
9 - Vera’dır.
İslâmiyyetin harâm etdiği ve harâm şübhesi olan şeylerden sakınmak ve emr
etdiği şeyleri, herkese yarar işleri yapmakdır. Kusûrlu ve gevşek olmakdan
sakınmakdır.
10 - İntizâmdır. İşleri
bir sıraya, düzene koyarak yapmakdır.
11 - Hürriyyetdir. Mâlı,
parayı halâldan kazanmak ve iyi yerlere vermek, herkesin hakkını gözetmekdir.
Hürriyyet, başı boş olup, her istediğini yapmak demek değildir.
12 - Sehâvetdir. Parayı,
mâlı, hayrlı, iyi yerlere dağıtmakdan lezzet almakdır. İslâmiyyetin emr etdiği
yerlere seve seve vermekdir. Sehâvet, cömerd olmak demekdir. İyi huyların en
yükseklerindendir. Âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle medh olunmuşdur.
Sehâdan birçok iyi huylar doğar. Bunlardan sekizi meşhûrdur:
1 - Keremdir. Herkese
fâideli işleri, para yardımı yapmasını sevmekdir.
2 - Îsârdır. Kendi muhtâc
olduğu mâlı, muhtâc olan başkasına verip, yokluğuna kendisi sabr etmekdir. İyi
huyların çok kıymetlisidir. Âyet-i kerîmeler ile medh olunmuşdur.
3 - Afvdır. Düşmandan
veyâ suçludan intikam almağa, karşılığını yapmağa gücü yeter iken, yapmamakdır.
Kötülüğe iyilikle karşılık etmek, afvdan dahâ iyi olur. Beyt:
Kötülüklere karşı,
kolay olur kötülük,
Kötülük yapanlara,
iyilik yapmak merdlik!
4 - Mürüvvetdir. Muhtâc
olanlara, lâzım olan şeyleri vermek-
dir. Başkalarına iyilik etmesini sevmekdir.
5 - Vefâ’dır.
Tanıdıklara, arkadaşlara geçim işlerinde yardımcı olmakdır.
6 - Müvâsâtdır.
Tanıdıkları, arkadaşları ni’metlerine ortak kılmak, iyi geçinmekdir.
7 - Semâhatdır. Vermesi
lâzım ve vâcib olmıyan şeyleri, seve seve vermekdir.
8 - Müsâmeha etmekdir.
Terk etmesi lâzım olmıyan şeyleri, başkasına fâideli olmak için terk etmekdir.
Başkasının kabâhatini görmemezlik demekdir.
Adâletden on iki huy
doğmakdadır:
1 - Sadâkatdir.
Arkadaşını sevmekdir. Onun iyiliğini, râhatını istemekdir. Onu zarardan
korumakdır. Onu sevindirmeğe çalışmakdır.
2- Ülfetdir. Bir
topluluğun, din ve dünyâ düşüncelerinde, inançlarında birbirlerine uygun
olmalarıdır.
3 - Vefâdır. İyi
geçinmek, yardımlaşmakdır. Sözünde durmak, hakkını gözetmekdir de dediler.
4 - Şefkatdir.
Başkalarına derd, felâket gelmesinden üzülmekdir. Herkesin sıkıntıdan
kurtulmasına çalışmakdır.
5 - Sıla-i rahmdir.
Akrabâyı, yakınlarını gözetmek, ziyâret etmek ve yardım etmekdir. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde,
(Putları, tapınılan heykelleri kırmak için ve
akrabâya iyilik etmek için gönderildim) buyurdu.
6 - Mükâfâtdır. İyiliğe
karşı iyilik etmekdir.
7 - Hüsn-i şirketdir.
Hakkı gözetip adâlet eylemekdir.
8 - Hüsn-i kazâdır.
Herkesin, herşeyde hakkını gözetip, başa kakmamak ve pişmân olacak iş
yapmamakdır.
9 - Teveddüddür.
Teveddüd, muhabbet demekdir. Arkadaşlarını sevip, hediyye vermek, kendini sevdirmekdir.
10 - Teslîmdir.
İslâmiyyetin emrlerini ve yasaklarını ve islâm ahlâkını, tatlı gelmese dahî,
kabûl edip râzı olmakdır.
11 - Tevekküldür. İnsan
gücünün dışında olan ve değişdirilemiyecek olan üzücü hâdiseleri, olayları,
ezelde takdîr edilmiş, yazılmış bilip, üzülmemek, Allahü teâlâdan geldiğini
düşünerek, seve seve karşılamakdır.
12 - İbâdetdir. İbâdet, herşeyi yokdan var eden ve her canlıyı,
her an görünür görünmez kazâlardan, belâlardan koruyan ve her an çeşidli
ni’metler, iyilikler vererek yetişdiren Allahü teâlâ-
nın emr ve yasaklarını yerine getirmekdir. Ona
hizmetde kusûr etmemeğe çalışmakdır. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmuş olan
Resûllere, Nebîlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, Velîlere, Âlimlere
“rahime-hümullahü teâlâ”, benzemeğe özenmekdir.
[Müslimânlar iki kısmdır:
Havâs [âlimler] ve avâm [câhiller]. Türkçe (Dürr-i
yektâ)da diyor ki, (Avâm, sarf ve nahv ve edebiyyât ilmlerinin
üsûllerini, kâ’idelerini bilmiyen kimselerdir. Bunlar fetvâ kitâblarını
anlıyamaz. Bunların, (îmân) ve (ibâdet) bilgilerini arayıp, sorup, öğrenmeleri
farzdır. Âlimlerin de, sözleri, va’zları ve yazıları ile, önce îmân, sonra
dînin temeli olan beş ibâdeti öğretmeleri farzdır. (Zahîre)
ve (Tâtârhâniyye) kitâblarında,
îmânın şartlarını ve (Ehl-i sünnet i’tikâdı)nı
öğretmenin herşeyden evvel lâzım olduğu bildirilmekdedir). Bunun içindir ki,
büyük âlim, zâhir ve bâtın ilmlerinin mütehassısı seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî
“rahmetullahi aleyh”, vefâtına yakın, (İstanbul câmi’lerinde, otuz sene, yalnız
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan îmânı, ya’nî Ehl-i sünnet
i’tikâdını ve islâmın güzel ahlâkını anlatmağa çalışdım. Ehl-i sünnet âlimleri,
bu bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da, Resûlullahdan öğrendiler.) demişdir.
Îmân bilgilerine (Akâid) ve (İ’tikâd) denir. Bunun için biz de, bütün
kitâblarımızda, Ehl-i sünnet i’tikâdını, islâmın güzel ahlâkını, herkese iyilik
ve hükûmete yardım etmek lâzım olduğunu bildiriyoruz. Seyyid kutb ve Mevdûdî
gibi din câhillerinin ve (Teblîg-ı cemâ’atcı) gibi bid’at sâhiblerinin, ya’nî
mezhebsizlerin hükûmete karşı kışkırtıcı, kardeşi kardeşe düşman yapıcı, bölücü
yazılarını tasvîb etmiyoruz. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Din, kılıncların
gölgeleri altındadır) buyurarak, müslimânların hükûmet ve kanûn
himâyesinde râhat yaşayabileceklerini bildirdi. Hükûmet, kuvvetli oldukça,
râhat, huzûr artar. Avrupa, Amerika gibi kâfir memleketlerde râhat yaşayan,
dînî vazîfelerini serbestçe yapan müslimânlar da, kendilerine hürriyyet veren
hükûmete, kanûnlara karşı gelmemeli, fitneye, anarşiye âlet olmamalıdır. Ehl-i
sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” böyle olmamızı emr etmekdedir.
İbâdetin en üstünü, en kıymetlisi, fitne fesâd ateşi ile oynamamak ve isyân
edenlere, fitne, anarşi çıkaranlara âlet olmamak, (Ehl-i
sünnet i’tikâdı)nı öğrenip, îmânının buna uygun olmasına
çalışmakdır. Îmânını böyle düzelterek, (Bid’at
ehli) denilen yetmişiki çeşid bölücü, bozuk inanışdan kurtuldukdan
sonra, ibâdetlerde de bid’at işlemekden sakınmalıdır. İslâmiyyetin emr etmediği
şeyleri ibâdet zan ederek yapmağa (İbâdetde bid’at)
denir. Allahü teâlânın emrlerine ve ya-
saklarına (Ahkâm-ı
islâmiyye) denir. Ahkâm-ı islâmiyyeye uymağa (İbâdet etmek) denir. İbâdetlerin doğru olarak
yapılmasını bildiren (Dört mezheb) vardır.
Bunların dördü de hakdır, doğrudur. Bu dört mezheb, Hanefî, Şâfi’î, Mâlikî,
Hanbelî mezhebidir. Her müslimânın bu dört mezhebden birisinin (İlm-i hâl) kitâbını okuyup, ibâdetlerini bu
kitâba uygun yapması lâzımdır. Böylece, bu mezhebe girmiş olur. Bu dört mezhebden
birine girmiyen kimseye (Mezhebsiz) denir.
Mezhebsiz olan, Ehl-i sünnet değildir. Ehl-i sünnet olmıyan da, ya (Bid’at ehli)dir, yâhud kâfirdir.
Hazret-i Alî
“kerremallahü vecheh” buyuruyor ki, (Öldükden sonra tekrâr dirilmeğe inanmıyan
birini görürsen, ona de ki: Ben inanıyorum. Senin dediğin doğru çıkarsa, benim
hiç zararım olmaz. Benim dediğim doğru olunca, sen sonsuz olarak ateşde
yanacaksın!). Avrupada, Amerikada bütün fen adamları, devlet adamları,
profesörler, kumandanlar, âhıret hayâtına inanıyorlar. Hepsi, kiliselere gidip
tapınıyorlar. Yehûdîler, Budistler, Berehmenler, ateşe tapanlar, putperestler,
medenî, vahşî herkes inanıyor. Yalnız, birkaç komünist memleketini idâre eden,
yalancı, zâlim, azgın diktatörler ve bunların etrâfındaki ve başka memleketlerdeki
paralı uşakları inanmıyor. Geçinebilmeleri ve zevkleri için, din düşmanlığı
yapan birkaç câhilin, ahmağın, dünyâ nüfûsunun yüzde doksanını teşkil eden,
inananlar karşısında, haklı olacakları düşünülebilir mi? İnanmıyan bir kimse
ölünce, kendi inancına göre, yok olacak. İnanana göre ise, Cehennemde sonsuz
azâb görecekdir. İnanan bir kimse ölünce, inanmıyana göre, yine yok olacak.
Kendi inancına göre, sonsuz zevkler, ni’metler içinde yaşayacakdır. Aklı,
bilgisi olan bir insan, bu ikisinden hangisini seçer? Elbet, ikincisini değil
mi? Dünyâ işlerindeki, madde âlemindeki intizâm, Allahü teâlânın varlığını akl
sâhiblerine haber veriyor. Âhıretin var olduğunu da Allahü teâlâ haber veriyor.
O hâlde, Aklı, ilmi olanın, Allahın varlığına ve birliğine inanması lâzımdır.
İnanmamak, ahmaklık, câhillik olur. Allahü teâlâya îmân etmek, Onun (Ülûhiyyet sıfatları)na ya’nî Onun (Sıfât-ı zâtiyye)sine ve (Sıfât-ı sübûtiyye)sine ve verdiği haberlere
inanmakdır ve Onun dînine uymakdır. İslâmiyyete uyan bir kimse, dünyâda da
râhat ve mes’ûd yaşar. Herkese iyilik eder. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı
için, fâideli şeyleri yapmalarını emr etmişdir. Bu emrlere (Farz) denir. Zararlı şeyleri yasak etmişdir.
Bunlara (Harâm) denir. Farzların ve
harâmların hepsine (Ahkâm-ı islâmiyye) denir.
Dinler, Allahü teâlânın kullarına rahmetidir, ihsânıdır. Dinlere inanan ve
uyan, dünyâda ve âhıretde
Allahü teâlânın ihsânına kavuşur, mes’ûd olur.
İnanmıyan, aklı ile fâideli olduğunu anlayarak, dünyâ işlerinde uyarsa, yalnız
dünyâda mes’ûd, râhat yaşar. Şimdi Avrupalıların bir kısmı, bunun için, râhat
ve mes’ûd yaşamakda, islâmiyyete uymıyan müslimânlar zelîl, hakîr
yaşamakdadır.]
Burada kötü ahlâk
bildirilecekdir. İyi huyların anası, temeli dört iyi huy idi.
Kötü huyların
başı da dörtdür:
1 - Rezâlet, hikmetin
zıddıdır.
2 - Cübn, korkmak,
yüreksiz olmak, şecâ’atin zıddıdır.
3 - Fücûr, nefse uymak,
günâh işlemek, iffetin zıddıdır.
4 - Cevr, zulmdür.
Adâletin zıddıdır.
Her iyi huyun zıddı,
karşılığı olan sayısız kötü huy vardır. Çünki iyilik demek, tam orta yol
demekdir. Ortanın sağında, solunda olmak, iyilikden ayrılmak olur. Ortadan
uzaklığı kadar, iyiliği azalır. Hak yol birdir. Sapık, bozuk yollar ise,
çokdur. Hattâ sonsuzdur. Doğru yola kavuşdukdan sonra, orada kalmak, oradan hiç
çıkmamak çok zordur. Hûd sûresinin yüzonüçüncü âyetinde meâlen, (Emr olunduğun doğru yolda bulun!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme indiği zemân, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hûd sûresi, sakalıma ak düşürdü) buyurdu. Âyet-i
kerîmede emr olunan istikâmeti yerine getirebilmek için, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”,
Velîler, Sıddîklar “rahime-hümullahü teâlâ” şaşkına dönmüşlerdir. Bu
korkudandır ki, Efdal-i kâinâtın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek sakalına
ak düşmüşdür. Doğru yolda bulunabilmek çok güç olduğu için, (Sırat köprüsü, kıldan ince, kılıncdan keskindir) buyuruldu.
Fâtiha-i şerîfe sûresindeki âyet-i kerîmenin
meâl-i şerîfi, (Doğru
yola kavuşdurmasını Allahü teâlâdan dileyiniz!)dir.
Mü’mine bu dünyâda, doğru yola yapışmak lâzımdır. Kıyâmet günü, Sırat
köprüsünden geçebilmek için, dünyâda, doğru yolda bulunmak gerekdir.
Evliyânın büyükleri
“rahime-hümullahü teâlâ” buyuruyor ki, Muhbir-i sâdık, [ya’nî hep doğru
söyleyici] “sallallahü aleyhi ve sellem”, kıyâmetdeki ni’metlerden ve
azâblardan her ne haber verdi ise, onların hepsi, insanın bu dünyâda kazandığı
huyların, ahlâkın ve amellerin sûretleridir. Oradaki görünüşleridir. Ahlâkda ve
amelde doğru yolda bulunmanın, oradaki sûreti, görünüşü de, sırat köprüsüdür
denildi. Dünyâda doğru yolda bulunanlar, islâmiyyetden ayrılmıyanlar, orada
sırat köprüsünü, çabuk geçecek,
ma’rifetler ve olgunluklar Cennetlerine ve iyi
amellerin bağçelerine kavuşacaklardır. Burada, din yoluna uymakda gevşek
davrananlar, orada sırat köprüsünü düşe kalka geçeceklerdir. İslâmiyyetin
gösterdiği doğru i’tikâddan ve amellerden ayrılanlar, sağa, sola sapanlar,
sıratdan geçemeyip Cehennem ateşine düşeceklerdir.
Zuhruf sûresinin otuzaltıncı âyetinde
meâlen, (Nefsine
uyarak, Allahü teâlânın dîninden yüz çevirenlere, dünyâda bir şeytân musallat
ederiz) buyuruldu. Bu âyet-i
kerîmeye bakarak, ba’zı âlimler dedi ki, hayr ve kemâl işleri yapdıran
melekeyi, bir melek hâsıl eder. Ortadan sapdıran, kötülük yapdıran melekeyi de
bir şeytân hâsıl eder. İkisinden biri, kıyâmetde o insana arkadaş olur. O hâlde
herkes, kendi huyuna ve ameline bakarak, âhıretdeki arkadaşının nasıl olacağını
anlıyabilir.
Orta yol deyince, iki şey
anlaşılır: Birisi, herkesin anladığı gibi, birşeyin tam ortasıdır. Dâirenin
merkezi, kutru böyledir. İkincisi, izâfî, takdîrî orta olmakdır. Ya’nî belli
birşeyin ortasıdır. O şeyin ortası olduğu için, herşeyin ortası olmak lâzım
gelmez. Ahlâk bilgisinde kullanılan, bu ikinci ortadır. Bunun için, iyi huy,
herkese göre farklı olur. Hattâ, zemâna ve mahalle göre de değişir. Birinde
güzel olan bir huy, başkasında iyi olmıyabilir. Bir zemânda iyi denilen bir
huy, başka zemânda iyi olmıyabilir. O hâlde iyi huy, tam ortada olmak değil,
ortalamada olmakdır. Kötü huy da, bu ortalamanın iki tarafına ayrılmakdır. (İşlerin en iyisi, onların ortasıdır) hadîs-i şerîfi de bunu bildirmekdedir. Bundan dolayı,
her iyi huya karşı, iki kötü huy bulunur. Dört esâs iyi huya karşılık da, sekiz
ana kötü huy olur:
1 - Cerbeze olup,
hikmetin aşırı olmasına denir. Ahlâkı ve işleri incelemek, anlamak kuvvetini,
lüzûmsuz yerlerde kullanmakdır. Hiyle yapmak, aldatmak, harâm işleri neşr etmek
gibi. Rûhun fen kuvvetini [ya’nî aklı], aşırı kullanmak cerbeze olmaz. Kötü
olmaz. Din bilgilerini, fen bilgilerini ve matematiği ilerletmek için, ne kadar
çok inceler, araşdırırsa, o kadar çok iyi olur.
2 - Belâdet, eblehlikdir.
Aklı kullanmamakdır. Ahmaklık da denir. Kalın kafalılıkdır. Öğrenmesi ve
işlemesi kusûrlu olur. İyiyi kötüden ayıramaz. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i
şerîfler, ilmi çok övmüşdür. Sayılmakla bitmez.
3 - Tehevvürdür. Çabuk
kızmak demekdir. Şecâ’at iyi huyunun aşırı olmasıdır. Akllı tanınan kimselerin
beğenmiyeceği işler yapmağa kalkışmakdır. Rûhunu veyâ bedenini boş yere yorar.
4 - Cübndür. Korkaklık
demekdir. Şecâ’atin lüzûmundan az olmasıdır. Korkmak câiz olmıyan yerde
korkaklık gösterir.
5 - Fücûrdur. İffetin
aşırı olmasıdır. Dünyâ lezzetlerine düşkün olur. İslâmiyyetin ve aklın
beğenmediği taşkınlıkları yapar.
6 - İffetin az olması
Humûd, ya’nî miskinlikdir. İslâmiyyetin ve aklın izn verdiği arzûlarını
bırakmakdır. Bedeni, kuvveti gider. Hasta olur. Nesli tükenir.
7 - Zulmdür. Adâletin
sınırını aşmakdır. Başkasının hakkına tecâvüz etmekdir. Başkasının mâlına,
cânına, nâmûsuna zarar verir.
8 - Haysiyyetsizlikdir.
Kendisine karşı yapılan zulm, işkence ve hakâretleri kabûl eder. Adâletin
noksan olmasıdır. Adâletde bütün iyilikler toplandığı gibi, zulmde de,
kötülükler toplanmışdır. Bunun içindir ki, ba’zı âlimler, gönül incitmiyen
şeyler günâh olmaz dedi. Meselâ, Abdüllah-i Ensârî “kuddise sirruh” buyurdu ki:
Hak yolcuları hiç
gönül kırmaz,
bunun gibi büyük
günâh olmaz!
Abdüllah-i Ensârî,
sôfiyye-i aliyyenin büyüklerindendir. Şeyhul-islâm idi. 396 da Hiratda
tevellüd, 481 [m. 1088] de orada vefât etdi. Ba’zı sapıklar, bu büyük zâtın
sözünü iyi anlıyamadı. Başkasına kötülük yapma da, kendine ne yaparsan yap
sandı. Böylece, ibâdetleri bırakıp, her günâhı işleyip, kimseye zararımız yok
diye de övündüler. Hattâ:
İster kâfir ol,
ister Kâ’beyi yak,
istersen şerâb iç,
yalnız kırma kalb!
diyerek islâmiyyetden
ayrıldılar. Hâlbuki, dînin harâm etdiği herşey zulmdür. İster başkasına,
isterse kendi kendine yapılması harâm olan herşey zulmdür. Zâlimler, ekseriyâ
mâlı, mülkü, mevkı’i çok olanlardır. Mazlûmların çoğu da, fakîrlerdir. Orta
hâlli olanların çoğu, adâleti gözetenlerdir.
İyi huyların hepsi vasatî
[ortalama] mikdârlardır. Herbirinin aşırı veyâ az olması, birer kötü huy olur.
Bu muhtelif kötü huylar için, belki her lisânda, ism bile bulunmaz. Fekat,
düşünülürse, ma’nâları [ne demek oldukları] kolay anlaşılır.
İnsanda bulunması lâzım
olan güzel ahlâkdan, ba’zısı vardır ki, ne kadar çok olursa, iyiliği de o kadar
artar zan olunur. Hâlbuki öyle değildir. Her iyi huyun bir sınırı vardır. O
sınırı aşınca, iyilik gider, kötülük olur. İyi huyun az olması kötülük olaca-
ğı ise, kolay anlaşılır. Şecâ’at ve sehâvet bunlara
misâldir. Bu iki iyi huyun aşırı, fazla olanları tehevvür ve isrâfdır.
Câhiller, hele, İslâm ahlâkını bilmiyenler, isrâf edeni, çok cömerd sanır ve
överler. Tehevvür edenlere de, çok cesûr, kahraman derler. Hâlbuki, korkak ve
hasîs olana hiç kimse, kahraman ve cömerd demez.
İnsanda bulunması lâzım
olan güzel ahlâkdan ba’zısı da vardır ki, az olunca iyi zan olunur. Aşırı, çok
olunca, kötülüğü belli olur. Tevâdu’ böyledir. İnsanda kibrin bulunmaması
demekdir. Bunun noksan olması tezellüldür. Tezellülü, tevâdu’dan ayırmak
güçdür. Hattâ çok kimse, dilencinin zilletini, âlimin tevâdu’u ile karışdırır.
Çünki, kibrsizlik onda da çokdur. Onu da çok iyi sanır.
Güzel ahlâka benziyen
kötü ahlâkı ve bunların iyi huylardan nasıl ayrılacağını bildireceğiz.
Çok kimse, hâlis altını,
pirinc denilen sarı ma’denden ayıramaz. Mâvi boncuğu mücevher sanır. Bunun
gibi, kötü huyu iyi sanır. Bunun için ahlâk ilmini iyi öğrenmek, işlerdeki
saklı aybları, kusûrları görebilmek, iyiyi kötüden ayırmakda usta olmak
lâzımdır.
1 - Hikmete benzeyen kötü
ahlâkı bildirelim: Akl ölçülerinden, fen bilgilerinden veyâ tesavvuf
ma’rifetlerinden birkaçını ağızlardan kaparak veyâ gazeteden, mecmû’a ve
radyodan duyarak, bunları ötede beride söyliyen, münâkaşalara karışan
kimseleri, akllı, bilgili, fen adamı, mütehassıs ve mürşid zan edenler az
değildir. Hâlbuki bu kimse, söylediği mes’elelerden birinin çözümünü, ma’rifetlerden
hiçbirinin ma’nâsını bilmez. Bunun âlimlere, mürşidlere ve fen adamlarına
benzemesi, papağanın insan gibi konuşmasından fazla değildir. Çünki, hikmet
denilen huy, insanın kafasında, rûhunda olur. Eserleri, nûrları, his organları
ile duyulmaz. Birçok ilerici denilen kimseler vardır ki, hikmetden ve kıymetden
haberleri yokdur. Bilgisiz ve kötü huyludurlar. İlm ve ahlâk ile bir
münâsebetleri de yokdur. Ağızlarından iyi huylu bir söz çıkmaz. Fekat
arkalarında şık elbise taşırlar. Mevkı’ sâhiblerinin karşılarında eğilmesini
iyi bilirler. Balolarda, kokteyl partilerinde dansa giderler. İçki masalarında
hizmet ederler. Bir şef veyâ meclis a’zâsı, yâhud müşâvir adı ile ortaya
çıkarlar.
2 - İffete benziyen kötü
huy da vardır: Kötü iş yapmazlar. Şehvetlerinin arkasında koşmazlar. Ağır
başlı, fazîletli, ilm ve gü-
zel ahlâk sâhibi görünürler. Dillerde medh olunur,
her yerde hürmet gösterilir. Mâlı çok olanlar arasında ve mevkı’ sâhibleri yanında
sözleri kırılmaz. Kendilerine gelen hediyyelerin ardı kesilmez. Adak, zekât
paraları önlerine yığılır. Farz ve sünnetleri yapmakda gevşekdirler.
Başkalarının yanında, nâfile ibâdetleri yapmakdan, bedenleri za’îf olmuşdur.
Nefs-i emmâreleri ise, pek kuvvetlenmişdir. İnsanlar arasında emîn, Allah
nazarında hâindirler. Sahte tarîkatcılar ve dünyâya düşkün din adamları
böyledir.
Ba’zı köylüler, şehrdeki
yemekleri yimez. Ba’zıları da, parasına kıyamayıp kıymetli gıda almaz. Bunları
gören, kendilerini derviş sanır. Kanâ’at ve iffet sâhibi görünürler. Bunlar,
kanâ’atsız ve iffetsizdir. Yapdıkları, hep gösterişdir, yalandır, riyâdır.
3 - Sehâya benziyen kötü
huy da şöyle olur: Mâlı alınteri ile kazanmamış, mîrâsa konmuş veyâ kaçakçılık,
istifcilik yapmış, yâhud piyango, toto vurmuşdur. Mâlın kıymetini bilmez.
Harâmlara, lüzûmsuz yerlere dağıtır. Aklın ve islâmiyyetin beğenmediği kötü
yerlere saçar. Ahmaklar, bunu cömerd sanır. Hâlbuki, bunda sehâ denilen iyi huy
yokdur. Mâl kazanmak, dağa yük çıkarmak gibidir. Mâl dağıtmak, yuvarlak taşı,
dağdan aşağı bırakmağa benzer. Fakîrlik, çok kimsenin iyi adam olmasına mâni’
olur. Çok kimse, fakîrlik sıkıntısı ile îmânını elden kaçırmış, mürted
olmuşdur. (Râmûz-ül-ehâdîs)deki hadîs-i şerîfde, (Eshâbım
için fakîrlik se’âdetdir. Âhır zemândaki ümmetim için, zengin olmak se’âdetdir)
buyuruldu.
İyi anladım, uzun
tecribe ile:
Adam ilmle ölçülür,
ilm de mâl ile!
Mâlı halâldan, sahîh bey’
ile kazanmak güçdür. Halâl yoldan, islâmiyyete uyarak kazanan az olur. Halâl
mâl damla damla, harâm mâl ise, sel gibi akarak gelir. Mâl dağıtmakda sehâvet
iyidir. İsrâf ise, kötüdür, harâmdır. Sehâ demek, sehâ huyunu kazanmak,
cimrilik denilen kötü huydan kurtulmak için vermek demekdir. Dünyâdan birşey
ele geçirmek için ve nefsin kötü arzûsuna kavuşmak için vermeğe sehâ denilmez.
4 - Şecâ’ate benziyen
kötü huy da şöyledir: Şecâ’at göstermesi, şecâ’at huyunu kazanıp, tehevvür ve
korkaklık kötü huylarından kurtulması için değildir. Dünyâ mâlını, mevkı’ini
ele geçirmek için tehlükeye atılır. Yâhud şöhret kazanmak ister. Mâl toplamak
için, müslimânların yolunu keser, hayvânlarını ka-
par, evlere girer. Bunları yapabilmek için
tehlükelere atılır. Bunlar arasında yakalananlar, işkencelere katlanarak, hattâ
mallarını, cânlarını vermeği göze alarak, suç ortaklarını ele vermemeği şecâ’at
sayarlar. Hâlbuki, bu alçaklarda şecâ’atin kokusu bile yokdur. Şecâ’at sâhibi
kimse, aklın ve dînin beğendiği şeyi yapmak için ortaya atılır. Millete,
hükûmete hizmet etmek, sevâb kazanmak ister. Şecâ’at güzel huyuna kavuşarak,
Allahü teâlânın rızâsına ulaşmağı sever. Kurdun, kaplanın saldırmaları da bir
kahramânın hücûmuna benzer ise de, şecâ’atla alâkaları yokdur. Kuvvetleri ve
yaratılışları îcâbı saldırarak zarar yaparlar. İyi düşünce ile ve hayr yapmak,
sevâb kazanmak için ileri atılmazlar. Kendilerine dayanamıyan za’îflere hücûm
ederler. Silâhlı ve kuvvetli bir kimsenin, silâhsız, çıplak, aç bir kimseye
saldırması da böyledir. Bu ise, şecâ’at olmaz. Şecâ’at demek, aklı, fikri ve
bilgisi ile saldırmayı uygun görmek, dünyâ kazancını düşünmeyip, rûhunda
şecâ’at iyi huyu bulundurmağı, tehevvür ve korkaklık kötü huylarından
kurtulmağı istemek demekdir. Böyle kimse, zararlı, çirkin iş işlemekden ise,
ölmeği tercîh eder. Şerefle ölmeği, şerefsiz yaşamakdan üstün tutar. Hayr ile
anılmağı, yüz karası ile yaşamağa değişir. Şecâ’atde, yaralanmak ve ölmek
tehlükeleri olduğu için, önceden tatlı olmıyabilir. Fekat sonunda, dünyâ ve
âhıret kazanclarının ve zaferin lezzeti ile sonsuz tatlı olur. Hele islâmiyyeti
korumak, Resûlullahın parlak dînini yaymak için can vererek (Şehîd olmak) lezzeti, dünyâ ve âhıret
lezzetlerinin hiç birinde bulunmaz. Nitekim Âl-i İmrân
sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde
meâlen, (Allah yolunda canlarını verenleri ölü
sanmayınız! Onlar diridir. Rablerinin ni’metlerine kavuşmuşlardır) buyurulmuşdur. Şecâ’ati medh eden hadîs-i
şerîfler sayılamıyacak kadar çokdur. Cihâddan kaçmak, insanı ölümden kurtarmaz.
Ömrü uzatmaz. Düşman karşısında kalmak da, insanı öldürmez, yok etmez. Ecel,
ileri ve geri gitmez. İnsanın ömrü değişmez. Çok olur ki, kaçmak ölüme sebeb
olur. Düşmana karşı dayanmak da, zafere ve selâmete kavuşdurur. Hazret-i
Mu’âviye “radıyallahü anh” diyor ki, Sıffîn muhârebesinde kaçmağa niyyet
etmişdim. (Sabr eyliyen, belâdan kurtulur) hadîs-i şerîfi hâtırıma geldi. Sabr etdim, dayandım.
Allaha şükr, kaçmakdan kurtuldum. Bu sabrım sâyesinde hilâfete kavuşdum.
Şecâ’atin temeli, Allahü
teâlânın takdîrine râzı olmak, Ona tevekkül etmek, Ona güvenmekdir. Allahın
arslanı, şecâ’at nehrlerinin kaynağı, vilâyet bağçesinin gülü olan hazret-i Alî
“radıyal-
lahü anh”, Sıffîn muhârebesinde, hücûm sırasında,
başı açık, kolları sıvalı koşar ve şu beytleri okurdu:
Ölümden kaçmak, şu
iki gün doğru olmaz:
ecel geldiği gün ve
gelmediği gün.
Ecel geldîse kaçmak
fâide vermez,
gelmedi ise, tedbîr
olmaz hiç uygun!
Mâlını, mevkı’ini gayb
etdiği için veyâ düşman eline esîr düşdüğü için intihâr eden, ya’nî kendini
öldüren ahmaklarda şecâ’at değil, korkaklık vardır. Şecâ’at sâhibi olan
derdlere, belâlara göğüs gerer, dayanır, sabr eder. Bu ahmaklar ise, ölmekle
sıkıntıdan kurtulacaklarını sanırlar. Bunlar çok câhildir. Ölünce dahâ çok
sıkıntılara, acılara düşeceklerini bilmiyorlar. İntihâr etmek, başkasını
öldürmekden dahâ büyük günâhdır. Şiddetli azâb çekecekdir. Aklı gitdikden sonra
intihâr eden böyle değildir. Ölmeği değil, Allahü teâlâdan sıhhat ve âfiyet
istemelidir.
5 - Adâlete benziyen kötü
huy da vardır. Bu, iffete benzeyen kötü huya yakındır. Adâlet iyi huyundan
mahrûm, kötü bir kimse, bulunduğu yerlere adâleti öven levhalar asar. Adâlet
üzerinde konuşur. Fıkralar yazar. Dahâ kötüsü, adâleti temsîl eden vazîfeleri,
kürsîleri tutar. Gösteriş olarak, âdillerle düşer kalkar. İçleri zulm, kin,
intikam ile doludur. Adâlet ise, huyları ve hareketleri dîne ve akla uygun
olmak demekdir. Görünüşü, içi gibi olmakdır. Herkesin yanında, yalnız iken
olduğu gibi bulunmakdır. İki yüzlülük, adâlet değil, münâfıklıkdır. Beyt:
İbâdet, temiz
niyyetli olmak gerek,
birşeye yaramaz, içi
boş çekirdek.
Şimdi, adâletin ne
olduğunu bildirelim: Adâlet, iyi huyların en şereflisidir. Âdil kimse,
insanların en iyisidir. Adâlet; ittifâk, müsâvât demekdir. İki şeyin yâ
kendileri veyâ sıfatları müsâvî olur. Benziyen yerlerinde birleşmişler
demekdir. Demek ki adâlet, birlikden, vahdetden doğmakdadır. Vahdet ise, en
şerefli bir sıfat, en üstün bir hâldir. Çünki, bütün varlıklar bir varlıkdan
meydâna gelmişdir. Âlemde rastlanan her birlik, hakîkî biricik varlığa
benzemekdedir. Her varlık, o bir olan varlıkdan olduğu gibi, her birlik, o
birdendir. Ölçme, karşılaşdırma işlerinde, müsâvât ya’nî eşitlik gibi
şereflisi, kıymetlisi yokdur. Mûsikîde bu mes’ele dahâ mufassal tedkîk
edilmekdedir. İşte bunun için, iyiliklerin en
şereflisi adâletdir. Adâlet, ortada olmakdır.
Ortadan ayrılanda adâlet olmaz. Üç yerde adâletin bulunması lâzımdır:
1 - Bir malı, bir ni’meti
bölerken adâlet ile bölmek lâzımdır.
2 - Mu’âmelâtda, alış
verişde adâlet lâzımdır.
3 - Ukûbâtda, cezâ
vermekde adâlet lâzımdır. Bir kimse, birisine korku verse, saldırsa, bu kimseye
de, öyle yapılması lâzımdır. [Fekat, bu karşılığı ancak hükûmet yapar.
Kendisine saldırılan kimse, buna karşılık yapmamalı, bunu emniyete, mahkemeye
haber vermelidir. Müslimân, hem islâmiyyete uyar, günâh işlemez. Hem de kanûna
uyar, suç işlemez.] Adâlet olunca, herkes korkusuz yaşar. Adâlet, korkusuzluk demekdir.
Adâlet nedir? Bunu insan
aklı ile bulmak çok güç olduğu için, Allahü teâlâ, kullarına acıyarak,
memleketleri korumak için, bir ölçü âleti gönderdi. Bu ilâhî ölçü ile, adâleti
ölçmek kolay oldu. Bu ölçü, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”
getirdikleri dinlerdir. İslâmiyyete nâmûs-i ilâhî de denir. Bugün ve kıyâmete
kadar kullanılması emr olunan ilâhî ölçü, Muhammed aleyhisselâma gönderilen
dindir. Bu ölçüden sonra, bir de ikinci ölçü verilmişdir. Bu da, sözü geçen
hâkimdir. İnsan, medenî olarak yaratılmışdır. Ya’nî, öyle yaratılmışdır ki,
birbirleri ile karışmak, bir arada yaşamak, yardımlaşmak zorundadırlar.
Hayvânlar, medenî yaratılmadı. Medînede, şehrde birlikde yaşamağa mecbûr
değildirler. İnsan nâzik, za’îf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıdâ,
elbise ve binânın, hâzırlanması lâzımdır. Ya’nî, san’atlara ihtiyâc vardır.
Bunun için de, araşdırmak, düşünmek ve tecribe yapmak, çalışmak lâzımdır.
[İslâmiyyet fenni,
tekniği, çalışmağı, güzel ahlâkı teşvîk etmekde, emr eylemekdedir. İngilizler
ve komünistler, islâmiyyete alçakca iftirâ ediyor. İslâmiyyet, insanları
uyuşdurmakda, çalışmağı frenlemekdedir diyerek, küstahca yalan söylüyorlar.
İslâm memleketlerinde avladıkları, aldatdıkları, câhil, soysuz kimselere, bol
para ve mevkı’ sağlıyarak, onları da, böyle konuşduruyorlar. Fenni, ilmi,
çalışmağı emr eden, çalışanları öven âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler
meydânda dururken, bu alçak, hayâsızca iftirâlar, güneşi balçıkla sıvamağa
benziyor. İngilizler, islâmiyyete sinsice saldırıyor. İslâmiyyeti içerden
yıkıyorlar. Yalanlarına gençlerin kolay aldanmalarını sağlıyabilmek için, islâm
bilgilerini, din kitâblarını yok ediyorlar. İslâmiyyete hücûm etmek için,
Londrada (Müstemlekeler nezâreti) kurdular.
Burada hâin plânlar hâzırladılar. Binlerce câsûs yetişdirdiler. Tuzaklarına dü-
şen câhil, soysuz din adamlarından, Necdli
Abdülvehhâb oğlu Muhammed ve Der’iyye emîri Sü’ûd oğlu Muhammed ile işbirliği
yaparak ve milyonlarca lira ve silâh kuvvetleri ile (Vehhâbîlik)
bid’at fırkasını kurdular. Müslimânların hâmîsi, bekçisi olan
Osmânlı devletini içerden yıkdılar. (İngiliz
Câsûsunun İ’tirâfları) kitâbına bakınız!
Abdürreşîd İbrâhîm
efendi, 1328 [m. 1910] da İstanbulda basılan türkçe (Âlem-i
islâm) kitâbının ikinci cildinde, (İngilizlerin islâm düşmanlığı)
yazısının bir yerinde diyor ki: (Hilâfet-i islâmiyyenin bir an evvel
kaldırılması, ingilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebesine sebeb
olmaları ve burada türklere yardım etmeleri, hilâfeti mahv etmek için bir hîle
idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymakdadır. [1923 de yapılan Lozan
sulhunun gizli maddelerinde, bu düşmanlıklarını açıkça bildirmişlerdir.] Her
zemân müslimânların başına gelen felâketler, hangi perde ile örtülürse
örtülsün, hep ingilizlerden gelmişdir. İngiliz siyâsetinin temeli, islâmiyyeti
yok etmekdir. Çünki, islâmiyyetden korkmakdadırlar. Müslimânları aldatmak için,
satılmış vicdanları kullanmakdadırlar. Bunları islâm âlimi, kahraman olarak
tanıtırlar. Sözümüzün hülâsası, islâmiyyetin en büyük düşmanı İngilizlerdir.)
Abdürreşîd efendi, 1363 [m. 1944] de Japonyada vefât etdi.
İslâmiyyet, fenne,
tekniğe, çalışmağa mâni’ olur mu? İnsan, her ihtiyâcını hâzırlamağa mecbûrdur.
Bunu hâzırlıyan da, fen ve san’atdır ve çalışmakdır. Bir insanın her san’atı
öğrenmesi, mümkin değildir. Herbir san’atı mu’ayyen kimseler öğrenir, yapar.
Herkes, kendine lâzım olan şeyi, bu san’at sâhibinden alır. Bu san’at sâhibi
de, kendine lâzım olan başka birşeyi, onu yapan diğer san’at sâhibinden alır.
Böylece, insanlar birbirlerinin ihtiyâclarını te’mîn eder. Bunun için, insan
yalnız yaşıyamaz. Bir arada yaşamağa mecbûrdurlar. Medeniyyet demek, (Ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâd) için, bir arada
yaşamak demekdir.]
İnsanlar bir araya
gelince, açıkgözler, başkasının hakkına saldırır. Zulm edenler olur. Çünki, her
nefs, istediğine kavuşmak ister. Tatlı olanı almağa uğraşır. Bu şeyleri istiyen
birkaç kişi çekişmeğe başlar. Bir leşe toplanan köpeklerin birbirlerine
hırlamaları gibi, aralarında döğüşme başlar. Bunları ayırmak için, kuvvetli bir
hâkim lâzım olur. Alış verişde, herkes kendi yapdığının dahâ kıymetli olduğunu
söyler. Yapılan şeylerin karşılıklı değerlerini adâlet ile ölçmek lâzım olur.
Eşyânın değerlerini karşılıklı ölçen şey, altın ile gümüşdür. Ya’nî paradır.
Altın ile gümü-
şe (Nakdeyn) denir.
Her milletin kullandığı kâğıd liralar, şimdi hep altın karşılığıdır. Ya’nî,
altını çok olan hükûmetler, çok kâğıd para basabilir. Altını az olan, kâğıd
parayı çok basarsa, bunların kıymeti olmaz. Çünki, Allahü teâlâ, altın ile
gümüşü para olarak yaratmışdır. Başka hiçbirşey, altının yerini tutamaz. Bunun
içindir ki, zekâtın altın veyâ gümüş olarak hesâb edilmesi ve verilmesi emr
olunmuşdur. Eşyânın kıymetlerini altın ve gümüşle, adâleti gözeterek ölçecek
âdil bir hâkim lâzımdır. Sözü geçer olan bu hâkim de, hükûmetdir. Âdil bir
hükûmet, zulmü, işkenceyi önler. Allahü teâlânın emr etdiği adâleti te’mîn
eder. Eşyânın kıymetlerini, adâlet ile tesbît eder.
Demek ki, insanlar
arasında adâleti te’mîn etmek için üç şey lâzımdır: Nâmûs-i rabbânî, hâkim-i
insânî ve dinâr-ı mîzânî. Bunlardan en kuvvetlisi, en büyüğü, nâmûs-i rabbânî
olan islâmiyyetdir. Dinler, Allahü teâlânın adâleti sağlamak için gönderdiği
kanûnlardır. Hakîmlerin adâleti sağlamaları için, bu ilâhî kanûnları gönderdi. Hadîd sûresi yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Onlara kitâb ve terâzî gönderdik ki, bunlarla adâleti
yerine getirsinler) buyuruldu. Burada, kitâb, din demekdir. Çünki
din, Kur’ân-ı kerîmdeki emr ve yasakların ismidir. Terâzî de, altına işâretdir.
Çünki altın, ağırlıkla ölçülür. Kur’ân-ı kerîmin emr ve yasaklarını beğenmiyen
kâfirdir ve münâfıkdır. Hâkimi, hükûmeti dinlemiyen âsîdir. [Müslimân,
Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin kanûnlarına da karşı gelmez. Suç işlemez.] Altının
değerini kabûl etmiyen de, hâin ve hırsız olur.
TENBÎH -İnsanın evvelâ kendine, hareketlerine, a’zâsına adâlet etmesi
lâzımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adâlet
yapması lâzımdır. Adliyecilerin ve hükûmet adamlarının da, millete adâlet
yapması lâzımdır. Demek ki, bir insanda adâlet huyunun bulunabilmesi için, önce
kendi hareketlerinde, a’zâsında adâlet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her
a’zâsını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini
değişdirip, onları aklın ve islâmiyyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır.
Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dîne uygun hareket etmeli, dînin
gösterdiği güzel ahlâkdan sapmamalıdır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır. Hâkim,
vâlî, kumandan ve herhangi bir âmir ise, yine ibâdetleri yapdırmalı ve
yapmalıdır. Böyle olan kimse, bu dünyâda, Allahü teâlânın halîfesi olmuşdur.
Kıyâmetde de âdiller için va’d edilen ni’metlere kavuşur. Böyle bir hayrlı
kimsenin hayr ve bereketi, onun bulunduğu tâli’li zemâna, mubârek yere ve orada
bulunmakla bahtiyâr
olan insanlara, hayvânlara, hattâ nebatlara ve
rızklara sirâyet eder, yayılır. Fekat, Allah korusun, bir yerdeki hükûmet
adamları, şefkatli, iyi huylu, adâletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar,
zulm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adâlet erbâbı değil, iblislerin ahbâbı,
şeytânların yoldaşlarıdırlar. Beyt:
Aldatmasın
seni, diktatörün serâyları, kumaşı,
serây
bağçesini, sular dâim, mazlûmların göz yaşı!
Emri altında olanlara
merhamet etmeyenler, kıyâmet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak
kalacaklardır.
Men, lâ
yerham, lâ yurham!
buyurulmuşdur ki, acımıyana acınmaz demekdir. Böyle
zâlimlerin topluluğuna hükûmet değil, eşkıyâ denir. Bunlar, birkaç senelik,
muvakkat dünyâ zevkleri için, milyonlara eziyyet ederler. Fekat, zulmlerinin
cezâsını çekmedikce, bu dünyâdan gitmezler. O kadar refâh ve lezzetler içinde
oldukları hâlde, elbette şiddetli sıkıntılar, büyük derdler yakalarını
bırakmaz. O saltanat hiçbirinin elinde kalmaz. Çok olur ki, saltanatları
düşmanlarının eline geçer. Bu hâli görür. Ciğerleri yanar. Meryem sûresinin seksenbirinci
âyetinde meâlen, (Mâlik, hâkim olduğunu
söylediği şeylerin hepsini elinden alırız. Yalnız başına huzûrumuza gelir) buyuruldu. Burada
buyurulduğu gibi, Allahü teâlânın mahkemesine, yüzü kara, sürünerek getirilir.
Yapdığı kötülükleri inkâr edemez. Hepsinin cezâsını çok acı olarak çeker.
Yapdığı zulmlerin, işkencelerin karanlığı, etrâfını kaplar. Önünü göremez. Azâb
meleklerinin pençesinde, kendi yapdıklarının katkat kötüsünü çekmek için,
Cehennem azâbına atılır. Allahü teâlânın dînini beğenmediği, ona çöl kanûnu
dediği için, orada rahmete kavuşamaz.
(Ahlâk-ı
alâî) kitâbının altıncı bâbında
güzel ahlâkın nev’leri bildirilmekdedir. Biz, bunlardan yalnız adâleti
bildireceğiz. Adâlet üçe ayrılır:
Birincisi, Allahü teâlâya
kulluk etmekdir. Allahü teâlânın merhameti, ni’metleri, ihsânları, her mahlûka
yayılmışdır. Ni’metlerinin en büyüğü, kullarına se’âdet yolunu göstermesidir.
Hakları yok iken, hepsini en güzel şeklde yaratmışdır. Ebedî, sayısız
ni’metler, iyilikler vermişdir. Böyle bir sâhibe, yaratana ibâdet etmek, Onun
ihsân etdiği ni’metlere şükr etmek elbette lâzımdır.
Adâlet için sâhibinin
hakkını gözetmek îcâb eder. Her insanın yaratanına karşı borçlu olduğu bu
kulluk hakkını edâ etmesi vâcibdir.
Adâletin ikinci kısmı,
insanların hakkını edâ etmekdir. Hükûmete, âmirlere, kanûnlara karşı gelmemek,
âlimlere hurmet, emânetlere vefâ, alış veriş haklarını edâ, va’dlerini îfâ
etmek lâzımdır.
Üçüncüsü, geçmişlerin
haklarını edâ etmekdir. Bu da, onların borçlarını ödemek, vasıyyetlerini îfâ
etmek, vakflarını muhâfaza ve bırakdığı hayrât ve hasenâtı devâm etdirmekle
olur.
İyilik edene, mâl ile,
hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamıyan, hamd ve senâ, teşekkür ve düâ
eder. Karşılık yapmıyanın başına kakılır. Kötülenir. İncitilir. Çünki, iyiliğe
karşı, iyilik yapmak, insanlık vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan, en
büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzûmlu uzvları,
kuvvetleri ihsân eden, herbirini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akl ve
zekâ bahş eden, çoluk çocuk, ev, ihtiyâc eşyâsı, gıdâ, içecek, elbiselerimizi
yaratan yüce bir sâhibe, bu ni’metleri sebebsiz, karşılıksız ihsân eden ve her
an yok olmakdan, düşmandan, hastalıkdan muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyâcı
olmıyan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan, Allahü teâlâya şükr etmemek, kulluk
hakkını ödememek ne büyük kabâhât, ne çok zulm ve ne alçak bir vaz’ıyyet olur?
Hele, Ona ve ni’metlerin Ondan geldiğine inanmamak veyâ bunları başkasından
bilmek en büyük zulm, en çirkin yüz karası olur. Bir kimseye her ihtiyâcı
verilse, her ay yetecek para, gıdâ hediyye olunsa, bu kimse, o ihsân sâhibini
her yerde herkese nasıl över. Gece gündüz onun sevgisini, teveccühünü, onun
kalbini kazanmağa uğraşmaz mı? Onu derdlerden, sıkıntılardan muhâfaza etmeğe
çalışmaz mı? Ona hizmet edebilmek için, kendini tehlükelere atmaz mı? Bunları
yapmasa, o ihsân sâhibine hiç kıymet vermese, herkes onu ayblamaz mı? Hattâ,
insanlık vazîfesini yapmıyor diye cezâlandırılmaz mı? İyilik eden bir insanın hakkına
böyle riâyet ediliyor da, her ni’metin, her iyiliğin hakîkî sâhibi olan,
hepsini yaratan, gönderen, Allahü teâlâya şükr etmek, Onun beğendiği, istediği
şeyleri yapmak, niçin lâzım olmasın? Elbette, en çok Ona şükr etmek, en çok Ona
itâ’at etmek, ibâdet etmek lâzımdır. Çünki, Onun ni’metleri yanında
başkalarının iyilikleri, deniz yanında damla kadar bile değildir. Hattâ,
diğerlerinden gelen iyilikleri de, yine O göndermekdedir.
Allahü teâlânın
ni’metlerini kim sayabilir?
ni’metlerinin
milyonda birine kim şükr edebilir?
İnsan, Allahü teâlâya
karşı lâzım olan şükr borcunu nasıl yapmalıdır? Ba’zılarına göre, birinci
vazîfe, Allahü teâlânın varlığını düşünmekdir. Mesnevî:
Hamd olsun,
ni’metleri bol Allaha,
önce, varlık ni’meti
verdi bana!
İhsânlarını saymağa
güç yetmez,
güç de, her üstünlük
de, lâyık Ona!
Ba’zılarına göre,
ni’metlerin Ondan geldiğini anlamalı ve dil ile hamd ve senâ etmelidir.
Ba’zılarına göre, birinci
vazîfe, Onun emrlerini yapmak, harâmlarından sakınmakdır.
Bir kısmı da, insan önce
kendini temizlemeli. Böylece, Allahü teâlâya yaklaşmalıdır, dedi.
Ba’zıları, insanları
irşâd etmeli, doğru, sâlih olmalarına çalışmalıdır, dedi.
Ba’zıları da, insanın
belli bir vazîfesi olmaz. Her insanın kendine göre, başka başka vazîfeleri
olur, dedi.
Sonra gelenlere göre,
insanın Allahü teâlâya karşı vazîfesi üçe ayrılır: Birincisi, bedeni ile
yapacağı işlerdir. Nemâz, oruc gibi. İkincisi, rûhu ile yapacağı vazîfedir.
Doğru i’tikâd etmek [Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek,
inanmak]. Üçüncüsü, insanlara adâlet yapmakla, Allahü teâlâya yaklaşmakdır. Bu
da, emâneti muhâfaza, insanlara nasîhat etmek, evvelâ islâmiyyeti öğretmekle
olur.
Bütün bunlardan
anlaşılıyor ki, ibâdet üçe ayrılır: Doğru i’tikâd, doğru söz ve doğru iş.
Bunlardan son ikisinde, açık olarak emr edilmemiş olanlar, zemâna ve şartlara
göre değişir. Allahü teâlâ, Peygamberleri “aleyhimüssalavâtü vetteslîmât”
vâsıtası ile değişdirir. İbâdetleri, insanlar değişdiremez. Peygamberler
“aleyhimüsselâm” ve bu büyüklerin vârisleri olan, Ehl-i sünnet mezhebinin
âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, ibâdetlerin çeşidlerini ve nasıl
yapılacaklarını ayrı ayrı bildirmişlerdir. Herkesin bunları öğrenmesi ve ona
göre hareket etmesi lâzımdır.
Bu fakîre göre, sözün
hulâsası, yukarıda bildirildiği üzere, doğru i’tikâd, doğru söz ve amel-i
sâlih, birinci vazîfedir.
İslâm âlimleri ve
tesavvuf büyükleri “rahime-hümullahü teâlâ”
buyurdular ki, insana vâcib olan birinci vazîfe,
îmân ve amel ve ihlâs sâhibi olmakdır. Dünyâ ve âhıret se’âdetleri, ancak bu
üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalb ile ve dil ile, ya’nî söz ile ve beden
ile yapılacak işler demekdir. Kalbin işleri, ahlâkdır. İhlâs, amelini ya’nî
bütün işlerini, ibâdetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine
kavuşmak için yapmak demekdir.
Âşkın aldı benden
beni,
seviyorum Rabbim
seni!
Senin sevgin, pek
tatlıymış,
seviyorum Rabbim seni!
Ne varlığa
sevinirim,
ne yokluğa
yerinirim.
Aşkın ile
zevklenirim,
seviyorum Rabbim seni!
Emretdin ibâdetleri,
medhetdin iyi
hâlleri,
verdin sonsuz
ni’metleri,
seviyorum Rabbim seni!
Ne nankör nefsim var
aceb,
zevk için, bana
kıyar hep!
Ben hakîkî zevki
buldum,
seviyorum Rabbim seni!
İbâdeti güzel
yapmak,
dünyâ için de
çalışmak,
gece gündüz işim,
çünki,
seviyorum Rabbim seni!
Sevmek lâfla olmaz
Hilmi,
Rabbin, çalışınız
dedi.
Hâlinden de
anlaşılsın;
seviyorum Rabbim seni!
İslâm düşmanları
nice,
çatıyor dîne
sinsice.
Durursan, doğru mu
olur,
seviyorum Rabbim seni!
Âşık tenbel oturur
mu?
Ma’şûka toz kondurur
mu?
Düşmanı susdur da,
söyle:
Seviyorum Rabbim
seni!