Burada, rûhun yükselmesi
ve alçalması ne demek olduğu bildirilecekdir:
Rûhun yükselmesine ve
felâkete düşmesine sebeb olan şeyleri yukarıda bildirmişdik. Burada, dahâ îzâh
edeceğiz. Her maddede ağırlık ve hacm gibi ortak özellik olduğu gibi, o maddeye
mahsûs olup, onu tanıtan özellikleri de vardır. Meselâ, her maddenin belli
özgül ağırlığı vardır. Her mâyi’in kaynama ve donma sıcaklıkları, katı
cismlerin belli ergime sıcaklığı, şu’âların [ışınların] belli dalga boyları
vardır. Bunun gibi, canlıların da, belli husûsî sıfatları, hâssaları,
özellikleri vardır. Meselâ, Dijital denilen yüksük otu, kalbe te’sîri ile
tanınır. Atın, binicisine itâ’ati, koşma özelliği meşhûrdur. Atda bu hâssa
olmasa, ona eşek gibi yük vurulurdu.
İnsan, birçok bakımdan
başka hayvânlara, hattâ ba’zı sıfatları nebâtlara ve cansız maddelere benzer
ise de, insanı hayvândan ayıran, belli husûsî insanlık sıfatları da vardır. Ona
insanlık şerefi, bu evsâfından gelmekdedir. Bu özellik (Nutk), ya’nî rûhun idrâk [kavrama, düşünme]
kuvvetidir. Söz söylemeğe de (nutk vermek) denir ise de, burada, bu ma’nâyı
düşünmiyoruz. Dilsiz kimse, söylemez. Fekat yine insandır. Çünki nutk
sâhibidir. Ya’nî anlayışlıdır ve düşünür. Tûtî kuşu, ya’nî papağan, söyler.
Fekat, insan değildir. Çünki nutku, anlayışı, aklı, fikri, düşünmesi yokdur.
İşte, iyi huyları kötülerinden, iyi işleri, fenâlarından ayıran, bu nutkdur.
Allahü teâlâ, bu hâssayı insana verdi ki, bununla yaratanını anlasın. Kalb ve
rûh, bu kuvveti ile, ya’nî nutk, akl ni’meti ile yerleri, gökleri [Madde
âlemini, fizik, kimyâ kanûnlarını, hayâtî fe’âliyyetleri] inceliyerek, Allahü
teâlânın varlığını ve yüksek sıfatlarını anlar. Sonra, emrlerine ve
yasaklarına, ya’nî islâmiyyete uyarak dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşur.
Felâketlerden kurtulur. Zâriyât sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (İnsanları ve cinni, bana ibâdet etmeleri için yaratdım) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmedeki (ibâdet etmeleri
için) ifâdesi, (beni tanımaları için) demekdir. Ya’nî, Allahü teâlâyı tanımak,
inanmak için yaratıldık. İnsanların hayvânlara benziyen tarafları, hayvânî
rûhdan ileri gelen şehvânî ve gadab kuvvetleridir. Bunun ikisi de, insan rûhu
için kıymetli değildir. Bu kuvvetler, hayvânlarda da vardır. Hattâ hayvânlarda,
insandan dahâ kuvvetlidir. Meselâ, öküz ve eşek insandan dahâ fazla yir ve
içer. Domuz ve kuşlar, insandan dahâ fazla şehvetlidir. Arslan, manda ve fil,
insandan dahâ kuvvetlidir. Kurt ve
kaplan, insandan dahâ çok döğüşür, parçalar. Fâre,
kedi, köpek, karanlıkda da görür. Uzakdan, çabuk koku alırlar. Bütün bu
kuvvetler, insan için şeref olamaz. Bunlar, şeref sayılsaydı, ismleri geçen
hayvânlar, insandan dahâ şerefli, dahâ üstün olurlardı. İnsanın şerefi, rûhunun
iki kuvvetinden gelmekdedir. Kalb ve rûh, ilm, nutk kuvveti ile, fazîletleri,
üstünlükleri anlıyacak, amelî kuvveti ile, bunlara sarılacak, kötülüklerden
sakınacakdır.
Allahü teâlâya ma’rifet
hâsıl etmek, inanmak, yalnız lâfla olmaz. Îmânın altı şartı olan (Âmentü)nün ma’nâsına kalb ile inanmakla olur. Bu
altı şartdan beşincisi (Kıyâmet) gününe,
ya’nî öldükden sonra dirilmeğe inanmakdır.
İslâm düşmanları diyor
ki, (Cennet ni’metlerinin, kuş etleri, meyvalar, süt, saf bal, köşkler, hûrî
kızları gibi, bedene tatlı gelen şeyler oldukları bildirilmişdir. Bunlar ise,
şehveti, hayvânî arzûları yerine getirecek şeylerdir. Rûhun se’âdeti, insanın
yüksekliği, ma’rifet ve aklın beğendiği şeyler olduğuna göre, Cennetde bunlar
unutulacak, hayvânî zevkler, rûhun zevklerini örtecekdir. Bu hâl, dünyâdaki
yüksek insanların, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtüvetteslîmât”, Velîlerin,
Âlimlerin “rahime-hümullahü teâlâ”, Cennetde, en aşağı insan, hattâ hayvân
derecesine düşeceklerini göstermez mi? Bundan başka, bedenin zevk, lezzet
alabilmesi için, önce elem, acı duyması lâzımdır. Beden sıkılmayınca, birşey
istemez. Meselâ, açlık acısı olmayınca, yimek, içmek lezzeti anlaşılmaz.
Yorgunluk, uykusuzluk sıkıntısı olmadan, râhatlık ve uyku lezzeti anlaşılmaz.
Cennetde hiçbir sıkıntı olmıyacağı için, bedenin bu lezzetleri duymasına da
imkân yok demekdir) dediler. Hattâ İbni Sînâ, (Şifâ)
ve (Necât) kitâblarında,
Kıyâmet gününü anlatdı ise de, (Muâd) ismindeki
kitâbında, inanmadığını açıklamakdadır. Nasîrüddîn-i Tûsî de, (Tecrid) kitâbının ba’zı yerlerinde tekrâr
dirilmeği anlatıyor ise de, başka yerlerde de, aksini bildiriyor.
Ehl-i sünnet âlimleri
sözbirliği ile bildiriyor ki, Kıyâmet günü, bu beden tekrâr var olacakdır.
Fekat, Cennet ni’metlerini, lezzetlerini yalnız bedenin lezzeti zan etmek
yanlışdır. Dünyâda yükselmeğe başlıyan bir rûh, bedenden ayrılınca, kıyâmete
kadar, her ân, yükselmeğe devâm eder. Cennetde beden, sonsuz kalabilecek
evsâfda dünyâdakinden bambaşka özellikde var olacakdır. Yükselmiş olan rûh, bu
cesed ile birleşerek kıyâmet hayâtı başlayacakdır. Cennetde, bedenin ve rûhun
ayrı ayrı ni’metleri, lezzetleri olacakdır. Yüksek olanlar, Cennetde de rûhun
lezzetlerine ehemmiyyet vereceklerdir. Rûhun lezzeti, bedenin lezzetlerinden
farklı ve katkat ziyâde olacakdır. Rûhun lezzetlerinin en tatlısı, en yükseği
de, Allahü teâlâyı görmek olacakdır. Yüksek insanların, âriflerin, dünyâda
iken, rûh Cennetine girmeleri, âhıretdeki rûh lez-
zetlerinden bir kısmına kavuşmaları câizdir
denildi. Bedenin Cennetine dünyâda kavuşulamaz. Cennet lezzetleri, dünyâ
lezzetleri gibi değildir. Hattâ, dünyâ lezzetlerine hiç benzemezler. Allahü
teâlâ, Cennetdeki lezzetleri, dünyâda işiterek anlıyabilmemiz için, dünyâda
onlara benziyen lezzetler yaratdı. Böylece, o lezzetlere kavuşmak için
çalışmamızı emr etdi. Cennet lezzetlerinin tadını alabilmek için, önce acı,
sıkıntı çekmek lâzım değildir. Çünki, Cennetdeki bedenin yapısı, dünyâdaki gibi
değildir. Dünyâdaki beden, yok olacak bir hâlde yaratıldı. Takrîben yüz sene
dayanacak kadar sağlamdır. Cennetdeki beden ise, sonsuz kalacak, hiç
yıpranmıyacak sağlamlıkdadır. Aralarındaki benzerlik, insan ile, aynadaki
hayâli arasındaki müşâbehet gibidir. İnsan aklı, kıyâmetdeki varlıkları anlıyamaz.
Akl, his organları ile duyulanları ve bunlara benziyenleri anlıyabilir. Cennet
ni’metlerini, lezzetlerini, dünyâdakilere benzetmek, onlar üzerinde mantık,
fikr yürütmek insanı, çürük, yanlış netîcelere götürür. Bilinmiyen şeyleri,
bilinen şeylere benzeterek, fikr yürütmek, bâtıldır.
Tesavvuf büyüklerine ve
birçok âlimlere göre “rahime-hümullahü teâlâ”, dünyâda (Âlem-i misâl) denilen üçüncü bir âlem vardır. Bu
âlem; gördüğümüz (Cism âlemi) gibi,
maddeden yapılmamışdır. (Rûh âlemi) gibi
mücerred de değildir. Ya’nî maddesiz de değildir, ikisi arasındadır. Oradaki
mahlûklar parçalanabildikleri için, madde âlemine benzer. Ağırlığı olmadığı,
yer kaplamadığı için ise, benzemez. Dünyâdaki her maddenin ve her ma’nânın, o
âlemde bir misâli, şekli vardır. Suyun misâli, orada yine sudur. İlmin misâli,
orada sütdür. İyi huyların ve iyi işlerin orada görünüşü, bostan, çiçek, meyva
gibi lezzetli şeylerdir. Kötü huyların ve çirkin işlerin, o âlemde görünüşü,
karanlık, yılan, akreb gibi sıkıntı verici şeylerdir. Herkesin gördüğü
rü’yâlar, hep o âlemdendir. Tesavvuf büyüklerine göre, âlem-i misâl de, ikiye
ayrılmakdadır. Tesavvufcular, bu âleme hayâl kuvveti ile girerse, (Hayâle bağlı) olan âlem-i misâl denir. Hayâlin
ve başka iç his organlarının ilgisi olmadan hâsıl olursa, (Mutlak) olan âlem-i misâl denir. [(Mektûbât) kitâbının ikinci cildinin
ellisekizinci mektûbunda, Âlem-i misâl hakkında geniş bilgi vardır. Bu uzun
mektûbun tercemesi, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbı,
birinci kısm, 39.cu maddesinde mevcûddur.] Tesavvufculardan ba’zısı, (Riyâzet) çekerek ve (Mücâhede)
yaparak, âlem-i misâle girdiklerini ve orada gördükleri şeyleri
haber vermişlerdir. Din âlimleri de, bu âlemin varlığını ve ba’zı sırlarını
bildirmişlerdir. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki, (Bu
gördüğü-
müz âlemden başka bir âlem dahâ vardır. Bu âlemde
bulunan herşeyin, orada bir benzeri vardır. Hattâ, orada benim gibi bir İbni
Abbâs vardır).
Tesavvuf mütehassısları
“rahime-hümullahü teâlâ” diyor ki, insan ölünce, rûhu bedenden ayrılır. İnsanın
dünyâda iken yapdığı iyi işleri, îmânı ve güzel ahlâkı, nûrlar, ışıklar,
bostanlar, çiçekler, hûrîler, köşkler, inciler şeklini alırlar. Câhilliği,
sapıklığı, kötü huyları da, ateşler, karanlıklar, akrebler, yılanlar şeklinde
görünürler. Îmânlı ve iyi huylu rûh, ni’metleri Cennetlere kendi götürmekdedir.
Kâfir ve fâsık rûhlar da, ateşleri, azâbları, kendisi birlikde götürür. Rûh, bu
cism âleminde kaldıkca, yüklendiği bu şeyleri anlıyamaz. Bedene bağlılığı ve
cism âlemine dalmış olması, onları anlamasına mâni’ olur. Rûh, bedenden
ayrılınca, bu engeller kalmaz. O zemân, kendinde bulunan iyi ve kötü yükleri,
onlara uygun şekllerde görmeğe başlar. İnsanın dünyâdaki hâli, bir serhoşa
benzer. Ölmek, serhoşun ayılması demekdir. Serhoşun yanına sevdiği kimseler
toplanır, sevdiği hediyyeler gelirse, yâhud, koynuna akrebler, yılanlar
girerse, hiçbirini duymaz. Ayılınca, bunları görür, anlar. Bu (Âhıret hâlleri),
âlem-i misâl hâlleri gibidir. Sa’deddîn-i Teftâzânî “rahime-hullahü teâlâ”, (Şerh-i mekâsıd) kitâbında, âlem-i misâli
anlatdıkdan sonra, bunları isbât edecek delîl, sened olmadığından, hakîkî
âlimler, buna ehemmiyyet vermediler diyor. Hakîkî âlim diyerek, aklın
anlayabileceği herşeyi akla kabûl etdirmeğe çalışan âlimlere işâret etmekdedir.
Hâlbuki, akla uyan kimsenin, kendisi bu âleme kavuşamasa da, bunu, hiç olmazsa,
olmıyacak şey değildir diyerek, red etmemesi lâzımdır. Nitekim, akla uyanların
önderlerinden olan İbni Sînâ, (Olamıyacağı isbât edilemiyen birşeye, olamaz
dememelidir. Çünki, isbât etmeden olamaz demek, anlamadığına inanmamak gibi,
ayb ve kusûrdur) demişdir.
Şihâbüddîn-i Sühreverdî
“rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki, (Milyonlarca yıldızın bir araya gelip bir
sistem kurduğunu ve her sistemin boşlukda bozulmadan hareket etdiğini söyliyen
astronomi adamlarının sözlerine, görmeden inanıldığı gibi, tesavvufcuların keşf
etdikleri, bildirdikleri âlem-i misâl ve rûh âlemine de inanmak lâzım gelir).
İnkâr edenlere değil, haber verenlere inanmak doğru olur. [Aklı olan, fen
bilgisinden haberi olan, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini hemen anlar ve
isbât eder. Âhırete inanmak, böyle değildir. Buna, Allahü teâlâ haber verdiği
için inanılır.]
İnsanlar dört kısmdır:
1– Peygambere inanır ve
buna uyar. Bunlar dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar. Âhıretde, doğru Cennete
gider. Nefsine uya-
rak hâsıl olan günâhları,
kalb ile tevbe, dil ile istigfâr ederek ve dünyâda sıkıntılar çekerek, afv
edilecek, doğru Cennete giderek, ni’metler içinde sonsuz yaşayacakdır. Bunlara (Sâlih kul) denir.
2– Peygambere inanır ve
buna uyar. Dünyâda dert, sıkıntı ve hastalık içinde yaşar. Derdlere sabr ve
şükr eder. Sabrları, derecelerinin, sonsuz ni’metlerinin artmasına sebeb olur.
Bunlar, nefslerine uymaz. Bunlara (Velî) denir.
Böyle kimseler azdır.
3– Peygambere inanır.
Peygambere değil, nefsine uyar. Dünyâda sıkıntı çeker. Bunlar, nefslerine
uyarak hâsıl olan günâhlar kadar Cehennemde yandıkdan sonra, Cennete
gireceklerdir. Bunlara (Fâsık kul) denir.
Çok habîs kimselerin dahâ çok azmaları için, işlerinde başarı, kolaylık ve
râhatlık da verilir. İslâmiyyetin bir emrini beğenmiyen kâfir olur. Kâfirler,
Cennete girmeyecek, Cehennemde sonsuz yanacaklardır.
4– Peygambere inanmaz. Ahkâm-ı islâmiyyenin emr ve yasak etdiği şeyleri akl ile bulup, bunlara ve müslimânlara uyan kâfirler, dünyâda se’âdete kavuşur.