İSLÂM AHLÂKI

İkinci Kısm

İslâm ahlâkı üç fasla ayrılarak incelenir. Fekat, bu üçünü anlıyabilmek için, önce yardımcı bilgileri öğrenmek lâzımdır. Bunun için, yazılarımızı bir başlangıç ve üç fasl olarak sıralıyacağız. Biz, bu kitâbımızda yalnız birinci faslı bildireceğiz:

MUKADDEME

Ahlâk bilgilerini öğrenmek, istekle olur. Zor ile olmaz. Her ihtiyârî iş de, iki şeyi öğrenmekle yapılabilir. Önce, o işin ne olduğunu iyice anlamak lâzımdır. Sonra, o işin kazandıracağı fâideleri bilmek îcâb eder. Bir de, her ilmi kolay anlıyabilmek için, ba’zı yardımcı bilgileri evvelden öğrenmek, üsûl hâlini almışdır. Biz de, başlangıcda, bu üç maksadı, üç bahs içinde açıklayacağız. Başlangıca ayrıca iki ilâve de yapacağız.

BİRİNCİ BAHS: İslâm ahlâkı üçe ayrılır:

-123-

1 - İnsan yalnız iken, başkasını düşünmeden, işlerinin iyi veyâ kötü olduğunu anlatan ilme (İlm-i ahlâk) denir. İnsan yalnız olduğu zemân da, bu işleri, bildiği gibi yapar. Meselâ yumuşak huylu, cömerd, hayâlı insan, yalnızken de, başkaları yanında da, hep öyledir. (İlm-i ahlâk), insanın böyle hiç değişmiyen işlerini öğretir.

2 - İkincisi, insanın ev içinde, çoluk çocuğuna karşı hareketlerini tedkîk eder. Buna (Tedbîr-i menzil) ve (Ev idâresi âdâbı) denir.

3 - Üçüncüsü, insanın cem’ıyyetdeki vazîfelerini, hareketlerini, herkese fâideli olmasını öğretir. Buna (Siyâset-i medîne), ya’nî (ictimâ’î) veyâ (sosyal) terbiye denir.

(Ahlâk-ı Nâsırî) kitâbında diyor ki, insan, iyi, kötü her işini bir sebeb ile yapar. Bu sebeb, yâ tabî’îdir. Yâhud bir emrdir, bir kanûndur. Tabî’ati îcâbı olan şeyler, aklı ve düşüncesi ve tecribeleri netîcesinde yapdığı işlerdir. Böyle işleri, zemânla ve cem’ıyyetin te’sîri ile değişmez. İkinci sebeb olan emr, kanûn ise, yâ bir cemâ’atin, bir milletin müşterek düşüncesinden doğar. Buna (Rüsûm) ve (Âdet) denir. Yâhud bir tanınmış âlim, tecribeli, otorite sâhibi kimse tarafından ortaya konur. Peygamberler, Evliyâ ve krallar, diktatörler böyledir. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, Evliyâ ve âlimler tarafından bildirilen, Allahü teâlânın emrleri de üçe ayrılır: Birincisi, herkesin ayrı ayrı, yalnız olarak uyması lâzım olanlardır. Bunlara (Ahkâm) veyâ (İbâdetler) denir. İkincisi, insanlar arasında karşılıklı uymaları lâzım olan emrlerdir. (Münâkehât), ya’nî evlenme işleri ve (Mu’âmelât), ya’nî alış veriş işleri, böyledir. Üçüncüsü, memleketleri, cem’ıyyetleri içine alan emrlerdir. Bunlar, (Hudûd), ya’nî (hukûkî) ve (siyâsî) işlerdir. Bu üç ilmin hepsine (Fıkh) bilgisi denir. Fıkh bilgileri ve bu işleri düzenliyen emrler veyâ tatbîk edilmeleri, yapılmaları, memleketlere, milletlere göre ve zemânla değişir. Bu tebeddülât da ancak Allahü teâlânın bildirmesi ile olur. İşte, Allahü teâlânın dinlerde yapdığı neshler, değişdirmeler, böyle emrlerde olmuşdur. Meselâ, Âdem aleyhisselâm zemânında insanların çoğalması lâzımdı. Bunun için, bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi halâl idi, câiz idi. İnsanlar çoğalınca, buna lüzûm kalmadı. Harâm oldu.

İKİNCİ BAHS: Ahlâk ilminin fâidelerini bildirelim:

İnsan, etrâfını, meselâ yerleri, gökleri ve yıldızlar dediğimiz, milyarlarca gök küresinin boşlukda döndüklerini, asrlar boyunca çarpışmadıklarını, yeryüzünde, sıcaklık, basınc, hava, su mik-

-124-

dârlarının, yapılarının, hareketlerinin tam hayâta uygun olarak ayarlanmış olduğunu, insanların, hayvânların, nebâtların, cansız maddelerin, atomların, hücrelerin, kısaca lise ve üniversitelerde okunan, tedkîk edilen sayısız varlıkların yapılarındaki ve hareketlerindeki nizâmı, düzeni, uygunluğu görerek, bunları yapan, yaratan, kudretli, bilgili bir sâhibin bulunduğunu, ister istemez kabûl etmek, inanmak zorunda kalır. Aklı olan kimse, kâinatdaki ve bedenindeki bu azameti, bu intizâmı görerek, hemen Allahü teâlânın varlığına inanır, (Müslimân) olur. Nitekim, 1966 senesinde müslimân olan İsviçreli felsefe profesörü, gazetecilerin süâllerine karşılık olarak (İslâm kitâblarını tedkîk ederek, hak yolu anladım. İslâm âlimlerinin büyüklüğünü kavrayabildim. İslâm dîni, olduğu gibi anlatılsa, bütün dünyâda aklı olan herkes seve seve müslimân olur) demişdir.

Bir insan, tabî’ati ve kendini tedkîk ederek, hemen müslimân oldukdan sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitâblarından, Muhammed aleyhisselâmın hayâtını ve güzel ahlâkını da öğrenirse, îmânı kuvvetlenir. Ahlâk bilgisi öğrenerek, iyi ve fenâ huyları, fâideli ve zararlı işleri anlar. İyi işleri yapıp, dünyâda kâmil, kıymetli bir insan olur. İşleri muntazam ve kolaylıkla hâsıl olur. Dünyâda râhat, huzûr içinde yaşar. Kendisini herkes sever. Allahü teâlâ ondan râzı olur. Âhıretde de, Allahü teâlânın merhametine, mükâfâtlarına nâil olur. Tekrâr bildirelim ki, se’âdete kavuşmak için, iki şey lâzımdır: Mes’ûd ve bahtiyâr kimse, bu iki şeye kavuşan kimsedir. Bu iki şeyden birincisi, doğru ilm ve îmân sâhibi olmakdır. Bu da, fen derslerini ve Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, ahlâkını öğrenmek ile ele geçer. İkincisi, iyi huylu, iyi hareketli insan olmakdır. Bu ise, fıkh ve ahlâk ilmlerini öğrenmek ve bunlara uymakla olur. Bu ikisini elde eden kimse, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur. Çünki Allahü teâlâ, sonsuz ilmi ile herşeye âlimdir. Meleklere ve Peygamberlere çok ilm vermişdir. Onlarda hiç ayb ve kusûr ve çirkin hiçbirşey yokdur. İnsanların ilmi ise, pek az ve îmânları, yâ bozuk veyâ kötü huylar ile bulaşmış ve kötü işler ile kirlenmişdir. Bunun için insanlar, Allahü teâlâdan ve meleklerden ve Peygamberlerden pek uzak, onlara kavuşmak şerefinden çok mahrûmdur. İnsan, fen bilgilerinde, tabî’ati incelemekde tenbel ve câhil kalarak, hakîkî îmâna, i’tikâda kavuşmazsa ve Muhammed aleyhisselâmı doğru tanıyarak îmânını kuvvetlendirmezse, sonsuz felâketde ve sıkıntıda kalanlardan olur. Eğer, hakîkî îmâna kavuşursa ve nefsine tâbi’ olmayıp, ahkâm-ı islâmiyyeye, ya’nî Allahü teâlânın emr ve yasaklarına uyarsa, se’âdete kavuşmakdan ve Allahü teâlânın

-125-

rahmetinden, afvından mahrûm kalmaz. Fekat, yapdığı kötülükler kadar azâb görür, yanar ve Allahü teâlânın rahmetine kavuşması güç olur. Îmânı olduğu için, sonunda yine rahmete kavuşur. Cehennem ateşi, kötülüklerinin kirlerini temizleyip, onu Cennete girmeğe lâyık temiz şekle sokar.

Görülüyor ki, bütün se’âdetlerin, râhatlıkların başı, kâmil îmân sâhibi olmakdır. Herkesin, kalbini yanlış i’tikâdlardan, şübhelerden kurtarmağa çalışması lâzımdır. Bir kimse, doğru îmâna kavuşur ve ahlâkı güzel ve işleri iyi olursa, yüksek rûhlara, ya’nî Peygamberlere ve Evliyâya ve meleklere benzer ve onlara yaklaşır. Maddenin çekimi kanûnu gibi, onlar tarafından çekilir. Dağ kadar büyük miknâtisin veyâ yüksek gerilimli elektro-mağnetik alanın bir iğneyi çekmesi gibi, onu yüksekliklere çekerler. Sırat köprüsünü şimşek gibi, sür’at ile geçer. Cennet bağçelerinde, kendine münâsib olan, kalbine ve ruhûna lâyık olan ni’metler içinde, sonsuz râhat edenlerden olur. Beyt:

Âlim-ü âmil olanlar, çekmez azâb-ı elîm,

Cennete hem kavuşurlar, zâlikel fevzül’azîm!

Ahlâk ilmi, kalb ve rûh temizliği bilgisi demekdir. Tıb ilminin, beden sağlığı bilgisi olmasına benzer. Çünki, fenâ huylar, kalbin ve rûhun hastalıkları ve zararlı işler, bu hastalıkların alâmetleri, ârızalarıdır. Ahlâk ilmi, çok şerefli, pek kıymetli, en lüzûmlu bir ilmdir. Çünki, kalbin ve rûhun kötülükleri bu ilm ile temizlenebilir. Kalbin ve ruhûn, iyi huylarla sıhhatli ve kuvvetli olmaları, bununla müyesser olur. Kuvvetli kalbler ve rûhlar da, bu ilm yardımı ile, temizlenir, iyi ahlâka kavuşur. İyi, temiz kalbler ve rûhlar da, bu ilm bereketi ile temizliğini artdırır, yerleşdirir.

[Kalb ve rûh, iki ayrı şeydir. Birbirlerine çok benzemekdedirler. Bu kitâbda, rûh deyince, ikisi birlikde anlaşılmalıdır.]

Huy değişir mi? İnsanın huyunu bırakıp, başka huylu olması mümkin midir? Bu mes’ele üzerinde muhtelif sözler, birbirine muhâlif fikrler varsa da, hepsi üç merkezde toplanabilir:

1 - İnsanın ahlâkı hiç değişmez. Çünki huy, insan gücünün değişdiremiyeceği bir varlıkdır.

2 - Huy iki dürlüdür: Birisi insanla birlikde yaratılmışdır. Bu huy değişdirilemez. İkincisi, sonradan hâsıl olan alışkanlıkdır. Buna, âdet denilir. Bu huy değişebilir.

3 - Ahlâkın hepsi sonradan elde edilir ve değişdirilebilir. Hâricî te’sîrlerle değişebilirler.

İslâm âlimlerinin çoğu bu üçüncü fikr üzerinde birleşmekdedir. Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” dinleri, bu sözün doğru-

-126-

luğuna dayanmakdadır. Tesavvuf büyüklerinin, din âlimlerinin, talebesine terbiye için koydukları üsûller, bu sözün ışığı altında işlemekdedir.

İnsanlar hangi huya elverişli olarak dünyâya gelmekdedir? Bu da, içinden çıkılamamış bir süâldir. Âlimlerin çoğuna göre, insanlar iyiliğe, yükselmeğe elverişli olarak doğar. Sonra, nefsin kötü arzûları ve güzel ahlâkı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak, kötü huyları meydâna getirir. Hadîs-i şerîfde, (Herkes, müslimânlığa elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları babaları, yehûdî, hıristiyan ve îmânsız yapar) buyuruldu.

Kendi elinle bozuyorsun kendini! Yoksa,

Hâlık güzel yaratmışdı seni!

Ba’zılarına göre, insanın rûhu pis olarak dünyâya geldi. Rûhun kendisi temiz idi ise de, bedenle karışınca, bedenin ihtiyâcları onu yoldan sapdırmışdır. Allahü teâlânın hidâyet, iyilik nasîb etdiği kimseler, doğdukları gibi pis kalmayıp, iyiliğe dönerler.

Ba’zıları da, rûh, yaratılışda ne iyi, ne de kötü değildir. Sonradan her iki şekle de dönebilecek hâldedir dedi. İyi huyları, güzel işleri öğrenen kimse, se’âdete, kemâle kavuşur. Kötüler arasında kalıp, kötü huy, çirkin işler öğrenen de, şakî, kötü olur dediler.

Eski Yunan tabîblerinden Calinusa göre, insan rûhu üç çeşiddir: Bir kısmı iyi, ikincisi, kötü yaratılmışdır. Üçüncüsü, her ikisi de değildir. Fekat, sonradan her ikisi de olabilir. Yaratılışı iyi olan insan azdır. Yaratılışda kötü olup, hep kötülük yapmak istiyenler, dahâ çokdur. Kötüler arasında kötü, iyiler arasında iyi olabilen kimselerin sayısı, iki öncekiler arasındadır dedi. Buna göre, ba’zı kimsenin huyu değişebilir. Çok kimsenin ise değişemez. [Yunan feylesoflarının, insanın kalbinden haberleri olmadığından, yalnız rûhu anlatmışlar, ahlâk kitâblarını yazan müslimânların bir kısmı da, bunlara tâbi’ olmuşlardır.]

Âlimlerin çoğuna göre, herkesin ahlâkı değişebilir. Hiçbir kimsenin huyu, yaratılışdaki gibi kalmaz. Sonradan değişebilir. Ahlâk değişmeseydi, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” getirdikleri dinler fâidesiz, lüzûmsuz olurdu. Âlimlerin sözbirliği ile koymuş oldukları terbiye ve cezâ üsûlleri abes olurdu. Bütün ilm adamları, çocuklarına ilm ve edeb vermiş ve terbiyenin fâide sağladığı her zemân görülmüşdür. O hâlde, ahlâkın değişdiği güneş gibi meydândadır. Şu kadar var ki, ba’zı huylar pek yerleşmiş, rûhun hâssası gibi olmuşdur. Böyle huyları değişdirmek, yok etmek pek müşkil olur. Böyle ahlâk, en çok, câhil, kötü kimseler-

-127-

de bulunur. Bunu değişdirmek için, ağır riyâzet ve çok mücâhede lâzımdır. Nefsin zararlı, kötü isteklerini yapmamak için çalışmağa (Riyâzet) denir. Nefsin istemediği fâideli, güzel şeyleri yapmağa (Mücâhede) denir. Câhiller, ahmaklar, huy değişmez diyerek, nefs ile mücâhede ve riyâzet etmiyorlar. Kötü huylarını temizlemiyorlar. Böyle kabûl edip de, herkes kendi hevâsına [arzûsuna] bırakılırsa, kabâhatli olanlara cezâ verilmezse, insanlık kötülüğe gider. Bunun için, Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onları terbiye etmek, iyi ve kötü huyları öğretmek için Peygamberler “aleyhimüsselâm” gönderdi. Bu mu’allimlerin en yükseği olarak, habîbi olan Muhammed “aleyhisselâm”ı seçdi. Onun dîni ile, önce göndermiş olduğu bütün dinleri değişdirdi. Onun dîni, bütün dinlerin sonuncusu oldu. Böylece, iyiliklerin hepsi, terbiye üsûllerinin cümlesi, Onun parlak dîninde yer aldı. Aklı olanların, iyiyi kötüden tefrîk edebilenlerin, bu dinden elde edilmiş olan ahlâk kitâblarını okuyarak, öğrenerek ve işlerini buna göre tanzîm ederek, dünyâda ve âhıretde râhata ve huzûra, se’âdete, kurtuluşa kavuşması ve böylece âile ve cem’ıyyet hayâtının düzenine yardım etmiş olması lâzımdır. İnsanın birinci vazîfesi de budur. (İslâm ahlâkı) ismini verdiğimiz bu kitâbı, Allahü teâlânın lütfü ile, buna yardımcı bilgileri topladığı için, herkesin ehemmiyyet ile okuması, öğrenmesi lâzımdır.

Aklı olan islâmiyyete bağlanır!

İslâmiyyetin aslı, Hadîsle Kur’ândır!

ÜÇÜNCÜ BAHS: İslâm ahlâkını üçe ayırmışdık. Bunları iyi anlamak için, yardımcı olan şeyleri açıklıyalım. Her ilmin, her fennin şu’beleri vardır. Şu’belerin birleşdikleri noktaları bulunur ki, bu noktalarda, o ilmin bütün kolları tek birşey olur. İşte bu tek nokta, o ilmin mevzû’udur. Meselâ, tıb ilminin muhtelif şu’beleri vardır. Fekat her kolu, insan cesedinin hastalık ve sağlığında birleşir. Bu da, bu ilmin mevzû’u demekdir. Bir ilmi kolay öğrenmek için, mevzû’unu anlamak lâzımdır. Ahlâk ilminin mevzû’u, insanın rûhudur. Rûhu [ve kalbi], kötü huylardan temizlemeği ve iyi huylar ile süslemeği öğretir. Bunun için, evvelâ rûhu, sonra iyi ve kötü huyları öğrenmek lâzımdır. Şu beyti imâm-ı Şâfi’î söylemişdir:

Kötülüğü öğrendim, kötü olmak için değil,

kötülüğü bilmiyen, düşer içine, iyi bil!

Kalbi ve rûhu, mümkin olduğu kadar tanıtabilmek, görünen ve görülemiyen kuvvetlerini açıklamak ve se’âdetinin ve felâke-

-128-

tinin nelerde olduğunu anlatmak için, üç makam yazıyoruz:

Birinci makam: Kalb [gönül] ve rûh nedir? Bu iki varlığa eski yunan feylesofları ve onların taklîdcileri, (Nefs-i nâtıka) veyâ kısaca Nefs de demişlerdir. [Hâlbuki, tesavvuf ve ahlâk bilgilerinin mütehassısı, İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ”, nefsin, kalbin ve rûhun birbirinden farklı varlıklar olduklarını ve (Nefs-i nâtıka), nefsin ismi olduğunu bildirmekdedir.] İsrâ sûresinin seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Sana rûhdan soruyorlar. Rûh, Rabbimin yaratdığı varlıklardan biridir diye cevâb ver) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, rûhun ne olduğunu anlatmağı men’ etmekdedir. Bunun içindir ki, turuk-ı aliyye meşâyıhından ve islâm âlimlerinden çoğu, rûhun ne olduğunu konuşmakdan ictinâb etmişlerdir. Fekat, Kur’ân-ı kerîmden anlaşılıyor ki, rûhun yalnız hakîkatini, ne olduğunu konuşmak yasakdır. Yoksa hâssalarını, özelliklerini anlatmak yasak değildir. Bunun için, âlimlerin çoğu, talebeye ve süâl edenlere, kalbin ve rûhun cism olmadıklarını, bir (Cevher-i basît) olduklarını söylediler. Aklın erdiği bilgileri anlıyan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idâre eden, kullanan hep bu ikisidir. Tesavvuf büyükleri ve kelâm âlimleri böyle söylemişlerdir. [Kalb ve rûh hakkında geniş bilgi almak istiyenin, şâfi’î mezhebi âlimlerinden şeyh Şihâbüddîn Ömer Sühreverdînin (Avârif-ül me’ârîf) kitâbını ve İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendînin (Mektûbât) kitâbını okuması tavsiye olunur. Sühreverdî, hicrî kamerî 539 [m. 1145] senesinde tevellüd, 632 [m. 1234] de Bağdâdda vefât etmişdir. Abdülkâdir-i Geylânîden feyz almışdır. İmâm-ı Rabbânî hicrî kamerî 971 [m. 1563] senesinde Hindistânda Serhend şehrinde tevellüd ve 1034 [m. 1624] senesinde, orada vefât etdi. Abdülkâdir Geylânî hicrî kamerî 561 de Bağdâdda vefât etdi.]

Kalbin ve rûhun ta’rîfini, altı madde içinde îzâh edeceğiz:

1 - Evvelâ kalbin ve rûhun mevcûd olduklarını bildirelim. Rûhun varlığı meydândadır. Belli olan şeyi isbât etmeğe lüzûm yokdur. İnsana en ma’lûm olan şey, kendi varlığıdır. İnsan bir ân kendini unutmaz. Uykuda iken, serhoş iken de, rûh kendisini unutmaz. İnsanın kendi kendini tanıması için, birşey isbât etmeğe lüzûm yokdur. Fekat, rûh madde midir, madde değil midir. Kendi kendine var mıdır, yoksa başka şey ile mi bulunur gibi ve dahâ başka sıfatlarını isbât etmek câizdir. Çoğu meydânda ise de, hâtırlatmak lâzımdır. Bunun içindir ki, aşağıdaki beş madde zikr edilmekdedir.

2 - Kalb ve rûh, cevherdir. Ya’nî kendileri vardır. Rûha fârisî dilinde (Cân) denir. Hayvân ölünce, cânı çıkdı denir. Rûhu bede-

-129-

ninden ayrıldı demekdir. Her mahlûk, yâ cevherdir, yâhûd arazdır. Varlıkda kalabilmesi için, başka bir mahlûka muhtâc değilse, kendi kendine var ise, buna (Cevher) denir. Varlıkda başka bir şeye muhtâc ise, (Araz) veyâ (Sıfat) denir. Madde ve cism, birer cevherdir. Bir cismin rengi, kokusu, şekli ise arazdır, özellikdir. Renk, cism ile vardır. Cism olmazsa, renk olamaz. Cevher, iki dürlüdür. Biri (Mücerred), ya’nî maddî olmıyan varlıkdır. Ağırlığı, şekli, rengi ve his organlarına te’sîri yokdur. İkincisi maddedir. Mücerred olan cevher, his organları ile duyulmaz, parçalanamaz. Akl ve rûh böyledir. Madde ise, his olunur ve parçalanabilir. Cism, maddenin şekl almış hâlidir. Rûhun cevher olduğu birçok şeklde isbât edilmişdir. En basît yol şöyledir ki, araz ya’nî hâssa, bir cevher üzerinde bulunur. Cevher, arazı taşımakdadır. His olunan, düşünülen herşeyi rûh almakda, taşımakdadır. Bunun için kalb ve rûh, cevherdir, araz değildir. Araz, araz üzerinde de bulunabilir diyerek, meselâ sür’at, ya’nî hız, hareketde bulunur diyerek, bu isbâtı kabûl etmiyenler de vardır.

3 - Kalb ve rûh, basîtdir. (Basît) demek, parçalanamaz, ayrılamaz demekdir. Bunun karşılığı, bileşik ya’nî (Mürekkeb) olmakdır. Kimyânın basît dediği elementler, bu ta’rîfe göre bileşik oluyor. Çünki, atomlarına veyâ gaz moleküllerine ayrılabilmekdedirler. Rûhun basît olduğu şöyle anlaşılır ki, basît olduğu bilinen şeyi, rûh kavramakdadır. Kalb ve rûh, mürekkeb ya’nî bileşik olsaydı, parçalanabilseydi, basît olan birşey bunda yerleşemezdi. Çünki, rûh parçalanırsa, bunda yerleşen basît şey de parçalanmak lâzım gelir. Basît olan şey ise, parçalanamaz.

4 - Kalb ve rûh, cism değildir. Eni, boyu ve yüksekliği olan cevhere, ya’nî şekl almış maddeye (Cism) denir. Cismde yerleşen şeylere cismânî denir. Araz, ya’nî özellikler, cismlerde bulundukları için, cismânîdirler.

5 - Kalb ve rûh, anlayıcı ve idâre edicidir. Kendilerini bilirler. Kendisini bildiğini de bilirler. Göz vâsıtası ile renkleri, kulak ile, sesleri kavrar. Sinirleri, çalışdırır. Adaleleri hareket etdirir. Böylece, bedene iş yapdırırlar. Böyle işlere (İrâdî), ya’nî istekli işler denir.

6 - Rûh, his organları ile duyulmaz. Cism ve cismânî olan şeyler his olunur. Rûh, cism ve cismânî olmadığı için his olunamaz.

İkinci makam: İnsan ölünce, rûhu ne olur? İnsan ölünce, cesed çürüyünce, kalb ve rûh yok olmaz. Ölmek, bunların bedenden ayrılması demekdir. Bedenden ayrılınca, mücerred ya’nî maddî olmıyan âleme karışırlar. [Kıyâmete kadar] yok olmaz. Din âlimleri ve felsefeciler ve müteassıb [yobaz] olmıyan fen adam-

-130-

ları böyle söylemişdir. Tabîatcılardan az bir kısmı, bu sözbirliğinden ayrılmış, doğru yoldan kaymışdır. Bunlar, insanı, çöldeki otlara benzetdiler. İnsan ot gibi biter, büyür, yok olur. Rûhu kalmaz dediler. Böyle söyledikleri için (Haşhaşî)ler, ya’nî (Otcular) adı ile anıldılar. Din âlimleri ve felsefeciler, bu otcuların düşüncelerini muhtelif delîllerle red etdi.

[Allahü teâlâ, bugün bilinen 105 elementi yaratmış, bunlardan herbirine başka başka hâssalar vermişdir. Her element atomlardan yapılmışdır. Her atomu, bir mikro-dinamo gibi, büyük bir enerji deposu yapmışdır. Atomların birbirleri ile birleşmesinden molekülleri veyâ iyon şebekelerini, böylece organik ve anorganik mürekkeb cismleri ve hücreleri, çeşidli dokuları ve sistemleri yaratmışdır. Bunların herbirinde, akllara hayret veren, incelikler, kanûnlar, düzenler vardır. Meselâ, ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşidli atölyeleri bulunan mu’azzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı, bugüne kadar, bu fabrikanın ancak birkaç makinasını görebilmişdir. İnsandaki milyonlarca hücrenin çalışabilmesi, gerek insanda, gerekse dış âlemde binlerce, uygun şartların bulunmasına bağlıdır. Bu binlerle şart ve nizâmdan biri bozulursa, insanın bedeni çalışamaz, durur. O büyük kâdir, âlim olan Allahü teâlâ, bu nihâyetsiz nizâmı yaratarak, beden makinasını otomatik olarak çalışdırmakdadır. Kalb ve rûh, bu makinanın elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir ârıza olunca, ceryan kesildiği gibi, insan vücûdunun iç ve dışındaki yapı ve düzenlerde hâsıl olacak bir ârıza da, kalbin ve rûhun bedenden ayrılmasına sebeb olur ve insan ölür. Dünyâda hiçbir makina, hiçbir motor nihâyetsiz çalışamıyor. Aşınarak, yıpranarak, çürüğe ayrılıyor. Bu, bir umûmî kanûndur. Vücûd makinası da yıpranıyor, çürüyor. İnsan kabrde çürüyünce, hiçbir zerresi, hiçbir elementi yok olmuyor. Çürümek, bedeni meydâna getiren organik moleküllerin anaerobik mikroblar ve toprak te’sîri ile parçalanarak, karbon dioksid, amonyak, su gibi ufak moleküllere ve serbest azota kadar ayrılması demekdir. Bu parçalanma, fizik ve kimyâ hâdiseleridir. Fizik ve kimyâ reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak bilinmekdedir. Lavoisier adındaki Fransız kimyâgeri, (Kimyâ tepkimelerinde, madde gayb olmaz ve yokdan meydâna gelmez) hakîkatini tecribe ile isbât etmiş ise de, herşeyin kimyâ tepkimesi, kimyâ kanûnu ile yapıldığını zan ederek, (tabî’atda birşey yaratılmaz ve hiçbirşey yok edilemez) demişdir. Bugün, yeni keşf edilen çekirdek olayları, nükleer reaksiyonlar, maddenin enerjiye döndüğünü, yok olduğunu, Lavoisiernin aldanmış olduğunu göstermekdedir. Bugün ilm adamları,

-131-

açık olarak görüyor ki, fennin ilerlemesi, fen bilgisindeki her ileri bir adım, islâm dînini kuvvetlendirmekde, islâm düşmanlarının iftirâlarını çürütmekde, maddeye tapan ateistleri rezîl etmekde, yere sermekdedir. Fekat ne yazık ki, fen adamı şekline giren, üniversitede okumuş, ba’zı din câhilleri, fende geri kalmağı behâne ederek, islâm düşmanlığı yapıyorlar. Bu diplomalı kâfirler, temiz gençleri aldatmak için, (İslâmiyyet gericilikdir. Terakkîye mâni’ olmakdadır. Hıristiyanlar ilerliyor. Her nevi’ fen vâsıtası yapıyorlar. Tabâbetde, harblerde, haberleşmelerde kullandıkları fen âletleri, gözlerimizi kamaşdırıyor. Fendeki tekâmülden müslimânların haberleri bile yok. Biz, hıristiyanlara uymalıyız) gibi yalanlar söyliyerek, islâmiyyetdeki güzel ahlâkı, kardeşliği bırakmağa ve Avrupalılara, Amerikalılara benzemeğe ilericilik diyorlar. Gençleri, kendileri gibi islâm düşmanı yapmağa, felâkete sürüklemeğe çalışıyorlar. Hâlbuki islâmiyyet, fende, san’atda ilerlemeği emr ediyor. Hıristiyanlar ve bütün kâfirler, babalarından, ustalarından öğrendiklerini yapıyorlar. Evvelki neslin yapdıklarını, ufak tefek ilâveler ile, tekrâr yapıyorlar. Evvelkiler yapmasalardı, bunlar hiçbirini yapamazdı. (Tekmîl-i sinâ’ât telâhuk-ı efkâr iledir) sözü asrlarca evvel söylenmişdir. Târîh gösteriyor ki, fendeki yenilikleri, hep müslimânlar yapdı. Fen bilgilerini, fen âletlerini yüz sene evvelki hâle kadar yükseltdiler. Bu terakkîlere, hep islâm dîni ve bu dînî takbik eden, islâm devletleri sebeb oldu. Hıristiyanlar, haçlı seferleri ile, islâm devletlerini yıkamadıkları için, siyâsî oyunlarla, yalanlarla, hîlelerle, dâhilden yıkdılar. Bunların topraklarında, muhtelif, ilmânî [layık], mason [dinsiz] kimselerle hükûmetler kurdular. Fekat, islâmiyyeti yok edemezler. Müslimânlardan kalan, fendeki keşflere, ilâveler yaparak, bugünkü terakkîyi kendilerine mâl ediyorlar. Yalnız kendi keyflerini, zevklerini, menfe’atlarını düşünenler, kötülüklerini ortaya koyduğu için, fen ve san’ati emr eden islâmiyyete gericilik diyorlar. Bütün yehûdîler, hıristiyanlar, hattâ putperestler, bütün dünyâ, Cennete, Cehenneme inanıyor, kiliseler, havralar dolup taşıyor. Bu inananlara gerici demediklerine göre, fenne, san’ata değil, zevk ve safâya, ahlâksızlıklara ilericilik dedikleri anlaşılıyor. Böyle aslsız ve haksız yalanlarla, islâmiyyete küstâhca, ilk saldıran ingilizlerdir. (İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları) kitâbımızı okuyunuz! Şimdi, müslimânların birleşerek, dedeleri gibi islâmiyyetin emr etdiği, din ve fen bilgilerine sarılmaları, yine büyük sanâyı’ kurarak yeni âletler yapmaları, hıristiyanlardan üstün olarak, bütün beşeriyyeti se’âdete kavuşdurmaları lâzımdır.

İnsan bedeninde bulunan maddeler, toprakdan, sudan ve ha-

-132-

vadan gelmekdedir. Canlıların ihtiyâc maddeleri, bu üç kaynakdan hâsıl olmakdadır. İnsan çürüyünce, hâsıl olan maddeler, yine bu üç yere dağılıyor. Kıyâmetde tekrâr dirilmek, bu maddelerin veyâ benzerlerinin tekrâr bir araya gelmeleri ile olacakdır.

Kalb, rûh ve melekler de, yalnız oldukları zemân, terakkî etmez, yükselmez. Yaratıldığı mertebede kalır. Kalb ve rûh, bu beden ile birleşince, terakkî etmek, yükselebilmek hâssasını kazanıyor. Yâhud, kâfir olmak, günâh işlemek sebebleri ile, alçaklaşıyor, harâb oluyor.

Bu dünyâda her cism kendine mahsûs sıfatları ile tanınmakdadır. Her cism, elementlerin ve bileşiklerin birer yığınıdır. Elementler, bileşikden bileşiğe geçerek yer değişdirmekde, her cismin terkîbi bozularak, sıfatları yok olmakda, başka sıfatlı, başka cism hâline dönmekdedir. Bu devâmlı değişmelerde, madde yok olmuyor ise de, cismler zemânla değişmekde, yok olup başka cism hâsıl olmakdadır. Eskiden maddeye (Heyûlâ) diyorlardı. Cisme, ya’nî maddenin şekl almasına (Sûret) diyorlardı.

Kalb ve rûh, parçalanmadığı ve parçalardan meydâna gelmedikleri, ya’nî mücerred oldukları için, hiç değişmez, bozulmaz, yok olmaz. Fizik hâdiselerinde cismlerin şekli ve hâli değişiyor. Meselâ su, ısı enerjisi alınca, buhar oluyor. Sıvı hâlde iken gaz hâline dönüyor. Su cismi yok oluyor, buhar cismi var oluyor. Kimyâ tepkimelerinde ise, cismin yapısı bozuluyor. O cismin maddesi yok olup, başka madde var oluyor. Fizik olayında cism değişiyor. Madde değişmiyor. Kimyâ değişmesinde, cism yok oluyor. Madde değişiyor. Hiçbirinde madde yok olmuyor. Nükleer değişmelerde ise, madde de yok olup, enerji hâline dönüyor.]

Üçüncü makam: Kalb ve rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler, bitki ve hayvânların kuvvetleri gibi değildir. Nebâtların ve hayvânların da, kendilerine göre rûhları vardır. Kalb, yalnız insanda vardır. Her canlıda (Nebâtî rûh) vardır. Doğma, büyüme, tegaddî [beslenme], zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık işlerini (Nebâtî rûh) yapar. Bu işler, insanlarda ve hayvânlarda ve nebâtlarda da yapılmakdadır. Nasıl yapıldığı tabî’at bilgisi derslerinde öğrenilmekdedir. Bunlarda büyüme, bütün hayât boyunca yapılmaz. Mu’ayyen bir mikdâra vardıkdan sonra, bu iş durur. Bu mikdâr, insanlarda ortalama yirmi dört yaşına geldiği zemândaki mikdârdır. Yağlanmak, şişmanlamak, büyümek değildir. Beslenme ölünciye kadar devâm eder. Çünki, gıdâ almadan yaşanamaz.

Hayvânlarda ve insanlarda, (Hayvânî rûh) da vardır. Bunun yeri göğüsdür. İstekli hareketleri yapdıran bu rûhdur. İnsanlar-

-133-

da, kalbin emri ile yapar.

İnsanlarda ayrıca bir rûh dahâ vardır ki, Rûh deyince kalb ile berâber, bu rûh anlaşılır. Aklı kullanmak, düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan bu rûhdur. Hayvânî rûhda iki kuvvet vardır. Birisi, Müdrike kuvveti, ikincisi hareket kuvvetidir. Müdrike kuvveti, idrâk edici, anlayıcı kuvvetdir. Bu anlamak da, iki yol ile olur: Zâhirî, görünen his organları ile olan anlama. Bâtınî, ya’nî görünmiyen, his organlarla olan anlama. Görünen his organları beşdir. Birinci his organı, deridir. Deri ile sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk, yumuşaklık, sertlik gibi şeyler anlaşılır. Bir cism deriye değince, hayvânî rûhu, bu şeyin sıcak olup olmadığını anlar. Bu duygu avuç içinde fazladır. İkincisi, koku alma duygusudur. Burun ile olur. Üçüncüsü, tat alma duygusudur. Dildeki sinirlerle duyulur. Dördüncüsü işitmekdir. Kulakdaki sinirlerle duyulur. Beşincisi görmekdir. Gözdeki sinirlerle görülür.

Görünmiyen his organları da beşdir: Birincisi, (Hiss-i müşterek)dir. Bu duygunun yeri, beynin önündedir. His organlarından beyindeki duygu merkezlerine gelen hâricî te’sîrlerin hepsi, burada toplanır. İkincisi, (Hayâl)dir. Bunun yeri, beynin birinci boşluğunun önündedir. Hiss-i müşterekde toplanıp anlaşılan, his edilenler burada saklanır. Bir cisme bakınca, bu cism, hiss-i müşterekde duyulur. Bu cism, göz önünden çekilince, hiss-i müşterekde his edilmesi kalmaz. Fekat, hayâle gelen te’sîri uzun zemân kalır. Hayâl olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı. Üçüncüsü, (Vâhime)dir. His organları ile duyulamıyan, fekat duyulanlardan çıkarılabilen ma’nâları anlar. Meselâ düşmanlık, doğruluk bir organla his edilmez. Fekat dost, düşman olan kimse görülür, his edilir. Bu kimselerdeki dostluğu, düşmanlığı anlıyan iç kuvvete Vâhime denir. Vâhime kuvveti olmasaydı, koyun, kurdun düşman olduğunu anlamaz, ondan kaçmazdı. Yavrusunu da korumazdı. Dördüncü kuvvet, (Hâfıza)dır. Vâhimenin anladığı ma’nâları saklar. Beşinci kuvvete (Mütasarrıfa) denir. Anlaşılan duyguları ve ma’nâları karşılaşdırıp, yeni ma’nâlar elde eder. Meselâ zümrüdden bir dağ düşünür. Şâirlerde bu kuvvet fazladır.

Hayvân rûhunun ikinci kuvveti olan, hareket kuvveti de, iki dürlüdür: Birincisi, (Şehevî) kuvvetdir. İnsanlar ve hayvânlar, şehvet kuvvetleri ile, kendilerine tatlı gelen ve muhtâc oldukları şeyleri isterler. Bunlara (Behimî) [ya’nî hayvânî] kuvvet de denir. İkincisi (Gadabî) kuvvetdir. Bu kuvvet ile, kendilerine çirkin, zararlı olan şeyleri def’ ederler, kovarlar. Bunlara (Canavar) kuvvetler de denir.

Hareket kuvvetleri, müdrike kuvvetlerine muhtâcdırlar. Çün-

-134-

ki, önce duygu organları ile, iyi veyâ kötü olduğu anlaşılmalıdır ki, istenebilsin veyâ atılsın. Bütün bu duyguların ve hareketlerin hepsi sinirlerle yapılmakdadır. İnsan kalbi ve rûhu, yalnız insanlarda bulunur. Bu rûhun da iki kuvveti vardır. İnsan, bu iki kuvvet ile, hayvânlardan ayrılmakdadır. Bu iki kuvvetden birisi, idrâk edici olan (Kuvve-i âlime) ve (Müdrike) denilen bilici kuvvetdir. İkincisi, (Kuvve-i âmile) yapıcı kuvvetdir. Bilici kuvvete (Nutk) ve (Akl) denir. Bu kuvvet ikiye ayrılır: Biri, (Hikmet-i nazarî) olup, (Tecribî) ilmleri, ya’nî fen bilgilerini elde etmeğe yarıyan kuvvetdir. İkincisi, (Hikmet-i amelî) olup, (Ahlâk) ilmleri ile âlim olan kuvvetdir. Tecribî ya’nî fen bilgileri edinen kuvvet, maddenin hakîkatini anlamağı sağlar. Ahlâk bilgileri edinen kuvvet, iyi huyları ve yararlı işleri, kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır.

Rûhun yapıcı kuvveti, fâideli, başarılı işlerin yapılmasını sağlar. Bilici kuvvetler ile edinilen bilgilere göre iş yapar. Hayvân rûhundaki hareket kuvvetleri, vâhime kuvvetinin iyi bulduklarını cezb eder. Çirkin bulduklarını def’ eder. İnsan rûhunun yapıcı kuvveti, akla dayanır. Bir işde iyilik, fâide olduğunu (Akl) ile anlarsa, onu yapar. Sonu noksan, zarar olacağını anlarsa, o işi yapmaz veyâ def’ eder. Bunları ve hayvânî rûhun şehevî ve gadabî kuvvetlerini kalb vâsıtası ile idâre eder.

Çok kimse vardır ki, çok işlerini nefsin veyâ hayvânî rûhun kuvvetlerine tâbi’ olarak yapar. Ya’nî vehm ve hayâl ile yaparlar.

İmâm-ı Muhammed Gazâlî ve tesavvuf büyüklerinden bir kısmı buyurdu ki, (Rûhun bu kuvvetleri, meleklerdir. Allahü teâlâ, lutf ve merhamet ederek, melekleri rûhun emrine vermişdir. Küçük kıyâmet kopuncıya kadar, ya’nî rûh bedenden ayrılıncaya kadar, rûhun emrinde kalırlar. Hadîs-i şerîflerde de buna işâretler vardır. Ba’zı kimselerden, durup dururken, tecribeli kimselere parmak ısırtan hünerlerin meydâna gelmesi de, bunu göstermekdedir). İnsanın kemâle gelmesi, rûhun iki kuvveti ile olur.

TENBÎH: Muhammed Ma’sûm hazretleri, (Mektûbât)ın ikinci cildi, 80.ci mektûbunda buyuruyor ki, (Belâları, sıkıntıları def’ etmek için, (İstigfâr) okumak çok fâidelidir ve tecribe edilmişdir. Bunu hadîs-i şerîfler de bildirmekdedir. Bu fakîr, her farz nemâzdan sonra, üç kerre istigfâr düâsı, ya’nî (Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv elhayyel kayyûme ve etûbü ileyh) okuyorum. Sonra, 67 def’a yalnız (Estagfirullah) okuyorum).

Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,

Gözyaşının seher vakti yapdığını.

Düşman kaçıran süngüleri, çok def’a,

Toz gibi yapar, bir mü’minin düâsı.

-135-