İslâm ahlâkı üç fasla
ayrılarak incelenir. Fekat, bu üçünü anlıyabilmek için, önce yardımcı bilgileri
öğrenmek lâzımdır. Bunun için, yazılarımızı bir başlangıç ve üç fasl olarak
sıralıyacağız. Biz, bu kitâbımızda yalnız birinci faslı bildireceğiz:
Ahlâk bilgilerini
öğrenmek, istekle olur. Zor ile olmaz. Her ihtiyârî iş de, iki şeyi öğrenmekle
yapılabilir. Önce, o işin ne olduğunu iyice anlamak lâzımdır. Sonra, o işin
kazandıracağı fâideleri bilmek îcâb eder. Bir de, her ilmi kolay anlıyabilmek
için, ba’zı yardımcı bilgileri evvelden öğrenmek, üsûl hâlini almışdır. Biz de,
başlangıcda, bu üç maksadı, üç bahs içinde açıklayacağız. Başlangıca ayrıca iki
ilâve de yapacağız.
BİRİNCİ BAHS: İslâm ahlâkı üçe ayrılır:
1 - İnsan yalnız iken,
başkasını düşünmeden, işlerinin iyi veyâ kötü olduğunu anlatan ilme (İlm-i ahlâk) denir. İnsan yalnız olduğu zemân
da, bu işleri, bildiği gibi yapar. Meselâ yumuşak huylu, cömerd, hayâlı insan,
yalnızken de, başkaları yanında da, hep öyledir. (İlm-i
ahlâk), insanın böyle hiç değişmiyen işlerini öğretir.
2 - İkincisi, insanın ev
içinde, çoluk çocuğuna karşı hareketlerini tedkîk eder. Buna (Tedbîr-i menzil) ve (Ev
idâresi âdâbı) denir.
3 - Üçüncüsü, insanın
cem’ıyyetdeki vazîfelerini, hareketlerini, herkese fâideli olmasını öğretir.
Buna (Siyâset-i medîne), ya’nî (ictimâ’î) veyâ (sosyal)
terbiye denir.
(Ahlâk-ı Nâsırî)
kitâbında diyor ki, insan, iyi,
kötü her işini bir sebeb ile yapar. Bu sebeb, yâ tabî’îdir. Yâhud bir emrdir,
bir kanûndur. Tabî’ati îcâbı olan şeyler, aklı ve düşüncesi ve tecribeleri
netîcesinde yapdığı işlerdir. Böyle işleri, zemânla ve cem’ıyyetin te’sîri ile
değişmez. İkinci sebeb olan emr, kanûn ise, yâ bir cemâ’atin, bir milletin
müşterek düşüncesinden doğar. Buna (Rüsûm) ve
(Âdet) denir. Yâhud bir tanınmış âlim,
tecribeli, otorite sâhibi kimse tarafından ortaya konur. Peygamberler, Evliyâ
ve krallar, diktatörler böyledir. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”,
Evliyâ ve âlimler tarafından bildirilen, Allahü teâlânın emrleri de üçe
ayrılır: Birincisi, herkesin ayrı ayrı, yalnız olarak uyması lâzım olanlardır.
Bunlara (Ahkâm) veyâ (İbâdetler) denir. İkincisi, insanlar arasında
karşılıklı uymaları lâzım olan emrlerdir. (Münâkehât),
ya’nî evlenme işleri ve (Mu’âmelât), ya’nî
alış veriş işleri, böyledir. Üçüncüsü, memleketleri, cem’ıyyetleri içine alan
emrlerdir. Bunlar, (Hudûd), ya’nî (hukûkî) ve (siyâsî) işlerdir.
Bu üç ilmin hepsine (Fıkh) bilgisi
denir. Fıkh bilgileri ve bu işleri düzenliyen emrler veyâ tatbîk edilmeleri,
yapılmaları, memleketlere, milletlere göre ve zemânla değişir. Bu tebeddülât da
ancak Allahü teâlânın bildirmesi ile olur. İşte, Allahü teâlânın dinlerde
yapdığı neshler, değişdirmeler, böyle emrlerde olmuşdur. Meselâ, Âdem
aleyhisselâm zemânında insanların çoğalması lâzımdı. Bunun için, bir erkeğin
kendi kız kardeşi ile evlenmesi halâl idi, câiz idi. İnsanlar çoğalınca, buna
lüzûm kalmadı. Harâm oldu.
İKİNCİ BAHS:
Ahlâk ilminin fâidelerini bildirelim:
İnsan, etrâfını, meselâ
yerleri, gökleri ve yıldızlar dediğimiz, milyarlarca gök küresinin boşlukda
döndüklerini, asrlar boyunca çarpışmadıklarını, yeryüzünde, sıcaklık, basınc,
hava, su mik-
dârlarının, yapılarının, hareketlerinin tam hayâta
uygun olarak ayarlanmış olduğunu, insanların, hayvânların, nebâtların, cansız
maddelerin, atomların, hücrelerin, kısaca lise ve üniversitelerde okunan,
tedkîk edilen sayısız varlıkların yapılarındaki ve hareketlerindeki nizâmı,
düzeni, uygunluğu görerek, bunları yapan, yaratan, kudretli, bilgili bir
sâhibin bulunduğunu, ister istemez kabûl etmek, inanmak zorunda kalır. Aklı
olan kimse, kâinatdaki ve bedenindeki bu azameti, bu intizâmı görerek, hemen
Allahü teâlânın varlığına inanır, (Müslimân) olur.
Nitekim, 1966 senesinde müslimân olan İsviçreli felsefe profesörü,
gazetecilerin süâllerine karşılık olarak (İslâm kitâblarını tedkîk ederek, hak
yolu anladım. İslâm âlimlerinin büyüklüğünü kavrayabildim. İslâm dîni, olduğu
gibi anlatılsa, bütün dünyâda aklı olan herkes seve seve müslimân olur)
demişdir.
Bir insan, tabî’ati ve
kendini tedkîk ederek, hemen müslimân oldukdan sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin
“rahime-hümullahü teâlâ” kitâblarından, Muhammed aleyhisselâmın hayâtını ve
güzel ahlâkını da öğrenirse, îmânı kuvvetlenir. Ahlâk bilgisi öğrenerek, iyi ve
fenâ huyları, fâideli ve zararlı işleri anlar. İyi işleri yapıp, dünyâda kâmil,
kıymetli bir insan olur. İşleri muntazam ve kolaylıkla hâsıl olur. Dünyâda
râhat, huzûr içinde yaşar. Kendisini herkes sever. Allahü teâlâ ondan râzı
olur. Âhıretde de, Allahü teâlânın merhametine, mükâfâtlarına nâil olur. Tekrâr
bildirelim ki, se’âdete kavuşmak için, iki şey lâzımdır: Mes’ûd ve bahtiyâr kimse,
bu iki şeye kavuşan kimsedir. Bu iki şeyden birincisi, doğru ilm ve îmân sâhibi
olmakdır. Bu da, fen derslerini ve Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, ahlâkını
öğrenmek ile ele geçer. İkincisi, iyi huylu, iyi hareketli insan olmakdır. Bu
ise, fıkh ve ahlâk ilmlerini öğrenmek ve bunlara uymakla olur. Bu ikisini elde
eden kimse, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur. Çünki Allahü teâlâ,
sonsuz ilmi ile herşeye âlimdir. Meleklere ve Peygamberlere çok ilm vermişdir.
Onlarda hiç ayb ve kusûr ve çirkin hiçbirşey yokdur. İnsanların ilmi ise, pek
az ve îmânları, yâ bozuk veyâ kötü huylar ile bulaşmış ve kötü işler ile
kirlenmişdir. Bunun için insanlar, Allahü teâlâdan ve meleklerden ve
Peygamberlerden pek uzak, onlara kavuşmak şerefinden çok mahrûmdur. İnsan, fen
bilgilerinde, tabî’ati incelemekde tenbel ve câhil kalarak, hakîkî îmâna,
i’tikâda kavuşmazsa ve Muhammed aleyhisselâmı doğru tanıyarak îmânını
kuvvetlendirmezse, sonsuz felâketde ve sıkıntıda kalanlardan olur. Eğer, hakîkî
îmâna kavuşursa ve nefsine tâbi’ olmayıp, ahkâm-ı islâmiyyeye, ya’nî Allahü
teâlânın emr ve yasaklarına uyarsa, se’âdete kavuşmakdan ve Allahü teâlânın
rahmetinden, afvından mahrûm kalmaz. Fekat, yapdığı
kötülükler kadar azâb görür, yanar ve Allahü teâlânın rahmetine kavuşması güç
olur. Îmânı olduğu için, sonunda yine rahmete kavuşur. Cehennem ateşi,
kötülüklerinin kirlerini temizleyip, onu Cennete girmeğe lâyık temiz şekle
sokar.
Görülüyor ki, bütün
se’âdetlerin, râhatlıkların başı, kâmil îmân sâhibi olmakdır. Herkesin, kalbini
yanlış i’tikâdlardan, şübhelerden kurtarmağa çalışması lâzımdır. Bir kimse,
doğru îmâna kavuşur ve ahlâkı güzel ve işleri iyi olursa, yüksek rûhlara, ya’nî
Peygamberlere ve Evliyâya ve meleklere benzer ve onlara yaklaşır. Maddenin
çekimi kanûnu gibi, onlar tarafından çekilir. Dağ kadar büyük miknâtisin veyâ
yüksek gerilimli elektro-mağnetik alanın bir iğneyi çekmesi gibi, onu
yüksekliklere çekerler. Sırat köprüsünü şimşek gibi, sür’at ile geçer. Cennet
bağçelerinde, kendine münâsib olan, kalbine ve ruhûna lâyık olan ni’metler
içinde, sonsuz râhat edenlerden olur. Beyt:
Âlim-ü âmil olanlar,
çekmez azâb-ı elîm,
Cennete hem
kavuşurlar, zâlikel fevzül’azîm!
Ahlâk ilmi,
kalb ve rûh
temizliği bilgisi demekdir. Tıb ilminin, beden sağlığı bilgisi olmasına benzer.
Çünki, fenâ huylar, kalbin ve rûhun hastalıkları ve zararlı işler, bu
hastalıkların alâmetleri, ârızalarıdır. Ahlâk ilmi, çok şerefli, pek kıymetli,
en lüzûmlu bir ilmdir. Çünki, kalbin ve rûhun kötülükleri bu ilm ile
temizlenebilir. Kalbin ve ruhûn, iyi huylarla sıhhatli ve kuvvetli olmaları,
bununla müyesser olur. Kuvvetli kalbler ve rûhlar da, bu ilm yardımı ile,
temizlenir, iyi ahlâka kavuşur. İyi, temiz kalbler ve rûhlar da, bu ilm
bereketi ile temizliğini artdırır, yerleşdirir.
[Kalb ve rûh, iki ayrı
şeydir. Birbirlerine çok benzemekdedirler. Bu kitâbda, rûh deyince, ikisi
birlikde anlaşılmalıdır.]
Huy değişir mi? İnsanın
huyunu bırakıp, başka huylu olması mümkin midir? Bu mes’ele üzerinde muhtelif
sözler, birbirine muhâlif fikrler varsa da, hepsi üç merkezde toplanabilir:
1 - İnsanın ahlâkı hiç
değişmez. Çünki huy, insan gücünün değişdiremiyeceği bir varlıkdır.
2 - Huy iki dürlüdür:
Birisi insanla birlikde yaratılmışdır. Bu huy değişdirilemez. İkincisi,
sonradan hâsıl olan alışkanlıkdır. Buna, âdet denilir. Bu huy değişebilir.
3 - Ahlâkın hepsi
sonradan elde edilir ve değişdirilebilir. Hâricî te’sîrlerle değişebilirler.
İslâm âlimlerinin çoğu bu
üçüncü fikr üzerinde birleşmekdedir. Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” dinleri,
bu sözün doğru-
luğuna dayanmakdadır. Tesavvuf büyüklerinin, din
âlimlerinin, talebesine terbiye için koydukları üsûller, bu sözün ışığı altında
işlemekdedir.
İnsanlar hangi huya
elverişli olarak dünyâya gelmekdedir? Bu da, içinden çıkılamamış bir süâldir.
Âlimlerin çoğuna göre, insanlar iyiliğe, yükselmeğe elverişli olarak doğar.
Sonra, nefsin kötü arzûları ve güzel ahlâkı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla
düşüp kalkmak, kötü huyları meydâna getirir. Hadîs-i
şerîfde, (Herkes, müslimânlığa elverişli
olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları babaları, yehûdî, hıristiyan ve
îmânsız yapar) buyuruldu.
Kendi elinle
bozuyorsun kendini! Yoksa,
Hâlık güzel
yaratmışdı seni!
Ba’zılarına göre, insanın
rûhu pis olarak dünyâya geldi. Rûhun kendisi temiz idi ise de, bedenle
karışınca, bedenin ihtiyâcları onu yoldan sapdırmışdır. Allahü teâlânın
hidâyet, iyilik nasîb etdiği kimseler, doğdukları gibi pis kalmayıp, iyiliğe
dönerler.
Ba’zıları da, rûh,
yaratılışda ne iyi, ne de kötü değildir. Sonradan her iki şekle de dönebilecek
hâldedir dedi. İyi huyları, güzel işleri öğrenen kimse, se’âdete, kemâle
kavuşur. Kötüler arasında kalıp, kötü huy, çirkin işler öğrenen de, şakî, kötü
olur dediler.
Eski Yunan tabîblerinden
Calinusa göre, insan rûhu üç çeşiddir: Bir kısmı iyi, ikincisi, kötü yaratılmışdır.
Üçüncüsü, her ikisi de değildir. Fekat, sonradan her ikisi de olabilir.
Yaratılışı iyi olan insan azdır. Yaratılışda kötü olup, hep kötülük yapmak
istiyenler, dahâ çokdur. Kötüler arasında kötü, iyiler arasında iyi olabilen
kimselerin sayısı, iki öncekiler arasındadır dedi. Buna göre, ba’zı kimsenin
huyu değişebilir. Çok kimsenin ise değişemez. [Yunan feylesoflarının, insanın
kalbinden haberleri olmadığından, yalnız rûhu anlatmışlar, ahlâk kitâblarını
yazan müslimânların bir kısmı da, bunlara tâbi’ olmuşlardır.]
Âlimlerin çoğuna göre,
herkesin ahlâkı değişebilir. Hiçbir kimsenin huyu, yaratılışdaki gibi kalmaz.
Sonradan değişebilir. Ahlâk değişmeseydi, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm”
getirdikleri dinler fâidesiz, lüzûmsuz olurdu. Âlimlerin sözbirliği ile koymuş
oldukları terbiye ve cezâ üsûlleri abes olurdu. Bütün ilm adamları, çocuklarına
ilm ve edeb vermiş ve terbiyenin fâide sağladığı her zemân görülmüşdür. O
hâlde, ahlâkın değişdiği güneş gibi meydândadır. Şu kadar var ki, ba’zı huylar
pek yerleşmiş, rûhun hâssası gibi olmuşdur. Böyle huyları değişdirmek, yok
etmek pek müşkil olur. Böyle ahlâk, en çok, câhil, kötü kimseler-
de bulunur. Bunu değişdirmek için, ağır riyâzet ve
çok mücâhede lâzımdır. Nefsin zararlı, kötü isteklerini yapmamak için çalışmağa
(Riyâzet) denir. Nefsin istemediği
fâideli, güzel şeyleri yapmağa (Mücâhede) denir.
Câhiller, ahmaklar, huy değişmez diyerek, nefs ile mücâhede ve riyâzet
etmiyorlar. Kötü huylarını temizlemiyorlar. Böyle kabûl edip de, herkes kendi
hevâsına [arzûsuna] bırakılırsa, kabâhatli olanlara cezâ verilmezse, insanlık
kötülüğe gider. Bunun için, Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onları
terbiye etmek, iyi ve kötü huyları öğretmek için Peygamberler “aleyhimüsselâm”
gönderdi. Bu mu’allimlerin en yükseği olarak, habîbi olan Muhammed “aleyhisselâm”ı seçdi. Onun dîni ile,
önce göndermiş olduğu bütün dinleri değişdirdi. Onun dîni, bütün dinlerin
sonuncusu oldu. Böylece, iyiliklerin hepsi, terbiye üsûllerinin cümlesi, Onun
parlak dîninde yer aldı. Aklı olanların, iyiyi kötüden tefrîk edebilenlerin, bu
dinden elde edilmiş olan ahlâk kitâblarını okuyarak, öğrenerek ve işlerini buna
göre tanzîm ederek, dünyâda ve âhıretde râhata ve huzûra, se’âdete, kurtuluşa
kavuşması ve böylece âile ve cem’ıyyet hayâtının düzenine yardım etmiş olması
lâzımdır. İnsanın birinci vazîfesi de budur. (İslâm
ahlâkı) ismini verdiğimiz bu kitâbı, Allahü teâlânın lütfü ile, buna
yardımcı bilgileri topladığı için, herkesin ehemmiyyet ile okuması, öğrenmesi
lâzımdır.
Aklı olan islâmiyyete
bağlanır!
İslâmiyyetin aslı,
Hadîsle Kur’ândır!
ÜÇÜNCÜ BAHS: İslâm ahlâkını üçe
ayırmışdık. Bunları iyi anlamak için, yardımcı olan şeyleri açıklıyalım. Her
ilmin, her fennin şu’beleri vardır. Şu’belerin birleşdikleri noktaları bulunur
ki, bu noktalarda, o ilmin bütün kolları tek birşey olur. İşte bu tek nokta, o
ilmin mevzû’udur. Meselâ, tıb ilminin muhtelif şu’beleri vardır. Fekat her
kolu, insan cesedinin hastalık ve sağlığında birleşir. Bu da, bu ilmin mevzû’u
demekdir. Bir ilmi kolay öğrenmek için, mevzû’unu anlamak lâzımdır. Ahlâk
ilminin mevzû’u, insanın rûhudur. Rûhu [ve kalbi], kötü huylardan temizlemeği
ve iyi huylar ile süslemeği öğretir. Bunun için, evvelâ rûhu, sonra iyi ve kötü
huyları öğrenmek lâzımdır. Şu beyti imâm-ı Şâfi’î söylemişdir:
Kötülüğü
öğrendim, kötü olmak için değil,
kötülüğü
bilmiyen, düşer içine, iyi bil!
Kalbi ve rûhu, mümkin
olduğu kadar tanıtabilmek, görünen ve görülemiyen kuvvetlerini açıklamak ve
se’âdetinin ve felâke-
tinin nelerde olduğunu anlatmak için, üç makam
yazıyoruz:
Birinci
makam: Kalb [gönül] ve rûh nedir? Bu iki varlığa eski
yunan feylesofları ve onların taklîdcileri, (Nefs-i
nâtıka) veyâ kısaca Nefs de demişlerdir. [Hâlbuki, tesavvuf ve ahlâk
bilgilerinin mütehassısı, İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü
teâlâ”, nefsin, kalbin ve rûhun birbirinden farklı varlıklar olduklarını ve (Nefs-i nâtıka), nefsin ismi olduğunu
bildirmekdedir.] İsrâ sûresinin seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Sana rûhdan soruyorlar. Rûh,
Rabbimin yaratdığı varlıklardan biridir diye cevâb ver) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, rûhun ne olduğunu
anlatmağı men’ etmekdedir. Bunun içindir ki, turuk-ı aliyye meşâyıhından ve
islâm âlimlerinden çoğu, rûhun ne olduğunu konuşmakdan ictinâb etmişlerdir.
Fekat, Kur’ân-ı kerîmden anlaşılıyor ki, rûhun yalnız hakîkatini, ne olduğunu
konuşmak yasakdır. Yoksa hâssalarını, özelliklerini anlatmak yasak değildir.
Bunun için, âlimlerin çoğu, talebeye ve süâl edenlere, kalbin ve rûhun cism
olmadıklarını, bir (Cevher-i basît) olduklarını
söylediler. Aklın erdiği bilgileri anlıyan, his organlarından beyne gelen
duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idâre eden, kullanan
hep bu ikisidir. Tesavvuf büyükleri ve kelâm âlimleri böyle söylemişlerdir.
[Kalb ve rûh hakkında geniş bilgi almak istiyenin, şâfi’î mezhebi âlimlerinden
şeyh Şihâbüddîn Ömer Sühreverdînin (Avârif-ül
me’ârîf) kitâbını ve İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendînin (Mektûbât) kitâbını okuması tavsiye olunur.
Sühreverdî, hicrî kamerî 539 [m. 1145] senesinde tevellüd, 632 [m. 1234] de
Bağdâdda vefât etmişdir. Abdülkâdir-i Geylânîden feyz almışdır. İmâm-ı Rabbânî
hicrî kamerî 971 [m. 1563] senesinde Hindistânda Serhend şehrinde tevellüd ve
1034 [m. 1624] senesinde, orada vefât etdi. Abdülkâdir Geylânî hicrî kamerî 561
de Bağdâdda vefât etdi.]
Kalbin ve rûhun
ta’rîfini, altı madde içinde îzâh edeceğiz:
1 - Evvelâ kalbin ve
rûhun mevcûd olduklarını bildirelim. Rûhun varlığı meydândadır. Belli olan şeyi
isbât etmeğe lüzûm yokdur. İnsana en ma’lûm olan şey, kendi varlığıdır. İnsan
bir ân kendini unutmaz. Uykuda iken, serhoş iken de, rûh kendisini unutmaz.
İnsanın kendi kendini tanıması için, birşey isbât etmeğe lüzûm yokdur. Fekat,
rûh madde midir, madde değil midir. Kendi kendine var mıdır, yoksa başka şey
ile mi bulunur gibi ve dahâ başka sıfatlarını isbât etmek câizdir. Çoğu
meydânda ise de, hâtırlatmak lâzımdır. Bunun içindir ki, aşağıdaki beş madde
zikr edilmekdedir.
2 - Kalb ve rûh,
cevherdir. Ya’nî kendileri vardır. Rûha fârisî dilinde (Cân) denir. Hayvân ölünce, cânı çıkdı denir.
Rûhu bede-
ninden ayrıldı demekdir. Her mahlûk, yâ cevherdir,
yâhûd arazdır. Varlıkda kalabilmesi için, başka bir mahlûka muhtâc değilse, kendi
kendine var ise, buna (Cevher) denir.
Varlıkda başka bir şeye muhtâc ise, (Araz) veyâ
(Sıfat) denir. Madde ve cism, birer
cevherdir. Bir cismin rengi, kokusu, şekli ise arazdır, özellikdir. Renk, cism
ile vardır. Cism olmazsa, renk olamaz. Cevher, iki dürlüdür. Biri (Mücerred), ya’nî maddî olmıyan varlıkdır.
Ağırlığı, şekli, rengi ve his organlarına te’sîri yokdur. İkincisi maddedir.
Mücerred olan cevher, his organları ile duyulmaz, parçalanamaz. Akl ve rûh
böyledir. Madde ise, his olunur ve parçalanabilir. Cism, maddenin şekl almış
hâlidir. Rûhun cevher olduğu birçok şeklde isbât edilmişdir. En basît yol
şöyledir ki, araz ya’nî hâssa, bir cevher üzerinde bulunur. Cevher, arazı
taşımakdadır. His olunan, düşünülen herşeyi rûh almakda, taşımakdadır. Bunun
için kalb ve rûh, cevherdir, araz değildir. Araz, araz üzerinde de bulunabilir
diyerek, meselâ sür’at, ya’nî hız, hareketde bulunur diyerek, bu isbâtı kabûl
etmiyenler de vardır.
3 - Kalb ve rûh,
basîtdir. (Basît) demek, parçalanamaz,
ayrılamaz demekdir. Bunun karşılığı, bileşik ya’nî (Mürekkeb)
olmakdır. Kimyânın basît dediği elementler, bu ta’rîfe göre bileşik
oluyor. Çünki, atomlarına veyâ gaz moleküllerine ayrılabilmekdedirler. Rûhun
basît olduğu şöyle anlaşılır ki, basît olduğu bilinen şeyi, rûh kavramakdadır.
Kalb ve rûh, mürekkeb ya’nî bileşik olsaydı, parçalanabilseydi, basît olan
birşey bunda yerleşemezdi. Çünki, rûh parçalanırsa, bunda yerleşen basît şey de
parçalanmak lâzım gelir. Basît olan şey ise, parçalanamaz.
4 - Kalb ve rûh, cism
değildir. Eni, boyu ve yüksekliği olan cevhere, ya’nî şekl almış maddeye (Cism) denir. Cismde yerleşen şeylere cismânî
denir. Araz, ya’nî özellikler, cismlerde bulundukları için, cismânîdirler.
5 - Kalb ve rûh, anlayıcı
ve idâre edicidir. Kendilerini bilirler. Kendisini bildiğini de bilirler. Göz
vâsıtası ile renkleri, kulak ile, sesleri kavrar. Sinirleri, çalışdırır.
Adaleleri hareket etdirir. Böylece, bedene iş yapdırırlar. Böyle işlere (İrâdî), ya’nî istekli işler denir.
6 - Rûh, his organları
ile duyulmaz. Cism ve cismânî olan şeyler his olunur. Rûh, cism ve cismânî
olmadığı için his olunamaz.
İkinci makam: İnsan ölünce, rûhu ne olur? İnsan ölünce, cesed çürüyünce, kalb ve rûh
yok olmaz. Ölmek, bunların bedenden ayrılması demekdir. Bedenden ayrılınca,
mücerred ya’nî maddî olmıyan âleme karışırlar. [Kıyâmete kadar] yok olmaz. Din
âlimleri ve felsefeciler ve müteassıb [yobaz] olmıyan fen adam-
ları böyle söylemişdir. Tabîatcılardan az bir
kısmı, bu sözbirliğinden ayrılmış, doğru yoldan kaymışdır. Bunlar, insanı,
çöldeki otlara benzetdiler. İnsan ot gibi biter, büyür, yok olur. Rûhu kalmaz
dediler. Böyle söyledikleri için (Haşhaşî)ler,
ya’nî (Otcular) adı ile anıldılar. Din
âlimleri ve felsefeciler, bu otcuların düşüncelerini muhtelif delîllerle red
etdi.
[Allahü teâlâ, bugün
bilinen 105 elementi yaratmış, bunlardan herbirine başka başka hâssalar
vermişdir. Her element atomlardan yapılmışdır. Her atomu, bir mikro-dinamo
gibi, büyük bir enerji deposu yapmışdır. Atomların birbirleri ile
birleşmesinden molekülleri veyâ iyon şebekelerini, böylece organik ve anorganik
mürekkeb cismleri ve hücreleri, çeşidli dokuları ve sistemleri yaratmışdır.
Bunların herbirinde, akllara hayret veren, incelikler, kanûnlar, düzenler
vardır. Meselâ, ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşidli atölyeleri
bulunan mu’azzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı, bugüne kadar, bu fabrikanın
ancak birkaç makinasını görebilmişdir. İnsandaki milyonlarca hücrenin
çalışabilmesi, gerek insanda, gerekse dış âlemde binlerce, uygun şartların
bulunmasına bağlıdır. Bu binlerle şart ve nizâmdan biri bozulursa, insanın
bedeni çalışamaz, durur. O büyük kâdir, âlim olan Allahü
teâlâ, bu nihâyetsiz nizâmı yaratarak, beden makinasını otomatik
olarak çalışdırmakdadır. Kalb ve rûh, bu makinanın elektrik kuvveti gibidir.
Bir motorda ufak bir ârıza olunca, ceryan kesildiği gibi, insan vücûdunun iç ve
dışındaki yapı ve düzenlerde hâsıl olacak bir ârıza da, kalbin ve rûhun
bedenden ayrılmasına sebeb olur ve insan ölür. Dünyâda hiçbir makina, hiçbir
motor nihâyetsiz çalışamıyor. Aşınarak, yıpranarak, çürüğe ayrılıyor. Bu, bir
umûmî kanûndur. Vücûd makinası da yıpranıyor, çürüyor. İnsan kabrde çürüyünce,
hiçbir zerresi, hiçbir elementi yok olmuyor. Çürümek, bedeni meydâna getiren
organik moleküllerin anaerobik mikroblar ve toprak te’sîri ile parçalanarak,
karbon dioksid, amonyak, su gibi ufak moleküllere ve serbest azota kadar ayrılması
demekdir. Bu parçalanma, fizik ve kimyâ hâdiseleridir. Fizik ve kimyâ
reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak bilinmekdedir.
Lavoisier adındaki Fransız kimyâgeri, (Kimyâ
tepkimelerinde, madde gayb olmaz ve yokdan meydâna gelmez) hakîkatini
tecribe ile isbât etmiş ise de, herşeyin kimyâ tepkimesi, kimyâ kanûnu ile
yapıldığını zan ederek, (tabî’atda birşey yaratılmaz ve hiçbirşey yok edilemez)
demişdir. Bugün, yeni keşf edilen çekirdek olayları, nükleer reaksiyonlar,
maddenin enerjiye döndüğünü, yok olduğunu, Lavoisiernin aldanmış olduğunu
göstermekdedir. Bugün ilm adamları,
açık olarak görüyor ki, fennin ilerlemesi, fen bilgisindeki her ileri bir adım, islâm dînini kuvvetlendirmekde, islâm düşmanlarının iftirâlarını çürütmekde, maddeye tapan ateistleri rezîl etmekde, yere sermekdedir. Fekat ne yazık ki, fen adamı şekline giren, üniversitede okumuş, ba’zı din câhilleri, fende geri kalmağı behâne ederek, islâm düşmanlığı yapıyorlar. Bu diplomalı kâfirler, temiz gençleri aldatmak için, (İslâmiyyet gericilikdir. Terakkîye mâni’ olmakdadır. Hıristiyanlar ilerliyor. Her nevi’ fen vâsıtası yapıyorlar. Tabâbetde, harblerde, haberleşmelerde kullandıkları fen âletleri, gözlerimizi kamaşdırıyor. Fendeki tekâmülden müslimânların haberleri bile yok. Biz, hıristiyanlara uymalıyız) gibi yalanlar söyliyerek, islâmiyyetdeki güzel ahlâkı, kardeşliği bırakmağa ve Avrupalılara, Amerikalılara benzemeğe ilericilik diyorlar. Gençleri, kendileri gibi islâm düşmanı yapmağa, felâkete sürüklemeğe çalışıyorlar. Hâlbuki islâmiyyet, fende, san’atda ilerlemeği emr ediyor. Hıristiyanlar ve bütün kâfirler, babalarından, ustalarından öğrendiklerini yapıyorlar. Evvelki neslin yapdıklarını, ufak tefek ilâveler ile, tekrâr yapıyorlar. Evvelkiler yapmasalardı, bunlar hiçbirini yapamazdı. (Tekmîl-i sinâ’ât telâhuk-ı efkâr iledir) sözü asrlarca evvel söylenmişdir. Târîh gösteriyor ki, fendeki yenilikleri, hep müslimânlar yapdı. Fen bilgilerini, fen âletlerini yüz sene evvelki hâle kadar yükseltdiler. Bu terakkîlere, hep islâm dîni ve bu dînî takbik eden, islâm devletleri sebeb oldu. Hıristiyanlar, haçlı seferleri ile, islâm devletlerini yıkamadıkları için, siyâsî oyunlarla, yalanlarla, hîlelerle, dâhilden yıkdılar. Bunların topraklarında, muhtelif, ilmânî [layık], mason [dinsiz] kimselerle hükûmetler kurdular. Fekat, islâmiyyeti yok edemezler. Müslimânlardan kalan, fendeki keşflere, ilâveler yaparak, bugünkü terakkîyi kendilerine mâl ediyorlar. Yalnız kendi keyflerini, zevklerini, menfe’atlarını düşünenler, kötülüklerini ortaya koyduğu için, fen ve san’ati emr eden islâmiyyete gericilik diyorlar. Bütün yehûdîler, hıristiyanlar, hattâ putperestler, bütün dünyâ, Cennete, Cehenneme inanıyor, kiliseler, havralar dolup taşıyor. Bu inananlara gerici demediklerine göre, fenne, san’ata değil, zevk ve safâya, ahlâksızlıklara ilericilik dedikleri anlaşılıyor. Böyle aslsız ve haksız yalanlarla, islâmiyyete küstâhca, ilk saldıran ingilizlerdir. (İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları) kitâbımızı okuyunuz! Şimdi, müslimânların birleşerek, dedeleri gibi islâmiyyetin emr etdiği, din ve fen bilgilerine sarılmaları, yine büyük sanâyı’ kurarak yeni âletler yapmaları, hıristiyanlardan üstün olarak, bütün beşeriyyeti se’âdete kavuşdurmaları lâzımdır.
İnsan bedeninde bulunan
maddeler, toprakdan, sudan ve ha-
vadan gelmekdedir. Canlıların ihtiyâc maddeleri, bu
üç kaynakdan hâsıl olmakdadır. İnsan çürüyünce, hâsıl olan maddeler, yine bu üç
yere dağılıyor. Kıyâmetde tekrâr dirilmek, bu maddelerin veyâ benzerlerinin
tekrâr bir araya gelmeleri ile olacakdır.
Kalb, rûh ve melekler de,
yalnız oldukları zemân, terakkî etmez, yükselmez. Yaratıldığı mertebede kalır.
Kalb ve rûh, bu beden ile birleşince, terakkî etmek, yükselebilmek hâssasını
kazanıyor. Yâhud, kâfir olmak, günâh işlemek sebebleri ile, alçaklaşıyor, harâb
oluyor.
Bu dünyâda her cism
kendine mahsûs sıfatları ile tanınmakdadır. Her cism, elementlerin ve
bileşiklerin birer yığınıdır. Elementler, bileşikden bileşiğe geçerek yer
değişdirmekde, her cismin terkîbi bozularak, sıfatları yok olmakda, başka sıfatlı,
başka cism hâline dönmekdedir. Bu devâmlı değişmelerde, madde yok olmuyor ise
de, cismler zemânla değişmekde, yok olup başka cism hâsıl olmakdadır. Eskiden
maddeye (Heyûlâ) diyorlardı. Cisme,
ya’nî maddenin şekl almasına (Sûret) diyorlardı.
Kalb ve rûh,
parçalanmadığı ve parçalardan meydâna gelmedikleri, ya’nî mücerred oldukları
için, hiç değişmez, bozulmaz, yok olmaz. Fizik hâdiselerinde cismlerin şekli ve
hâli değişiyor. Meselâ su, ısı enerjisi alınca, buhar oluyor. Sıvı hâlde iken
gaz hâline dönüyor. Su cismi yok oluyor, buhar cismi var oluyor. Kimyâ
tepkimelerinde ise, cismin yapısı bozuluyor. O cismin maddesi yok olup, başka
madde var oluyor. Fizik olayında cism değişiyor. Madde değişmiyor. Kimyâ
değişmesinde, cism yok oluyor. Madde değişiyor. Hiçbirinde madde yok olmuyor.
Nükleer değişmelerde ise, madde de yok olup, enerji hâline dönüyor.]
Üçüncü makam: Kalb ve rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler, bitki ve hayvânların
kuvvetleri gibi değildir. Nebâtların ve hayvânların da, kendilerine göre rûhları
vardır. Kalb, yalnız insanda vardır. Her canlıda (Nebâtî
rûh) vardır. Doğma, büyüme, tegaddî [beslenme], zararlı maddeleri
dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık işlerini (Nebâtî
rûh) yapar. Bu işler, insanlarda ve hayvânlarda ve nebâtlarda da yapılmakdadır.
Nasıl yapıldığı tabî’at bilgisi derslerinde öğrenilmekdedir. Bunlarda büyüme,
bütün hayât boyunca yapılmaz. Mu’ayyen bir mikdâra vardıkdan sonra, bu iş
durur. Bu mikdâr, insanlarda ortalama yirmi dört yaşına geldiği zemândaki
mikdârdır. Yağlanmak, şişmanlamak, büyümek değildir. Beslenme ölünciye kadar
devâm eder. Çünki, gıdâ almadan yaşanamaz.
Hayvânlarda ve
insanlarda, (Hayvânî rûh) da vardır.
Bunun yeri göğüsdür. İstekli hareketleri yapdıran bu rûhdur. İnsanlar-
da, kalbin emri ile yapar.
İnsanlarda ayrıca bir rûh
dahâ vardır ki, Rûh deyince kalb ile berâber, bu rûh anlaşılır. Aklı kullanmak,
düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan bu rûhdur. Hayvânî rûhda iki kuvvet
vardır. Birisi, Müdrike kuvveti, ikincisi hareket kuvvetidir. Müdrike kuvveti,
idrâk edici, anlayıcı kuvvetdir. Bu anlamak da, iki yol ile olur: Zâhirî,
görünen his organları ile olan anlama. Bâtınî, ya’nî görünmiyen, his organlarla
olan anlama. Görünen his organları beşdir. Birinci his organı, deridir. Deri
ile sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk, yumuşaklık, sertlik gibi şeyler
anlaşılır. Bir cism deriye değince, hayvânî rûhu, bu şeyin sıcak olup
olmadığını anlar. Bu duygu avuç içinde fazladır. İkincisi, koku alma
duygusudur. Burun ile olur. Üçüncüsü, tat alma duygusudur. Dildeki sinirlerle
duyulur. Dördüncüsü işitmekdir. Kulakdaki sinirlerle duyulur. Beşincisi
görmekdir. Gözdeki sinirlerle görülür.
Görünmiyen his organları
da beşdir: Birincisi, (Hiss-i müşterek)dir.
Bu duygunun yeri, beynin önündedir. His organlarından beyindeki duygu
merkezlerine gelen hâricî te’sîrlerin hepsi, burada toplanır. İkincisi, (Hayâl)dir. Bunun yeri, beynin birinci boşluğunun
önündedir. Hiss-i müşterekde toplanıp anlaşılan, his edilenler burada saklanır.
Bir cisme bakınca, bu cism, hiss-i müşterekde duyulur. Bu cism, göz önünden
çekilince, hiss-i müşterekde his edilmesi kalmaz. Fekat, hayâle gelen te’sîri
uzun zemân kalır. Hayâl olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi
tanımazdı. Üçüncüsü, (Vâhime)dir. His
organları ile duyulamıyan, fekat duyulanlardan çıkarılabilen ma’nâları anlar.
Meselâ düşmanlık, doğruluk bir organla his edilmez. Fekat dost, düşman olan
kimse görülür, his edilir. Bu kimselerdeki dostluğu, düşmanlığı anlıyan iç
kuvvete Vâhime denir. Vâhime kuvveti olmasaydı, koyun, kurdun düşman olduğunu
anlamaz, ondan kaçmazdı. Yavrusunu da korumazdı. Dördüncü kuvvet, (Hâfıza)dır. Vâhimenin anladığı ma’nâları saklar.
Beşinci kuvvete (Mütasarrıfa) denir.
Anlaşılan duyguları ve ma’nâları karşılaşdırıp, yeni ma’nâlar elde eder. Meselâ
zümrüdden bir dağ düşünür. Şâirlerde bu kuvvet fazladır.
Hayvân rûhunun ikinci
kuvveti olan, hareket kuvveti de, iki dürlüdür: Birincisi, (Şehevî) kuvvetdir. İnsanlar ve hayvânlar, şehvet
kuvvetleri ile, kendilerine tatlı gelen ve muhtâc oldukları şeyleri isterler.
Bunlara (Behimî) [ya’nî hayvânî] kuvvet
de denir. İkincisi (Gadabî) kuvvetdir.
Bu kuvvet ile, kendilerine çirkin, zararlı olan şeyleri def’ ederler, kovarlar.
Bunlara (Canavar) kuvvetler de denir.
Hareket kuvvetleri,
müdrike kuvvetlerine muhtâcdırlar. Çün-
ki, önce duygu organları ile, iyi veyâ kötü olduğu
anlaşılmalıdır ki, istenebilsin veyâ atılsın. Bütün bu duyguların ve
hareketlerin hepsi sinirlerle yapılmakdadır. İnsan kalbi ve rûhu, yalnız
insanlarda bulunur. Bu rûhun da iki kuvveti vardır. İnsan, bu iki kuvvet ile,
hayvânlardan ayrılmakdadır. Bu iki kuvvetden birisi, idrâk edici olan (Kuvve-i âlime) ve (Müdrike)
denilen bilici kuvvetdir. İkincisi, (Kuvve-i
âmile) yapıcı kuvvetdir. Bilici kuvvete (Nutk)
ve (Akl) denir. Bu kuvvet
ikiye ayrılır: Biri, (Hikmet-i nazarî) olup,
(Tecribî) ilmleri, ya’nî fen bilgilerini
elde etmeğe yarıyan kuvvetdir. İkincisi, (Hikmet-i
amelî) olup, (Ahlâk) ilmleri
ile âlim olan kuvvetdir. Tecribî ya’nî fen bilgileri edinen kuvvet, maddenin
hakîkatini anlamağı sağlar. Ahlâk bilgileri edinen kuvvet, iyi huyları ve
yararlı işleri, kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır.
Rûhun yapıcı kuvveti,
fâideli, başarılı işlerin yapılmasını sağlar. Bilici kuvvetler ile edinilen
bilgilere göre iş yapar. Hayvân rûhundaki hareket kuvvetleri, vâhime kuvvetinin
iyi bulduklarını cezb eder. Çirkin bulduklarını def’ eder. İnsan rûhunun yapıcı
kuvveti, akla dayanır. Bir işde iyilik, fâide olduğunu (Akl) ile anlarsa, onu yapar. Sonu noksan, zarar
olacağını anlarsa, o işi yapmaz veyâ def’ eder. Bunları ve hayvânî rûhun şehevî
ve gadabî kuvvetlerini kalb vâsıtası ile idâre eder.
Çok kimse vardır ki, çok
işlerini nefsin veyâ hayvânî rûhun kuvvetlerine tâbi’ olarak yapar. Ya’nî vehm
ve hayâl ile yaparlar.
İmâm-ı Muhammed Gazâlî ve
tesavvuf büyüklerinden bir kısmı buyurdu ki, (Rûhun bu kuvvetleri, meleklerdir.
Allahü teâlâ, lutf ve merhamet ederek, melekleri rûhun emrine vermişdir. Küçük
kıyâmet kopuncıya kadar, ya’nî rûh bedenden ayrılıncaya kadar, rûhun emrinde
kalırlar. Hadîs-i şerîflerde de buna işâretler vardır. Ba’zı kimselerden, durup
dururken, tecribeli kimselere parmak ısırtan hünerlerin meydâna gelmesi de,
bunu göstermekdedir). İnsanın kemâle gelmesi, rûhun iki kuvveti ile olur.
TENBÎH: Muhammed Ma’sûm hazretleri, (Mektûbât)ın
ikinci cildi, 80.ci mektûbunda buyuruyor ki, (Belâları, sıkıntıları def’ etmek
için, (İstigfâr) okumak çok fâidelidir
ve tecribe edilmişdir. Bunu hadîs-i şerîfler de
bildirmekdedir. Bu fakîr, her farz nemâzdan sonra, üç kerre istigfâr düâsı, ya’nî (Estagfirullahel’azîm
ellezî lâ ilâhe illâ hüv elhayyel kayyûme ve etûbü ileyh) okuyorum.
Sonra, 67 def’a yalnız (Estagfirullah) okuyorum).
Binlerce top ve
tüfek, yapamaz aslâ,
Gözyaşının seher
vakti yapdığını.
Düşman kaçıran
süngüleri, çok def’a,
Toz gibi yapar, bir
mü’minin düâsı.