36 - Müslimânın özrünü
red etmek mekrûhdur. Hadîs-i şerîfde, (Müslimân kardeşinin özrünü kabûl etmemek günâh olur) buyuruldu.
Özrü kabûl etmek ve kusûrları afv etmek, Allahü teâlânın sıfatlarındandır.
Böyle olmıyan kimseye, Allahü teâlâ gadab ve azâb eder. Özrde bulunmak üç dürlü
olur: Niçin yapdım? Veyâ şunun için yapdım. Keşki yapmasaydım demek veyâ
yapdım, bir dahâ yapmam demek. Yâhud yapmadım diyerek inkâr etmekdir. Yapdım,
bir dahâ yapmam demek, tevbe olur. Mü’min, afv etmesi için özr dilemesini
bekler. Münâfık, aybların ortaya çıkmasını ister. Hadîs-i
şerîfde, (İffet sâhibi olunuz. Çirkin şeyler
yapmayınız. Kadınlarınızı da, afîf yapınız) ve (İffet sâhibi olursanız, kadınlarınız da afîf olur. Ananıza
babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân eder. Din kardeşinin
özrünü kabûl etmiyen, kevser havzından içmiyecekdir) buyuruldu. Bu
hadîs-i şerîf, din kardeşinin kötülük yapdığını ve özrünün yalan olduğunu
bilmiyen kimse içindir. Çünki, bunun özrünü red etmek müslimâna sû-i zan etmek
olur. Yalan söylediğini bilerek özrünü kabûl etmek, afv olur. Afv etmek, vâcib
değil, müstehabdır.
37 - Tefsîr, beyân etmek
ve keşf etmek demekdir. Bildirmek ve açıklamakdır. (Te’vîl),
rücû’ etmekdir. Tefsîr, bir ma’nâ vermekdir. Te’vîl, çeşidli
ma’nâlar arasından birisini seçmekdir. Kendi re’yi, görüşü ile tefsîr, câiz
değildir. Tefsîr, rivâyet ile yapılır. Te’vîl, dirâyet ile yapılır. Hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı
kerîmi, kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa dahî, hatâ etmişdir) buyuruldu.
Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü
anhüm” gelen haberlere ve âlimlerin tefsîrlerine ve tefsîr ilminin üsûlüne
bakmadan ve Kureyş lügatini bilmeden ve hakîkat ile mecâzı düşünmeden, mücmel,
mufassal ve umûmî ve husûsî olanları birbirinden ayırmadan ve âyet-i
kerîmelerin indirilme sebeblerini ve nâsih, mensûh olduklarını araşdırmadan verilen
ma’nâyı, Allahü teâlânın kelâmı olarak söylemek doğru değildir. (Tefsîr), kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi
anlamak demekdir. Kendiliğinden verdiği ma’nâ doğru olsa bile, meşrû’ yoldan
çıkarmadığı için, hatâ olur. Verdiği ma’nâ yanlış ise, kâfir olur. Hadîs-i
şerîfleri de, sahîh veyâ bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa bile,
günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz. Hadîs
kitâblarından, hadîs nakl etmek için, hadîs âlimlerinden icâzet almış olmak
lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Uydurduğu bir sözü, hadîs olarak söyliyen kimse, Cehennemde
azâb görecekdir) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîmi, tefsîr âlimlerinden,
icâzeti olmıyanın da, tefsîr kitâblarından alarak söylemesi ve yazması,
câizdir. Yukarıda bildirilen, tefsîr etmek şartlarını hâiz olan kimse, yazılı
icâzeti olmadan tefsîr ve hadîs nakl edebilir. İcâzet vermek için para almak
câiz değildir. Ehliyyeti olana icâzet vermek vâcibdir. Ehliyyeti olmıyana
icâzet vermek harâmdır.
Hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîme,
ehliyyeti olmadan ma’nâ veren, Cehennemde azâb görecekdir) ve (Bilmediğini hadîs olarak söyleyen, Cehennemde azâb
görecekdir) ve (Kur’ân-ı kerîme kendi
görüşüne göre ma’nâ veren Cehennemde azâb görecekdir) buyuruldu.
Bid’at sâhiblerinin, kendi bozuk i’tikâdlarını isbât etmek için, âyet-i kerîme
ve hadîs-i şerîf okumaları, böyledir. [Şî’îler, Vehhâbîler, Teblîg-ı
Cemâ’atcılar, Mevdûdîciler ve Seyyid Kutubcular böyledir. Yûsüf-i Nebhânî
“rahmetullahi aleyh” böyle bozuk tefsîrleri (Şevâhid-ül
hak) kitâbında uzun anlatmakdadır. Kur’ân-ı kerîmin dış ma’nâsı
olduğu gibi, iç ma’nâsı da vardır diyerek, kendilerine göre ma’nâ veren
[zındıklar] da, böyledir. Kelimelerin, kendi zemânlarında, kendi aralarında
kullandıkla-
rı ma’nâlarına göre tefsîr yapanlar da böyledir.
Osmânlı devletindeki
âlimlerden Nûh bin Mustafâ Konevî “rahime-hullahü teâlâ”, 1070 [m. 1660] de
Kâhirede vefât etmişdir. Muhammed Şihristânînin “rahime-hullahü teâlâ” (Milel ve Nihal) kitâbına yapdığı tercemede diyor
ki, (İsmâ’îliyye) fırkasında olanlar,
imâm-ı Ca’fer Sâdıkın büyük oğlu İsmâ’îlin yolundayız dedikleri için, bu ismi
almışlardır. Bunlara (Bâtıniyye) fırkası
da denir. Çünki Kur’ânın zâhir ma’nâsı olduğu gibi, bâtın ma’nâsı da vardır.
Zâhir ma’nâsı, fıkhcıların kalıplaşdırdığı belli ve sınırlı şeylerdir. Bâtın
ma’nâsı ise, Kur’ânın iç ma’nâsı olup uçsuz denizdir dediler. Zâhir ma’nâyı
bırakıp, bâtın dedikleri, kendi uydurdukları şeylere inandılar. Hâlbuki,
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kur’ân-ı kerîmin zâhir, açık
ma’nâsını bildirdi. Zâhir ma’nâyı bırakıp, iç ma’nâ uydurmak, küfr olur.
Zındıklık olur. Bu hîle ile, islâmiyyeti yok etmeğe çalışdılar. Çünki, (mecûsîler) ya’nî ateşe tapanlar, islâmın
yayılmasını önliyebilmek için, reîsleri Hamdan Kurmut, bu bölücülüğü ortaya
çıkarıp, (Karâmıta) devletini kurdu.
Hâcıları katl ve Hacer-i esvedi Kâ’beden çıkarıp Basraya getirdi. (Cennet,
dünyâ lezzetleri, Cehennem de, dînin ahkâmına uymakdır) dediler. Harâmlara,
güzel san’at ismini verdiler. İslâm dîninin kötü huy, fuhş dediği
ahlâksızlıklara moral eğitimi diyerek gençleri sefâlete sürüklediler.
Devletleri islâmiyyete çok zarar verdi. 372 [m. 983] de gadab-ı ilâhîye
yakalanıp mahv oldular.]
Tefsîri, nakl sûretiyle
yapmak lâzımdır. Tefsîr yapabilmek için, şu onbeş ilmi bilmek lâzımdır: Lügat,
nahv, sarf, iştikak, me’ânî, beyân, bedî’, kırâ’et, üsûl-i din, fıkh, esbâb-ı
nüzûl, nâsih ve mensûh, üsûl-i fıkh, hadîs, ilm-i kalb. Bu ilmleri bilmiyen
kimsenin tefsîr yapması câiz değildir. İslâm ahkâmına uyan, râsih ilmli
âlimlere Allahü teâlânın vâsıtasız olarak ihsân etdiği ilme (Mevhibe) veyâ (Kalb
ilmi) denir. Hadîs-i şerîfde, (İlmi ile
amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini bildirir) buyuruldu.
Yukarıdaki on beş ilme mâlik olmıyan kimsenin, tefsîr yapması câiz değildir.
Yaparsa, kendi görüşü ile yapmış olur. Cehennemde yanmaya müstehak olur. Hadîs-i şerîfde, (Kırk
gün ihlâs ile islâmiyyete uyan kimsenin kalbini, Allahü teâlâ hikmet ile
doldurur. Bunları söyler) buyuruldu. Müteşâbih âyetlere ma’nâ veren,
kendi görüşü ile tefsîr yapmış olur. Bid’at sâhiblerinin tefsîri böyledir.
Kur’ân-ı kerîmde bulunan
bilgiler üç kısmdır: Bir kısmını, hiç bir kuluna bildirmemişdir. Zâtının ve
sıfatlarının hakîkati ve gaybdan haber vermek böyledir. İkinci kısm, yalnız
Peygamberi-
ne bildirdiği esrârdır. Bunları, Peygamberi “aleyhisselâm”, yalnız Allahü teâlânın izn verdiği kimselere bildirir. Üçüncü kısm bilgileri, Peygamberine “aleyhissalâtü vesselâm” bildirmiş ve bütün ümmetine bildirmesini emr etmişdir. Bu üçüncü kısm da, ikiye ayrılır: Birincisi, ancak işitmekle öğrenilir. Kıyâmet hâlleri böyledir. İkincisi, görüp incelemekle ve okuyup ma’nâsını anlamakla öğrenilir. Îmân ve islâm bilgileri böyledir. Müctehid imâmlar bile, Nasslarda açık bildirilmemiş olan islâmiyyet bilgilerini kesin olarak anlıyamamışlar, ihtilâfa düşmüşlerdir. Böylece amelde çeşidli mezhebler meydâna gelmişdir. Yukarıda bildirilen onbeş ilme sâhib olanın çıkaracağı ma’nâlara tefsîr denmez, (te’vîl) denir. Çünki, bu ma’nâlarda kendi re’yi bulunur. Ya’nî anladığı çeşidli ma’nâlardan birini seçmekde kendi re’yini kullanır. Seçdiği ma’nâ, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin açık ma’nâlarına yâhud icmâ’a uygun olmazsa, fâsid olur. (Berîka) sonunda, raksın harâm olduğunu anlatırken diyor ki, (Bize, tefsîr kitâblarına göre amel etmek emr olunmadı. Fıkh kitâblarına tâbi’ olmamız emr edildi.)