31 - İnâd ve mükâbere,
hakkı, doğruyu işitince, kabûl etmemekdir. Ebû Cehl ve Ebû Tâlib, inâd ederek,
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamber olduğuna inanmadılar,
inkâr etdiler. İnâd, riyâdan, hıkddan, hasedden yâhud tama’dan hâsıl olur. Hadîs-i şerîfde, (Allahü
teâlânın en sevmediği kimse, hakkı kabûl etmekde inâd edendir) buyuruldu.
Hadîs-i şerîfde, (Mü’min
vekar sâhibi olur, yumuşak olur) buyuruldu. Vekar sâhibi dünyâ
işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde, sarp kaya gibi olur. Bir dağ,
zemânla aşınabilir. Mü’minin dîni hiç aşınmaz.
32 - Nifâk, münâfıklık,
içinin dışına uymamasıdır. Kalbinde küfr olan kimsenin mü’min olduğunu
söylemesi, dinde nifâk olur. Kalbinde düşmanlık olup, dostluk göstermek dünyâ nifâkı
olur. Küfrün en kötüsü, dinde nifâk yapmakdır. Medîne şehrindeki münâfıkların
reîsi, Abdüllah bin Übey bin Selûl idi. Müslimânların Bedr gazâsındaki
zaferlerini görünce, müslimân olduklarını söylediler. Fekat, kalbleri ile
inanmadılar. Hadîs-i şerîfde, (Müslimânlara, sözleriyle dostluk gösterip, davranışlarıyla
düşmanlık edenlere, Allahü teâlâ ve melekler la’net eylesin) ve (Münâfıkın üç alâmeti vardır: Yalan söyler, sözünde durmaz
ve emânete hıyânet eder) buyuruldu. Böyle kimse, müslimân olduğunu
söylese, nemâz kılsa da, münâfıkdır.
33 - İnsanın, günâhlarını
düşünmesi ve bunlara tevbe etmesi, tâ’atlarını, ibâdetlerini düşünüp, bunlara
da, şükr etmesi lâzımdır. Mahlûklardaki ve kendi bedenindeki ince san’atları,
düzenleri, birbirlerine olan bağlılıklarını düşünerek de, Allahü teâlânın
varlığını ve büyüklüğünü anlaması lâzımdır. Mahlûkların, varlıkların hepsine (Âlem) denir.
[Âlem, üç kısmdır: (Âlem-i ecsâd), (Âlem-i ervâh) ve (Âlem-i misâl). Âlem-i misâl, varlık âlemi
değildir. Görünüş âlemidir. Her varlığın, bu âlemde bir görüntüsü bulunur.
Âlem-ı ervâh, Arşın hâricindeki şeylerdir. Bunlar maddî değildir. Bunlara(Âlem-i emr) de denir. Âlem-i ecsâd, madde
âlemidir. Buna (Âlem-i halk) da denir.
Bu da ikiye ayrılır: İnsana (Âlem-i sagîr) denir.
İnsandan başka varlıkların hepsine (Âlem-i kebîr) denir.
Âlem-i kebîrde olan herşeyin, âlem-i sagîrde, bir nümûnesi, benzeri vardır.
İnsanın kalbi, rûh âlemine açılan bir kapıdır. Kâfirlerde bu kapı kapanmış,
harâb olmuşdur. Bunun için, kâfirlerin rûh âleminden haberleri yokdur ve
olamaz. Kalbin hayât bulması, rûh âlemine açılması için tek çâre, tek ilâc,
îmân etmesidir, müslimân olmasıdır. Mü’minin kalb kapısından Âlem-i emre
girmesi ve bu âlemde sonsuza, ebedî hayâta ilerlemesi için, çalışması lâzımdır.
İslâmiyyetin sekiz ana ilminden biri olan (Tesavvuf)
ilmi, bu çalışmaları öğreten, mu’azzam bir ilmdir. Bu ilmin
mütehassıslarına (Velî) ve (Mürşid) denir. Mürşidlerin en meşhûru, imâm-ı
Rabbânî Ahmed Fârûkîdir. 1034 hicrî ve 1624 mîlâdî senesinde Hindistânda vefât
etmişdir.
Tıb ve fen fakültelerinde
okuyup da, mahlûklardaki san’at in-
celiklerini, aralarındaki hesâblı bağlantıları
gören ve anlıyabilen aklı başında bir kimsenin, Allahü teâlânın varlığına,
birliğine, büyüklüğüne, ilmine, kudretine inanmaması mümkün değildir.
İnanmıyanın, anormal, geri kafalı, câhil olması, yâhud inâdcı, şehvetlerine
düşkün bir budala olması veyâ nefsine esîr olmuş, işkence yapmakdan zevk alan,
zâlim bir sadist olması lâzım gelir. Kâfirlerin hayât hikâyeleri incelenirse,
bu üç kısmdan biri olduğu hemen meydâna çıkar.]
Hadîs-i şerîfde, (Varlıklardaki
nizâmı düşünerek Allahü teâlâya îmân ediniz!) buyuruldu. Astronomi
okuyup da, yer küresinin, ayın, güneşin ve bütün yıldızların boşlukda
dönmelerinde ve birbirlerinden uzaklıklarında bulunan düzeni, hesâbları anlıyan
kimsenin, îmânı artar. Dağların, ma’denlerin, nehrlerin, denizlerin,
hayvânların, nebatların, hattâ mikropların yaratılmasında, çeşidli fâideler
vardır. Hiçbiri boş yere, lüzûmsuz yaratılmamışdır. Bulutlar, yağmurlar,
şimşekler ve yıldırımlar, yer altındaki sular ve enerji maddeleri ve hava,
kısaca her varlık belirli hizmetler, belli vazîfeler yapmakdadır. İnsanlar, bu
sayısız mahlûkların, sayılamıyacak hizmetlerinden bugüne kadar pek azını
anlıyabilmişdir. Mahlûkları kavrıyamıyan insan aklı, bunların hâlıkını,
yaratanını nasıl kavrıyabilir? Onun büyüklüğünü, sıfatlarını birâz anlıyabilen
islâm âlimleri, şaşkına dönmüşler. (Onu anlamak, anlaşılamıyacağını anlamakdır)
demişlerdir. Mûsâ aleyhisselâmın ümmetinden biri, otuz sene ibâdet etmiş. Bir
bulut kendisine gölge yaparak, güneşden korumuşdu. Birgün bulut gelmemiş,
güneşde kalmışdı. Annesine sebebini sormuş. Herhâlde bir günâh yapmışsın,
demişdi. Hayır, günâh işlemedim deyince, göklere, çiçeklere bakmadın mı? Onları
görünce, yaratanın azametini düşünmedin mi? demiş. Evet, bakdım. Fekat,
tefekkürde kusûr etdim deyince, bundan büyük günâh olur mu? Hemen tevbe et,
demişdi. Aklı başında olan kimsenin, tefekkür vazîfesini hiç ihmâl etmemesi
lâzımdır. Yarın ölmiyeceğinden emîn olan kimse var mıdır? Allahü teâlâ, hiçbir
şeyi bâtıl, fâidesiz yaratmamışdır. İnsanların anlıyamadıkları, göremedikleri
fâideler, anlıyabildiklerinden katkat dahâ çokdur. Tefekkür, dört dürlü olur,
demişlerdir. Allahü teâlânın mahlûklarındaki güzel san’atları, fâideleri
düşünmek, Ona inanmağa ve sevmeğe sebeb olur. Onun va’d etdiği sevâbları
düşünmek, ibâdet yapmağa sebeb olur. Onun haber verdiği azâbları düşünmek,
Ondan korkmağa, kimseye kötülük yapmamağa sebeb olur. Onun ni’metlerine, ihsânlarına
karşılık, nefsine uyarak günâh işlediğini, gaflet içinde yaşadığını düşünmek,
Allahdan hayâ etmeğe, utanmağa sebeb olur. Allahü teâlâ, yerlerde ve gökler-
de bulunan mahlûkları düşünerek ibret alanları sever. Hadîs-i şerîfde, (Tefekkür gibi kıymetli ibâdet yokdur) ve (Bir an tefekkür, altmış sene ibâdetden dahâ hayrlıdır) buyuruldu. İmâm-ı Gazâlînin fârisî (Kimyâ-i Se’âdet) kitâbında tefekkür uzun yazılıdır.