19 - Cübn, korkaklık
demekdir. Gadabın, sert davranmanın lüzûmlu mikdârına (Şecâ’at) denir. Lüzûmundan az olmasına, za’îf
olmasına (Cübn) denir. Cübn, kötü
huydur. İmâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi’î “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki,
(Şecâ’at göstermek lâzım olan yerde, korkaklık yapan kimse, eşeğe benzer.
Tarziye verilen kimse râzı olmazsa, şeytâna benzer). Korkak olan kimse,
zevcesine ve akrâbasına karşı gayretsizlik ve hamiyyetsizlik gösterir. Onları
koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer. Harâm işliyeni görünce susar.
Başkalarının mâlına tamâ’ eder. İşinde sebât etmez. Verilen vazîfenin
ehemmiyyetini anlamaz. Allahü teâlâ, Tevbe sûresinde şecâ’ati, kahramanlığı
övüyor. Nûr sûresinde, zinâ edenlere, had cezâsı verilmesinde merhamet
olunmamasını emr ediyor.
Hadîs-i şerîfde, (Sevgili kızım
Fâtıma hırsızlık ederse, elini keserim!) buyuruldu. Allahü teâlâ,
Feth sûresinde, Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, (Kâfirlere gadab ederler), harbde sert davranırlar
diyerek övmekdedir. Tevbe sûresi, yetmişdördüncü
âyet-i kerîmesinin meâl-i âlîsi, (Kâfirlere karşı sert ol!). Ya’nî
saldırdıkları zemân korkmadır. Bir hadîs-i şerîfde,
(Ümmetimin hayrlısı, demir gibi dayanıklı olanıdır)
buyuruldu. İslâma ve müslimânlara düşmanlık edenlere, saldıranlara
karşı sert olmak lâzımdır. Bunlara karşı korkak olmak, câiz değildir. Korkarak
kaçmak, Allahü teâlânın takdîrini değişdirmez. Ecel gelince, Azrâil
aleyhisselâm, insanı nerde olursa olsun bulur. Kendini tehlükeye atmak da, câiz
değildir. Tehlükeli yerde yalnız kalmak, yalnız yürümek, günâhdır.
20 - Gadabın, sertliğin aşırı ve zararlı olmasına (Tehevvür), atılganlık denir. Tehevvür sâhibi
hiddetli, sert olur. Bunun aksine kâzm, hilm, yumuşaklık denir. Halîm kimse,
gadaba sebeb olan şeyler karşısında kızmaz, heyecâna gelmez. Korkak olan,
kendine zarar verir. Gadablı kimse ise, hem kendine, hem de başkalarına zarar
verir. Tehevvür, insanın aklını giderir, küfre kadar götürür. Hadîs-i şerîfde, (Gadab,
îmânı bozar) buyuruldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
dünyâ için gadaba geldiği görülmedi. Allah için gadaba gelirdi. Gadab sâhibi,
karşısındakinin de kendisine karşılık yapacağını önceden düşünmelidir. Gadaba
gelen kimsenin sinirleri bozulur, kalb hastası olur. Bu bozukluk,
---------------------------------
[1]
Gadab=gayz=kızmak. Kâzm=kızmamak.
dışına da sirâyet ederek, çirkin ve korkunç bir hâl
alır.
Gadabı yenmeğe (Kâzm) denir. Kâzm etmek çok sevâbdır. Kâzm
sâhibine, ya’nî gadabını yenene, Cennet müjdelendi. Allah rızâsı için kâzım
olan kimse, karşısındakini afv edip, ona karşılık yapmaz ise, Allahü teâlâ onu
çok sever, Cennetin, bunlar için hâzırlanmış olduğunu bildirmişdir. Hadîs-i şerîfde, (Bir
kimse, Allahü teâlânın rızâsı için gadabını def’ ederse, Allah da, ondan
azâbını def’ eder) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde,
(Bir müslimânda üç şey bulunursa Allahü teâlâ onu
muhâfaza ve himâye eder, onu sever, merhamet eder. Ni’mete şükr etmek, zâlimi
afv etmek, gadaba gelince, gadabını yenmek) buyuruldu. Ni’mete şükr
etmek, onu islâmiyyete uygun olarak kullanmak demekdir. Hadîs-i şerîfde,
(Gadaba
gelen bir kimse, dilediğini yapmağa kâdir olduğu hâlde, yumuşak davranırsa,
Allahü teâlâ, onun kalbini, emniyyet ve îmân ile doldurur) ve (Bir kimse gadabını
örterse, Allahü teâlâ onun ayblarını, kabâhatlarını örter) buyuruldu.
İmâm-ı Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ”, (hilm sâhibi olmak, gadabını yenmekden
dahâ kıymetlidir) buyurdu. Hadîs-i şerîfde, (Yâ Rabbî! Bana ilmver, hilm ile zînetlendir, takvâ ihsân
eyle! Âfiyet ile beni güzelleşdir) buyuruldu. Abdüllah ibni Abbâsa
“radıyallahü teâlâ anhümâ” bir kimse söğdü. Buna karşılık olarak, bir ihtiyâcın
varsa, sana yardım edeyim, buyurdu. Adamcağız başını öne eğerek ve utanarak özr
diledi. Hazret-i Hüseynin oğlu Zeynel Âbidîn Alîye “radıyallahü teâlâ anhümâ”
bir kimse söğdü. Elbisesini çıkarıp ona hediyye eyledi. Îsâ aleyhisselâm,
yehûdîlerin yanından geçerken, kendisine çok kötü şeyler söylediler. Onlara iyi
ve tatlı cevâblar verdi. Onlar, sana kötülük yapıyor, sen onlara iyi
söyliyorsun dediklerinde, (herkes, başkasına, yanında bulunandan verir)
buyurdu. Halîm, selîm kimse, dâimâ neş’eli, râhat olur. Onu, herkes medh eder.
Hadîs-i şerîfde, (Gadab, şeytânın
vesvesesinden hâsıl olur. Şeytân, ateşden yaratılmışdır. Ateş, su ile
söndürülür. Gadaba gelince, abdest alınız!) buyuruldu. Bunun için,
gadaba gelince, e’ûzü besmele ve iki kul e’ûzüyü okumalıdır. İnsan, gadaba
gelince, aklı örtülür. İslâmiyyetin dışına çıkar. Gadaba gelen kimse, ayakda
ise oturmalıdır. Hadîs-i şerîfde, (Gadaba gelen kimse, ayakda ise otursun. Gadabı devâm
ederse, yan yatsın!) buyuruldu. Ayakda olanın intikam alması
kolaydır. Oturunca, azalır. Yatınca, dahâ azalır. Gadab, kibrden doğar. Yatmak,
kibrin azalmasına sebeb olur. Gadab edince, (Allahümmagfir
li-zenbî ve ezhib gayza kalbî ve ecirnî mineşşeytân) okumak, hadîs-i şerîfde emr olundu. Ma’nâsı, (Yâ Rabbî!
Günâhımı afv eyle. Beni kalbimde-
ki gadabdan ve şeytânın vesvesesinden kurtar)
demekdir. Gadaba sebeb olan insana yumuşak davranamıyan kimse, onun yanından
ayrılmalı, onunla buluşmamalıdır.
Ne dünyâ için, ne de
âhıret için, hiç kimseye kızmamalıdır. (Lâ tagdab) hadîs-i
şerîfi, kızmayı yasak etmekdedir. Bir kimse, gadab ederse, ya’nî kızarsa, bütün
sinirleri bozulur. Ba’zı uzvları hasta olur. Doktorlar buna ilâc bulamazlar.
Bunun yegâne ilâcı, (Lâ tagdab) hadîs-i
şerîfidir. Kızan kimse, sözleri ile, hareketleri ile, yanındakileri incitir.
Onlar da, sinir hastalığına yakalanır. Evde, râhat, huzûr kalmaz. Yuvanın
dağılmasına, câna kıyılmasına bile sebeb olur. Bir evde gadab eden kimse yok
ise, orada se’âdet, râhat ve huzûr, neş’e vardır. Kızan kimse varsa, orada,
râhat, huzûr ve neş’e bulunmaz. Erkek ile zevcesi arasında ve ana ile evlâdı
arasında geçimsizlik, hattâ, düşmanlık eksik olmaz. Ahkâm-ı islâmiyyeye
uymanın, se’âdet ve râhatlık ve neş’e getireceği buradan da anlaşılmakdadır.
Ahkâm-ı islâmiyyeye uyan kâfirler de dünyâda se’âdete kavuşurlar.
Câhiller, ahmaklar,
gadaba ve tehevvüre şecâ’at ve erkeklik ve izzet-i nefs ve gayret ve hamiyyet
diyorlar. Bu, güzel ismlerle gadab kötü huyunu süslüyorlar, güzelleşdiriyorlar.
Gadab etmenin iyi olduğunu anlatıyorlar. Bunu medh etmek için, büyüklerin gadab
etdiklerini gösteren hikâyeler de, anlatıyorlar. Böyle yapmak, câhillikdir.
Aklın noksan olduğunu gösterir. Bunun içindir ki, hasta, sağlam olandan, kadın,
erkekden, ihtiyâr da, gençden dahâ çabuk kızmakdadır. Otuz yaşından küçük olana
genç, otuz ile elli arasında olana yetişkin adam, elli yaşından yukarı olana
şeyh, ya’nî ihtiyâr [yetmişden sonra pîr-i fânî] denir.
İslâmiyyetden, kitâbdan
almayıp da, kendi kafasından çıkarıp, sert, hiddetli va’z vereni dinlememek de,
bunun gadabına sebeb olur. Bunun ilâcı, doğruyu, yumuşak ve tatlı söylemekdir.
Hazret-i Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” çölde gidiyorlardı. Bir
ihtiyârın abdest aldığını gördüler. Abdesti doğru almıyor, şartlarına
uymuyordu. Yaşlı olduğu için, böyle abdest sahîh olmaz demeğe sıkıldılar.
Yanına giderek, mubârek efendim! Birbirimizden dahâ iyi abdest aldığımızı
söylüyoruz. Bir abdest alalım. Hangimizin haklı olduğunu bize bildir, dediler.
Önce Hasen, sonra Hüseyn güzel bir abdest aldılar. İhtiyâr, dikkatle bakdı.
Evlâdlarım! Abdest almasını şimdi sizden öğrendim, dedi. İbrâhîm aleyhisselâm,
ikiyüz mecûsîye ziyâfet verdi. Bize ne emr edersen yapalım dediler. Sizden bir
dileğim var, buyurdu. O nedir? dediklerinde, benim Rabbime bir kerre secde
etmenizi istiyorum dedi. Aralarında konuşdular. Bu ihtiyârın ihsânları, zi-
yâfetleri meşhûrdur. Bunu kırmayıp, bir secde eder,
sonra gidip yine tanrılarımıza tapınırız. Bir zararı olmaz dediler. Bunlar
secdede iken, İbrâhîm aleyhisselâm, (Yâ Rabbî! Gücümün yetdiği bu kadar! Dahâ
fazlasını yapdırmak elimden gelmiyor. Bunları hidâyete, se’âdete kavuşdurmak,
ancak senin kudretindedir. Bunlara müslimânlık nasîb eyle!) dedi. Düâsı kabûl
olup, hepsi müslimân oldu. Harâm işleyecek kimseye gizlice nasîhat edilir.
Harâm işlemekde olana, tatlılıkla orada söylenir. Herkese önce gizli, tenhâda
nasîhat vermek, dahâ te’sîrli olur.
Birinin sözünü yanlış
anlamak da, gadabına sebeb olur. Böyle zemânlarda az ve açık söylemek, şübheli
kelimeler kullanmamak lâzımdır. Birşeyi kapalı anlatmak, dinliyene sıkıntı
verir. Onu incitir. Emr-i ma’rûf yapmanın üç şartı vardır: Birincisi, Allahü
teâlânın emrini ve yasağını bildirmeğe niyyet etmekdir. İkincisi, söylediğinin
vesîkasını, kaynağını bilmekdir. Üçüncüsü, hâsıl olacak sıkıntılara sabr
etmekdir. Yumuşak söylemek, sertlik yapmamak lâzımdır. Sert söyliyen ve
münâkaşa eden fitne çıkmasına sebeb olur. Hazret-i Ömer halîfe iken, Abdüllah
ibni Mes’ûd ile “radıyallahü anhüm” bir gece Medîne içinde dolaşıyorlardı. Bir
kapıdan tegannî, şarkı söyliyen kadın sesi duydu. Kapı deliğinden içerisini
gözetledi. Önünde şerâb şişesi, karşısında şarkıcı bir kız bulunan ihtiyâr
gördü. Hemen pencereden içeri girdi. Yâ Emîrelmü’minîn! Allahü teâlânın rızâsı
için beni dinler misin? deyince, söyle bakalım, buyurdu. Ben, Allahü teâlâya
bir isyânda bulundum. Fekat sen, onun üç emrine isyân etdin, dedi. Nedir onlar?
deyince, Allahü teâlâ, başkasının evini gözetlemeyiniz buyuruyor. Sen, kapıdan
içerisini gözetledin. Allahü teâlâ, başkasının evine izn almadan girmeyiniz
buyurdu. Sen iznsiz girdin. Allahü teâlâ, evlere kapılarından giriniz ve selâm
veriniz buyurdu, sen ise, pencereden girdin ve selâm vermedin, dedi. Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buna adâlet ile ve insâf ile cevâb vererek, doğru
söyledin dedi ve ondan afv diledi. Ağlayarak dışarı çıkdı.
Nasîhat verene ve bütün
müslimânlara hüsn-i zan etmek, iyi karşılamak lâzımdır. Sözlerini, mümkin
olduğu kadar iyiye yormalıdır. Müslimânın hayrlı ve sâlih olduğuna inanmak,
ibâdet olur. Bir müslimâna sû-i zan ederek ona inanmamak, kötü huylu olmayı
gösterir. İşitilen sözü, anlamaya çalışmalı, anlıyamadığını sormalıdır. Söz
sâhibine hemen sû-i zan etmemelidir. Şeytânın kalbe getirdiği vesveselerden en
çok başardığı, sû-i zan vesvesesidir. Sû-i zan etmek harâmdır. Bir sözden iyi
ma’nâ çıkarmağa imkân bulunamazsa, bunun hatâ ile, yanlışlıkla veyâ unutarak
söylene-
bileceği düşünülmelidir.
Bir fakîr, bir zenginden
birşey isteyip, zengin vermeyince, her ikisi de gadaba gelebilir.
Bir işle meşgûl olana,
düşünceli olana, üzüntülü olana, sıkıntıda olana bir şey söylemek, birşey
sormak, onu gadaba getirmeğe sebeb olabilir. Çocuğun ağlaması, bağırması,
hayvânın bağırması da böyledir. Böyle gadaba gelmek çok çirkindir. Cansızların
hareketinden gadaba gelenler görülmüşdür. Bu, dahâ kötüdür. Koyduğu yerden
kayarsa, keseri vurunca kırılmazsa, kızarak söven, vuran, helâk eden, yakan
kimseler görülmüşdür. Kendi yapdığına kızan, bunun için kendine söven, kendine
vuran da yok değildir. İbâdetde kusûr etdiği için, kendine kızmak iyidir.
Dîninde gayret olur, sevâb olur. Emrleri ve yasakları sebebi ile hükûmete,
hükûmet reîsine, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve hattâ Allahü
teâlâya karşı gadaba gelmek, hepsinden fenâdır. Küfre sebeb olur. (Gadab, îmânı bozar) hadîs-i
şerîfi, Allahü teâlâya, Resûlullaha karşı gadabın küfr olduğunu
göstermekdedir.
Harâm işliyeni görünce,
gadaba gelmek, iyidir. Din gayretinden ileri gelir. Fekat, kızınca aklın ve
islâmiyyetin dışına taşmamak lâzımdır. Ona, kâfir, münâfık, deyyûs ve diğer
fuhş, çirkin şeyler söylemek, harâm olur. Söyliyenin ta’zîr edilmesi,
cezâlandırılması lâzım olur. Harâm işliyeni görenin, buna câhil veyâ ahmak
demesine izn verilmiş ise de, yumuşak, tatlı söyliyerek nasîhat vermek, iyi
olur. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, her zemân yumuşak söylemeği sever) buyuruldu.
Harâm işliyeni, kanûnlara karşı geleni, hükûmet me’mûrunun, polisin güç
kullanarak men’ etmesi lâzımdır. Fekat, lüzûmundan fazla dövmesi, işkence
yapması, zulm olur, günâh olur. Devlet me’mûru yoksa, gücü yetenin de men’
etmesi, ta’zîr etmesi lâzım olur. Ölüm, evini yıkmak cezâları, ancak hükûmet ve
hâkim tarafından yapılır. Lüzûmundan fazla cezâ yapmak, zulm olur.
Muhtesiblerin ya’nî emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapan hükûmet me’mûrlarının
işkence yapmaları harâmdır.
Gadabın mukâbili,
karşılığı hilmdir. Hilm, gadabını yenmekden dahâ efdaldir. Hilm, gadaba
gelmemek demekdir. Aklın çokluğuna alâmetdir. Hadîs-i
şerîfde, (Gadaba sebeb olan şey karşısında
hilm göstereni, Allahü teâlâ sever) ve (Allahü
teâlâ, hayâ ve hilm ve iffet sâhiblerini sever. Fuhş söyliyenleri ve
sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez) buyuruldu. İffet, başkasının
malına göz dikmemekdir. Fuhş, çirkin, ayb şeylerdir. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yâ Rabbî! Bana ilm
ve hilm ve tak-
vâ ve âfiyet ihsân eyle!) düâsını çok söylerdi. İlm-i nâfi’, kelâm, fıkh ve
ahlâk ilmleridir. Âfiyet, dînin ve i’tikâdın bid’atlerden, amelin ve ibâdetin
âfetlerden, nefsin şehvetlerden, kalbin hevâ ve vesveseden ve bedenin
hastalıklardan selâmet bulması, kurtulması demekdir. Resûlullahdan
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” düâların efdali hangisidir diye soruldukda,
(Allahü teâlâdan âfiyet isteyiniz. Îmândan sonra,
âfiyetden dahâ büyük ni’met yokdur) buyurdu. [Âfiyete kavuşmak için,
çok istigfâr etmelidir.] Hadîs-i şerîfde, (İlm ve sekîne sâhibi olunuz! Öğrenirken ve öğretirken
yumuşak söyleyiniz! İlm ile tekebbür etmeyiniz!) buyuruldu. Sekîne,
ağır başlı, vekar sâhibi olmakdır. Hadîs-i şerîfde,
(İslâmiyyete uyan ve yumuşak olan kimseyi, Cehennem
ateşi yakmaz) ve (Yumuşak olmak, bereket
getirir. İşinde taşkınlık ve gevşeklik yapmak, gaflete sebeb olur) buyuruldu.
Hadîs-i şerîfde, (Rıfk
sâhibi olmıyan kimseden hayr gelmez!) ve (Rıfk,
insana zînet verir, kusûrlarını giderir) buyuruldu.
Düşmana kızmamalı, hafîf
sesle (Allah cezânı versin) demelidir. Allahü teâlâ, haksız olana, çok acı cezâ
verir.
Hadîs-i şerîfde, (İlm, öğrenmekle, hilm de gayret ile hâsıl olur. Allahü teâlâ, hayrlı şey için çalışanı, maksadına kavuşdurur. Kötülükden sakınanı, ondan korur) buyuruldu.