12 - Kalb hastalıklarının
onikincisi (Kibr)dir. Kibr, kendisini
başkasından üstün görmekdir. Kendini ondan üstün görmekle, kalbi râhat eder. (Ucb) da kendini ondan üstün bilmekdir. Burada
başkasını düşünmez. Kendini ve ibâdetlerini beğenir. Kibr; kötü huydur.
Harâmdır. Hâlıkını, Rabbini unutmanın alâmetidir. Çok din adamı, bu kötü
hastalığa yakalanmışdır. Hadîs-i şerîfde, (Kalbinde zerre kadar kibr bulunan kimse Cennete girmez) buyuruldu.
Kibrin aksine (Tevâdu’) denir. Tevâdu’
kendini başkaları ile bir görmekdir. Başkalarından dahâ üstün ve dahâ aşağı
görmemekdir. Tevâdu’, insan için çok iyi bir huydur. Hadîs-i
şerîfde, (Tevâdu’ edene müjdeler olsun) buyuruldu.
Tevadû’ sâhibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskîn olmaz.
Mâlını halâldan kazanıp çok hediyye verir. Âlimlerle ve fen adamları ile
tanışır. Fakîrlere merhamet eder. Hadîs-i şerîfde,
(Tevâdu’ eden, halâl kazanan, huyu güzel olan,
herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır) ve (Allah için tevâdu’ edeni, Allahü teâlâ yükseltir) buyuruldu.
Tekebbür edene, ya’nî kibr sâhibi olana karşı tekebbür etmek câizdir. Allahü
teâlâ, kullarına karşı mütekebbirdir. Allahü teâlâ, kibriyâ sâhibidir. Kibr
sâhibine tekebbür etmek, sadaka vermek gibi sevâbdır. Kibr sâhibine karşı
tevâdu’ eden kimse, kendisine zulm etmiş olur. Bid’at sâhiblerine ve zenginlere
karşı da tekebbür etmek câizdir. Bu tekebbür kendini yüksek göstermek için
değildir. Onlara ders vermek, gafletden uyandırmak içindir. Harbde düşmana
karşı tekebbür etmek sevâbdır. Bu tekebbüre (Huyelâ)
denir. Sadaka verirken, neş’e ve sevinç ile karışık tekebbür etmek
lâzımdır. Sadaka verenin tekebbür etmesi, fakîre karşı değildir. Verdiği mâlı
küçültmekdir. Mâla kıymet vermediğini gösterir. Hadîs-i şerîfde, (Veren el, alandan yüksekdir) buyuruldu. Riyâ,
gösteriş yapanlara karşı da tekebbür etmek câizdir. Kendinden aşağı olanlara
karşı tevâdu’ göstermek iyi ise de, bunun ifrâta kaçmaması, ya’nî aşırı
olmaması lâzımdır. Aşırı olan tevâdu’a (Temelluk) denir.
Temelluk, ancak üstâda ve âlime karşı câizdir. Başkalarına karşı câiz değildir.
Hadîs-i şerîfde, (Temelluk,
müslimân ahlâkından değildir) buyuruldu. Şi’r:
Mu’allim ile tabîbe
temelluk etmek lâzımdır.
Biri bâtın, biri
zâhir, tedâvîsine hâdimdir.
Kibr çeşidlerinin en
kötüsü Allahü teâlâya karşı kibrli ol-
makdır. Nemrûd böyle idi. Tanrı olduğunu i’lân
etdi. Allahü teâlânın nasîhat vermek için gönderdiği Peygamberi “aleyhissalâtü
vesselâm” ateşe atdı. Fir’avn da böyle ahmaklardan biri idi. Mısırda
ülûhiyyetini i’lân etdi. Ben sizin güçlü tanrınızım dedi. Allahü teâlâ, nasîhat
vermek için, Mûsâ aleyhisselâmı gönderdi. Buna inanmadı. Allahü teâlâ, onu
Süveyş denizinde boğdu. Bunlar gibi, bu dünyânın yaratıcısına inanmayanlara (Dehrî), ateist denir. [Her asrda böyle ahmaklar
gelmişdir. Mao gibi, Stalin gibi zâlimler, milyonlarca insanı öldürerek ve
işkence yaparak ve din, islâm adamlarını ve kitâblarını yok ederek,
milletlerini sindirmişler, korkutmuşlardır. Her istediklerini zorla yapdırarak
şımarmışlardır. İlâha, ma’bûda mahsûs üstünlüklere mâlik olduklarını sanmışlar
ve söylemişlerdir. İslâm kitâblarının yurdlarına sokulmasını, okunmasını yasak
etmişler, dinden, Allahü teâlâdan bahs edenleri öldürmüşlerdir. Allahü teâlânın
kahrından, gadabından kurtulamayıp yok olmuşlar. Târîhde geçen bütün zâlimler
gibi, la’net ve nefret ile anılmışlardır. İhtilâl ve hîle yolu ile, ba’zı arab
memleketlerinin başına geçen, zehrli propagandalarla beyinleri yıkanmış,
zâlimler, diktatörler de, o ateistleri taklîd ediyor, islâm düşmanlığı
yapıyorlar. Târîh kitâblarında okudukları zâlimlerin feci’ âkıbetlerinden ibret
almıyorlar. Dünyâda, âhıretde başlarına gelecek olan azâbları, felâketleri hiç
düşünmiyorlar.]
Resûlullaha “sallallahü
aleyhi ve sellem” karşı da tekebbür edenler çok işitildi. Allahın gönderdiği
Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” bu mudur? dediler. Bu Kur’ân, Mekke şehrinin
ileri gelenlerine indirilseydi iyi olurdu dediler. Târîh boyunca, islâmın
büyüklerine karşı da, böyle tekebbür edenler, alay edenler, hiç eksik olmadı.
Bu tekebbürler, âciz, za’îf, elinden birşey gelmeyen, hattâ kendinden ve
bedeninin yapısından haberi olmıyan kulun, kendi mâlikine, sâhibine, kuvveti,
gücü sonsuz olan Rabbine karşı bir savaş idi. Vaktiyle iblîs de, böyle tekebbür
etdi. Meleklere, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emr olununca, toprağa
karşı niçin secde edeyim? Ben ondan dahâ üstünüm. Beni ateşden, onu çamurdan
yaratdın diyerek, Rabbine karşı geldi. Ateşin alevini, latîfliğini ve ışık
yaydığını görünce, onu sudan ve toprakdan üstün sandı. Hâlbuki üstünlük,
kendini üstün görmekde değil, tevâdu’ göstermekdedir. Cennetde toprak vardır ve
misk gibi kokacakdır. Cennetde ateş yokdur. Ateş, Cehennemde azâb vâsıtasıdır.
Ateş, harâb etmeğe, toprak, binâ yapmağa yarar. Mahlûklar toprak üstünde
yaşamakdadır. Hazîneler, defîneler toprakda bulunur. Kâ’be toprakdan
yapılmışdır. Ateşin ışığı gecelere son verir, gündüzü getirir ise de, toprakdan
çiçekler,
meyveler hâsıl olmakdadır. Kâinâtın, varlıkların en
üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın yeri toprakdır.
Hadîs-i şerîflerde, (Allahü teâlâ
buyuruyor ki, kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsûsdur. Bu ikisinde bana
ortak olanı Cehenneme atarım, hiç acımam) ve (Kalbinde zerre kadar kibr olan Cennete girmeyecekdir) buyurdukda,
güzel elbise giymeği ve temiz na’lın kullanmağı seven kimse, böyle midir?
denildi. Cevâbında, (Allahü teâlâ cemîldir. Cemâl
sâhiblerini sever) buyurdu. [Çirkin, iğrenç olmamak için,
çirkinlikle meşhûr olmamak için yapılan temizliğe, güzelliğe, cemâl sâhibi
olmak denir. İhtiyâc eşyâsını, hoş ve sevimli görünecek şeklde kullanmak, cemâl
olur. Süslenmek, güzel görünerek, başkasına üstünlük sağlamak için, bedeninde,
elbisesinde, eşyâsında yapılan değişikliklere zînet denir. Bedenini, sıhhatini,
şerefini, değerini korumak için ihtiyâc olunandan fazla şeylerdir. Erkeklerin
her yerde, kadınların ise, yabancı erkeklerin yanında, zînet eşyâsı
kullanmaları câiz değildir.] Allahü teâlânın her işi güzeldir. Ahlâkı güzel
olanları sever. Bu hadîs-i şerîf, kibr sâhiblerinin, diğer günâh işliyenler
gibi, azâbsız hemen Cennete giremiyeceklerini bildirmekdedir. Cennete
girmeyenlerin gidecekleri yer Cehennemdir. Çünki, âhıretde bu ikisinden başka
gidecek yer yokdur. Zerre kadar îmânı olan, Cehennemde sonsuz kalmayacak, Cennete
gidecekdir. Büyük günâh işleyip de tevbe etmeyen, şefâ’ate, afva kavuşmayan
mü’min, Cehennemde, günâhlarının karşılığı olan azâbları çekdikden sonra,
çıkarılacak, Cennete sokulacakdır. Cennete giren, Cennetden hiç çıkmayacakdır. Hadîs-i şerîfde, (Kibri
ve hıyâneti ve kul borcu olmayan mü’min, hesâbsız Cennete girecekdir) ve
(Kul hakkı, mü’minin aybı, kusûrudur) buyuruldu.
Nafaka için ödünç almak ve mâlı olunca, hemen ödemek lâzımdır. Yukardaki
hadîs-i şerîfde, ihtiyâc olmadan alınan ve malı olunca ödenmeyen ve harâm
yollarla alınan borc ve zevcesine olan mehr borcu ve din bilgisi öğretmek borcu
bildirilmekdedir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” vefât edeceği zemân, (Yâ Alî!
Filân yehûdîye borcum vardır. Onu öde!) buyurdu. Yehûdîden ödünç arpa
almışdı. Ödenmesi için vasıyyet buyurdu. Yehûdî âlimlerinin büyüklerinden iken,
Resûlullah ile “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kerre konuşmakla, hak
Peygamber olduğunu anlayarak îmâna gelen Abdüllah bin Selâm “radıyallahü teâlâ
anh”, sırtında odun demeti taşıyordu. Bunu görenler, o kadar çok mâlın, paran
var iken, niçin bu zahmeti çekiyorsun dediklerinde, nefsimi kibrden kurtarmak
için dedi. Zenginin, hammâl ücreti vermemek için, mâlını kendi götürmesi,
tezellüldür, aşağılıkdır. Sünne-
te uymak ve nefsini kırmak için götürmesi iyidir ve
sevâbdır. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ kıyâmet günü, üç kimse ile konuşmıyacak,
hepsine çok acı azâb yapacakdır: Zinâ eden ihtiyâr, yalan söyliyen hükûmet
reîsi ve kibrli olan fakîr) buyuruldu. Ömer “radıyallahü anh”, Şâma
gelince, Ebû Ubeyde bin Cerrâh “radıyallahü teâlâ anh”, emrinde olanlarla
birlikde karşıladı. Halîfe devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Çünki,
kölesi ile nevbet ile biniyorlardı. O sâat, binme sırası köleye gelmişdi.
Kendisi yuları tutdu, su kenârından geçerken mestlerini çıkardı. Ayaklarını
suya sokdu. Şâm ordusunun kumandanı olan Ebû Ubeyde “radıyallahü teâlâ anh”, yâ
halîfe! Böyle ne yapıyorsun? Bütün Şâmlılar, bilhâssa rûmlar, müslimânların
halîfesini görmek için toplandılar. Sana bakıyorlar. Bu yapdığını
beğenmiyecekler deyince, yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözün, burada toplananlar için
çok zararlıdır. İşitenler insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekde ve süslü
elbise giymekde sanacaklar. Şerefin, müslimân olmakda ve ibâdet yapmakda olduğunu
anlamıyacaklar. Biz aşağı, bayağı insanlardık. [Acem şâhlarının elinde esîr
idik.] Allahü teâlâ müslimân yapmakla bizleri şereflendirdi. Allahü teâlânın
verdiği bu izzetden, bu şerefden başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine
zelîl eder. Herşeyden aşağı eder buyurdu. İzzet, islâmdadır. İslâmın ahkâmına
uyan, azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, se’âdeti başka şeylerde
arayan zelîl olur dedi. İslâmın emrlerinden biri tevâdu’dur. Tevâdu’ gösteren
azîz olur. Yükselir. Tekebbür eden zelîl olur.
Bir hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet
günü, dünyâdaki kibr sâhibleri küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabrden
çıkarılacakdır. Karınca gibi, fekat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları
hakîr göreceklerdir. Cehennemin en derin ve azâbı en şiddetli olan Bolis
çukuruna sokulacaklardır. Buraya girenler kurtulmakdan me’yûs oldukları için
Bolis denilmişdir. Ateş içinde gayb olacaklardır. Su istediklerinde kendilerine
Cehennemdekilerin irinleri verilecekdir) buyuruldu. Medîne vâlîsi
olan Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh”, odun demeti taşıyordu. Muhammed bin
Ziyâd “rahime-hullahü teâlâ”, bunu tanıyarak, yanındakilere, yol verin, emîr
geliyor dedi. Gençler vâlînin böyle tevâdu’una hayret etdiler. Hadîs-i şerîfde, (Önceki
ümmetlerde kibr sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i
ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yutdu) ve (Merkebe
binmek, yün elbise giymek ve koyunun sütünü sağmak, kibrsizlik alâmetidir) buyuruldu.
Kibrin başlıca yedi
sebebi vardır: İlm, ya’nî din bilgileri, ibâdet, neseb, cemâl, kuvvet, mâl,
mevkı’. Bu sıfatlar câhillerde bu-
lununca kibre sebeb olurlar.
İlm kibre sebeb olduğu
gibi, kibrin ilâcı da ilmdir. Kibre sebeb olan ilmin ilâcı çok zordur. Çünki
ilm, çok kıymetli bir şeydir. Bunun için, ilm sâhibi kendini üstün ve şerefli
sanır. Böyle kimsenin ilmine cehl demek dahâ doğru olur. Hakîkî ilm, insana
aczini, kusûrunu ve Rabbinin büyüklüğünü, üstünlüğünü bildirir. Hâlıkına karşı
korkusunu ve mahlûklara karşı tevâdu’unu artdırır. Kul haklarına ehemmiyyet
verir. Böyle ilmi öğretmek ve öğrenmek farzdır. Buna (İlm-i nâfi’) denir. İhlâs ile ibâdet etmeğe sebeb olur. Kibre
sebeb olan ilmin ilâcı iki şeyi bilmekle olur. Birincisi, ilmin kıymetli,
şerefli olması, sâlih niyyete bağlıdır. Cehâletden ve nefsinin hevâsından kurtulmak
için öğrenmek lâzımdır. İmâm olmak, müftî olmak, din adamı tanınmak için
öğrenmemek lâzımdır. İkincisi, ilmi ile amel etmek ve başkalarına öğretmek ve
bunları ihlâs ile yapmak lâzımdır. Amel ve ihlâs ile olmayan ilm zararlıdır. Hadîs-i şerîfde, (Allah
için olmayan ilmin sâhibi Cehennemde ateşler üzerine oturtulacakdır) buyuruldu.
Mâl, mevkı’ ve şöhret için ilm sâhibi olmak böyledir. Dünyâlık ele geçirmek
için ilm öğrenmek, ya’nî dîni dünyâya vesîle etmek, altın kaşıkla necâset
yimeğe benzer. Dîni dünyâ kazancına âlet edenler, din hırsızlarıdır. Hadîs-i şerîfde, (Din
bilgilerini dünyâlık ele geçirmek için edinenler, Cennetin kokusunu
duymayacaklardır) buyuruldu. Fen bilgilerini dünyâ menfe’ati için
öğrenmek câizdir. Hattâ lâzımdır. Hadîs-i şerîfde,
(Bu ümmetin
âlimleri iki dürlü olacakdır: Birincileri, ilmleri ile insanlara fâideli
olacakdır. Onlardan bir karşılık beklemiyeceklerdir. Böyle olan insana
denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvânlar ve havadaki kuşlar düâ
edeceklerdir. İlmi başkalarına fâideli olmayan, ilmini dünyâlık ele geçirmek
için kullananlara kıyâmetde Cehennem ateşinden yular vurulacakdır) buyuruldu. Yerde ve gökde bulunan mahlûkların
hepsinin tesbîh etdiklerini Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i şerîfindeki âlim, Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” yolunda olan, Onun yoluna uyan din âlimi demekdir.
İslâmiyyete uyan âlim, etrâfına ziyâ saçan ışık kaynağı gibidir. (Kıyâmet günü bir din adamı getirilip Cehenneme atılır.
Cehennemdeki tanıdıkları etrâfına toplanıp, sen dünyâda Allahın emrlerini
bildirirdin. Niçin bu azâba düşdün derler. Evet, günâhdır yapmayın derdim,
kendim yapardım. Yapınız dediklerimi de yapmazdım. Bunun için, cezâsını
çekiyorum der) ve (Mi’râc gecesi göğe
götürülürken insanlar gördüm. Ateşden makaslarla dudaklarını kesiyorlar.
Bunların kim olduklarını Cebrâîle sordum. Ümmetinin hatîblerinden,
vâizlerinden,
kendilerinin yapmadıklarını yapınız
diyenlerdir dedi) ve (Cehennem zebânîleri, günâh işliyen hâfızlara, puta
tapanlardan dahâ önce azâb yapacaklardır. Çünki bilerek yapılan günâh,
bilmiyerek yapılandan dahâ kötüdür) hadîs-i
şerîfleri meşhûrdur. Eshâb-ı kirâm çok âlim oldukları için küçük
günâhlardan da, büyük günâhlar gibi korkarlardı. Buradaki hâfızlar, Tevrât
hâfızları olsa gerekdir. Çünki günâh işleyen müslimânlara kâfirlerden dahâ
şiddetli azâb yapılmayacakdır. Yâhud, bu ümmetden olup da, günâhlardan,
harâmlardan sakınmağa ehemmiyyet vermeyip, kâfir olan hâfızlardır. Hadîs-i şerîfde, (Âlimler
devlet adamlarına karışmadıkca ve dünyâlık toplamak peşinde olmadıkca,
Peygamberlerin emînleridir. Dünyâlık toplamağa başlayınca ve hükûmet
adamlarının arasına karışınca, bu emânete hıyânet etmiş olurlar) buyuruldu.
Emânetcinin kendisine bırakılan mâlları muhâfaza etmekde emîn olması lâzım
geldiği gibi, din âliminin de, islâm bilgilerini bozulmakdan muhâfaza etmekde
emîn olması lâzımdır. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, Kâ’beyi tavâf ediyorken, hangi insan dahâ kötüdür? diye
soruldu. (Kötü olanı sorma! İyi olanları sor.
Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür) buyurdu. Çünki âlimler,
bilerek günâh işlemekdedir. Îsâ aleyhisselâm, (Kötü âlimler, su yolunu kapayan
kaya gibidir. Su, kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mâni’ olur) dedi. Kötü din
adamı, kanalizasyona benzer. Görünüşde, sağlam, san’at eseridir. İçi ise,
pislik doludur. Hadîs-i şerîfde,
(Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi kendisine fâideli
olmıyan din adamınadır) buyuruldu. Bunun için, münâfıklar, ya’nî
müslimân görünen kâfirler, Cehennemin dibine gideceklerdir. Çünki, bunlar
işitdikleri, bildikleri hâlde, inâd ederek, kâfir olmuşlardır. İlm sâhibi,
ya’nî din bilgilerini öğrenen kimse, yâ sonsuz se’âdete kavuşur, yâhud
nihâyetsiz felâkete dûçâr olur. Hadîs-i şerîfde,
(Cehennemde azâb çekenlerden ba’zıları, kötü
kokular yayar. Bu koku diğerlerine ateşden dahâ fazla azâb verir. Sen ne günâh
işledin ki, böyle pis koku çıkarıyorsun denildikde, ben din adamı idim.
Bildiklerimi yapmazdım der) buyuruldu. Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ
anh” diyor ki, (İlmi ile âmil olmıyan din adamına âlim denilmez.) İblîs, bütün
dinleri biliyordu. Fekat ilmi ile amel etmedi. Çölde kalan kimsenin yanında on
aded kılınc ve çeşidli silâhlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok
cesûr olsa, kendisine hücûm eden arslana karşı kullanmadıkca, bu silâhların
fâidesi olur mu? Elbette olmaz. Bunun gibi, din bilgilerinden yüzbin mes’ele
öğrense, bunları kullanmadıkca, fâidelerini görmez. Hasta olan kimse de,
derdinin en fâideli ilâcı bulunsa, kullanmadık-
ca, fâidesini görmez.
(Âhir
zemânda ibâdet edenlerin çoğu din câhili olacakdır. Din adamlarının çoğu da
fâsık olacakdır) hadîs-i
şerîfinde bildirilen fâsık din
adamları, dünyâlık ele geçirmek için, hükûmet adamları arasına karışacaklardır.
Süfyân-ı Sevrî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, Cehennemde ateşden bir vâdî
vardır. Bu vâdîde, hükûmet adamları arasına karışan riyâkâr hâfızlar azâb
göreceklerdir. Yine Süfyân diyor ki, ilmde o kadar ilerledim ki, bir âyet-i
kerîmeye otuzüç dürlü ma’nâ veriyordum. Sultânın ziyâfetine gitdim. Yidiğim
lokmaların te’sîri ile bildiklerimin hepsini unutdum. Muhammed bin Seleme
“rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, dünyâ menfe’ati için hükûmet adamlarının
kapısında bekliyen bir hâfızın hâli, pislik üzerine konmuş olan sineğin
hâlinden dahâ kötüdür.
(Allahü
teâlânın ihsân etdiği ilmi, insanlara öğretmiyen kimseye, kıyâmet günü ateşden
yular bağlanacakdır) hadîs-i
şerîfi, yukarıda bildirilmişdi. İlmi,
ehlinden saklayan din adamları böyle olacakdır. Nisâ
sûresinin, (Mallarınızı
sefîhlere vermeyiniz!) meâlindeki beşinci âyet-i kerîmesi, alçaklara, münâfıklara ilm
öğretmeyi men’ etmekdedir.
(İslâmiyyet
her tarafa yayılacakdır. Hattâ, islâm tâcirleri, ticâret için büyük denizlerde
serbest yolculuk yapacaklar ve gâzilerin atları başka memleketlere yayılacaklardır.
Sonra, hâfızlar türeyecek, benden dahâ iyi okuyan var mı? Benden dahâ çok bilen
var mı? diyeceklerdir. Cehennemin odunları bunlardır) hadîs-i şerîfinden anlaşılıyor ki, riyâ ile okumaları ve
tekebbür etmeleri kendilerini Cehenneme sürükleyecekdir.
Hadîs-i şerîfde, (Âlim olduğunu
söyliyen kimse, câhildir) buyuruldu. Her sorulana cevâb veren, her
gördüğünden ma’nâ çıkaran ve her yerde bilgi satan kimse, câhilliğini ortaya
koyar. Bilmiyorum, öğrenip de söylerim diyen kimsenin, derin âlim olduğu anlaşılır.
Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, en
kıymetli yer neresidir, denildikde, (Bilmiyorum,
Rabbim bildirirse söylerim) demişdir. Bunu Cebrâîl aleyhisselâma
sormuş, ondan da, aynı cevâbı almışdır. O da, Allahü
teâlâya sormuş, (Mescidler)dir
cevâbını almışdır. A’râf sûresinin (Afv et ve ma’rûfu emr et) meâlindeki yüzdoksansekizinci
âyet-i kerîmesi gelince, Cebrâîl aleyhisselâmdan bunu açıklamasını
istemiş, o da, Rabbimden öğreneyim, diyerek gitmişdir. Tekrâr geldiğinde, Allahü teâlâ, (Senden uzaklaşana yaklaş! Senden esirgeyene ihsân et! Sana
zulm edenleri afv et!) emrini verdi
dedi. Şa’bî “rahime-hullahü teâlâ”, kendisine sorulanlardan birine bilmiyorum
deyince, sen
Irak memleketinin müftîsisin. Bilmiyorum demek,
sana yakışır mı? dediklerinde, meleklerin üstünleri bilmiyoruz dediler. Benim
söylememden ne çıkar, buyurdu. İmâm-ı Ebû Yûsüf “rahime-hullahü teâlâ”, bir
sü’âle bilmiyorum deyince, hem Beyt-ül-mâldan ma’âş alıyorsun, hem de cevâb
vermiyorsun, dediler. (Beyt-ül-mâldan, bildiklerim kadar ücret alıyorum.
Bilmediklerim için alsaydım, Beyt-ül-mâlda bulunanların hepsi yetişmezdi) dedi.
Nefsine uymayan câhil ile arkadaşlık etmek, nefsinin esîri olan din adamı ile
arkadaşlık etmekden iyidir. Din adamı olduğu için tekebbür etmek, câhil olmanın
alâmetidir. Çünki, ilm, tevâdu’a sebeb olur, kibrden men’ eder.
Tekebbür etmek harâmdır.
Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibr ve Kibriyâ sıfatı, ona mahsûsdur.
İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar
yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Kibrin
zararını bilmeyen kimse için âlim demek, yalan olur. İnsanın ilmi artdıkca,
Allahü teâlâdan korkması artar. Günâh işlemeğe cesâret edemez. Bunun için,
Peygamberler “aleyhimüsselâm”, tevâdu’ sâhibi idiler. Allahü teâlâdan çok
korkarlardı. Kendilerinde kibr ve ucb gibi kötü huylar hiç yokdu. Küçüklere,
fâsıklara ve fâcirlere karşı da kibrli olmamalıdır. Yalnız, tekebbür sâhibine
karşı tekebbür etmek lâzımdır. Bir âlim, câhili görünce, bu, bilmediği için
günâh işliyor. Ben ise, bilerek işliyorum, demelidir. Bir âlimi görünce, bu
benden dahâ çok biliyor ve ilminin hakkını veriyor. İhlâs ile amel yapıyor. Ben
böyle değilim, demelidir. Kendinden dahâ yaşlı bir kimseyi görünce, bu benden
dahâ çok ibâdet etdi, demelidir. Gençleri görünce, bunların günâhı az, benim
günâhlarım çok demelidir. Kendi yaşındakileri görünce, günâhlarımı biliyorum,
onun ne yapdığını bilmiyorum. Bilinen kötülükleri tahkîr etmek lâzımdır,
demelidir. Bir bid’at sâhibini veyâ kâfiri görünce, insanın hâli son nefesde
belli olur. Acaba benim hâlim ne olacak, demeli, bunlara da tekebbür
etmemelidir. Fekat, bunları sevmemelidir. Hele, küfrü, bid’ati yaymağa uğraşan (Dinde Reformcular), Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” sünnetine düşmandırlar. Sünnetin nûrlarını söndürmeğe ve
bid’ati, dalâleti yaymağa ve Ehl-i sünnet âlimlerini “rahime-hümullahü teâlâ”
kötülemeğe ve âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâlar vererek,
islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışmakdadırlar.
[Kitâbevimizin bütün
yayınları, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitâblarından
terceme edilmişdir. Kendi düşüncelerimiz değildir. Kitâblarımızın hepsinde,
Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” büyüklüklerini, üstünlük-
lerini gençlere duyurmağa çalışıyoruz. Dünyâda ve
âhıretde se’âdete kavuşmak için, tek çârenin, Ehl-i sünnet âlimlerinin
“rahime-hümullahü teâlâ” kitâblarında gösterilen yol olduğunu bildiriyoruz. Bu
se’âdeti, kurtuluş yolunu insanlığa tanıtmağa uğraşıyoruz. Buna karşılık,
hiçbir dünyâ menfe’ati düşünmiyoruz. Kimseden birşey beklemiyoruz. Bid’at
sâhibleri, mezhebsizler, her çeşid islâm düşmanları, kitâblarımızın okunmasını,
yayılmasını istemiyebilir. Kitâblarımıza karşı şeytânca iftirâlar yapabilirler.
İlm sâhibi olmadıkları için, ilmî bir kusûr bulamıyorlar. Kitâblardan para
kazanıyor. Menfe’at sağlıyor da diyemezler. Bu kitâblar bozukdur. Bunları
okumayınız diyenler oluyor. Neresi bozuk? Gösterin denildikde, öyle işitdik,
öyle imiş diyorlar. Elhamdülillah! Uyanık gençler, bu bölücülere aldanmıyor.
Okuyanlar, hep artıyor.]
Bu yıkıcıları, bölücüleri
de sevmemelidir. Fekat, insanın kendi günâhlarını unutmaması ve ezelde kendi
hakkında nasıl takdîr olunduğunu ve son nefesinin nasıl olacağını düşünmesi
lâzımdır. Âhıretde kimin kimden üstün olacağı, dünyâda kesin olarak bilinemez.
Çok din adamı, kâfir olarak can vermişdir. Çok kâfirlere de îmân ile can vermek
nasîb olmuşdur. Şimdi, kâfire Cehennemlik, kendine Cennetlik diyen kimse, gaybı
bildiğini iddiâ etmiş olur. Bu ise, küfrdür. Çünki, Cennetlik ve Cehennemlik
olmak son nefesde belli olur. Son nefesin nasıl olacağını söylemek, gaybı
bilmek olur. Onun için, kimseye tekebbür etmek câiz değildir.
Süâl: (Kâfire ve bid’at sâhibine nehy-i münker yapmak,
nasîhat vermek lâzımdır. Kendini bunlardan aşağı gören kimse, onlara nasıl
nasîhat verebilir? Bundan başka, âdet-i ilâhiyye şöyledir ki, insan nasıl
yaşadı ise, öyle can verir. Bunun aksi olmuş ise de, nâdirdir. Hem de, Allahü
teâlâ, mü’minleri medh etmekde, îmânsızlardan üstün olduklarını bildirmekdedir)
denirse, buna (cevâb) olarak deriz ki,
onları sevmemek lâzım olması, Allahü teâlâ (Sevmeyiniz!)
dediği içindir. Onlardan dahâ üstün olduğumuz için değildir. Sultân,
küçük oğlunu, hizmetçisi ile bir yere gönderirken, çocuk kabâhat yaparsa,
darılmasını, hattâ dövmesini emr eder. Bu da, çocuk kabâhat yapınca, onu döver.
Fekat döverken, kendisinin çocukdan dahâ kıymetli olmadığını bilmekdedir. Ona
tekebbür edemez. Mü’minin kâfiri sevmemesi, buna benzemekdedir. Allahü teâlâ
mü’minlerin, kendilerinin değil, îmânlarının üstün olduğunu bildirdi. Îmân
kimde bulunursa, o üstün olur. Sonsuz üstünlük, son nefesde belli olur.
İbâdetin kıymetli olması
da, şartlara bağlıdır. Müslimân, (mâlâ-ya’nî) ile,
ya’nî fâidesiz şeyler ile vakt geçirmez. Hazret-i Ebû Bekr buyurdu ki, biz, bir
harâma düşmek korkusundan dolayı,
yetmiş halâli işlemekden sakınırdık. Bunun için,
kimse ibâdetine güvenmemelidir. Çok ibâdet yapdığı için tekebbür etmemelidir.
İbâdetin kabûl olması için, niyyetin hâlis olması, ya’nî yalnız Allahü teâlânın
rızâsı için yapılması lâzımdır. Bu ihlâsı elde etmek kolay değildir. Nefsi
temizlemek takvâ ile olur. Takvâ, harâmlardan sakınmak demekdir. Nefsi
temizlenmeyen kimsenin ibâdetlerini ihlâs ile yapması çok güçdür.
Babaları ile, dedeleri
ile övünmek ve tekebbür etmek, câhillik ve ahmaklıkdır. Kabil, Âdem
aleyhisselâmın oğlu idi. Ken’an, (Nûh aleyhisselâmın üç oğlundan biridir. Diğer
ismi Yâmdır. Kardeşi Yâfes din âlimi idi. Bu ise küfrden kurtulamadı.)
Babasının Peygamber olması, bunu küfrden kurtarmadı. İnsanın övündüğü dedeleri,
bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların sâlih
olmaları ile övünmemeli. Onlar gibi sâlih olmağa, onların yolunda bulunmağa
çalışmalıdır.
Kadınların çoğu,
güzellikleri ile tekebbür eder. Hâlbuki güzellik, insanda kalıcı değildir,
çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyyet olan şeyle tekebbür etmek, ahmaklıkdır.
Zâhirin güzelliği, kalbin güzelliği ile, ya’nî iyi huyla birlikde olunca
kıymetlidir. Kalbin temizliği de, Resûlullahın sünnetine uymakla belli olur.
İnsanın kalbine, rûhuna, ahlâkına kıymet verilmezse, insanın hayvândan farkı
olmaz. Hattâ hayvânlardan aşağı olur. Pislikle dolu, bozulan, parçalanan bir
makina olur. Her zemân beslenmesi, temizlenmesi, ta’mîr edilmesi lâzım gelen
harâb bir makinaya benzer. Böyle kimseye tekebbür etmek yakışır mı? Bunun ancak
tevâdu’ göstermesi lâzım olur.
Genç ve kuvvetli olmakla
tekebbür etmek de, câhillikdir. Hayvânların mekanik ve his organlarındaki
kuvvetleri, insanlardan katkat fazladır. Hayvânların insanlara tekebbür etmesi
lâzım olur. Hep kuvvetli kalacağını, hastalığa, tehlükeye, kazâya
yakalanmıyacağını kim iddiâ edebilir? Gençliğinden, gücünden, kuvvetinden,
hattâ hareketinden, solumasından ayrılmayan kimse görülmüş müdür? Böyle geçici
olan, devâmı çok kısa olan ve hayvânlarla ortaklaşa bulunan şeylerle tekebbür
etmek akla uygun olur mu?
Mâl ile, evlâd ile,
mevkı’ ile ve rütbe ile tekebbür etmek, insana hiç yakışmaz. Çünki bunlar,
kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmıyan, insandan
çabuk ayrılan şeylerdir. Bunlar ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem
de onlarda dahâ çokdur. Bunlar üstünlük olsalardı, bunlara kavuşmayanların ve
kavuşup da ayrılanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. Mâl, şeref
vesîlesi olsaydı, hırsızların,
az zemânda bile olsa, şerefli kimseler olmaları
lâzım gelirdi.
(Hıkd) da, tekebbüre sebeb olmamalıdır. Hıkd, lügatda kin
tutmak, kin beslemek demekdir. Kalbinden düşmanlık beslemekdir. Kendisi ile
aynı derecede olan veyâ dahâ üstün olan kimseye kızar. Birşey yapmak elinden
gelmediği için, ona tekebbür eder. Tevâdu’ gösterilmesi lâzım olan kimseye
tevâdu’ edemez. Onun haklı sözlerini, nasîhatlerini kabûl etmez. Herkese karşı
ondan dahâ üstün olduğunu göstermek ister. Ona eziyyet verirse, özr dilemez.
(Hased) de, tekebbüre sebeb olur. Onda bulunan ni’metlerin
ondan ayrılarak kendisine gelmesini ister. Onun haklı olan sözlerini ve
nasîhatlerini red eder. Ondan birşey sorup öğrenmek istemez. Kendinden yüksek
olduğunu bildiği hâlde, ona tekebbür eder.
(Riyâ) da, tekebbür etmeğe sebeb olmakdadır. Riyâ ile,
gösteriş yaparak, tanımadığı kimseye, başkalarının yanında tekebbür eder.
Yalnız oldukları zemân etmez. Böyle kimselerin tekebbüründen kurtulmak için,
âlimlerin vekar sâhibi olmaları, şereflerine uygun elbise giymeleri lâzımdır.
Bunun için, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ”, sarığınız büyük
olsun ve cübbenizin kol ağzı geniş olsun, buyururdu. İnsanlara va’z ve nasîhat
edecek kimselerin yeni, temiz elbise giyerek kendilerine cemâl vermeleri ibâdet
olur. Hurmet edilmezlerse, sözleri dinlenmez. Çünki, câhiller, insanın zâhirine
bakar. İlminden, ahlâkından anlamazlar.
Çok kimse, kibrli
olduğunun farkında değildir. Bunun için, kibrin alâmetlerini bilmek lâzımdır.
İçeri girince, herkesin kendi için ayağa kalkmalarını sever. Kendisine hurmet
edildiğini anlıyarak, onlara nasîhat vermek istiyen âlimin, kendisi için ayağa
kalkıldığını arzû etmesi kibr olmaz. Kendi oturup, başkalarının kendine karşı
ayakda durmalarını istemek, tekebbürdür. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”,
buyurdu ki, (Cehennemlik bir kimse görmek isteyen, kendi oturup başkalarını
ayakda durduran kimseye baksın!) Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, Resûlullahı
“sallallahü aleyhi ve sellem” her şeyden çok severlerdi. Geldiği zemân ayağa
kalkmazlardı. Çünki, ayağa kalkılmasını istemediğini bilirlerdi. Bununla
berâber, âlimler gelince, ilmin şerefini göstermek için, ayağa kalkmak
lâzımdır. Yahyâ bin Kattân “rahime-hullahü teâlâ”, ikindi nemâzını kıldıkdan sonra,
câmi’in minâresine dayanarak oturmuşdu. Yanına zemânın meşhûr âlimlerinden
birkaçı geldi. İçlerinde Ahmed bin Hanbel “rahime-hullahü teâlâ” de vardı.
Hepsi, ayakda olarak hadîs ilminden sordular. Yahyâ, her birinin cevâbını
verdi. Hiçbirine otur demedi. Hiç biri de, oturmağa cesâret
edemedi. Konuşmaları akşam nemâzına kadar devâm
etdi. Genç olan âlim, yaşlı olan câhilin üst tarafına oturur. Talebe,
hocasından evvel söze başlamaz. Hocası yok iken, onun yerine oturmaz. Sokakda
önünde yürümez. Bir kimse, kendisi için ayağa kalkılmasını sever, fekat bu
sevgiden kurtulmak isterse, sevgisi (Meyl-i
tabî’î), ya’nî tabî’at îcâbı olur. Yâhud şeytânın vesvesesinden
olur. Her ikisi de, günâh değildir. Elinde değildir, irâdesinin dışındadırlar.
Yalnız olarak yürümeyip,
arkasından başkalarının da gelmesini istemek, yâhud kendisi hayvân üstünde,
talebelerinin yerde gitmelerini sevmek de kibr alâmetidir. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, Medînenin Bakî’ kabristânına gidiyordu. Birkaç
kişi görüp, arkasından geldiler. Durarak öne geçmelerini emr buyurdu.
Arkalarından yürüdü. Sebebi soruldukda, (Ayak
sesini işitdim. Kalbime kibrden bir zerre gelmemesi için böyle yapdım) buyurdu.
Kendisine kibr gelmez. Eshâbına ders vermek için böyle yapdı. Ebü’dderdâ
“radıyallahü teâlâ anh” diyor ki, kibrli kimsenin arkasında yürüyenlerin sayısı
artdıkca, bunun Allahü teâlâdan uzaklaşması da artar.
Üzerinde hakkı
bulunanları, ya’nî tanıdıklarını ziyâret etmemek de kibr alâmetidir. Kendinden
aşağı olanları ziyâret etmek tevâdu’ alâmetidir.
Yanına başkasının
oturmasını istememek ve hastalarla birlikte oturmamak, evinin işini yapmamak,
evine lâzım olan şeyleri satın alıp evine getirmemek ve kullanılmış elbisesini
tekrâr giymek istememek, hep kibr alâmetidir. İş başında iş elbisesi giymek
istememek de, böyledir. Fakîrlerin da’vetine gitmeyip, zenginlerin da’vetine
gitmek de tekebbürdür. Akrabâsının ve çocuklarının muhtâc oldukları şeyleri
te’mîn etmemek ve doğru sözü kabûl etmeyip münâkaşa etmek, kusûrunu, kabâhatini
bildirenlere teşekkür etmemek, herkesin yanında olursa riyâ olur. Hem yalnız
iken, hem de başkalarının yanında yaparsa, kibr olur.
Tevâdu’ sâhibi olabilmek
için, dünyâya nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmek lâzımdır. Hiç yok idi.
Önce bir şey yapamıyan, hareket edemiyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta
olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacakdır.
Hayvânlara, böceklere gıdâ olacakdır. İ’dâm odasına sokulmuş olup, i’dâm
olunacağı zemânı bekleyen kimsenin, ölüm odasında çekdiği sıkıntılar gibi dünyâ
zındanında, her an ne zemân azâba götürüleceğini beklemekdedir. Ölecek, leş
olacak, böceklere yem olacak, kabr azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet
sıkıntılarını çekecekdir. Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşıyan
kimseye tekebbür mü yakışır, tevâdu’ mu? İn-
sanların yaratıcısı, yetişdiricisi, her an
tehlükelerden koruyucusu olan ve kıyâmetde hesâba çekecek, sonsuz azâb yapacak
olan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi, benzeri, ortağı olmayan tek hâkim ve kâdir
olan Allahü teâlâ, (Tekebbür edenleri sevmem, tevâdu’ edenleri severim) buyuruyor. Âciz, elinden hiçbir şey gelmiyen
zevallı insana bunlardan hangisini yapmak yakışır? Aklı başında olan, kendini
ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekebbür edebilir mi? İnsan, aşağılığını,
âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek mecbûriyetindedir. Bunun için, her
an, her yerde aczini göstermesi, tevâdu’ üzere bulunması lâzımdır. Ebû Süleymân
Dârânî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, (Bütün insanlar, beni olduğumdan dahâ
aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünki, herkesin, hakâret
derecelerinin en aşağısı olarak düşünebileceklerinden dahâ aşağı olduğumu
biliyorum). İnsan, kendini herkesden, hattâ İblîsden, Fir’avndan dahâ aşağı
düşünebilir mi? Çünki, bu ikisi [ve Stalin, Mao ve çömezleri gibi islâm ve
insanlık düşmanı olan zâlimler] kâfirlerin en kötüleridir. Tanrılık da’vâsı
eden, dilediğini yapmaları için milyonlarca insanı öldüren ve işkence altında
inletenlerin, kâfirlerin en aşağısı oldukları muhakkakdır. Allahü teâlâ,
bunlara gadab etmiş, küfrün en kötüsüne düşürmüşdür. Bana ise, merhamet etmiş,
îmân ve hidâyet ihsân etmişdir. Dileseydi, bunun aksini yapardı. Elhamdülillah,
yapmadı. Bununla berâber, bu yaşa gelinceye kadar, çok günâh işledim. Kimsenin
yapmadığı kötülükleri yapdım. Son nefesimin nasıl olacağını da bilmiyorum,
diyerek tevâdu’ yapması lâzım geldiğini, kendi kendine anlatmalıdır.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Allahü
teâlâ, tevâdu’ üzere olmağı bana emr eyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye
tekebbür etmeyiniz!) Zimmî denilen gayr-ı müslim vatandaşlara ve izn
ile [pasaport ile] gelmiş olan yabancı tüccârlara, ecnebî iş adamlarına ve
turistlere de, tekebbür etmemek lâzım olduğu, bu hadîs-i şerîfden
anlaşılmakdadır. Her insana tevâdu’ yapmak lâzım olunca, onlara hıyânet yapmak,
incitmek hiç câiz değildir.
[Dâr-ül-harbde bulunan
kâfirlerin mallarına, canlarına, ırzlarına, nâmûslarına saldırmak, orada da
hırsızlık, çapulculuk yapmak, can yakmak, kâfirlerin de kanûnlarına karşı
koymak, idârecilerine hakâret etmek, huzûrsuzluk, karışıklık çıkarmak, vergi
kaçakçılığı yapmak, nakl vâsıtalarının ücretlerini ödememek ve islâmın şerefine
ve güzel ahlâkına yakışmayan herhangi bir çirkin hareketde bulunmak câiz
olmadığı, bu hadîs-i şerîfden ve yukarda yazılı açıklamasından da anlaşılmakdadır.
Kâfir memleketlerindeki hıristiyan kanûnlarına karşı gelmemek, onları ülül-
emr olarak tanımak demek değildir. Allahü teâlâya
isyâna sebeb olacak emrlere karşı gelinmez. Ülül-emrin de, kâfirlerin de, böyle
emrlerine karşı isyân edilmez. Hükûmete, kanûnlara karşı gelmek, nerde olursa
olsun, fitne çıkmasına sebeb olur. Fitneye sebeb olmak harâmdır. Fıkh
kitâblarında,
üçüncü cild, 55. ci
mektûbunda, bunun açıklaması mevcûddur. Bir kimse, islâm memleketinde veyâ
Dâr-ül-harbde, ya’nî kâfir memleketinde, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” bu emrine uymıyarak, kâfirlere karşı da edebsizlik, taşkınlık yaparsa,
onların idârelerine karşı gelerek suç işlerse, günâh işlemiş olacağı gibi,
islâmiyyeti ve müslimânları bütün dünyâya karşı barbar olarak tanıtmış olur.
İslâmiyyete büyük hıyânet yapmış olur.
Cihâd, (Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker) demekdir. Bu
cihâd ikiye ayrılır: Birincisi, kâfirlere islâmiyyeti tanıtmak, onları küfr
felâketinden kurtarmak demekdir. İkincisi, müslimânlara ilm-i hâllerini
öğretmek, onların harâm işlemelerine mâni’ olmakdır. Bunların her ikisi de, üç
dürlü yapılır. Birincisi, beden ile yapmakdır. Beden ile ya’nî her dürlü harb
vâsıtaları ile cihâd yapmak, islâmiyyetden haberleri olmayarak, başkalarından
görmekle veyâ zâlimlerin, sömürücülerin baskıları ve işkenceleri ve aldatmaları
ile küfre sürüklenmiş olan zevallılara islâmiyyeti bildirmeğe engel olan
diktatörlere, emperyalist güçlere karşı olur. En modern harb vâsıtaları ile
dövüşerek, bu zâlim diktatörlerin, emperyalistlerin güçleri, kuvvetleri yok
edilerek, bunların pençeleri, baskıları altında inleyen zevallı milletler
esâretden, kölelikden kurtarılır. Bunlara islâmiyyet öğretilerek, seve seve
müslimân olmaları teklîf olunur. Kabûl etmezlerse, müslimânlarla birlikde islâm
dîninin âdil, hürriyyetci ve eşitlik emr eden emrleri altında, müslimânlarla aynı
haklara mâlik olarak ve kendi dinlerinin îcâblarını ve ibâdetlerini serbestce
yapmak sûretiyle yaşamalarına izn verilir. Bu silâhlı cihâdı, muhârebeyi yalnız
devlet yapar. Ya’nî devletin ordusu, savunma kuvvetleri yapar. Devletin emri,
bilgisi, izni olmadan hiçbir müslimânın kâfirlere saldırması, eşkıyâlık yapması
câiz değildir. Devletin sulh yapdığı kâfirlerden birini öldüren müslimânı,
islâm dîni en ağır cezâya çarpdırmakdadır. Görülüyor ki, islâm dîninde, cihâd
demek, memleketleri yıkmak, insanları öldürmek demek değildir. İnsanlara
islâmiyyeti tanıtarak, kendiliklerinden seve seve müslimân olmalarına çalışmak
demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâm
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve hakîkî müslimân olan islâm devletleri,
meselâ Osmânlılar, hep böyle cihâd etdiler. Güçsüz, sa-
vunmasız insanlara saldırmadılar. Bu insanlara
islâmiyyetin ulaşdırılmasına, tanıtılmasına mâni’ olan, islâm düşmanı, kâfir
diktatörlerle, emperyalistlerle ve müslimân ismini taşıyan bid’at sâhibi
bölücülerle harb ederek, bunların sömürücü, ezici güçlerini yok etdiler. Bu
işkence güçlerinin altında inleyen insanları kurtararak hürriyyete
kavuşdurdular. Onlara islâmiyyeti öğretip, kendiliklerinden seve seve hakîkî
müslimân olmalarına, ebedî se’âdete kavuşmalarına sebeb oldular.
İslâm devletinin, islâm
ordusunun, ikinci vazîfesi müslimânları ve islâm dînini yok etmek için, islâm
memleketlerine saldıran kâfirlere ve sapık inançlı bölücülere karşı cihâd
ederek, müslimânları ve islâm dînini korumakdır. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinde,
islâm devletinin, kâfir memleketlerinde yapılan harb silâhlarını araşdırıp,
öğrenip, bunların hepsini, sulh zemânında yapmalarını emr ediyor. Bunları
yapmıyan bir hükûmet, islâmiyyete uymamış olur. Düşmanların hücûmlarına cevâb
veremeyip, binlerce müslimânın şehîd olmasına ve islâmiyyetin za’îflemesine
sebeb olur.
İslâm cihâdının ikinci
şekli, her dürlü neşr vâsıtası ile islâmiyyeti insanlara yaymak, duyurmakdır.
Bu cihâdı, islâm âlimleri yapar ve islâm devletinin yardımı ve kontrolü ile
yapılır. Asrımızda islâm düşmanı olan kâfirler, misyonerler, masonlar,
komünistler ve mezhebsizler, her dürlü neşr organları ile islâmiyyete saldırıyorlar.
Yalanlarla, iftirâlarla insanları, hattâ câhil müslimânları aldatarak, islâm
dînini yok etmeğe çalışıyorlar. Şimdi, hıristiyanların, onbir süâl uydurarak,
bütün islâm memleketlerine götürdüklerini 1992 senesinde haber aldık.
Bengladeşdeki islâm âlimleri, bunlara cevâb yazarak, papazları rezîl
etmişlerdir. İstanbuldaki (Hakîkat Kitâbevi), bu
cevâbları, (El-Ekâzîb-ül-cedîde-tül-hıristiyaniyye)
ismi altında, (Essırât-ul-müstekîm) kitâbına
ilâve ederek, bütün dünyâya göndermekdedir. (Kâdiyânî),
ya’nî ahmedîler ve (Behâîler) ve (Mevdûdîciler) ve (Teblîg-ı
cemâ’atcılar) ve (Selefîciler),
(Mezhebsizler) ve (Vehhâbîler), Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i
şerîflerden yanlış ve bozuk ma’nâlar çıkararak, islâmın doğru yolundan
ayrılıyorlar. Bu sapıkların taşkınlık yapanları kâfir [Allaha düşman]
oluyorlar. Bunların hepsi basın yolu ile, kitâblar, mecmû’alar, risâleler
çıkararak ve radyolarla bozuk inanışlarını yayıyorlar. Bunu yapmak için
milyonlar sarf ediyorlar. Bir yandan, (Ehl-i
sünnet) veyâ (Sünnî) denilen
hakîkî müslimânları aldatarak islâmiyyeti içerden yıkıyorlar. Diğer tarafdan
da, islâmiyyeti bütün dünyâya yanlış olarak tanıtıyorlar. Müslimân olmak
isteyen yabancılar, bu çeşidli propagandalar karşısında ne yapacaklarını
şaşırıyorlar. Yâ, müslimân olmakdan vazgeçiyorlar, yâhud
yanlış, bozuk bir yola girerek, müslimân
olduklarını sanıyorlar.
İslâmın iç ve dış
düşmanlarının yıkıcı, aldatıcı propagandalarına karşı Ehl-i sünnet âlimlerinin,
hakîkî müslimânlığı ya’nî Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yolunu, neşr vâsıtaları ile bütün dünyâya
yaymaları, günümüzün en kıymetli cihâdıdır.
Cihâdın üçüncü kısmı, düâ
ile yapılan cihâddır. Bütün müslimânların bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır. Bu
cihâdı yapmamak, büyük günâh olur. Bu cihâdı yapmak, cihâdın birinci ve ikinci
kısmlarını yapanlara düâ etmekle olur. Leşker-i gazâ, leşker-i düânın yardımına
muhtâcdır. İhlâs ile yapılan düâ muhakkak kabûl olur.
Cihâdın yukarda yazılı üç
kısmını da, Allahü teâlânın yardımına güvenerek ve dînine uyarak yapanlara,
Allahü teâlâ muhakkak yardım eder. Cihâda hâzırlanmayıp, lâzım olan en yeni
silâhları, kuvvetleri önceden te’mîn etmeyip, çalışmadan, birbirimizle
sevişmeden, oturduğumuz yerde yapılan düâları Allahü teâlâ kabûl etmez. Düânın
kabûl olması için, önce sebeblerine yapışmak lâzımdır. Tevekkül de böyledir.
Cihâdda muvaffak olmak için, islâmiyyete uymak lâzım olduğunu bildirdik.
İslâmiyyet, cihâda önceden hâzırlanmağı emr ediyor. Cihâdın birinci kısmını
yapabilmek için, en modern harb vâsıtalarının her çeşidini önceden hâzırlamak
ve bunların kullanılmasını öğrenmek ve kumandana, hükûmete tâbi’ olmak,
bölücülük yapmamak lâzımdır. Kuvvet komutanlıklarının vakflarına her müslimânın
elinden geldiği kadar çok para hediyye etmeleri lâzımdır. Cihâdın ikinci
kısmını yapan Ehl-i sünnet âlimlerine ve bunları besleyen vakflara, kuruluşlara
da yardım etmek, mal ile cihâd etmek olur. Beden ile ve mâl ile, para ile cihâd
edenlere, Allahü teâlâ kıyâmetde Cenneti va’d ediyor. Alî Muhammed Belhî, h.1411
baskılı, fârisî (Müftiy-yi mücâhid) kitâbında
cihâdı uzun anlatmakdadır.]
Hadîs-i şerîfde, (Ni’mete kavuşmuş
olanlardan, tevâdu’ gösterenlere ve kendilerini kusûrlu bilenlere ve halâldan
kazanıp, hayrlı yerde sarf edenlere ve fıkh bilgileri ile hikmeti ya’nî
tesavvufu birleşdirenlere ve halâla harâma dikkat edenlere ve fakîrlere
merhamet edenlere ve işlerini Allah rızâsı için yapanlara ve huyu güzel
olanlara ve kimseye kötülük yapmayanlara ve ilmi ile amel edenlere ve mâlının
fazlasını dağıtıp, lâfının fazlasını saklayanlara müjdeler olsun) buyuruldu.
Alay etmek için ve
münâfıklık yaparak, riyâ yaparak, mâla, mevkı’e kavuşmak için yâhud korkduğu
için yapılan tevâdu’ da, kötü huydur. Bu kötü huydan kurtulmak için, buna sebeb
olan kö-
tülüklerden kurtulmak lâzımdır. Böyle kötü sebeblerden kurtulan kimsenin tevâdu’u, güzel huy olur.