11 - Kalb hastalıklarının
onbirincisi (Tama’)dır. Dünyâ
lezzetlerini harâm yollardan aramağa (Tama’) denir.
Tama’ın en kötüsü, insanlardan beklemekdir. Kibre, ucba sebeb olan (Nâfile) ibâdetleri ve âhıreti unutduran (Mubâh)ları yapmak da Tama’ olur. Tama’ın
zıddına, aksine (Tefvîz) denir. Tefvîz,
halâl ve fâideli şeyleri kazanmağa çalışıp da, bunlara kavuşmağı Allahü
teâlâdan beklemekdir.
Şeytân, riyâyı ihlâs
olarak ve tama’ı tefvîz olarak göstererek, insanı aldatmağa çalışır. Allahü
teâlâ, herkesin kalbine bir melek vazîfelendirmişdir. Bu melek, insana iyi
düşünceler (ilhâm) eder. Şeytân da,
insanın kalbine kötü düşünceler, (vesvese)ler
getirir. Halâl yiyen kimse, ilhâm ile vesveseyi birbirinden ayırır. Harâm
yiyenler ayıramaz. İnsanın nefsi de, kalbine kötü düşünceler getirir. Bu
düşüncelere ve arzûlara (Hevâ) denir.
İlhâm ve vesvese devâmlı olmaz. Nefsin hevâsı ise, devâmlıdır ve gitdikce
artar. Vesvese, düâ ederek, zikr ederek azalır ve yok olur. Hevâ ise, ancak
kuvvetli (mücâhede) ile azalır, yok
olur. Şeytân, köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka tarafdan
yine gelir.
Nefs, kaplan gibidir.
Saldırması, ancak öldürmekle biter. İnsanlara vesvese veren şeytâna bunun için (hannâs) denilmişdir. İnsan, şeytânın bir
vesvesesine uymazsa, bundan vazgeçer. Başka vesveseye başlar. Nefs-i emmâre,
dâimâ zararlı şeyler ister. Şeytân ise, çok hayrlı işe mâni’ olmak için, az
hayrlı olan şeyi de vesvese yapar. Büyük günâha sürüklemek için, küçük hayr
yapmağı da vesvese eder. Şeytânın vesvesesi olan hayrlı iş, insana tatlı gelir
ve acele ile yapmak ister. Bunun için, hadîs-i şerîfde,
(Acele etmek, şeytândandır. Beş şey bundan
müstesnâdır: Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk
yapmak, müsâfiri doyurmak, günâh yapınca hemen tevbe etmek) buyuruldu.
(Eşi’at-ül-lemeât)de, nemâzı
gecikdirmemeli bâbındaki hadîs-i şerîfde, (Yâ Alî! Üç şeyi gecikdirme! Nemâzı evvel vaktinde kıl!
Hâzırlanmış cenâze nemâzını hemen kıl! Dul veyâ kızı, küfvü isteyince, hemen
ver!) Ya’nî, nemâzını kılan ve günâh işlemiyen ve nafakasını
halâlden kazanan birini bulunca, hemen ona ver buyuruldu. İlhâm olunan hayr,
Allahü teâlânın korkusu ile ve yavaş yavaş yapılır ve sonu düşünülür. Bir hadîsde, (Melekden gelen
ilhâm, islâmiyyete uygun olur. Şeytândan gelen vesvese islâmiyyetden ayrılmağa
sebeb olur) buyuruldu. İnsan, ilhâm olunan şeyleri yapmalı.
Vesveseyi yapmamak için cihâd etmeli, çalışmalıdır. Nefse uyan kimse
vesveselere tâbi’ olur. Nefsin hevâsına uymayanın, ilhâma uyması kolay olur.
Bir hadîs-i şerîfde,
(Şeytân,
kalbe vesvese verir. Allahın ismi zikr edilince, söylenince kaçar. Söylenmezse
vesveselerine devâm eder) buyuruldu.
[Zikr etmek lâzım olduğu, bu hadîs-i şerîfden de anlaşılmakdadır.] Kalbe gelen
hâtıranın cinsini anlamak için, islâmiyyete uygun olup olmadığına bakılır.
Böyle anlaşılamazsa, sâlih olan bir âlime sorulur. Sâlih olmıyan, dîni dünyâ
kazançlarına âlet eden kötü din adamına sorulmaz. Yâhud, Resûlullaha
“sallallahü aleyhi ve sellem” kadar üstâdlarının hepsi ma’lûm olan hakîkî bir
rehbere sorulur. (Kutb-i medâr) denilen
Evliyâ, az olsa da, kıyâmete kadar mevcûddur. (Kutb-i
irşâd) denilen Ehl-i sünnet âlimi her zemân ve her yerde bulunmaz.
Uzun zemân aralıkları ile ve nâdir olarak bulunur. Her yerde çok bulunan câhil
tarîkatcıları ve yalancı şeyhleri, hakîkî rehber sanmamalıdır. Böylelerin
tuzaklarına düşerek dünyâda ve âhıretde se’âdetden mahrûm kalmamak için çok
uyanık olmalıdır. Kalbe gelen hâtıra, nefse acı gelirse, hayr olduğu anlaşılır.
Tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer olduğu anlaşılır.
Şeytânın hîleleri çokdur.
Bunlardan onu mühimdir: Birincisi, Allahü teâlânın senin ibâdetine ihtiyâcı
yokdur, der. Buna karşı
Bekara sûresi, altmışikinci âyetinin (Amel-i sâlihin fâidesi, bunu yapanadır) meâl-i şerîfini hâtırlamalıdır.
Şeytânın ikinci hîlesi,
Allahü teâlâ rahîmdir, kerîmdir, seni de afv eder, Cennete kor, der. Buna
karşı, Lokman sûresi, otuzüçüncü âyetinin (Allahın kerîm olması, sizi
aldatmasın) ve Meryem sûresi, altmışüçüncü âyetinin, (Cennete kullarımızdan
müttekî olanları vâris kılarız) meâl-i
şerîflerini hâtırlamalıdır.
Üçüncü hîlesi, senin
ibâdetlerin hep kusûrludur. Riyâ karışıkdır. Böyle ibâdetlerle müttekî
olamazsın. Allahü teâlâ, Mâide sûresinde, (Allah, yalnız müttekîlerin
ibâdetlerini kabûl eder) buyuruyor.
Senin ibâdetlerin kabûl olmaz. Boşuna uğraşıyorsun. Boş yere, sopa yiyen hayvân
gibi, eziyyet çekiyorsun, der. Buna karşılık, ben, Allahü teâlânın azâbından
kurtulmak ve emrine uymak için ibâdet ediyorum. Benim vazîfem, emri yerine
getirmekdir. Kabûl olup olmıyacağı, Onun bileceği şeydir. Şartlarına uygun olan
ve farzları yapılan ibâdetin sahîh olması muhakkakdır, demelidir. Farzları terk
etmek büyük günâhdır. Bu günâhlardan kurtulmak için ibâdetleri yapmak lâzımdır.
İbâdet yapmadan Cennete girmek için düâ etmek günâhdır. Hadîs-i şerîfde, (Aklı olan kimse,
nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan, nefsine uyar, sonra Allahın
rahmetini bekler) buyuruldu. Âhıret için lâzım olan şeyleri, bu fânî
dünyâda hâzırlamak lâzımdır.
Şeytânın hîlelerinden
dördüncüsü, şimdi dünyâyı kazanmak için çalış da, râhata kavuş, o zemân, râhat
râhat, huzûr içinde ibâdet edersin, diyerek ibâdet yapmağa mâni’ olur. Buna
cevâb olarak, ecel benim elimde değildir. Herkesin ömrünü Allahü teâlâ ezelde
takdîr etmişdir. Belki yakında ölürüm. İbâdet vazîfelerini vaktinde yapmalıyım,
demelidir. Hadîs-i şerîfde, (Helekel-müsevvifün) buyuruldu ki, bugünkü vazîfelerini
yarına bırakanlar zarar etdiler, demekdir.
Şeytânın hîlelerinden
beşincisi, ibâdetleri terk etdiremeyince, çabuk kıl, vaktini kaçırma, diyerek
şartlarını, farzlarını temâm yapdırmamak ister. Buna karşılık, farzlar çok
azdır. Bunları, yavaş yavaş ve şartlarına uygun olarak yapmak lâzımdır. Farz
olmıyanları da, şartlarına uygun olarak az yapmak, şartları noksan olarak çok
yapmakdan iyidir, demelidir.
Altıncı hîle olarak
riyâyı tavsiye eder. Herkes görsün de, beğensin, der. Buna cevâb olarak,
kendine fâide ve zarar vermek, kimsenin elinde değildir. Başkalarına ise, hiç
veremezler. Böyle olan kimselerden birşey beklemek abes olur, bâtıl olur. Fâide
ve zarar veren ancak Allahü teâlâdır. Yalnız onun görmesi, bana yetişir,
demelidir.
Yedinci hîle olarak,
ibâdetlere mâni’ olamıyacağını anlayınca, insana ucb, ya’nî ibâdetlerini
beğenmek vesvesesi verir. Senin gibi akllı, uyanık kimse var mı? Bu zemânda,
herkes gaflet uykusunda iken, sen ibâdet yapıyorsun, der. Buna karşılık, bu akl
ve intibâh benden değildir. Rabbimin ihsânıdır. Onun ihsânı olmasa, ibâdet
yapamam demelidir.
Sekizinci hîle olarak,
ibâdetlerini gizli yap. Allahü teâlâ, senin sevgini ve şerefini insanların
kalbine yerleşdirir, diyerek gizli riyâya düşürmek ister. Buna karşılık, ben
Allahü teâlânın kuluyum. O, benim sâhibimdir. İbâdetimi isterse beğenir,
isterse red eder. İnsanlara bildirip bildirmemesine karışamam, demelidir.
Dokuzuncu hîle olarak da,
ibâdet yapmağa ne lüzûm var? İnsanların sa’îd ve şakî olacakları ezelde takdîr
edilmişdir. Sa’îd olan, ibâdeti terk edince, afv edilir, Cennete gider. Ezelde
şakî olan, ne kadar ibâdet yaparsa yapsın, fâidesi olmaz, muhakkak Cehenneme
gider. O hâlde, kendini boşuna yorma! Râhatına bak, der. Buna cevâb olarak, ben
kulum, kulun vazîfesi, sâhibinin emrini yapmakdır, demelidir. Buna karşılık,
(Emri yapmayınca, azâb korkusu olursa, emri yapmak lâzım olur. Ezelde sa’îd
olan için bu korku yokdur) derse, buna cevâb olarak da, Rabbim herşeyi bilir ve
dilediğini yapar. Dilediğine hayr, dilediğine şer verir. Kimsede, Ona süâl
sormak hakkı yokdur demelidir. İblîs, Îsâ aleyhisselâma görünerek, (Ezelde
Allahü teâlânın takdîr etdikleri hâsıl olur) diyorsun, öyle mi? dedi. Evet,
öyledir buyurdu. Öyle ise, kendini şu dağın tepesinden aşağı at. Eğer ezelde
selâmetin takdîr edilmiş ise, sana birşey olmaz dedi. Cevâbında, ey mel’ûn!
Allahü teâlâ kullarını imtihân eder. Kulun, sâhibini imtihân etmeğe hakkı
yokdur, buyurdu. Şeytânın bu hîlesine karşı, (İbâdet yapmak fâidelidir. Çünki,
ezelde sa’îd isem, sevâbların artması, derecelerin yükselmesi için ibâdetleri
yapmak lâzımdır. Şakî isem, ibâdet yapmamak azâbından kurtulmak için, ibâdet
yapacağım) demelidir. İbâdet yapmanın bana hiçbir zararı da olmaz. Çünki,
Allahü teâlâ hakîmdir. İbâdet yapanlara azâb etmesi, Onun hikmetine yakışmaz.
İbâdeti terk etmenin, ezelde sa’îd olana zararı olmasa bile, fâidesi yokdur.
Böyle olunca, terk etmek nasıl tercîh edilir? Aklı olan kimse, fâideli olanı
yapar. Fâidesiz olanı terk eder. Ezelde şakî isem, Rabbime itâ’at etmiş olarak
Cehenneme girmeği, âsî olarak girmeğe tercîh ederim. Bundan başka, Allahü
teâlâ, ibâdet edenleri Cennete sokacağını, ibâdet etmiyenlere Cehennemde azâb
yapacağını va’d etmişdir. Allahü teâlâ va’dinde sâdıkdır. Va’dinden
dönmiyeceği, söz birliği ile bildirilmişdir.
Allahü teâlâ herşeyi
sebeb ile yaratmakdadır. Âdet-i ilâhiyye-
si böyledir. Ancak mu’cize ve kerâmet olarak
âdetini bozmakdadır. İbâdetleri, Cennete girmek için sebeb yapdığını
bildiriyor. Ya’nî, Cennet ni’metlerini ibâdetlere karşılık olarak yaratmışdır. Hadîs-i şerîfde, (Hiç
kimse Cennete, ibâdeti sebebi ile girmez) buyuruldu. Karşılık
başkadır, sebeb olmak başkadır.
Şeytân hîlelerinin
onuncusu olarak, ibâdet yapmak ezelde takdîr edilmiş ise, mümkin olur. Allahü
teâlânın takdîri değişmez. İbâdet yapmakda ve terk etmekde insanlar mecbûr
olmakdadır, der. Şeytânın bu sözü bir evvelkinin aynıdır. Ezelde sa’îd
denilenlere ibâdet yapmak nasîb olur. Şakî denilenlerin de terk etmeleri lâzım
olur. Şeytânın bu hîlesine karşı, herşeyi ve insanların iyi, kötü her işini
Allahü teâlâ yaratıyor ise de, insanlara ve hayvânlara (irâde-i cüz’iyye) vermişdir. İrâde-i cüz’iyye
insandan meydâna gelir. Fekat, insan bunu yaratdı denilemez. Çünki irâde
hâricde mevcûd birşey değildir. İnsanın kalbinde hâsıl olmakdadır. Hâricde
mevcûd olan şeyin meydâna gelmesine (Halk etmek), yaratmak
denir. Allahü teâlânın (İrâde-i külliye)si
ise hâricde vücûdü var olan bir kuvvetdir. Allahü teâlâ, insanın ihtiyârî
hareketini yaratmak için, insanın irâdesini sebeb kılmışdır. Bu şart olmasa da
yaratır. Fekat bu şart ile, bu sebeb ile yaratması âdetidir. Peygamberlerinde
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Evliyâsında “kaddesallahü teâlâ
esrârehümül’azîz” bu âdetini bozarak sebebsiz de yaratdığı çok görülmüşdür.
Buna (Kerâmet) denir.
İnsanların işleri yalnız
irâde-i cüz’iyye ile meydâna gelmez. Ya’nî insanın her istediği vücûde gelmez.
Yalnız Allahü teâlânın irâdesi ile de yaratmak âdeti değildir. Bunun için,
insanlar işlerinde mecbûr değildirler. İnsan irâde eder. Hareket etmesini
ister, kudretini kullanır, Allahü teâlâ da, irâde ederse, iş meydâna gelir.
Şeytân, (İnsan, Allahü teâlâ isterse ibâdet yapar, istemezse yapmaz. O hâlde
insan, işleri yapıp yapmamakda cebr olunmakdadır. İnsan çalışsa da, çalışmasa
da, ezeldeki kazâ ve kader hâsıl olacakdır) diyerek aldatmakdadır. İnsanın
işleri ezeldeki takdîr ile meydâna geliyor ise de, meydâna gelmeleri için, önce
kul irâde-i cüz’iyyesini kullanmakdadır. İşin yapılmasını veyâ yapılmamasını
istemekdedir. İnsanın işlerini Allahü teâlânın ezelde takdîr etmesi demek,
insanın neleri irâde edeceğini bilmesi ve dilemesi demekdir. Bunları
Levh-ül-mahfûzda yazmışdır. Böyle olduğu için, kulun mecbûr olması lâzım
gelmez. Büyük islâm âlimi seyyid Abdülhakîm efendi, (Ezeldeki kazâ ve kader,
Allahü teâlânın kullarının neleri yapmak istediğini ezelde bilmesidir. Neleri
yapmasını ezelde emr etmesi değildir) buyurdu. Ya’nî kazâ ve kader, emr-i ezelî
değildir, ilm-i ezelîdir. Ya’nî bir cebr-i mü-
tehakkim değil, ilm-i mütekaddimdir. Bir kimse,
birisinin bir günde yapacağı şeyleri bilse ve bunları yapmasını irâde etse ve
hepsini bir kâğıda yazsa, bunları yapacak olan kimse, o kimsenin mecbûru olmaz.
Yapacaklarımı biliyordun ve yapılmasını istedin ve kâğıda yazdın. O hâlde,
bunları sen yapdın da diyemez. Çünki, bunları kendi irâdesi ile ve kendisi
yapmışdır. O kimsenin bildiği ve dilediği ve yazdığı için yapmamışdır. Allahü
teâlânın ezelde bilmesi ve dilemesi ve levh-ül-mahfûza yazması da, insanları
mecbûr etmek olmaz. Allahü teâlâ ezelde dilediği için, levh-ül-mahfûza
yazmışdır. Kulun yapacağını bildiği için, yapılmasını irâde etmişdir. Allahü
teâlânın ezeldeki bilgisi, kulun kendi irâdesi ile yapacağı işe bağlıdır. Kulun
işi de, Allahü teâlânın bu ilmi ve irâdesi ile ve yaratması ile meydâna
gelmekdedir. Kul, irâdesini kullanmazsa, Allahü teâlâ, kulun irâdesini
kullanmıyacağını ezelde bilir ve bildiği için irâde etmez ve yaratmaz. Demek
ki, ilm ma’lûma tâbi’dir. İnsanların irâdesi olmasaydı da, insanların işleri
yalnız Allahü teâlânın irâdesi ile yaratılsaydı, insanlar mecbûrdur denilirdi.
Ehl-i sünnet mezhebine göre, insanların işleri, insanın kudreti ile Allahü
teâlânın kudretinin birlikde te’sîri ile meydâna gelmekdedir.
[İnsanın kalbi ya’nî
gönlü madde değildir. Elektrik ve miknâtıs dalgaları gibidir. Yer kaplamaz.
Fekat, göğsümüzün sol tarafında bulunan, yürek dediğimiz et parçasında,
kuvveti, te’sîrleri hâsıl olmakdadır. Akl, nefs ve rûh da, kalb gibi birer
varlıkdırlar. Bu üçünün de, kalb ile bağlantısı, irtibâtı vardır. İnsanın,
gözü, kulağı, burnu, ağzı ve cildi ile his etdiği renk, ses, koku, zevk [tad]
ve sıcaklık, sertlik gibi şeyler, duygu sinirleri ile dimâga gelir. Beyin de
bunları hemen kalbe bildirir. Aklın, nefsin, rûhun ve şeytânın arzûları,
istekleri de, kalbe gelir. Kalb, ne yapılacağına karâr verir, irâde eder,
seçer. Bu şeyleri yâ red eder, yok eder. Yâhud dimâga bildirir. Dimâg da,
bunları hareket sinirleri ile uzvlara, organlara bildirir. Organlar da, Allahü
teâlâ isterse ve kuvvet verirse, hareket ederek, kalbin irâde ve ihtiyâr etdiği
şey yapılır.]
Kötü
huylardan sefer etse kişi,
hüsnü ahlâk şehrine girse kişi!
Zikr-i
Hakdan bir nefes dûr olmasa,
zât-ı Hakkı hiç ferâmuş kılmasa.
Nefs-i
âsî, âkıbet mutî’ olur,
rûh-ı mü’min Sidreden eyler ubûr.
Küfr-ü
inkârdan geçip nefs-i denî,
burda olur,
hâlisiyyet ma’deni.