HAKÎKÎ MÜSLİMÂN
NASIL OLUR?
İslâm dîninin temeli üçdür: İlm, amel ve
ihlâs. İlm,
îmân, fıkh ve
ahlâk bilgileridir. Bunlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenilir.
Amel, bu bilgilere uygun işlerdir. İhlâs, ilmin ve amelin, Allah rızâsı için, ya’nî
Allahü teâlânın
sevgisini kazanmak için elde edilmesidir. Bu üç temel şeye mâlik olan müslimâna
(İslâm âlimi) ve (Hakîkî müslimân) denir. Bu üç temel şeyden biri
noksan olup da, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarına uymıyan yazılar ve konuşmalar yayınlıyarak,
kendisini islâm âlimi tanıtan
kimse (kötü din adamı) ve (Zındık)dır. Meselâ,
din bilgisi çokdur ve her ibâdeti yapar, fekat ihlâsı yok ise,
ya’nî bunları mal,
mevkı’ ve
şöhret kazanmak gibi, dünyâlık elde etmek için yapan kimse, hakîkî müslimân değildir.
Nasîhatlerin birincisi, Ehl-i sünnet
âlimlerinin, kitâblarında
bildirdiklerine göre, i’tikâdı düzeltmekdir. Çünki, Cehennemden kurtulan yalnız bu fırkadır. Allahü
teâlâ, o büyük insanların çalışmalarına, bol bol
mükâfât versin! Dört mezhebin ictihâd derecesine yükselmiş âlimlerine ve bunların
yetişdirdikleri büyük âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimi
denir. İ’tikâdı (Îmânı)
düzeltdikden sonra, fıkh
ilminin bildirdiği
ibâdetleri yapmak, ya’nî dînin emrlerini yapmak, yasak etdiklerinden kaçınmak lâzımdır. Ahlâkı düzeltmek ve
birbirimizi sevmek için, beş vakt nemâzı, üşenmeden, gevşeklik yapmadan, şartlarına ve
ta’dîl-i erkâna dikkat ederek kılmalıdır.
Nisâb mikdârı malı ve parası olan, zekât
vermelidir. İmâm-ı a’zam
buyuruyor ki, (Kadınların süs olarak
kullandıkları altın ve gümüşün
de zekâtını vermek lâzımdır).
Kendine ve milletine fâideli olmak
için, hakîkî müslimân olmak lâzımdır.
Hakîkî müslimânlık laf
ile olmaz. Hakîkî müslimân olmak için, kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile
geçirmemek, elbette lâzımdır. Tegannî ve
şarkı ve
çalgı
âletleri ile meşgûl olmamalı, bunların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal
karışdırılmış, şekerle
kaplanmış zehr
gibidir.
(Gîbet) etmemelidir.
Gîbet harâmdır.
[Gîbet, bir müslimânın
veyâ zimmînin gizli bir kusûrunu, arkasından söylemekdir. Harbîlerin ve bid’at
sâhiblerinin, mezhebsizlerin ve açıkca günâh işliyenlerin bu günâhlarını ve zulm
edenlerin ve alış
verişde aldatanların bu
fenâlıklarını duyurarak,
bunların
şerrinden sakınmalarına sebeb
olmak ve müslimânlığı yanlış
söyliyenlerin ve yazanların bu
iftirâlarını herkese
söylemek lâzımdır. Bunları söylemek,
gîbet ol-
maz (Redd-ül muhtâr: 5-263).]
(Nemîme) yapmamalı, ya’nî
müslimânlar arasında
söz taşımamalıdır. Bu iki
günâhı
işliyenlere çeşidli azâblar yapılacağı bildirilmişdir. Yalan söylemek ve iftirâ etmek de harâmdır, sakınmak lâzımdır. Bu iki
fenâlık her
dinde de harâm idi. Cezâları çok ağırdır.
Müslimânların
ayblarını örtmek,
gizli günâhlarını yaymamak ve
kusûrlarını afv etmek
çok sevâbdır.
Küçüklere, emr altında
bulunanlara [zevceye, çocuklara, talebeye, askere, işçiye] fakîrlere merhamet
etmelidir. Kusûrlarını yüzlerine
vurmamalıdır. Olur olmaz
sebeblerle o zevallıları incitmemeli,
dövmemeli ve sövmemelidir. Hiç kimsenin dînine, malına, canına, şerefine,
nâmûsuna saldırmamalı,
herkese ve hükûmete olan borcları ödemelidir. Rüşvet almak, vermek harâmdır. Yalnız, zâlimin
zulmünden kurtulmak için ve ikrâh, tehdîd edilince vermek, rüşvet olmaz. Fekat
bunu da almak harâm olur. Herkes, kendi kusûrlarını görmeli, Allahü teâlâya karşı yapdığı kabâhatleri
düşünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ vermekde acele etmediğini, rızkını kesmediğini
bilmelidir. Ananın,
babanın,
hükûmetin, dîne uygun emrlerine itâ’at etmeli, dîne uygun olmayanlara isyân
etmemeli, karşı gelmemeli, fitneye sebeb olmamalıdır. Hakîkî müslimân böyle olur. [(Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) ikinci
cild, 123. mektûba bakınız!]
İ’tikâdı düzeltdikden ve fıkhın emrlerini yapdıkdan sonra, bütün zemânları, Allahü
teâlânın
zikri ile geçirmelidir. Kalbi temizlemek için, zikre büyüklerin bildirdiği gibi, devâm
etmelidir. Zikre, ya’nî kalbin, Allahü teâlâyı hâtırlamasına, anmasına mâni’ olan
herşeyi, kendine düşmân bilmelidir. İslâmiyyete ne kadar çok yapışılırsa, Onu
anmanın
lezzeti artar. İslâmiyyete
uymakda, gevşeklik, tenbellik artdıkca, o lezzet de azalır ve kalmaz
olur ve kalb kararıp,
temizliği
azalır.
Zikrin çeşidleri çokdur. En fâidelisi, (Allahü
ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü Vallahü ekber. Allahü ekber ve lillahil
hamd)dır.
Buna (Tekbîr-i teşrîk) de denir. Kalbi
temizlemek için, bunu çok okumalıdır.
Müslimân kadınların ve
erkeklerin, avret mahalli açık olarak sokağa çıkmaları, top oynamaları, denizde yüzmeleri harâmdır. Başkalarının, avret
mahallerine bakmak da harâmdır. Avret mahalli açık olanların bulunduğu yere, fısk meclisi denir. Oğlanların ve kızların bir arada bulundukları yerler fısk
meclisidir. Böyle yerlere gitmek de harâmdır. [İslâm ahlâkı S.311 ve 330] Harâm işlerken, nemâz vaktleri de
geçerse, ayrıca
günâh ve küfr olur. Her nevi’ çalgıyı çalmak ve Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidi ve ezânı tegannî ile
okumak harâmdır.
Bunları,
çalgı
âletleri ile, meselâ kaval ile, ho-parlör ile okumak da harâmdır. Tegannî,
harekeleri uzatmak,
kelimeleri bozmakdır. Vehhâbîler, Peygamber ölmüşdür, işitmez. Hem
de Allahdan başkasını medh etmek
şirkdir diyerek, mevlid okumağı yasak ediyorlar. Böyle inanmaları küfrdür.
Ho-parlör kullanmak, telefon kullanmak gibidir. Söylemesi harâm olan şeyleri
ho-parlörden dinlemek câiz değildir. Fen, san’at, ticâret, din, güzel ahlâk ve harb
bilgilerinde ho-parlör kullanmak câizdir. Dîni ve ahlâkı bozan,
uydurma, bozuk yayınları ve ezânı, nemâzı hoparlörle
neşr etmek ve bunları
ho-parlörden dinlemek câiz değildir. Minâredeki ho-parlörden işitilen ses, müezzinin
sesi değildir.
İnsan
sesine benziyen çalgı
sesidir. Bu sesi işitince, (Ezân okunuyor) dememeli, (Nemâz vakti gelmiş)
demelidir. Çünki, ho-parlörden çıkan ses, hakîkî ezân değildir. Ezânın benzeridir.
Hadîs-i şerîflerde
buyuruldu ki, (Kıyâmet yaklaşınca, Kur’ân-ı kerîm mizmârdan
okunur) ve (Bir zemân gelir ki,
Kur’ân-ı kerîm mizmârlardan okunur. Allah için
değil, keyf için okunur) ve (Kur’ân-ı kerîm okuyan çok kimseler vardır ki, Kur’ân-ı kerîm onlara la’net eder) ve (Bir
zemân gelecekdir ki, müslimânların
en sefîlleri, müezzinlerdir) ve (Bir
zemân gelir ki, Kur’ân-ı kerîm mizmârlardan
okunur. Allahü teâlâ bunlara la’net eder). Mizmâr, her
nev’i çalgı,
düdük demekdir. Ho-parlör de, mizmârdır. Müezzinlerin, bu hadîs-i şerîflerden korkmaları, ezânı, ho-parlör
ile okumamaları lâzımdır. Ba’zı din
câhilleri ho-parlörün fâideli olduğunu, sesi uzaklara götürdüğünü
söyliyorlar. Peygamberimiz, (İbâdetleri benden ve
eshâbımdan gördüğünüz gibi yapınız!
İbâdetlerde değişiklik yapanlara (bid’at ehli) denir.
Bid’at sâhibleri, muhakkak Cehenneme gidecekdir. Bunların hiçbir ibâdetleri kabûl olmaz) buyurdu. İbâdetlere
fâideli şeyler ilâve ediyoruz demek doğru değildir. Böyle sözler, din düşmanlarının yalanlarıdır. İbâdet yaparken
bir değişikliğin fâideli
olup olmıyacağını yalnız İslâm âlimleri
anlar. Bu derin âlimlere (Müctehîd) denir.
Müctehîdler kendiliklerinden bir değişiklik yapmazlar. Bir ilâvenin, değişikliğin bid’at
olup olmıyacağını anlarlar.
Ezânı
(Mizmâr) ile okumağa söz
birliği ile
bid’at denildi. İnsanları Allahü
teâlânın rızâsına, sevgisine
kavuşduran yol insanın
kalbidir. Kalb, yaratılışında temiz bir
ayna gibidir. İbâdetler,
kalbin temizliğini,
cilâsını artdırır. Günâhlar
kalbi karartır.
Muhabbet yolu ile gelen feyzleri, nûrları alamaz olur. Sâlihler bu hâli anlar, üzülür. İbâdetlerin
çok olmasını isterler.
Her gün beş kerre nemâz kılınması yerine, dahâ
çok kılmak
isterler. Günâh işlemek nefse tatlı, fâideli gelir. Bütün bid’atler, günâhlar,
Allahü teâlânın düşmanı olan nefsi
besler, kuvvetlendirir. Ho-parlör ile ezân okumak böyledir.
Çocukların ilm öğrenecek kıymetli
zemânları
ziyân edilirse, müslimân evlâdları câhil kalır, dinsiz bir gençlik yetişir. Din adam-
ları, bu
felâkete seyirci kalıp,
susarlarsa, bunların
günâhları kat
kat ziyâde olur. Halâli, harâmı öğrenmiyen,
öğrendikden
sonra da ehemmiyyet vermiyen kâfir olur. Bunun kiliseye giden, puta, heykellere
tapınan
kâfirlerden farkı
yokdur. İnsanın en büyük
düşmanı
kendi nefsidir. Hep insana zararlı şeyleri yapmak ister. Nefsin arzûlarına şehvet
denir. Nefsin şehvetlerini yapmak, ona çok tatlı gelir. Bunları lüzûmu kadar
yapmak, günâh değildir.
Fazlasını yapmak,
zararlı olur
ve günâh olur. İslâm
düşmanları,
müslimân çocuklarının din bilgisi
öğrenmelerine
mâni’ olmak için, çocukların top oynamalarına spor, beden terbiyesi gibi ismler takdılar. Avret
mahallerini göstermek ve seyr etmek nefse tatlı geldiği için, top oyunu çocuklar arasında çabuk yayılıyor. Müslimân
ana baba, evlâdlarını genç iken
hemen evlendirmeli, kız ve
oğlan
karışık
olan gezintilere ve avret mahalli açık olarak top oynamağa ve bunları seyr etmeğe
göndermemeli, dînini, îmânını öğrenmesi için,
sâlih bir hoca efendiye göndermelidir. [Hıristiyanların birbirlerine ve yehûdîlere ve müslimânlara yapdıkları zulmleri ve
tüyler ürpertici işkenceleri ve Kur’ân-ı kerîme karşı alçakca yapdıkları yalan ve
iftirâları öğrenmek için, (Cevâb Veremedi) kitâbımızı, bilhâssa
94.cü ve sonraki sahîfelerini okuyunuz!]
Hak teâlâ, ilmi çok yerde
övdü, Kur’ânda,
Resûlün, ilmi emr eden sözleri, meydânda.
İslâmın en büyük düşmanıdır, bil, cehâlet,
çünki, cehl mikrobunun hastalığı: Felâket!
Cehâlet olan yerden, din
gider dedi, Nebî.
Dîni seven, o hâlde ilmi, fenni sevmeli!
Cennet, kılınc gölgesinde, demedi mi
hadîs,
atom gücü, jet uçuşuna bu emr, pek vecîz!
İslâmın zilletine cehldir, bütün illet!
ey derd-i cehâlet, sana düşmekle, bu millet!
Bir hâle getirdin ki, ne
din kaldı, ne nâmûs,
ey sîne-i islâma çöken, kapkara kâbus.
Ey biricik düşman, seni
öldürmeli evvel,
sensin, bize kâfirleri, üstün çıkaran el!
Ey millet, uyan, cehline kurban gidiyorsun!
İslâm gerilikdir, diye bir damga yiyorsun!
Allahdan utan, bâri bırak, dîni elinden,
gir, leş gibi, topraklara kendin, gireceksen!
Lâkin bu sözüm de, te’sîr
etmez ki câhile,
Allahdan utanmak da, olur
elbet, ilm ile.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
İslâmiyyeti bildiren kitâblar pek çokdur. Bunların içinde en kıymetlisi,
imâm-ı
Rabbânînin üç cild (Mektûbât) kitâbıdır. Bundan
sonra, Muhammed Ma’sûmun üç cild (Mektûbât) kitâbıdır. Muhammed
Ma’sûm hazretleri, Mektûbâtın üçüncü cildinin onaltıncı mektûbunda buyuruyor ki, (Îmân, kelime-i
tevhîde, ya’nî Lâ ilâhe illallah ve Muhammedün Resûlullah iki kısmına birlikde
inanmakdır).
Muhammed Ma’sûm hazretlerinin otuzüç mektûbu, (Hak
Sözün Vesîkaları) kitâbının 322.ci
sahîfesinden başlıyarak
basılmışdır. Ya’nî,
müslimân olmak için, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna da inanmak lâzımdır. Ya’nî
Muhammed aleyhisselâm, Allahın Peygamberidir. Allahü teâlâ, Cebrâîl ismindeki melek
ile, kendisine (Kur’ân-ı kerîm)i göndermişdir. Bu Kur’ân-ı kerîm, Allah kelâmıdır. Muhammed
aleyhisselâmın
kendi düşünceleri ve felsefecilerin, târîhcilerin sözleri değildir.
Muhammed aleyhisselâm, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmişdir. Ya’nî açıklamışdır. Bu açıklamalara, (Hadîs-i şerîf) denir. İslâmiyyet, (Kur’ân-ı kerîm) ile (Hadîs-i şerîf)lerdir. Dünyânın her
yerindeki, milyonlarca islâm kitâbı, (Kur’ân-ı kerîm) ile (Hadîs-i şerîf)lerin
açıklamalarıdır. Muhammed
aleyhisselâmdan gelmiyen bir söz, islâm kitâbı olamaz. Îmân ve islâm demek, (Kur’ân-ı kerîm) ve (Hadîs-i şerîf)lere inanmak demekdir. Onun
bildirdiklerine inanmıyan,
Allah kelâmına
inanmamış
olur. Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın bildirdiklerini Eshâbına bildirdi.
Onlar da, talebelerine bildirdi. Bunlar da, kitâblarına yazdılar. Bu
kitâbları
yazan âlimlere (Ehl-i sünnet âlimi) denir.
Ehl-i sünnet kitâblarına
inanan, Allah kelâmına
inanmış
olur. Müslimân olur. Elhamdülillah, biz dînimizi Ehl-i sünnet âlimlerinin
kitâblarından
öğreniyoruz.
Dinde reformcuların,
masonların
uydurma kitâblarından
öğrenmiyoruz.
Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Ümmetim arasında fitne, fesâd yayıldığı zemân, sünnetime yapışana, yüz şehîd
sevâbı vardır.) Sünnete yapışmak, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını öğrenmekle ve
bunları
yapmakla olur. Müslimânların dört mezhebinden herhangi birisinin âlimleri (Ehl-i sünnet âlimleri)dir. Ehl-i sünnet
âlimlerinin reîsi, İmâm-ı a’zam Ebû
Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir. İngilizler, asrlar boyunca uğraşarak, bir müslimânı hıristiyan
yapamadılar.
Bunu başarabilmek için, yeni bir yol aradılar. Masonluğu kurdular. Masonlar, Muhammed aleyhisselâmın sözlerine
ve bütün dinlere, öldükden sonra tekrâr dirilmek olduğuna,
Cennetin, Cehennemin var olduğuna inanmıyorlar.
Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,
(Allahü teâlânın çok sevdiği kimse, dînini öğrenen ve başkalarına öğretendir. Dîninizi islâm âlimlerinin ağızlarından öğreniniz!)
Hakîkî âlim bulamıyan, Ehl-i
sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenmeli ve bu kitâbların yayılmasına çalışmalıdır. İlm,
amel ve ihlâs sâhibi olan müslimâna (İslâm âlimi) denir. Bu üçünden biri noksan olup da, kendini
âlim tanıtana
(kötü din adamı,
yobaz) denir. İslâm
âlimi, insanı,
se’âdet kapılarını açan
sebeblere kavuşdurur, dînin bekçisidir. Yobaz, insanı, felâkete
sürükleyen sebeblerin içine düşürür, şeytânın yardımcısıdır.[1] İstigfâr okumak, derdlere, sıkıntılara mâni’
olan sebeblere kavuşdurur. İstigfâr okumak, (Estagfirullah
min külli mâ kerihallah) veyâ kısaca, (Estagfirullah)
okumakdır.
Gel ey gurbet diyârında,
esîr olup kalan insan,
gel ey dünyâ harâbında, yatıp gâfil olan insan!
Gözün aç, etrâfa bir bak, nice beğler gelip geçdi,
ne mecnûndur bu fânîye, gönül verip duran insan!
Kafesde bülbüle şeker verirler, fekat hiç durmaz,
aceb niçin karâr eder, bu zındâna giren insan!
Ne müşkil olur gafletde, kalıp
hiç inanmayıp,
ölüm vaktinde Azrâîl, gelince uyanan insan.
Kararmış gönlün ey gâfil, nasîhat
neylesin sana!
taşdan katı olmuş kalbi, öğüt kâr etmiyen insan!
Aklını başına topla, elinde var iken fırsat,
sonsuz azâb çekecekdir (adam sen de) diyen insan!
Niyâzi bu öğütleri, ver önce kendi
nefsine,
o gün kurtulacak ancak kulluğunu yapan insan.
Allaha tevekkül edenin yâveri Hakdır.
Na-şâd olan bu kalbim, birgün şâd olacakdır.
----------------------------
[1] İhlâs
ile amel etmek için öğrenilmeyen ilmin fâidesi olmaz. (Hadîka) cild
1, sahîfe 366 ve 367 ve (Mektûbât) cild 1. 36, 40, 59.cu ve 157.ci
mektûblarına bakınız!
Allahü teâlâ insanları yaratdı. Her insanın se’âdet
içinde, mes’ûd yaşamasını istediğini bildirdi.
(Mes’ûd
olmak), râhat, üzüntüsüz yaşamak
demekdir. Her insan da mes’ûd olmağı istemekdedir. Yaratan da, yaratılan da aynı şeyi
istemekde olduğu
hâlde, mes’ûd olan kimse pek azdır. Çünki, Allahü teâlâ herşeyi bir sebeb ile
yaratmakdadır.
Allahü teâlâdan birşey istemek, yâ kavl ile, söz ile olur. Yâhud fi’l ile olur.
Kavl ile istemek, düâ etmekdir. Bir şeyi fi’l ile istemek, bu şeyi meydâna
getiren sebebi yapmakdır.
Çalışmak,
sebebe yapışmak
demekdir. Çalışmıyan, tenbel
oturan, sebebe yapışmamış olur. Allahü
teâlâ tenbele birşey vermez. (Ve en leyse lil
insâni illâ mâ seâ: İnsan ancak çalışdığı şeye kavuşur) âyet-i kerîmesi sözümüzün vesîkasıdır. Kâfirler,
Allahü teâlâya inanmadıkları için, kavl
ile istemiyorlar. Düâ etmiyorlar. Sebeblerin te’sîrini gördükleri için, yalnız fi’l ile
istiyorlar. Sebeblere yapışıyorlar.
Allahü teâlâ da, onların bu
isteklerini kabûl ederek, istediklerini yaratıyor, veriyor.
Mes’ûd olmak için lâzım olan
sebeblere (Ni’met) denir. Allahü teâlâ,
ni’metlerini, dost, düşman, her istiyene vereceğini va’d etmekdedir. Ni’mete kavuşmak
için, ni’met sâhibinin beğendiği gibi
istemek lâzımdır. Bunun
için, ni’meti istediğini
bildirmek, düâ etmek ve muhakkak verileceğine inanmak, (Îmân
etmek) lâzımdır. Buna inanmıyana, hele
inkâr edene verilmez. İnkâr
eden mahrûm kalır.
Se’âdete sebeb olan ni’mete kavuşmak için yapılan düâda, bu îmân şartdır. Demek ki,
ni’mete kavuşmak için, önce îmân sâhibi olmak, ya’nî müslimân olmak, sonra,
ni’metin sebebine yapışmak
lâzımdır. Bütün
ni’metlerin sâhibi olan Allahü teâlâ, ni’metlere kavuşmak için, nasıl düâ edileceğini de,
merhamet ederek, bildirmekdedir. Müslimânın düâsının kabûl olması için, îmândan sonra, her gün beş vakt nemâz kılmak, kul
hakkı
bulunmamak şartı da
önce gelmekdedir. Şimdi, düâlarımız
kabûl olmuyor diyenlerin bu şartları yapmadıkları anlaşılıyor.
Gel ey âkıl visâl iste, uyan artık
hevâdan geç!
hemân rûyi cemâl iste, yeter, hubb-i sivâdan geç!
Gönül mülkün
tertemiz et, gider kirleri, pasları,
hülûs ile ibâdet et, ucub ile riyâdan geç!
Bilirsin, bu fenâ
mülkü, değildir kimseye bâkî,
bekâyı lâ yezâl iste, bu mülkü bî vefâdan geç!
Parâya pûla
aldanma, seni avlamasın
dünyâ!
süs ve ziynetine
bakma, çürük olan binâdan geç!