Yukarıda, muhtelif dinlerin îmân esâslarını ve
hükmlerini kısaca
inceledik. Şimdi de biraz İslâm dîninde felsefe var mıdır? Bunu inceliyelim:
Felsefe, her hangi bir bahs ve mevzû’
üzerinde insanların akl
ve mantık
yolu ile incelemeler ve araşdırmalarla elde etdikleri netîcelere verilen ismdir. Kısaca, (Her
şeyin aslını arama ve ne
için var olduğunun
sebebini bulma) ma’nâsına
gelir. Felsefe, yunanca (Filozofiya =
Hikmet sevgisi) demekdir ve derin düşünme, arama, kıyaslama ve
tedkîk esâslarına
dayanır.
Felsefe ile meşgûl olanların, hem rûh, hem de fen bilgilerinde çok derin bilgi
sâhibi olması
gerekir. Fekat, bir insan ne kadar ilmi olursa olsun, yanlış düşünebilir
veyâ yapdığı
araşdırmalardan
yanlış
netîceler çıkarabilir.
İşte
bunun içindir ki, felsefe, hiçbir zemân kesin netîceler vermez. Bir kerre de,
bunu işiten insanın
kendi akl ve mantık
süzgecinden geçirmesi îcâb eder. Her felsefenin bir de zıddı vardır. Onun için,
bu karşılığı da
incelemek, her iki düşünceyi karşılaşdırmak lâzım olur. Birçok felsefî düşüncelerin zemânla değişebileceği unutulmamalıdır. O hâlde,
felsefî düşünceler, hiçbir zemân kesinlik taşımaz.
Kur’ân-ı kerîmde âyetler iki nev’dir. Bunların bir kısmının ma’nâsı açıkdır. Bunlara (Muhkem âyetler) ismi verilir. Bir kısmının ma’nâsı ise, açıkça
anlaşılmaz. Bunlar, ayrıca
tefsîre, îzâha muhtaçdır. Bu
âyetlere (Müteşâbih âyetler) adı verilir.
Hadîs-i şe-
rîfler [Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” sözleri] de, muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısmdır. Bunları tefsîr etmek
mecbûriyyeti, islâm dîninde (İctihâd) müessesesinin kurulmasına sebeb olmuşdur. Peygamberimiz “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” de, bizzat ictihâd yapmışdır. Onun ve Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yapdıkları ictihâdlar, İslâm
bilgilerinin temelidir. İslâm
dînini yeni kabûl eden kavmlerin, kendi dinlerine göre mukaddes saydıkları şeylerin
islâm dînindeki hükmünün ne olduğunu, islâm dîninin bunlar hakkında nasıl hükm etdiğini sordukları zemân, islâm
âlimleri bunlara cevâblar vermişlerdir. Bunlardan i’tikâd, îmân ile ilgili
mes’elelerin hâl edilmesi, cevâb verilmesinden (Kelâm)
ilmi meydâna gelmişdir. Kelâm âlimlerinin islâmı yeni kabûl
edenlere, eski dinlerinin niçin yanlış olduğunu mantıkî bir tarzda isbât etmeleri îcâb ediyordu. Kelâm
âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” bu mes’eleleri çözmek için çok uğraşdılar. Birçok
hakîkatler ve çok kıymetli
mantık
ilmi ortaya çıkdı. Bir yandan
da, yeni müslimân olanlara Allahü teâlânın var ve bir olduğunu, ebedî olduğunu, doğmamış ve doğurmamış olduğunu, onların anlıyacağı tarzda
anlatmak ve şübhelerini ortadan kaldırmak îcâb ediyordu. Kelâm âlimleri
“rahime-hümullahü teâlâ” bu işde çok muvaffak oldular. Bu mukaddes vazîfeyi
yapmakda, müslimân fen adamları da, kelâm âlimlerine yardımcı oldular. Meselâ, yıldızlara kudsiyyet veren Sâbiî ve Veseniye ismindeki
putperestleri, bu yanlış
i’tikâddan uzaklaşdırmak
için, mantık ve
hey’et [astronomi] âlimi Ya’kûb bin İshak El-Kindî senelerce uğraşdı ve sonunda
onlara, düşüncelerinin yanlış olduğunu vesîkalarla isbât etdi. Ne yazık ki,
kendisi, eski Yunan felesoflarının sapık fikrlerinin
te’sîrleri altında
kalarak Mu’tezilî oldu. 260 [m. 873] de, Bağdâdda vefât etdi.
Beşinci Abbâsî halîfesi Hârûnürreşîd[1] zemânında, Bağdâdda (Dâr-ül-hikmet)
isminde bir müessese kurulmuşdu. Bu müessese büyük bir terceme
bürosu idi. Yalnız Bağdâdda değil, Şâmda,
Harrânda, Antakyada da, böyle ilm merkezleri kurulmuşdu. Buralarda yunancadan
ve latinceden eserler terceme edildi. Hind, Fars kitâbları da bunlara eklendi.
Ya’nî hakîkî (Rönesans) [Eski kıymetli
eserlere dönüş] ilk def’a Bağdâdda başladı. İlk olarak Eflâtûnun, Porphyriosun, Aristotelesin
[Aristonun] eserleri arabîye terceme edildi. İslâm âlimleri “rahime-hümullahü
teâlâ” bunları
dikkat ile tedkîk etdiler. Yunan ve Latin filozoflarının ba’zı fikrlerinin
doğru,
ekserîsinin de hatâlı,
bozuk olduğunu
isbât etdiler. Bunların, (Muhkem) olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler,
akllarına ve
man-
----------------------------
[1] Hârûn Reşîd, 193 [m.
809] da Tûsda vefât etdi.
tıklarına ters
düşüyordu. Onların,
fen ve din bilgilerinin çoğunda câhil oldukları, aklın, fikrin anlıyamadığı bilgilerde, dahâ çok yanıldıkları görüldü.
Hakîkî âlimler, meselâ imâm-ı Gazâlî, imâm-ı Rabbânî “rahime-hümallahü teâlâ”, bu
felsefecilerin en mühim îmân bilgilerine inanmadıklarını görmüşler, küfrlerine sebeb olan yanlış inanışlarını uzun uzun
bildirmişlerdir. İmâm-ı Gazâlînin (El-münkizü aniddalâl) kitâbında bu
husûsda geniş bilgi vardır.
Hakîkî islâm âlimleri, kelâm bilgilerinde,
(Müteşâbih) âyet-i kerîme ve hadîslerin
açıklamalarında, yalnız Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ictihâdlarına uymuşlar,
eski felsefecilerin bunlara uymıyan fikrlerini red etmişler, böylece islâm dînini, hıristiyanlık gibi
bozulmakdan korumuşlardır.
Câhil kimseler ise, felesofların her sözlerinin doğru olacağını zannederek, bunlara teslîm olmuşlardır. İşte böylece (Mu’tezile) denilen bozuk bir islâm fırkası meydâna
geldi. Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” islâmiyyetde yetmişiki
bozuk fırkanın hâsıl olacağını haber
vermişdir. Yunan, Hind, Fars, Latin felsefelerinden ilhâm alan, İbni Sînâ,
Fârâbî, İbni
Tufeyl, İbni
Rüşd, İbni
Bâce gibi filozoflar zuhûr ederek, ba’zı bilgilerde Kur’ân-ı kerîmin hak yolundan ayrılmışlardır. İbni Haldûn[1], islâm ilmlerini (Ulûm-i Nakliyye) [Tefsîr, Kırâet, Hadîs,
Fıkh,
Ferâiz, Kelâm, Tesavvuf] ve (Ulûm-i akliyye) [Mantık, Fizik,
Tabi’at, Kimyâ, Matematik, Geometri, Mesâha, Münâzara ve Astronomi] adıyla ikiye ayırmışdır. Bunlardan
birincilere (din bilgileri), ikincilerden tecribe ile anlaşılabilenlere ise
(fen bilgileri) denir.
İmâm-ı Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ” rumca öğrenerek eski
yunan felsefesini incelemiş, doğru bulmadığı yerlerini red etmişdir. Hârûnürreşîd “rahime-hullahü
teâlâ” zemânında
islâm ilmlerine karışdırılan felsefe,
Montesquieu, Spinoza gibi filozoflara rehberlik etmiş, bunlar “Farabius” adını verdikleri
Fârâbînin te’sîri altında
kaldıklarını açıkça i’tirâf
etmişlerdir.
İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ” yetmişiki
fırkadan
ilk zuhûr eden şî’î fırkasının Dâî’leri
ile savaşdı.
Dâî’ler, Kur’ân-ı
kerîmin bir iç yüzü (bâtını), bir de dış yüzü
(zâhiri) olduğunu
iddi’â etdiler. Bunlara (Bâtınî fırkası) ismi verilmişdir. İmâm-ı Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ” bunların
felsefelerini kolayca yıkdı. Bâtınîler bu mağlûbiyyetden
sonra, islâmiyyetden dahâ ziyâde ayrıldılar. Ma’nâları açık olmıyan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâlar
vererek (Mülhid) oldular. Siyâsî
----------------------------
[1] İbni
Hâldûn, 808 [m. 1406] de vefât etdi.
maksadları sebebi ile işi azıtarak, hak yoldaki (Ehl-i
sünnet) müslimânlarının
başına belâ oldular.
Şî’îler,
Alî “radıyallahü teâlâ anh”
tarafdârıyız diyerek, İslâm dînine yeni bir felsefe karışdırdılar. Muhtelif
fırkaları zuhûr etdi. Hâricîler önceden Alî “radıyallahü anh” tarafdârı görünüp,
sonra Ona düşman oldular. Bunların i’tikâdına göre, (Büyük günâh işleyen mü’min,
kâfir olur). Bunun için, Alî ve Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anhümâ” kâfir
olduklarını iddi’a etmişlerdir. Bu akîdeye [inanca] karşı, ortaya yeni bir akîde
dahâ çıkdı. Bunlar her şeyde akla tâbi’ olarak, (Mü’minin mü’mini öldürmesi
gibi, çok büyük bir günâh işleyen kimse hakkında insanlar, yeryüzünde, karâr
veremez. Onlar hakkında, ancak Allahü teâlâ, âhıretde hükm edecekdir. Onun için,
bunlar ne mü’min, ne de kâfirdir) dediler. Bu yeni akîdeye tâbi olanlara
(Mu’tezile) adı verildi. Şî’î fırkasından bir de (Gâliye) [ya’nî taşkınlar]
fırkası zuhûr etdi ki, bunların akîdesine göre, Cennet ve Cehennem dünyâda
bulunmakdadır. Bunlar temâmen kâfirdirler. İslâmiyyet ile hiçbir alâkaları
yokdur.
İslâmiyyeti içerden yıkmak istiyen
ingilizler, islâm ismi altında, yeni bozuk fırkalar meydâna getirdiler. Bunlar arasında,
Behâiyye, Kâdıyâniyye
ve Teblîg-ı
cemâat fırkaları şöhret
buldu. 35.ci sahîfeye ve (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 499.cu
sahîfesine bakınız!
1 - BEHÂÎLER:
Bunların
reîsi Elbâb Alî isminde bir Îrânlıdır. Kendisine ayna derdi. Bu aynada Allah görünüyor derdi.
Ölünce, Behâüllah, sonra bunun oğlu Abbâs reîs oldu. Abbâs 1339 [m. 1921] de
ölünce, yerine oğlu
Şevkı
geçdi. Behâullah, peygamber olduğunu söylerdi. Bunlara göre, ondokuz adedi
mukaddes imiş. Her ahlâksızlık şeref imiş.
Her dilde kitâbları vardır. Adam
aldatmasını
ingilizlerden öğrendiler.
2 - KÂDİYÂNÎLER:
Bunlara Ahmedî
de denir. Câmi’ul-ezher üstâdlarından, M.Ebû Zühre diyor ki, (Kâdiyânîliğin
kurucusu mirzâ Ahmed, 1326 [m. 1908] de öldü. Lahor civârında Kadyan kasabasına
defn edildi. Îsâ aleyhisselâm yehûdîlerden kaçıp Kişmîre geldi. Kişmîrde öldü
derler. Ahmed Kâdıyânîye peygamber diyorlar. Kur’ân-ı kerîm, yehûdîlerin ve
hıristiyanların hayrlı olduğunu bildiriyor. Bunun için, ingilizleri sevmek
ibâdetdir diyorlar. Cihâd emri bitdi. Bize kâfir demiyene biz de kâfir demeyiz.
Kâdiyânî olmıyana kız verilmez. Onlardan kız alınır diyorlar). Kendilerine
inanmıyan müslimânlara kitâbsız kâfir diyorlar.
Dîr-i zûr medresesi müderrislerinden
allâme Hüseyn Muhammed “rahmetullahi aleyh”, Kâdıyânîlerin küfre sebeb olan sözleri-
ni (Erreddü alel-Kâdiyânîyye)
kitâbında
uzun yazmakdadır.
Böyle ismler altında
gizlenen kâfirler, kendilerini müslimân tanıtıyorlar. Hıristiyanlarla, yehûdîlerle münâkaşa ederek, islâmiyyetin
hak din, biricik se’âdet yolu olduğunu isbât ediyorlar. Buna aldananlar, hemen
müslimân oluyorlar. Fekat Behâîler, Kâdiyânîler, Şî’îler ve Vehhâbîler, bu
zevallıları aldatarak,
kendi bozuk fırkalarına
çekiyorlar. Nobel mükâfâtı almış olan fizikci
Abdüsselâm Kâdiyânîdir. Cenûb Afrikada, 1980 senesinde hıristiyanlara
karşı mücâdele ederek, onları islâmiyyete cezb eden, Ahmed Didad de, Ehl-i sünnet değildir. Yeni
müslimân olanların,
Ehl-i sünnetin hak yoluna, ebedî se’âdete kavuşmalarına mâni’
olmakdadırlar.
(Tesavvuf ehli): Hak
yolda olan (Ehl-i sünnet fırkasından), Sôfîler
meydâna çıkdı. Bunlar
felsefeye bulaşmadı.
Kur’ân-ı
kerîmi tâm anlıyabilmek
ve hakîkî müslimân olmak için Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” yalnız emr
ve yasaklarına değil, her
hâline ve ahlâkına
uymalıdır dediler.
Sôfîlerin yollarının
esâsı şunlardır:
1) Fakîrlik,
ya’nî her işde, her şeyde Allahü teâlâya muhtâc olduğunu
bilmekdir. Hiç kimse ve hiçbir şey, hiçbir şeyi yaratamaz. Fekat, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb
olurlar. Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır dediler.
2) Zühd
ve takvâ, her işde islâmiyyete uymakdır. Dînin bütün ahkâmına temâmen
uyarak çalışmak,
iyilik yapmak ve boş zemânlarını
ibâdet ile geçirmekdir. Bugün de sûfî kelimesi, (sofu) şeklinde, dîne çok bağlı olan
kimseler için kullanılmakdadır.
3) Tefekkür,
sükût ve zikr, ya’nî hep Allahü teâlânın varlığını, ni’metlerini düşünmek, lüzûmsuz konuşmamak, hiç
kimse ile münâkaşa etmemek, mümkin olduğu kadar az konuşmak ve dâimâ Allahü teâlânın ismini zikr
etmekdir.
4) Hâl
ve makâm, ya’nî kalbe gelen nûrlarda, kalbin, rûhun temizlenme derecesini
anlamak ve kendinin haddini bilmekdir.
En meşhûr ve ilk sûfî Hasen-i
Basrîdir “radıyallahü
teâlâ anh”. 21 [m. 624] de tevellüd ve 110 [m. 728] târîhinde vefât etdi.
Hasen-i Basrî, öyle büyük bir din âlimidir ki, bütün müslimânlar büyük bir imâm
[müctehid] olarak tanırlar.
Kuvvetli seciyesi, derin ilmi ile meşhûrdur. Va’zlarında herkesin
gönlüne Allah korkusu telkîn etmeğe çalışmışdır.
Kendisinden birçok hadîs-i şerîf rivâyet edilen büyük bir hadîs âlimidir.
Mu’tezile felsefesinin kurucusu (Vâsıl bin Atâ), önce Hasen-i Basrînin talebesi idi. Sonra, onun
dersinden ayrıldı. (Mu’tezil),
ayrılan
demekdir. (Mu’tezile)nin ikinci bir
ismi, (Kaderiyye)dir. Çünki bunlar,
kaderi inkâr ederler. (Kul kendi yapdıklarının yaratıcısıdır. Allah
hiçbir zemân fenâlık
yaratmaz. İnsanın irâde ve
yaratmak kudreti vardır. O
hâlde bir fenâlık
yapmışsa,
bütün mes’ûliyyet ondadır.
Bunu kader veyâ mukadderât ile te’vîl etmek imkânı yokdur) demekdedirler. Hasen-i
Basrînin talebesi olan ve dâimâ onun meclisinde bulunan, Vâsıl bin Atâ,
kaderiyye düşüncesini ortaya çıkardı. Onun için, kadere inanan, Hasen-i Basrî, onu yanından uzaklaşdırdı.
(Tesavvuf ehli)ne
ya’nî Sôfîlere göre, Hakîkî var olan ancak Allahü teâlâdır. Allahü
teâlâ, mutlak varlık,
mutlak iyilik, mutlak güzellik sâhibidir. O, gizli bir hazîne iken, kendini tanıtmak istedi.
Dünyâyı ve
dünyâda yaşıyanları
yaratmasının sebebi
budur. Allahü teâlâ, hiçbir mahlûka hulûl etmemişdir. (Ya’nî onların içinde değildir.)
Hiçbir insan, ilah olamaz. Allahü teâlâ insanın sıfatlarını kendi sıfatlarına benziyen bir sûretde yaratmışdır. Fekat, bu
benzeyiş o kadar azdır ki,
Onun sıfatlarını deniz
sayarsak, insanın sıfatları ancak onun
köpüğü
olur.
Tesavvufun gâyesi, insanı (Ma’rifet-i
ilâhiyye)ye kavuşdurmakdır. Ya’nî Allahü teâlânın sıfatlarını tanıtmakdır. Onun zâtını, ya’nî
kendisini tanımak
mümkin değildir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlânın
zâtını düşünmeyiniz. Onun ni’metlerini
düşününüz!) buyurmuşdur. Ya’nî, Onun kendisinin nasıl olduğunu değil, sıfatlarını ve insanlara
verdiği
ni’metleri düşünmelidir. Bir kerre de, (Allahü
teâlânın nasıl olduğunu düşündüğün zemân, hâtırına
her ne gelirse, bu gelenlerin hiçbiri, Allah değildir) buyurdu.
İnsanın aklının kapasitesi,
sâhası sınırlıdır. Bu sınırın dışında olanları anlıyamaz. Bunları düşünürse,
yanılır. Hakîkate
kavuşamaz. İnsan
aklı,
insan düşüncesi, din bilgilerindeki incelikleri, hikmetleri anlıyamaz. Bunun
için, din bilgilerine felsefe karışdıranlar, islâm dîninin gösterdiği doğru yoldan ayrılmışlar, (Bid’at ehli) veyâ (Mürted)
olmuşlardır.
Bid’at ehli olanlar, kâfir değildir, müslimândırlar. Fekat, doğru yoldan ayrılmış, yetmişiki
bozuk fırkanın birinden
olmuşlardır.
Bu, felsefe kurbanlarının, Kur’ân-ı kerîmden
anladıkları yanlış akîdeler,
küfre sebeb olmadığı
için, müslimândırlar.
(İslâm
felsefesi diye birşey yokdur. İslâmiyyete sonradan felsefe karışdıranlar
olmuşdur) dememiz lâzımdır. Ehl-i
sünnet âlimlerine “rahime-hümullahü teâlâ” göre, islâm bilgilerinin ölçüsü,
insan aklı,
insanın
düşüncesi değil,
muhkem olan [ma’nâları açık olan]
âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerdir. Tesavvufun esâsı insanın kendini
(aczini, zevallılığını) tanı-
makdır. Tesavvuf, sırf Allah sevgisi, yüce (Ulvî) aşk esâsı üzerine
kurulmuşdur. Buna da ancak, Muhammed aleyhisselâma uymakla kavuşulabilir.
Tesavvuf yolunda ilerlerken, kalbde, birçok hâller hâsıl olur. Bu
hâllerden biri, (vahdet-i vücûd) ya’nî
(Varlık
birdir. Mahlûklar, hâlıkın
görünüşüdür) hâlidir. Evet Kur’ân-ı kerîmde beyân buyurulduğu gibi,
Allahü teâlâ, insanın
kalbine tecellî eder. Fekat, bu tecellî yalnız Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsidir. Akl ile alâkası yokdur.
Tesavvuf ehli, Allahın
tecellîsini kalbinde duyar. Onun için tesavvuf ehline ölüm bir felâket değil, güzel ve tatlı
bir şeydir. Tekrar Allaha dönmek olduğundan ancak bir sevinç vesîlesidir. Büyük
mütesavvıf,
Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî “rahime-hullahü teâlâ” ölüme, (Şeb-i arûs = Düğün gecesi) adını vermekdedir.
Tesavvufda, keder ve ümmîdsizlik yokdur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. Mevlânâ
“kuddise sirruh”, (Bizim dergâhımız
ümmîdsizlerin dergâhı değildir) diyor.
Sözleri aynen şöyledir: (Bâzâ, Bâzâ, Her ançe hestî Bâzâ), (Gel, gel, her kim
olursan ol gel, Allaha ikilik koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da
olsan gel! Bizim dergâhımız ümmîdsizlik
dergâhı değildir.
Tevbeni yüz def’a bozmuş olsan bile, gel!) Bu sözler, onüçüncü asrda yaşamış, Baba Efdal
Kâşîye de nisbet edilmekdedir. Tesavvuf ehli arasında, imâm-ı Rabbânî,
Cüneyd-i Bağdâdî,
Abdülkâdir-i Geylanî, Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî gibi büyük velîler, Sultân
Veled, Yûnus Emre, Bağdâdlı Mevlânâ
Hâlid gibi Hak âşıkları vardır. Yukarıda bildirilen
(Vahdet-i vücûd), tesavvufun gâyesi,
sonu değildir.
Gâyeye götüren yolculuklarda, kalbde hâsıl olan ve akl ile, fikr ile, madde ile ilgisi olmıyan
bilgilerdir. Bunlar kalbde bulunmaz, kalbde görünürler. Onun için, vahdet-i
vücûd yerine (Vahdet-i şühûd) demelidir. Kalb, temizlenince, ayna gibi olur.
Kalbde görünenler, Allahü teâlânın zâtı değildir. Hattâ sıfatları da değildir. Sıfatlarının zılları,
sûretleridir. Allahü teâlâ kendi, görme, işitme, bilme gibi sıfatlarının
sûretlerini, benzerlerini, insanlara vermişdir. Verdikleri Onunkiler gibi değildir. Onun
görmesi, ezelîdir, ebedîdir. Her zemân, her şeyi görür. Vâsıtasız, âletsiz
devâmlı
görür. İnsanın görmesi
böyle değildir.
Bunun için, Onun görmesi hakîkî görmekdir. İnsanın görmesi, o görmenin sûreti, zıllidir,
diyoruz. Görmesinin zılli
gözde, işitmesinin zılli
kulakda tecellî etdiği
gibi, sevmesi, bilmesi ve başka birçok sıfatlarının zılleri
de, insanın
kalbinde tecellî eder, hâsıl olur. [Kalb, göğsümüzün sol tarafındaki et parçası değildir. Bu et
parçasına (yürek) denir. Kalb, yürekde bulunan bir
kuvvetdir. Buna (gönül) diyoruz. Yürek,
hayvanlarda da vardır.
Kalb, insana mahsûsdur.] Gözün görebilmesi için, hasta, bozuk olmaması lâzım olduğu gibi,
kalbin de, bu tecellîye kavuşa-
bilmesi için, hasta olmaması lâzımdır.
Kalbi hastalıkdan kurtaran
ilâc, üç şeyden yapılır. Bunlar,
Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, ibâdetleri yapmak ve
harâmlardan sakınmakdır. İslâmiyyetden
ve tesavvufdan haberi olmıyan
kimseler, dîni, dünyâ kazançlarına âlet ediyorlar. Bu yobazlar, tesavvufa, hattâ
ibâdetlere, mistik bir hareket olarak, müzik sokmuş, müzik âletlerinin nağmelerine göre
vücûd hareketleri yapmak gibi husûslara, âyin demişlerdir. [Mevlevî âyinleri
gibi.] Başlarında
mezâr taşına benzeyen beyâz uzun külâhları (sikkeleri) ile dönen mevlevîler, sağ ellerini
semâya kaldırırlar ve sol
ellerini semâdan aldıklarını dünyâ yüzüne
göndermeği
belirtmek için, aşağı
indirirler. İslâm
dîni ile hiçbir alâkası olmıyan ve âyet-i
kerîme ve hadîs-i şerîflerde bulunmıyan böyle âyinleri, tarîkat olarak, İslâmiyyet
olarak tanıtıyorlar.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmdan
“radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” hiçbiri, böyle âyinler yapmadı. Onların zemânlarında tesavvuf
vardı.
Fekat böyle tarîkatçılık yokdu.
Şimdi, bu âyinleri görmek için dünyânın her tarafından birçok insan gelmekdedir. Yabancı dillerde
tesavvuf hakkında
yazılan
eserler çokdur ve hepsinde bu bid’at, bozuk yollardan bahs olunmakdadır. İmâm-ı Gazâlî
“rahime hullahü teâlâ” hem kelâm âlimi, hem de hakîkî tesavvufun mütehassıslarından idi.
Kanûnî Sultân Süleymânın
“rahime hullahü teâlâ” şeyhulislâmı büyük din âlimi Ebüssü’ûd Efendi “rahime hullahü
teâlâ” (896 [m. 1490]-982 [m. 1574]) nin tesavvuf ehline karşı çok sert davrandığı, hattâ onların i’dâmı için fetvâ
verdiği
söylenir. Bu doğru değildir.
Ebüssü’ûd Efendi, tesavvuf ehli için değil, bunların içine karışan sapık tarîkatçılar için ve (Tesavvufda yüksek dereceye varanlar
için, din teklîfleri kalkmışdır.
Onlar için halâl ile harâmın farkı yokdur) diyenler için sert davranmış ve bunların fitne çıkarmak, İslâmiyyeti yıkmak günâhları için, i’dâm
edilmelerine fetvâ vermişdir.
İslâm ilmlerine felsefe karışdıranları red
edenlerin başında, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bulunmakdadır. Meşhûr
olan bir hadîs-i şerîfinde, (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak. Yetmişikisi Cehenneme gidecek, yalnız birisi kurtulacak. Bunlar benim ve eshâbımın yolunda olanlardır) buyurdu. Gelecekden haber veren bu hadîs-i şerîf, büyük
bir mu’cizedir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiği gibi oldu. İslâm
bilgilerine felsefeyi karışdırarak, Eshâb-ı kirâmın yolundan
ayrılan
yetmişiki fırkayı ve bunların
felsefelerini, (Ehl-i sünnet) âlimleri
uzun bildirmişler, yukarıdaki
hadîs-i şerîfin ışığı altında,
bunları vesîkalarla red etmişlerdir. Bu büyük âlimlerden biri,
Seyyid Şerîf Cürcânîdir “rahime-hullahü teâlâ”. Tesavvufda vilâyet derecesine
yükselmiş olan bu derin âlim, 816 [m. 1413] da Şirâzda vefât etmişdir. (Şerh-i Mevâkıf)
kitâbının çok
yeri bu vesîkalarla doludur. Kelâm ilminin en yüksek derecesinde bulunan Sa’deddîn-i
Teftâzânî de “rahime-hullahü teâlâ” çok kıymetli (Şerh-i akâid)
kitâbında,
bid’at felsefesini kökünden yıkmışdır. 792 [m.
1389] da Semerkandda vefât etmişdir. 548 [m. 1153] de Bağdâdda vefât
etmiş olan Muhammed Şihristânînin “rahime-hullahü teâlâ” (El-milel ven-nihal) kitâbı ise,
başından sonuna kadar, bu reddiyyelerle doludur. Bu arabî kitâb ve türkçe
tercemesi, tekrâr tekrâr basdırılmışdır. UNESCO
tarafından
Avrupa dillerine terceme ve neşr edilmiş, İslâmiyyetin aslında felsefe bulunmadığını ve islâm
felsefesi sözünün doğru
olmadığını bütün dünyâ
anlamışdır.
İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ” hem
tesavvufu, hem de metafiziği incelemiş, (El-münkız) ve (Et-tehâfütül-felâsife) kitâblarında,
felsefecilerin yalnız
akla dayandıklarını, çok yanıldıklarını,
tesavvufcuların
ise, yalnız
âyet-i kerîmlere ve hadîs-i şerîflere tâbi’ olarak hakîkî îmâna ve ebedî
se’âdete kavuşduklarını
bildirmişdir. Yukarıda
müslimân olduklarını bildirdiğimiz,
yetmişiki bid’at ehlinin felsefelerini incelemiş, bunların yunan
filozoflarının te’sîrleri
altında
kaldıklarını görmüşdür. (Bid’at ehli) denilen müslimânların
akîdelerinin hakîkate, ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olmadığı görülür.
Bunların
yunan felsefesinden almış
oldukları
parçalara, 21. asrda artık
i’tibâr edilmemekdedir. Bid’at sâhibi müslimânların akîdeleri birbiri ile kıyâs edilecek
olursa, görülür ki, Allahü teâlânın birliği, büyüklüğü, her şeyin Ondan geldiği, Onun her
şeye hâkim, kâdir olması,
islâm dîninin en hakîkî ve en son din olması, Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı oluşu ve
Muhammed “aleyhisselâm”ın
Onun son Peygamberi bulunması husûsunda hepsi ittifaklıdır. Hepsi bunları bildirmekdedirler. İnsanı, hıristiyanlar
gibi, (günâhkar) değil,
kudsî bir varlık
sayarlar. Bunun için, yetmişiki bid’at fırkasının hepsi mü’mindir, müslimândır. Böyle
olmakla berâber, akl ile dîni ve felsefeyi bir tutmakdadırlar. Bunun
için, îmânlarında
farklılıklar vardır. Muhtelif
felsefelere bağlı oldukları için, aralarında ma’nâsız ayrılıklar,
mücâdeleler baş göstermişdir. Bunların hangisinin haklı olduğu ancak ilm ile ve hadîs-i şerîfler
ile karşılaşdırmakla
ortaya çıkar,
yoksa zor kullanarak, birbirine düşman olarak, birbirini bozuk sayarak değil!
İslâm âlimlerine göre, islâmiyyet beş şeyi
muhâfaza altına almışdır.
Bunlar; 1) Can, 2) Mal, 3) Akl, 4) Nesl, 5) Dindir. O hâlde,
sırf
kendi inandığı
felsefe doğrudur
diye, mala, cana kıyan,
hiçbir nasîhate ehemmiyyet vermeyen, bid’at sâhibi bir kimsenin, yâ dîni, yâ da
aklı
yokdur.
Şimdi bid’at sâhiblerinin îmân
bilgilerine karışdırdıkları
felsefelerini bir tarafa bırakarak, Kur’ân-ı kerîmden seçdiğimiz âyetlerle, Allahü teâlânın hakîkî
müslimândan ne istediğini
ve ona ne emrler verdiğini
bir kerre dahâ tedkîk edelim. Çünki, İslâmiyyetin aslında felsefe yokdur. Yetmişiki bid’at
fırkası, felsefeyi
islâm dînine karışdırmış, islâmiyyeti
yaralamışlardır. Bir
tarafdan, eski yunan felsefesini din bilgilerine karışdırmışlar, bir
yandan da, kendi görüşlerine, düşünüşlerine göre din bilgilerini değişdirmişlerdir.
Muhammed aleyhisselâmın
Cennete gideceklerini müjdelediği (Ehl-i sünnet vel cemâ’at) fırkası ise, din
bilgilerini, Eshâb-ı
kirâmdan “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” işitdikleri gibi almışlar, yunan felsefesini ve kendi düşüncelerini bu
bilgilere hiç karışdırmamışlardır. Bu
bilgileri, başka dinlerin bilgilerinden ve felsefeden ve kendi akllarından üstün
tutmuşlardır.
Çünki islâmiyyet, akl-ı
selîmin kabûl edeceği
bilgilerdir. İslâm
bilgilerinden birinin bile, doğru olduğunda şübhe eden bir aklın, selîm olmadığı, sakîm,
bozuk olduğu
anlaşılır. İslâm dînini
noksan sanıp,
felsefe ile tamâmlamağa
kalkışan
bir aklın
noksan olduğu
anlaşılır.
Bir kâfir, akl-ı
selîmi ile hareket ederse, ahlâkı ve işleri, Allahü teâlânın emrlerine
uygun olur. Allahü teâlânın ona
îmân ihsân edeceği, İsmâ’îl Hakkı Bursevînin[1] (Rûh-ul-beyân) tefsîri
altıncı cüz’ sonunda
yazılıdır. Ehl-i
sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, yunan felsefesine, ancak onları red etmek
için, kendi kitâblarında
yer vermişlerdir. Bid’at ve dalâlet fırkaları, yunan felsefesini din bilgilerine karışdırmak için,
Ehl-i sünnet fırkası ise, onları din
bilgilerinden ayırmak
ve uzaklaşdırmak
için çalışmışlardır. O hâlde,
islâm dînini doğru
olarak öğrenmek
ve kelâm-ı
ilâhîden murâd-ı
ilâhîyi anlamak istiyenin, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okuması lâzımdır.
Yûnüs sûresi 44. cü âyetinde
meâlen, (Şübhesiz Allah insanlara hiçbir şeyle zulm
etmez. İnsanlar nefslerine zulm ediyorlar) buyurulmuşdur.
Ra’d sûresinin 12. âyetinde
meâlen, (Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hâllerini değişdirmez) buyurulmuşdur.
Yûnüs sûresi 108.ci âyetinde
meâlen, (Doğru yola giren, kendisi için girmiş, sapıtan kendi zararına sapıtmışdır) buyurulmuşdur.
----------------------------
[1]
İsmâ’îl Hakkı 1137 [m. 1725] de vefât etdi.
O hâlde, nasıl bir insan
olmalıyız? Allahü
teâlâ, Kur’ân-ı
kerîmde, kendine inananları ta’rîf etmekdedir. Furkan
sûresinin 63-73. cü âyetlerinde meâlen, (Rahîm
olan Allahü teâlânın kulları, yer yüzünde gönül alçaklığı ile vakar ve
tevâzu’ ile yürürler. Câhiller, onlara sataşacak olursa, bunlara [sağlık ve selâmet
sizin üzerinize olsun gibi] güzel sözler söylerler. [Ya’nî, büyük bir yumuşaklık
gösterirler.] Onlar geceleri secde yapar ve kıyâmda dururlar [ya’nî, nemâz kılarlar.] Onlar,
yâ Rabbî, Cehennem azâbını bizden uzaklaşdır. Cehennem azâbı devâmlıdır
ve çok şiddetlidir. Orası şübhesiz kötü bir yer ve
kötü bir durakdır derler. Birşey verdikleri zemân,
isrâf etmezler. Cimrilik de yapmazlar. İkisi
ortası bir yol tutarlar. Kimsenin hakkını yimezler. Allaha şerîk koşmaz, Ondan
başkasına yalvarmazlar. Allahın dokunulmasını
harâm etdiği cana kıyıp, haksız olarak kimseyi öldürmezler. [Ancak
suçluları
cezâlandırırlar.] Zinâ etmezler. Kim bunlardan birini yaparsa günâh işlemiş
olur. Kıyâmet günü azâbı kat kat olur. Orada zelîl ve hakîr olarak ebedî bırakılır.
Ancak, Allah, tevbe eden ve doğru îmân eden ve
ibâdet yapan, fâideli iş yapanların kötülüklerini
iyiliğe çevirir. Allah, afv ve merhamet
sâhibidir. Kim tevbe eder, amel-i sâlih işlerse Allahü teâlâya [tevbesi makbûl ve Onun rızâsına kavuşmuş olarak] döner. Onlar yalan yere şâhidlik yapmazlar. Fâidesiz ve
zararlı işlerden kaçınırlar. Kendilerine âyetler okunduğu zemân, kör ve sağır davranmazlar, [dikkat ile dinlerler. Bu âyetlerle kendilerine yapılması emredilen
şeyleri yaparlar.]) buyurulmuşdur.
Mâide sûresinin 8. ci
âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler!
Birmillete olan öfkeniz, sizi adâletsizliğe sürüklemesin. Âdil olunuz!) buyurulmuşdur.
Mâide sûresinin 89. cu
âyetinde meâlen, (Allah rastgele
etdiğiniz yemînlerden değil, bile bile [yalan
olarak] etdiğiniz yemînlerden hesâb sorar) buyurulmuşdur.
Nahl sûresi, Bekara sûresi ve dahâ birçok
sûrelerde meâlen, (Allah, sabr edenlerle berâberdir. Sabr ediniz. Sabr et, sabr
Allah içindir)
buyurulmuşdur.
Bekara sûresinin 217. ci âyetinde meâlen, (Fitne çıkarmak, öldürmekden dahâ kötüdür)
buyurulmuşdur.
Bekara sûresinin 262. âyetinde meâlen, (Verdiğin malı başa kakma!)
buyurulmuşdur.
Bekara sûresi 271.ci âyetinde meâlen, (Sadakaları gizli vermek dahâ iyidir)
buyurulmuşdur.
En’âm sûresi 151. ci ve Furkân sûresi 68.
âyetlerinde meâlen,
(Cana kıymayın) buyurulmuşdur.
A’râf sûresinin 31. ci âyetinde meâlen, (Allah mallarını isrâf edenleri sevmez)
buyurulmuşdur.
A’raf sûresinin 56. cı âyetinde meâlen, (Bozgunculuk yapmayın!)
buyurulmuşdur.
Tevbe sûresinin 7. ci âyetinde meâlen, (Allah, sözleşmeleri bozmakdan sakınanları sever)
buyurulmuşdur.
İbrâhîm sûresinin 26. âyetinde meâlen, ([Küfre sebeb olan çirkin söz söylemeyiniz.] Çirkin kelâm, rüzgârın yerden kopardığı, kökü olmıyan çirkin
bir ağaca benzer)
buyurulmuşdur.
Nahl sûresi 90. âyetinde meâlen, (Allah, adâleti, iyilik yapmağı, akrabâya bakmağı emr eder.
Hayâsızlığı, fenâlığı ve haddini aşmağı men’ eder.
[Âyet-i kerîmedeki ihsân, tesavvuf demekdir.
Allahü teâlâya, görür gibi ibâdet etmekdir])
buyurulmuşdur.
İsrâ sûresinin 23-24. cü âyetlerinde
[ve Ahkâf 15] meâlen, (Anana, babana öf deme, onları azarlama! Onlara tatlı söyle,
onlara acıyarak alçak gönüllülük göster. Rabbim, onlar beni küçükken
yetişdirdikleri gibi, sen de, onlara merhamet et diye düâ et!)
buyurulmuşdur.
İsrâ sûresi 26. cı âyetinde meâlen, (Akrabâna, yolcuya, düşküne hakkını ver! Elindekini isrâf
etme!)
buyurulmuşdur.
İsrâ sûresi 28. ci âyetinde ise meâlen, ([Eğer fakîrlere verecek şeyin yoksa, onlara
birşey veremiyeceksen], hiç olmazsa onlara tatlı söz
söyle)
buyurulmuşdur.
Tâhâ sûresinin 131.ci âyetinde meâlen, (O kâfirlerden, kendilerini imtihân etmek için bol bol rızk
verdiğimiz kimselere bakma!
[Dünyâlıkları
onları azâba götürecekdir!] Rabbinin sana verdiği
rızk, dahâ iyi ve dahâ devâmlıdır)
buyurulmuşdur.
Rûm sûresinin 31. ci ve 32. ci âyetlerinde meâlen, (Dinde ayrı ayrı fırkalara ayrılıp, her fırka, kendisini
doğru yolda sanarak sevindiği
[ve
diğer fırkalara düşman olduğu] kimselerden ve
müşriklerden olmayınız!)
buyurulmuşdur.
Şûrâ sûresi 13. cü âyetinde meâlen, (Dine bağlı kalın! Tevhîd ve îmânda ayrılığa düşmeyin!)
buyurulmuşdur.
Câsiye sûresinin 18-19.cu âyetlerinde meâlen, ([Şehvetlerine uyan] câhillere
tâbi’ olma! Onlar, seni Allahın azâbından kurtaramazlar. Zâlimler islâma olan
düşmanlıklarında birbirinin dostu-
dur. Allahdan korkanların dostu ise Allahdır) buyurulmuşdur.
Feth sûresinin 29. cu âyetinde meâlen, (Allah, inanıp emrlerini yapanlara, mağfiret ve büyük ecr vâ’d
etmişdir)
buyurulmuşdur.
Hucurât sûresinin 9. cu âyetinde meâlen, (Eğer mü’minlerden iki fırka birbiri ile harb ederse,
aralarını düzeltiniz)
buyurulmuşdur.
Şûrâ sûresi 40. cı âyetinde meâlen, (Kötülüğün karşılığı, yine aynı şeklde kötülükdür. Ama, kim
afv eder ve barışırsa, Allah ona büyük mükâfat verir)
buyurulmuşdur.
Hucurât sûresi 6. cı âyetinde meâlen, (Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun iç yüzünü
araşdırın,
[Araşdırmadan karar
vermeyin!] Yoksa bilmeden bir millete
[veyâ kimseye] fenâlık
edersiniz ve sonra etdiğinize nâdim olursunuz)
buyurulmuşdur.
Hucurât sûresinin 10. cu âyetinde meâlen, (Ey müslimânlar, siz birbirinizin din kardeşisiniz. İki
kardeşinizi barışdırın. Allahdan korkarsanız, size merhamet eder)
buyurulmuşdur.
Hadîd sûresinin 23. cü âyetinde meâlen, (Allahın size verdiği ni’metlerle şımarmayınız! Gayb
etdiğiniz maldan ötürü üzülmeyiniz! Allah, kendini beğenen kibrli kimseleri
sevmez)
buyurulmuşdur.
İsrâ sûresinin 35. ci âyetinde meâlen, (Bir şeyi ölçerken, dartarken ölçüyü tam tut!)
buyurulmuşdur.
Rahmân sûresi 9. cu âyetinde meâlen, (Dartmayı doğru yapın! Dartıyı eksik tutmayın!)
buyurulmuşdur.
Mutaffifîn sûresinin 1-5. ci âyetlerinde meâlen, (İnsanlardan kendileri bir şey alırken tam alan, fekat onlara
kendileri birşey ölçüp dartarken verdiklerinde eksik tutan kimselerin vay
hâline! Onlar, büyük bir gün için tekrâr dirileceklerini zan etmiyorlar mı?)
buyurulmuşdur.
Bu meâl-i şerîfler yanında, Allahü teâlâ, kulun ne kadar
dikkat ederse etsin, insan olarak, yine kusûrlar yapabileceğini bilmekde,
bunlara karşı adâlet ve merhamet ile mu’âmele edeceğini Kur’ânı kerîmde beyân
buyurmakdadır.
Nahl sûresinin 61. ci âyetinde meâlen, (Eğer Allahü teâlâ insanları küfr ve günâhlarından ötürü
dünyâda cezâlandıracak olsaydı, yer üzerinde bir canlı kalmazdı)
buyurulmuşdur.
Ankebût sûresinin 7. ci âyetinde meâlen, (İnanıp hayrlı iş işleyenlerin kötülüklerini, and olsun, örteriz, onları yapdıklarının en
güzeli ile mükâfatlandırırız) buyurulmuşdur.
Zümer sûresinin 35. ci âyetinde meâlen, (Allah, îmân edenlerin kötülüklerini örter, onlara
işledikleri şeylerin en güzellerinin karşılığını verir)
buyurulmuşdur.
Şûrâ sûresinin 25-26. cı âyetlerinde meâlen, (Allah kullarının tevbesini kabûl eder. Günâhlarını afv eder.
İnanıp hayrlı iş işleyenlerin düâsını kabûl eder. Ama inkâr edenler için, çetin
azâb vardır)
buyurulmuşdur.
Muhammed sûresinin 2. ci âyetinde meâlen, (Allah, îmân edip hayrlı iş işleyenlerin ve Muhammed
aleyhisselâma gönderdiği Kur’âna inananların günâhlarını örter ve hâllerini
düzeltir)
buyurulmuşdur.
Necm sûresinin 32. ci âyetinde meâlen, (Allah, sâlih amel işliyenlere, Cennetini verecekdir. Onlar,
küçük günâhlardan ve büyük günâhlardan ve fuhuşlardan sakınanlardır. Senin
Rabbinin afvı boldur)
buyurulmuşdur.
Nâzi’ât sûresi 40. cı âyetinde meâlen, (Kim Rabbinin azametinden korkup, kendini nefsinin
arzûlarından men’ ederse, varacağı yer şübhesiz Cennetdir)
buyurulmuşdur.
Sebe’ sûresinin 17. âyetinde meâlen, (Biz nankörlerden başkasına cezâ mı veririz?)
buyurulmuşdur.
İşte, İslâm dîninin esâsı, insanların kalbine büyük bir
ferâhlık veren, rûhunu temizleyen ve herkes tarafından kolaylıkla anlaşılan
Allahü teâlânın bu yüksek emrlerini yerine getirmekdir. Felsefe esâsları ise,
ancak insan düşüncelerinden ibâretdir. Bunları ancak kendilerini red etmek için
okumalı, fekat, ancak Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde ve islâm
âlimlerinin kitâblarında zikr edilen Allahü teâlânın emrlerini kabûl edip,
onları yerine getirmelidir. Hakîkî müslimânlık budur. Allahü teâlâ, müslimânların
farklı inanışda olmalarını, fırkalar kurmalarını, aralarında îmân farkı
olmasını men’ etmişdir. Hele, müslimânların gizli toplantılar yapmasını, gizli
cem’iyyetler kurmasını, iftirâ, gîbet gibi harâm olan şeylerle meşgûl
olmalarını yasaklamışdır. Bu husûsdaki âyet-i kerîmelerin meâl-i âlîleri
şöyledir:
Mücâdele sûresinin 9-10. cu âyetlerinde meâlen,
(Ey îmân edenler! Gizli
konuşduğunuz zemân, günâh işlemeği, düşmanlık etmeği ve Peygambere
[ve dolayısıyla müslimânları idâre eden
makâmlara] karşı gelmeği fısıldaşmayın! Ancak iyilik
yapmağı veAllaha karşı gelmekden sakınmağı konuşun. Öyle gizli toplantılar,
müslimânları üzmek için şeytânın istediği şeydir) buyurulmuşdur.
Câsiye sûresinin 17. ci âyetinde meâlen, (Din husûsunda onlara açık alâmetler verdik. Onlar ise, kendilerine ilm geldikden sonra, birbirini çekememezlikden ötürü tefrikaya [ayrılığa] düşdüler. Rabbin bunların birbirinden ayrı düşündükleri husûslar hakkında, kıyâmet günü, şübhesiz aralarında hükm edecekdir) buyurulmuşdur.
Rûm sûresinin 32. ci âyetinde meâlen, (Dinlerinde tefrikaya
[ayrılığa]
düşüp, fırka fırka olan ve her fırkasının da kendi inançlarını beğenip
sevindiği müşriklerden olmayın!)
buyurulmuşdur.
Hadîd sûresinin 20. ci âyetinde meâlen, (Bilin ki, dünyâ hayâtı, oyun, oyalanma, süslenme, aranızda
öğünme, dahâ çok mal ve çocuk sâhibi olma da’vâsından ibâretdir. Bu ise, şu
yağmura benzer ki, kara toprakdan çıkardığı yeşillikler, ekincilerin hoşuna
gider. Bu nebâtlar, sonra kurur. Sapsarı olduğu görülür. Sonra çöp olur.Âhiretde
ise,
[Dünyâya düşkün olanlara] çetin ve sonsuz azâb vardır.
[Dünyâlıkları
Allahın emrlerine uygun olarak kazananlara ise,] orada
Allahın rızâsı ve afv etmesi vardır. Dünyâ hayâtı, sâdece aldatıcı, geçici bir
devredir)
buyurulmuşdur.
Dünyânın, âhireti kazanmak için bir vâsıta olduğunu,
bundan dahâ güzel anlatacak hangi söz vardır? Bunun için, dünyâ zevklerine
kapılıp, doğru yoldan çıkacak yerde, dînimizin emrlerine iki elle sarılalım.
Îmânı ve din bilgileri doğru olup, sapıklara aldanmamış olan bir müslimân,
dürüst bir insan, kanûnlara sâdık bir vatandaş, hakîkî bir âlim, vatansever bir
kimse olur. Kendine de, milletine de fâideli olur.
İslâmiyyet, insana kıymet ve ehemmiyyet verir. Allahü
teâlâ, Tîn sûresinin 4. cü âyetinde meâlen,
(Ben insanı en güzel şeklde yaratdım) buyurmakda, insan hayâtına çok ehemmiyyet vermekde, (Cana kıymayın!) diye emr etmekdedir. Hıristiyanların insanı, (günâhla
kirlenmiş bir çirkef) olarak ta’rîf etmesini, islâm dîni şiddet ile red
etmişdir. Bütün insanlar, müslimân olmağa elverişli olarak dünyâya gelirler. Sâf ve temiz
olarak doğarlar.
Bundan sonra artık,
kişinin her yapdığı
kendinedir. Zümer sûresi 41. ci ve Yûnus sûresi
108. ci âyetlerinde
meâlen, (Doğru yolda giden kendi lehinedir, sapıtan kendi zararına sapıtmış
olur) buyurulmuşdur. Çünki Allahü
teâlâ, onlara en sevgili kulu olan Muhammed aleyhisselâmı Peygamber ve
en büyük kitâbı olan
Kur’ân-ı
kerîmi de rehber olarak göndermişdir. Kur’ân-ı kerîmin ve Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” çok açık olarak gösterdiği doğru yoldan gitmiyenler, bunu beğenmedikleri
için, şübhesiz cezâlarını
göreceklerdir.
Sâd sûresinin 87. ci âyetinde
meâlen, (Kur’ân ancak, bütün insanlar için bir
nasîhatdır) buyurulmuşdur.
İsrâ sûresinin 15. ci âyetinde meâlen, (Kim doğru yola girerse,
kendi lehine girer. Kim, kendi aklına uyarsa, sapıtırsa, kendi zararına sapıtır.
Kimse kimsenin günâhını çekmez. Biz Peygamber göndermedikçe azâb etmeyiz) buyurulmuşdur.
Biz, Allahü teâlânın bizi doğru olan îmâna
kavuşdurması için
düâ etmeliyiz. Bu da, ancak en hakîkî, en son din olan müslimânlık dînine ve
bu dîni doğru
olarak bildiren (Ehl-i sünnet)âlimlerinin
“rahime hümullahü teâlâ” kitâblarına iki elle sarılmakla olur.
Allahü teâlâ, insanları mü’min,
müslimân yapmağa
mecbûr değildir.
Onun merhameti sonsuz olduğu gibi, azâbı da sonsuzdur. Adâleti de sonsuzdur. Dilediği kuluna
sebebsiz olarak ve o istemeden, îmân ihsân eder, verir. Kendi akl-ı selîmine
uyarak, ahlâkı ve
işleri iyi olanlara da, doğru olan, makbûl olan îmânı vereceği yukarıda bildirilmişdi. Bir insanın îmânlı ölüp
ölmiyeceği son
nefesde belli olur. Bütün ömrü îmân ile geçip, son günlerinde îmânı giden,îmânsız ölen kimse,
kıyâmetde
îmânsızlar
arasında
olur. Îmân ile ölmek için, her gün düâ etmek lâzımdır. Allahü teâlâ, sonsuz merhametinden dolayı,
Peygamberler göndererek, var ve bir olduğunuve inanılması lâzım olan şeyleri, kullarına bildirdi.
Îmân, Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiklerini tasdîk etmek
demekdir. Peygamberi tasdîk etmiyen, inkâr eden, kâfir olur. Kâfirler,
Cehennemde sonsuz yanacakdır. Peygamberi “aleyhissalevâtü vetteslîmât” işitmiyen
kimse, Allahü teâlânın var
ve bir olduğunu
düşünüp, yalnız
buna îmân eder ve Peygamberi “aleyhissalevâtü vetteslîmat” işitmeden ölürse, bu
da Cennete girecekdir. Bunu düşünmeyip, îmân etmezse, Cennete girmiyecek.
Peygamberi “aleyhissalevâtü vetteslîmât” inkâr etmediği için,
Cehenneme de girmiyecekdir. Kıyâmet günü, hesâbdan sonra, tekrâr yok edilecekdir.
Cehennemde sonsuz yanmak, Peygamberi “aleyhissalevâtü vetteslimât” işitip de,
inkâr etmenin cezâsıdır. Böyle
âlimler arasında
“rahime-hümullahü teâlâ” (Allahü teâlânın varlığını düşünmeyip îmân etmiyen Cehenneme girecekdir)
diyenler varsa da, bu söz Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
işitdikden sonra düşünmiyen demekdir. Aklı olan kimse, Peygamberi “aleyhissalevâtü
vetteslîmât” inkâr etmez. Hemen îmân eder. Aklına uymayıp, nefsine,
şehvetlerine uyar, başkasına
aldanır
ise, inkâr eder. Muhammed aleyhisselâmın amcası olan Ebû Tâlib, Onu, kendi öz çocuklarından dahâ çok
sevdiğini,
her vesîle ile izhâr etmiş ve Onu medh için kasîdeler yazmışdır. Muhammed
aleyhisselâmın,
onun ölüm döşeği yanına gelip,
îmân etmesi için, çok yalvardığı hâlde, an’anesinden ayrılmamak için, îmân etmekden mahrûm
kaldığı,
târîhler
de uzun yazılıdır.
An’aneye, modaya uymak hastalığı, nefslerimizin tuzaklarından biridir. Çok kimse, kendi
nefslerinin bu tuzaklarına
düşerek, büyük se’âdetlerden, kazançlardan mahrûm kalmışlardır. Bunun
içindir ki, bir hadîs-i kudsîde, Allahü teâlâ, (Nefslerinizi, kendinize düşman biliniz! Çünki, nefsleriniz,
bana düşmandırlar!) buyurdu.
Hıristiyan
doğmuş,
hıristiyan
terbiyesi almış
[dahâ doğrusu,
beyni yıkanarak
aşırı
aldatılmış] bir kimse,
kolay kolay bu te’sîrden kurtulamaz. Sonra, arkadaşlarının kendisini,
eğer
dînini değişdirecek
olursa, hor görmesi, âilesinin kendisinden uzaklaşması bahs konusu
olabilir. Fekat, bütün bunlar, birer sebeb olmakla berâber, en büyük
noksanlardan birinin de, son zemânlarda müslimânların kendi
temiz, mantıkî
dinlerini bilmemeleridir. Ba’zı din câhillerinin ve yetmişiki bid’at fırkasından birine
kaymış olan
sapıkların, islâmiyyet
hakkında
yanlış
verdiği
bilgiler, bozuk tefsîrler ve fen yobazlarının, fen perdesi altındaki, inkârcı yazıları ve iftirâları, müslimân olmıyanlar üzerinde çok fenâ te’sîr yapmakda, onları bu tertemiz,
berrak, mantıkî ve
insânî hak dinden soğutmakdadır. Hâlbuki
biz, ne zemân bir okumuş hıristiyanla bu kitâbda yazılı husûsları görüşsek, onun islâmiyyete karşı büyük hayrânlık duyduğunu
görüyoruz. Hakîkî müslimânlar arasına karışmış olan yetmişiki bid’at ehlini bir yana bırakırsak, bundan
bir asr evvel, islâmiyyet ile hıristiyanlığı tâm tarafsız ve ilmî vesîkalara bağlı bir tarzda
karşılaşdırmış olan
Harputlu İshak
efendi gibi Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” çok zuhûr etmişdir.
Ne yazıkki,
bunların
eserleri, yabancı
dillere çevrilmemiş, başka din mensûbları, onların kitâblarını okuyamamışdır.
[Harputlu İshak
Efendinin yazmış olduğu (Diyâ-ul kulûb) kitâbının türkçe ve
ingilizce tercemesi, Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır. Bugünkü İncîllerin
tahrîf edildiğini
ve hıristiyanlığın nesh edildiğini isbât
etmekdedir.]
İslâm dînini yanlış tanıtmak husûsunda, Ehl-i sünnet olmıyan islâm
devletlerinin, büyük zararları olmakdadır. Dünyâda bugün adedi 40’ı bulan islâm devletlerinin bir kısmında bulunan
sapık din
adamları,
bütün dünyâda, islâm dîni hakkında yanlış bilgi ve kanâ’at meydâna gelmesine sebeb olmakdadırlar. Ehl-i
sünnet olmıyan
memleketlerde, Kur’ân-ı
kerîm yanlış
tefsîr edilmekde, hattâba’zı Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” [meselâ
Âdem aleyhisselâm] inkâr edilmekdedir. Şübhesiz, zemânla bu memleketlerin
idârecileri doğruyu
öğrenecek
ve bu yanlış
hareketlerden vazgeçerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ”
yazmış oldukları milyonlarca
kıymetli
kitâbın
gösterdikleri doğru
yolu bulacaklardır.
[Elhamdülillah, şimdi Hakîkat Kitâbevinin doğru yayınları, İNTERNET
vâsıtası ile bütün
dünyâya yayılmakdadır. İnternetdeki
adresimiz www.hakikatkitabevi.com dur.
Herhangi bir
memleketdeki bilgisayar, bu adrese bağlanınca, bütün
kitâblarımız ekrânda
görünür. Dilediği
kitâbı
seçerek ekrânda okur. (Tam İlmihâl) sahîfe 563 e bakınız!]
Îmânı olmayan kimsenin, sonsuz olarak
Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber
efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna
inanmak, Allahü teâlânın var
olduğuna,
bir olduğuna
inanmak gibi lâzımdır. Sonsuz
olarak ateşde yanmak ne demekdir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşde
yanmak felâketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketden kurtulmak çâresini arar.
Bunun çâresi ise çok kolaydır. (Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed
aleyhisselâmın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun haber verdiği şeylerin hepsinin
doğru olduğuna inanmak) insanı bu sonsuz
felâketden kurtarmakdadır.
Bir kimse, ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felâketden
korkmuyorum, bu felâketden kurtulmak çâresini aramıyorum derse,
buna deriz ki, (İnanmamak
için elinde senedin vesîkan var mı? Hangi ilm, hangi fen inanmana mâni’ oluyor?)
Elbet vesîka gösteremiyecekdir. Senedi, vesîkası olmayan söze ilm, fen denir mi? Buna
zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, (sonsuz olarak
ateşde yanmak) korkunç felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile, böyle felâketden sakınmaz mı? Sonsuz
ateşde yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı? Görülüyor
ki,her akl sâhibinin îmân etmesi lâzımdır. Îmân etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük
taşımak, ibâdet zahmeti çekmek, zevkli, tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara
katlanmak lâzım değildir. Yalnız kalb ile,
ihlâs ile, samîmî olarak inanmak kâfîdir. Bu inancını
inanmayanlara bildirmek de şart değildir. Sonsuz ateşde yanmaya inanmayanın buna çok az
da bir ihtimâl vermesi, zan etmesi akl îcâbıdır, insanlık îcâbıdır.
Sonsuz olarak ateşde yanmak ihtimâli karşısında, bunun yegâne ve kat’î çâresi olan (ÎMÂN) ni’metinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok
büyük şaşkınlık olmaz mı?
Senâüllah Pânî-pütî “rahmetullahi
aleyh”, (Hukûk-ul-islâm)kitâbında buyuruyor
ki, (Allahü teâlânın
varlığı, sıfatları, râzı olduğu ve beğendiği şeyler,
ancak Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” bildirmesi ile anlaşılır. Akl ile
anlaşılamaz. Bunları bize
Muhammed aleyhisselâm bildirdi. Hulefâ-i râşidînin çalışmaları ile, her
tarafa yayıldı. Eshâb-ı kirâmdan
ba’zıları, ba’zı bilgileri
işitmişlerdi. Bu bilgilerin hepsini topladılar. Eshâb-ı kirâmın bu husûsda üzerimizdeki hakları çok
büyükdür. Bunun için hepsini sevmemiz, övmemiz ve itâ’at etmemiz emr olundu “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”). Bu kitâb fârisî olup, Lahorda ve 1410 [m. 1990] da İstanbulda
Hakîkat Kitâbevi tarafından
basdırılmışdır.