-3-

DİNLER, AKÎDELER ve DİN İLE
FELSEFENİN FARKI

Allahü teâlâ birdir. Ona giden yol da birdir. Din, Allahü teâlâyı tanıtan yol olduğuna göre, dünyâda tek bir din olması gerekir. Hâlbuki, bugün dünyâ yüzünde birbirinden farklı dinler ve muhtelif akîdeler vardır. Fekat dikkat edilecek olursa, tek Allahın gönderdiği, mûsevîliğin ve îsevîliğin ve müslimânlığın aynı îmân esâsları üzerine kurulduğu meydâna çıkar. Bu üç din birbirine bağlı zincir halkaları gibidir. Allahü teâlâ, asrlar geçdikçe, bozulan, değişdirilen mûsevîliği ve îsevîliği düzelterek ve temizliyerek en son ve hakîkî şekli olan (İslâm) dînini göndermişdir. Esâsen, bu kitâbın birçok yerlerinde tekrârladığımız gibi, (İslâmiyyet) kelimesinin iki ma’nâsı vardır. Allahü teâlâya teslîm olmak ma’nâsına geldiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği son dîne de denir. (Ehl-i kitâb) ise, diğer iki dîne mensûb olan kimselere verilen ismdir. Bunlar şimdi, bozuk olan Tevrât ve İncîle Allah kelâmı diyorlar. Îsâ ve Mûsâ aleyhimesselâma Allahın peygamberi demekle berâber, resmlerine, heykellerine secde ederek, kendilerine şefâ’at etmeleri için yalvarıyorlar. Onlarda (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanan (Müşrik) olur. Allahü teâlânın (Sıfât-i zâtıyye) ve (Sıfât-i sübûtiyye)sine (Ülûhiyyet sıfatları) denir.

Bu üç büyük dînin Allahü teâlâ tarafından nasıl gönderildiğini aşağıda anlatmağa çalışacağız. Bunların esâslarını açıklıyacağız. Bu üç büyük dînin yanında, bir de Allah mefhûmu kalmamış ve yalnız ahlâk kâidelerine bağlı olan dinler de vardır. Bunlar, ittihâtcıların ortaya çıkardıkları yol olup, bizim mevzû’umuzun dışında kalmakla berâber, dünyâda büyük bir insan kütlesinin inandığı din olarak mevcûddur. Onun için, asl mevzû’a girmeden evvel, bunlar hakkında da, ma’lûmât vermeği lüzûmlu bulduk. Önce bunları ele alacağız.

Bunların arasında Müşriklik, Brahmanlık, Mecûsîlik ve Budistlik başda gelmekdedir. Bu dört din, bundan kısa bir zemân evvel, birbuçuk milyar insanın i’tikâdını [inanışını] teşkil ediyordu. Çünki, Hindliler, Burmalılar, Lagoslular, Japonlar, Çinliler, Malayalılar, Koreliler ve bunlara komşu olan birçok memleketler, bu fikrlere bağlı idiler. Osmânlılar, Avrupalılar ve Amerikalılar arasında da, adedleri az olmakla berâber, bunlara rastlamak kâbildi. Fekat bugün, komünizm propagandası yüzünden ve genç Çinlilerin kendilerini hiçbir dîne bağlı saymamalarından ötürü, bu dîne bağlı olan in-

-414-

sanların adedi, en son milletler arası istatistiklere göre, 400 milyona düşmüşdür. Şimdi bu dinleri yakından inceliyelim ve ansiklopedilerden fâidelenerek, bunlarda insana nasıl bir yer verildiğini görelim.

BRAHMA DÎNİ

Brahma, mukaddes kelâm demekdir. Hindistândaki islâm âlimlerinden Mazher-i Cân-ı Cânân[1] ondördüncü mektûbunda buyuruyor ki, (Bu din, Îsâ aleyhisselâmın mîlâdından asrlarca evvel Hindistânda zuhûr etmiş hakîkî, ilâhî bir din idi. Sonraları bozularak, kâfir oldular). Bu dînin başında olanlar, Brahman ismini aldılar. Bunlardan birini, ma’bûd şekline sokdular. Bunun dört oğlu olduğu söylenmekde, güyâ dört oğlundan biri, bunun ağzından, diğer üçünün de, elinden ve ayağından meydâna geldiği sanılmakdadır. Bu dört oğlundan dolayı, brahmanlar insanları dört sınıfa ayırmakdadır:

1) Brahmanlar: Bunlar brahma inanışının kudsî râhibleri ve âlimleridir. Mukaddes (Veda) kitâbını okumak, açıklamak ve diğer brahma mensûblarına yol göstermek vazîfeleridir. Son derecede nüfûz sâhibidirler. Emrlerine kimse karşı gelemez. Herkes onlardan çekinir. 2) Muhâribler: Bu sınıfa hükümdârlar, racalar ve büyük devlet adamları ve askerler girer. Bunlara (Krişna) ismi verilir. 3) Tüccarlar ve çiftçiler: [Bunlara (Vayansa) ismi verilir.] 4) Köylüler, işçiler, amele ve benzerleri.

Bu dört sınıfdan çıkarılanlara ise (parya) ismi verilir ki, bu zevallıların, insan gibi yaşamak hakkı yokdur. Hayvan mu’âmelesi görürler. Dört sınıfa giren insanların haklarına mâlik değildirler. Brahma inanışında, putlar vardır. Bu putların cinsi, ma’nâsı, yinecek ve yinmeyecek şeyler, suçlar ve bunlara verilecek cezâlar, (Manava Dharina Şastra) ismindeki mukaddes kitâblarında yazılıdır. [Ma’nâsı: Manunun din kitâbı.] Brahmanlar, birçok tanrıya inanırlar. En büyük tanrıları fenâlıkları yok etmek için insan şekline girmiş olan (Krişna) ile, ikinci büyük tanrı (Vişnu)dur. Üçüncü tanrıları ise (Siva)dır. Vişnu, çok mühimdir. Bu kelimenin ma’nâsı, (İnsanın içine işleyen) demekdir. Vişnu, koyu mâvi renkli vücûd ve dört elli olarak gösterilir. Yâ, (Garuta) adındaki kartalına binmiş, yâhud bir Lotos çiçeği veyâ bir yılan üzerine oturmuşdur. Brahma inanışına göre, Vişnu şimdiye kadar dünyâya 9 def’a muhtelif şeklde [insan, hayvan veyâ çiçek olarak] gelmişdir. Şimdi onun onuncu gelişi beklenmekdedir.

----------------------------

[1] Cân-ı Cânân, 1195 [m. 1781] de Delhîde şehîd edildi.

-415-

Brahma dîninde öldürmek ancak harbde câizdir. Diğer zemânlarda hiçbir canlı mahlûk, insan veyâ hayvan, öldürülmez. İnsan, mukaddes bir mahlûk sayılır. (Tenâsuh)a inanırlar. Ya’nî insan öldükden sonra, rûhunun tekrâr başka bir insan şeklinde dünyâya geleceğine inanırlar. Vişnunun da dünyâya bir hayvan şeklinde gelebileceği hesâba katıldığından, hayvan öldürmek, kat’î olarak men’ edilmişdir. Onun için, müteassıb brahmanlar, kat’iyyen et yimezler.

Manu kitâbına göre, insanın hayâtı dörde ayrılır:

1) Tenbellik, 2) Evlilik, 3) Münzevîlik (yalnız başına yaşamak), 4) Sevâb kazanmak için dilencilik.

Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden ve tesavvuf mütehassıslarından Mazher-i Cân-ı Cânân “rahmetullahi aleyh” 14. cü mektûbunda, (Hind kâfirlerinin âyinleri)ni fârisî yazmakdadır. Burada buyuruyor ki, (Allahü teâlâ, bütün insanlara se’âdet yolunu gösterdiği gibi, Hindistâna da, Bernîhâ ismindeki melek ile (Veda) ve (Bîd) ismleri ile yâd edilen bir kitâb gönderdi. Bu kitâb dört kısm idi. Bu dînin müctehidleri bunlardan altı mezheb çıkardı. Akâid kısmına (Dahren Şayster) dediler. İnsanları dört sınıfa ayırdılar. İbâdet kısmına (Kerm Şayster) dediler. İnsanın ömrünü dörde ayırdılar. Herbirine (Cuk) dediler. Hepsi, Allahü teâlânın bir olduğuna, âlemin fânî olduğuna, kıyâmet gününe, hesâba ve azâba inanırlar, riyâzet ve mücâhede yaparak, keşf ve istidrâc sâhibi olurlar. Sonra gelenlerin, bu dinde yapdıkları yenilikler, dinsizliğe sebeb olmuşdur. İslâmiyyet gelince, dinleri mensûh olmuşdur. Müslimân olmayanlarına kâfir denir. Dahâ evvel olanları hakkında birşey diyemeyiz.)

Brahmanların bir şu’besi olan (Mecûsî)lere gelince, bunlar ateşe, ineğe, timsaha taparlar. Bunlar Kisrâ denilen acem şâhlarından Küştûseb zemânında Zerdüşt denilen, yaşayıp yaşamadığı tam bilinmiyen bir kimsenin kurduğu bâtıl bir dîne bağlıdırlar. Bunlar mevtâlarını gömmezler. Bir nev’ kulelerde saklarlar ve akbabalara yidirirler. Başka bir kısm olan (Sîh)lerde sakal mubârekdir. Sakallarını kat’iyyen kesdirmezler. Bir de (Hinduist)ler vardır. Bunlar, aşağı tabaka halkın bütün hurâfelerine inanırlar. Bu inanışın artık hiçbir kıymeti kalmamış, temâmen çığrından çıkmışdır.

Brahmanlar, insanlara, (Brahman râhiblerinin emrlerini dinlemek ve onlara her zemân itâ’at etmek, Manu kitâbına göre hareket etmek, paryalarla hiç temâs etmemek, hiçbir canlı varlığı öldürmemek) gibi husûsları telkîn ederler. Rûh ve beden hakkında hiçbir bilgi vermezler. Yalnız insanı, kudsî bir varlık olarak kabûl ederler. Brahmanlar, Hindistânda Ganj nehrini mukaddes sayarlar. Bu nehrde yıkanmağı, bu nehrin suyunu içmeği, hattâ ölüleri-

-416-

ni bu nehre atmağı kudsî bir vazîfe telakkî ederler.

Puta tapmağa pek yakın olan, hattâ ba’zı putlara da tapan Brahma dîninin muhakkak ıslâha ihtiyâcı vardır. Ne yazık ki, 100 sene sonra, ya’nî Îsâ aleyhisselâmın mîlâdından 600 sene evvel, dünyâya gelen BUDA, bu dîni temâmen bozdu. Budayı, katolik dîninin birçok hurâfelerini ortadan kaldıran protestan denilen küfr fırkaları kuran Luthere benzetmek kâbildir.

BUDİSTLİK

Buda, mîlâddan tahmînen 622 sene evvel, Hindistânda Benares şehrinin 160 kilometre kuzeyinde (Kapilavastu) (diğer ismi, Lumbini) köyünde doğmuşdur. Asl adı, (Guatama) veyâ (Sidarte)dir. 29 yaşında bir ormanda inzivâya çekilerek şiddetli bir riyâzet [açlık] çekmişdir. Riyâzet ile bir şey halledilemiyeceğini anlıyarak, normal hayâta dönmüş ve tefekküre dalmışdır. Nihâyet 35 yaşında, Nerancara nehri kenârında bir incir [Bo] ağacı altında oturup düşünürken, zihni aydınlanmış, böylece Gutama (Buda) olmuş, 80 yaşında ölünceye kadar fikrlerini, düşüncelerini yaymağa çalışmışdır. Buda, Brahma i’tikâdının [inanışının] bozulduğunu, puta tapmanın yanlış olduğunu söylemişdir. Onu dinliyenler, arkasından gitdiler. Buda, kendisinin ancak bir insan olduğunu söyliyor ve hiçbir zemân ilahlık iddi’â etmiyordu. Fekat öldükden sonra, talebeleri onu tanrılaşdırmışlar, onun nâmına ma’bedler [tapınaklar] kurmuşlar ve heykellerini yaparak, ona tapmağa başlamışlardır. Böylece, Budizmi putperestlik şekline sokmuşlardır. Budistlikde, tanrı yokdur.

Budist kâfirlerinin bâtıl dinlerinde dört (Esâs) vardır. Şöyle ki:

1) Hayât, ızdırâb ile doludur. Zevk ve safâ, bir hayâl, bir aldatıcı rü’yâdır. Tevellüd, ihtiyârlık, hastalık ve ölüm de acı bir ızdırâbdır.

2) Bu ızdırâblardan kurtuluşa mâni’ olan şey, bilgisizlik yüzünden kapıldığımız hevesler ve ne olursa olsun, muhakkak yaşamak arzûmuzdur.

3) Izdırâbı yenmek için, bütün geçici heveslerle birlikde muhakkak yaşamak arzûsunu da terketmek gerekir.

4) Yaşama hevesinin izâlesi ile, insan râhata kavuşur. Bu hâle (nirvana) ismi verilmekdedir. Nirvana, hiçbir hevesi ve ihtirâsı olmıyan bir insanın, dünyâ zevklerinden ictinâb ederek, kudsî istirâhata kavuşması demekdir. Buda, insanların se’âdete kavuşması

-417-

için, 8 yol tavsiye etmekdedir. Bu yollar aşağıda yazır:

Doğru i’tikâd,

Doğru karâr,

Doğru söz,

Doğru hareket,

Doğru hayât,

Doğru çalışma,

Doğru tefekkür,

Doğru muhâkeme.

Buda, Brahma dînindeki bütün sınıfları red eder. Brahman sınıfının imtiyâzlarını tanımaz ve onlara ayrı bir üstünlük vermez. Bütün insanları müsâvî sayar ve onlara müsâvî haklar verir. Brahmanlardaki paryaları bağrına basar. İnsanları kudsî varlık olarak kabûl etmez. Aksine, insanların çok kusûrları olduğunu ve ancak azla kanâat ederek, oruc tutarak, bu günâhlardan kurtulacaklarını telkîn eder. Fekat, bu ma’rifetlerin din ile, Allahü teâlânın rızâsı ile hiç bir alâkası yokdur. Bunların rûhları bomboşdur. Çünki, budizmde (Allah) akîdesi bulunmamakdadır.

Asyada Tayland, Bangladeş ve Malezya arasındaki (Birma) halkı, câhil, ahlâksız kimselerdir. Mîlâddan 543 sene evvel, (Buda) dîni buraya geldi. Bu dinde hak, merhamet olmadığı için, vahşî insanlar arasında çabuk yayıldı. On asır sonra Hindistândan gelen müslimân tüccarlar, İslâmiyyeti getirdi. İslâm bilgileri, islâm ahlâkı da yayıldı. Sonra ingilizler gelerek tabî’î kaynakları sömürdüler. Dünyânın her yerinde yapdıkları gibi, yalan ve silâh kuvveti ile ve câsûsların, misyonerlerin hîleleri ve zorlamaları ile islâm düşmanlığını yaydılar. İkinci cihân harbinden sonra, ingilizler çekildi ise de, islâmiyyete saldıran vahşî bir canavar sürüsü bırakdılar. Zulmden kaçan din adamlarının mektûblarından anlıyoruz ki, Birma askerleri evleri basıp erkekleri öldürüyor, kadınları, kızları götürüp, her kötülüğü yapıyor, edeb yerlerini kesdikden, gözlerini oydukdan sonra, ölüme terk ediyorlar. Biz inanıyoruz ki, Allahü teâlâ, şehîdlere yaralarının, kırıklarının acısını duyurmaz. (Tekrâr dünyâya gelip, şehâdet lezzetlerini yine tatmak) isterler. Birmada da müslimânlara karşı, ingiliz plânlarını tatbîk eden canavarlar ise, ingilizlerle birlikde dünyâda da, âhıretde de azâb-ı ilâhîyi çekeceklerdir.

Mîlâddan 479 sene evvel 70 yaşında vefât etmiş olan Konfücyüs, Çinli bir feylesof idi. Ahlâk ve devlet idâresi üzerinde yazdığı kitâbları ile meşhûr oldu. Felsefesi, sonradan dînî mezheb şekline sokuldu. Kitâblarında semâvî dinlerle alâkalı hiçbir ma’lûmât yokdur.

 -418-

MÛSEVÎ DÎNİ VE YEHÛDÎLER

Mukaddes kitâblar, târîhî vesîkalar ve günümüze kadar gelmiş olan eserler incelenirse, (Tek Allah)a îmânı emr eden din ya’nî islâmiyyet, Âdem aleyhisselâm zemânından beri vardı. İnsanlardünyâya geldikden sonra, Âdem aleyhisselâmdan İbrâhîm aleyhisselâma kadar geçen zemân içinde, birçok Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gelmişse de, bunlara büyük kitâblar gönderilmemişdi. Allahü teâlâ bunlara küçük (Suhuf)lar [risâleler] göndermişdi. Meşhûr yüz suhufdan onu İbrâhîm aleyhisselâma gönderilmişdir. Târîhcilere göre, İbrâhîm “aleyhissalâtü vesselâm” mîlâddan 2122 sene evvel Fırat ile Dicle arasında bulunan bir kasabada doğmuş ve bir rivâyete göre de, 175 sene yaşadıkdan sonra, Kudüs civârında (Halîlürrahman) kasabasında vefât etmişdir. Marston adlı yazarın yayınladığı, (La Bible a dit vrai = Mukaddes kitâb doğruyu söyliyor) ismindeki kitâbın anlatdığına göre, son zemânlarda, bu yerlerde, İbrâhîm aleyhisselâma âid pekçok eşyâ bulunmuş ve Onun mezkür zemânlarda yaşadığı kat’î olarak meydâna çıkmışdır. İbrâhîm aleyhisselâmın üvey babası(Âzer)dir. Hakîkî babası olan Târûh, İbrâhîm aleyhisselâm henüzçocuk iken vefât etmiş idi. Âzer, put yapan bir sanatkâr idi. İbrâhîm aleyhisselâm dahâ çocuk iken, putlara ibâdet edilemiyeceğini anlamış, üvey babasının yapdığı putları parçalamış ve bulundukları memleketin, ya’nî Bâbilin hükümdârı olan Nemrûdu îmâna da’vet etmeğe başlamışdır. Nemrûd, zâlim ve gaddâr bir hükümdârdı. Bir rivâyete göre Nemrûd ismi, onun hakîkî ismi değil, [fir’avn gibi] bir ünvânı idi. Nemrûd, küçük bir çocukken burnuna bir yılan yavrusu kaçmış, bu yüzden son derecede çirkinleşmişdi. Babası bile onun yüzünü görmeğe tehammül edememiş ve öldürmeğe karâr vermişdi. Fekat, annesinin yalvarması üzerine, onu bir çobana teslîm etmiş, çoban da, onun çirkin yüzüne bakmağa dayanamadığından, onu dağ başında bırakmış, dağda Nemrûd isminde bir dişi kaplan, çocuğu emzirerek, onun yaşamasına sebeb olmuşdur. Nemrûd ismi, bu kaplandan gelmekdedir. Babası öldükden sonra, hükümdârlığa geçen Nemrûd, kendisini ilah zan ediyor ve bütün halkın kendisine tapmasını istiyordu. İbrâhîm “aleyhisselâm”, bu yüzü gülmez, azılı kâfiri hak dîne da’vet etdi. Kavmini de putlara ve Nemrûda tapmakdan vaz geçirmeğe çalışdı. Fekat îmân etmediler. O zemân kavmi olan Keldânîler âdetleri üzere senede bir gün hepsi bir yere toplanır bayram yapar ve sonra puthâneye gider, putlara secde eder, sonra da evlerine dönerlerdi. Böyle bir bayram günü, İbrâhîm aleyhisselâm puthâneye girip, bir balta ile bütün küçük putları kırdı. Baltayı da, en büyük putun boynuna

-419-

asdı ve oradan uzaklaşdı. Keldânîler puthâneye girince bütün putların kırıldığını gördüler ve bunu yapanı yakalayarak cezâlandırmak istediler. İbrâhîm aleyhisselâmı getirip, bu işi sen mi yapdın dediler. İbrâhîm “aleyhisselâm”, (Kendisi dururken küçük putlara tapınılmasını istemediği için, boynunda balta asılı duran büyük put yapmışdır. İnanmaz iseniz kendisine sorunuz) buyurdu. Kavmi, (Putlar konuşmaz ki, sen onlara sor diyorsun) dediler. Bunun üzerine İbrâhîm “aleyhisselâm”, (O hâlde konuşamıyan ve kendilerini kırılmakdan kurtaramıyan putlara niçin ibâdet edersiniz. Size ve tapdığınız putlara yazıklar olsun) diyerek kavmini putlara tapınmakdan vazgeçirmeğe çalışdı ise de, bir fâidesi olmadı. Bu hâl Enbiyâ sûresi 52. ci âyeti ve devâmında beyân buyrulmuşdur. Nemrûda haber verdiler. Nemrûd, İbrâhîm aleyhisselâmı görmek istedi. İbrâhîm aleyhisselâm Nemrûdun yanına girince secde etmedi. Nemrûd niçin secde etmediğini sorunca, (Beni yaratan Allahü teâlâdan başkasına secde etmem) buyurdu. Nemrûd İbrâhîm aleyhisselâmın delîllerine cevâb veremeyip red etdi. İbrâhîm “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın bir, ebedî, ezelî, her şeye hâkim ve mâlik olduğunu, Nemrûdun ise âciz, za’îf bir insan ve mahlûk olduğunu söyledi. Buna çok kızan Nemrûd, yanındaki kimselerin de teşvîki ile, İbrâhîm aleyhisselâmı ateşe atmağa karâr verdi.

Kur’ân-ı kerîmde İbrâhîm aleyhisselâmın Nemrûd ile konuşmaları haber verilmişdir. Bekara sûresinin 258. ci âyetinde meâlen, ([Ey habîbim] Allah, kendisine mülk, saltanat verdiği için azarak, İbrâhîm ile Rabbi hakkında cidâl eden, tartışan kimsenin [Nemrûdun] haberini işitmedin mi? İbrâhîm, benim rabbim hem öldürür hem diriltir deyince, [Nemrûd], ben de diriltir ve öldürürüm demişdi. İbrâhîm, Allah güneşi şarkdan getiriyor, sen de garbdan getir deyince kâfir şaşırıp kaldı. Allahü teâlâ zulm eden kimseleri doğru yola kavuşdurmaz) buyurulmuşdur.

Ateşe atılması Saffât sûresinde ve Enbiyâ sûresinde bildirilmişdir. Saffât sûresinin 97. ci âyetinde meâlen, (Kâfirler, İbrâhîm için bir binâ yapıp içine ateş yakdıkdan sonra İbrâhîmi onun içine atın dediler) buyurulmuşdur. Fekat, bir binâ yapılıp oradan İbrâhîm “aleyhisselâm” ateşe atılınca, ateş bir gül bağçesi oldu. Bir rivâyete göre, ateş içi balık dolu bir havuz hâline geldi. Balıklar odunlardan meydâna geldi. Kur’ân-ı kerîmde, Enbiyâ sûresi 68, 69 ve 70. ci âyetlerinde meâlen, (Kâfirler, şâyet bir iş yapacaksanız İbrâhîmi ateşde yakınız. Böylece ilahlarınıza yardım etmiş olursunuz dediler. Biz de, Ey ateş! İbrâhîme karşı serin ve selâmet ol dedik. İbrâhîme [böyle] bir tuzak kurmak istediler. Fekat biz kendilerini dahâ ziyâde hüsrâna düşenlerden kıldık) buyuruldu.

-420-

Kur’ân-ı kerîmde Nemrûd ismi geçmez. Fekat, bu ism Tevrâtda [Kitâb-ı Mukaddesin “Eski ahd” kısmında] vardır. Bugün, Urfa vilâyetimizde (Ayn-ı Zelîka) veyâ (Halîlürrahman) isminde 50x30 metre eb’âdında bir havuz vardır. Buranın İbrâhîm aleyhisselâmın ateşe atıldığı yer olduğu, balıkların odunlardan meydâna geldiği iddi’â olunmakda ve kimse bu balıklara dokunmamakdadır.

İbrâhîm aleyhisselâm iki def’a evlendi. Birinci zevcesi Sâre (Sâra) 70 yaşına geldiği hâlde çocuk sâhibi olamamışdı. Bunun üzerine, İbrâhîm “aleyhisselâm” Mısrda Fir’avnın hediyye etdiği Hâcer isminde bir câriyeyi ikinci zevce olarak aldı. Bundan İsmâ’îl aleyhisselâm doğdu. Bunun üzerine Sâre, Allahü teâlâya kendisine de bir çocuk vermesi için düâ etdi. Allahü teâlâ, ona da bir çocuk ihsân etdi. Bu da, İshak aleyhisselâm idi. İsmâ’îl aleyhisselâm, Arabların, İshak aleyhisselâm da, İbrânîlerin ceddi oldu. Ya’nî, Arablarla İbrânîler [yehûdîler], aynı babadan, fekat ayrı analardan gelme kardeşdirler. İbrâhîm “aleyhisselâm” Muhammed aleyhisselâmın dedelerindendir.

İbrâhîme “aleyhissalâtü vesselâm”, 90 yaşında peygamber olduğu bildirildi. Onun dîni, Allahü teâlânın tek olduğunu bildiriyordu. Kur’ân-ı kerîmde Âl-i imrân sûresi 67. ci âyetinde meâlen, (İbrâhîm “aleyhisselâm” yehûdî ve hıristiyan değildi. O Allahü teâlâya teveccüh etmiş [Hanîf] ve Ona teslîm olmuş bir müslimân idi) buyurulmuşdur.

Yehûdîlere hak dîni teblîg eden Mûsâ “aleyhisselâm”dır. Mûsâ “aleyhisselâm” mîlâddan tahmînen 1705 sene evvel Mısrda Memfis (Memphis) şehrinde tevellüd etdi. Asl tevellüd târîhi üzerinde muhtelif rivâyetler olduğu için, o zemân Mısrda hangi Fir’avn hükm sürdüğü kat’î malûm değildir. Fir’avn rü’yâsında, o sene doğacak bir erkek çocuğun kendisini öldüreceğini görmüş olduğundan, o sene doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emr etmişdi. Bunun için, Mûsâ aleyhisselâmın annesi, çocuğunu bir tabuta [tahta bir sandığa] koyarak, Nil nehrine bırakdı ve Allahü teâlâya emânet etdi. Bu sandık, fir’avnın zevcesi tarafından bulundu. Fir’avn de çocuğu gördü. Fekat, sandık su üzerinde görüldüğü zemân, zevcesinin kendisine, (Bu sandıkda mal varsa, senin, can varsa, benim olsun) diye yapdığı teklîfi kabûl etmiş olduğundan, bir şey yapamadı.

Mûsâ ismi (Sudan kurtarılmış) ma’nâsına gelmekdedir. Hıristiyanlar (Moşe) ve (Möis) diyor. Mûsâ aleyhisselâmın annesi, kendisini süt anne olarak fir’avnın serâyına aldırtdı ve çocuğunu büyütdü. Kırk yaşına gelince, akrabâlarını öğrenip, onların yanına gitdi. Kendisinden üç yaş büyük olan Hârûn “aleyhisselâm” ile buluşdu.

-421-

Mûsâ “aleyhisselâm”, İbrânîlere karşı yapılan haksızlıklara isyân etdi. Onları himâye etdi. Bir gün, bir Mısrlı kâfirin [kıptînin] Benî İsrâîlden birine işkence etdiğini gördü. Kurtarırken kıptî öldü. Hâlbuki sâdece kıptînin zulmüne mâni’ olmak istemişdi. Bunun üzerine, Mısrdan hicret etmek zorunda kaldı. Medyen şehrine gitdi. Orada, Şu’ayb aleyhisselâma, 10 sene hizmet etdi. Kızı Safûrâ (Tsippore) ile evlendi. On sene sonra, tekrâr Mısra döndü. Mısra dönerken, Tûr dağına uğradı. Orada, Allahü teâlânın kelâmını işitdi. Bu esnâda kendisine risâlet [peygamberlik] verildi. (Allahü teâlânın bir olduğu, fir’avnın tanrı olmadığı) ve birçok şeyler bildirildi. Mısra, fir’avna geldi. Onu dîne da’vet etdi. Onu, tek ma’bûda inanmağa çağırdı. Benî İsrâîle serbestlik verilmesini istedi. Fir’avn kabûl etmedi. (Mûsâ büyük sihrbâzdır. Bizi aldatıp, memleketimizi elimizden almak istiyor) dedi. Yanındaki vezîrlere sordu. Onlar da, (Sihrbâzları topla, Onu mağlûb etsinler) dediler. Sihrbâzlar geldiler. Mısr halkının önünde iplerini yere atdılar. Her ip yılan görünüp Mûsâ aleyhisselâma doğru yürüdü. Mûsâ aleyhisselâm elindeki asâyı yere atınca, büyük bir yılan olup, bütün ipleri yutdu. Bunun üzerine sihrbâzlar, şaşırdılar, (Bu zât doğruyu söyliyor) diye Ona îmân etdiler. Bu vak’a, Kur’ân-ı kerîmde, A’râf sûresinde, 111-123 üncü âyetlerde zikr edilmekdedir. Fir’avn, bunun üzerine, büsbütün kızdı. (O, sizin ustanız imiş. Ellerinizi, ayaklarınızı keseceğim. Hepinizi hurma dallarına asacağım) dedi. (Biz Mûsâya inandık. Onun Rabbine sığınıyoruz. Yalnız Onun afv ve merhametini isteriz) dediler. Fir’avn, benî İsrâîlin Mısrdan ayrılmasına izn vermiyordu. Çünki, benî İsrâîl Mısrdan ayrılınca kendinin ve kavminin kullanmakda oldukları bu hizmetcilerini, kölelerini kaybetmiş olacaklardı. Kâfirlerin suları kan oldu. Kurbağa yağdı. Cild hastalıkları ve üç gün karanlık oldu. Fir’avn, bu mu’cizeleri görünce korkdu. İzn verdi. Mûsâ aleyhisselâm, benî İsrâîl ile, Mısrdan çıkıp, Kudüse doğru giderken, fir’avn pişmân oldu. Askerleri ile arkalarına düşdü. Süveyş körfezi açılıp, mü’minler karşıya geçdi. Fir’avn geçerken, deniz kapandı. Fir’avn askeri ile birlikde boğuldu. Mûsâ “aleyhisselâm”, bu büyük hicret esnâsında, Tûr dağında Allahü teâlâya çok yalvardı. Zât-ı ilâhiyyeyi görmek istedi. Allahü teâlâ, Onun yalvarmasını kabûl etmedi. Fekat, onunla, (Tûr-i Sînâ)’da tekrâr konuşdu. Mûsâ “aleyhisselâm” Tûr-i Sînâ’da 40 gün 40 gece kaldı ve oruc tutdu. Allahü teâlâ, Ona, Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile Tevrâtı levhalar üzerinde yazılmış olarak gönderdi. Kendisine îmân edenlerin tâbi’ olmaları için ayrıca, on levha üzerinde yazılı, on emr verilmişdi. Tâ o zemândan beri yehûdî kitâblarında ve Tevrâtın Tesniye kitâbı 5. bâbının 6. cı âyeti ve devâmında

 -422-

ve Hurûcun [Çıkış] 20. bâbının başında zikredilen (Evâmir-i aşere) [On emr] aşağıda yazılıdır:

1 - Seni Mısr diyârından, esîrlik evinden çıkaran Allah benim.

2 - Benden başka tanrın olmıyacak. Ne gökde, ne yerde, ne de yer altında bulunan şeylerden hiçbirinin sûretini, oyma put yapmıyacaksın. Hiçbir sûretde onlara tapmıyacaksın.

3 - Allahın ismini boş yere ağzına almıyacaksın.

4 - Haftanın altı gününde çalışacak, yedinci günde istirâhat edeceksin. Cumartesi [Sebt] gününü dâimâ hâtırlayıp, onu kudsî kılacaksın.

5 - Anne ve babana hurmet edecek, itâ’at edeceksin.

6 - Adam öldürmiyeceksin.

7 - Zinâ [Allahü teâlânın yasak etdiği cinsî mukârenet] yapmıyacaksın.

8 - Kimsenin malını çalmıyacaksın.

9 - Komşuna yalan şehâdetde bulunmıyacaksın.

10 - Komşunun zevcesine, evine, tarlasına, kölesine, câriyesine, öküzüne, eşeğine ve hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.

Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâdan geri döndüğü zemân, kardeşi Hârûn aleyhisselâma emânet etdiği kavmin hak yoldan ayrıldıklarını ve bir altın buzağı heykeli yaparak, buna tapmağa başladıklarını dehşet ile gördü. Mûsâ aleyhisselâm, gösterişli ve heybetli, keskin bakışlı bir zât idi. Kendisi ile karşılaşanlar üzerinde büyük bir te’sîr yapıyordu. Fekat bir yaşında iken, Fir’avnın incilerle süslü sakalını yolarak, kızdırmışdı. Zevcesi Âsiye hâtunun şefâ’ati ile, öldürmeden önce, imtihân etmişdi. İçinde altın ve ateş bulunan tepsiyi önüne koydukda, elini altına uzatırken, Cebrâîl aleyhisselâm ateş tarafına döndürmüş, ateşi ağzına götürünce, dilinin ucu yanarak, ateşi atmışdı. Bu sebeb ile önceleri konuşması kusûrlu idi. Onun için, halka hitâb etmek îcâb edince bu işi çok düzgün konuşan kardeşi Hârûn aleyhisselâma bırakırdı. Fekat, Peygamber olunca, bu kusûru zâil oldu. Kendisine Hârûn aleyhisselâmdan dahâ güzel konuşmak ihsân olundu. Kendisi Tûr-i Sînâda iken, Hârûnun güzel sözleri kavminin doğru yoldan çıkmasına mâni’ olamamışdı. Mûsâ aleyhisselâm, tekrâr Tûr dağına giderek, Allahü teâlâdan, ümmetini afv etmesini diledi. Ümmeti de, tevbe etdiler. Bunları alarak, Allahü teâlânın va’d etdiği, (Arz-ı mev’ûdu) bulmak için, çöllere girdi. Tâm 40 sene Tîh sahrâsında kaldılar. Çölde Allahü teâlâ, onları kudret helvası (Men) ve bıl-

-423-

dırcın eti (Selvâ) ile besledi. Mûsâ aleyhisselâm”, Arz-ı mev’ûdün görülebildiği Erîha şehri karşısında bulunan dağdaki Nebo tepesine kadar geldi ve orada, bir rivâyete göre 120 yaşında vefât etdi. Kardeşi Hârûn aleyhisselâm ise, ondan 3 sene evvel ölmüş bulunuyordu. Arz-ı mev’ûda ve Arz-ı mev’ûdda bulunan Erîha şehrine girmek kendisinden sonra gelen Yûşâ’ Peygambere nasîb oldu.

[Büyük islâm târîhçisi ve hukukcusu Ahmed Cevdet pâşa “rahime-hullahü teâlâ”[1] , (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki:

İbrâhîm aleyhisselâmın oğlu İshak idi, onun da oğlu, Ya’kûb idi “aleyhimesselâm”. Bunun asl ismi (İsrâîl) idi. Bunun soyundan olanlara, (Benî İsrâîl) denildi ki, (İsrâîl oğulları) demekdir. Ya’kûb aleyhisselâmın oniki oğlundan biri olan Yûsüf aleyhisselâm da peygamber idi. Yûsüf aleyhisselâmdan sonra, Benî İsrâîl, Ya’kûb ve Yûsüf aleyhimesselâmın dinlerine uyarak Mısrda yaşadılar. Mısrın eski ehâlisi olan (Kıbt) kavmi ise, yıldızlara ve putlara, ya’nî heykellere taparlardı. Benî isrâîli köle gibi kullanırlardı. Benî İsrâîl, Fir’avnların işkencelerinden kurtulup, dedelerinin yurdu olan (Ken’ân) diyârına gitmek isterlerdi. Fekat, Fir’avnlar müsâade etmezdi. Çünki, Benî İsrâîle ağır işler yapdırıyor, yeni yeni şehrler ve binâlar inşâ etdiriyorlardı. İmrân oğlu Mûsâyı annesi sandığa koyup Nil nehrine atdı. Fir’avnın zevcesi (Âsiye), bunu alıp oğul edindi. Mûsâ aleyhisselâm kazâ ile bir kıbtîyi öldürünce, Mısrdan hicret edip (Medyen) şehrine geldi. Burada on sene kaldı. Şu’ayb aleyhisselâmın kızı ile evlenerek Mısra döndü. Yolda (Tûr) dağına uğradı. Burada Allahü teâlâ ile konuşmak ile şereflendi. Kendisine Peygamberlik verildi. Fir’avnı dîne da’vet etmesi emrolundu. Îmân etmedi. Mûsâ aleyhisselâm Benî İsrâîli toplayıp Mısrdan çıkdılar. (Süveyş) denizinden geçerek (Erîha) beldesine doğru yürüdüler ise de, Benî-İsrâîl biz gidemeyiz, (Amâlika) ile harb edemeyiz dediler. Bunlara beddüâ etdi. Kendinden üç yaş büyük olan kardeşi Hârûn aleyhisselâmı bunlarla bırakıp (Tûr-i Sînâ)ya gitdi. Allahü teâlâ ile yine konuşdu. Kendisine (Tevrât) kitâbı verildi. Kavmi tevbe edip Lût gölünün cenûbuna geldiler. Şerîa nehrinin şark tarafına Erîha şehrine karşı yerleşdiler. Yûşa’ aleyhisselâmı yerine vekîl bırakıp vefât etdi.

(Mir’ât-ı Kâinât)da diyor ki, (Mûsâ “aleyhisselâm” üç kerre Tûr dağına gitdi. Birinci gidişinde, kendisine risâlet verildi. İkincisinde, (Tevrât-i şerîf) ile (Evâmir-i aşere) nâzil oldu. Tevrât kırk cüz idi. Her cüzde bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Şimdi, elde bulunan Tevrâtlarda bu kadar âyet yok. Çünki, Tevrâtın ve İncîlin

----------------------------

[1] Cevdet pâşa Lofcalıdır. 1312 [m. 1894] de İstanbulda vefât etdi.

-424-

sonradan tahrîf edildiklerini, değişdirildiklerini Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. Cebrâîl aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma getirdiği Tevrâtı yalnız Mûsâ, Hârûn, Yûşa’ ve Uzeyr ve Îsâ aleyhimüsselâm ezberlemişdir.)

(Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki, (Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar, Kudüsü alıp, Mescid-i aksâyı yıkdığı zemân, Tevrât nüshalarını yakdı. Yetmişbin yehûdî âlimini esîr edip, Bâbile gönderdi. Aralarında Danyâl ve Uzeyr aleyhimesselâm da vardı. [Uzeyr aleyhisselâma yehûdîlerin Azrâ dedikleri (Müncid)de yazılıdır. Ancak, bugünkü (Kitâb-ı mukaddes)in ahd-i atîk kısmındaki (Azrâ) kitâbını ve diğer ba’zı kitâbları yazan, İbrânî haham ve din adamı Azrâdır. Uzeyr aleyhisselâm değildir.] Yehûdîler Tevrâtı unutdular. Azdılar. Nasîhat için gönderilen Peygamberlere inanmadılar. Çoğunuşehîd etdiler. Îrân şâhı Behmen Keyhusrev, Âsûrîleri bozguna uğratdı. Yehûdî esîrleri ve Danyâl aleyhisselâmı serbest bırakdı. Mescid-i aksâda ibâdet edenler çoğaldı. Büyük İskender Kudüsü alınca, yehûdîlere içlerinden Hirodesi vâlî yapdı ise de, bu hâin yehûdî Yahyâ aleyhisselâmı şehîd etdi. Çok zulm yapdı. Bundan sonra Kudüs Romalıların eline geçdi. Yehûdîler isyân edince, mîlâdın

135. senesinde, Adriyan Kudüsü tahrîb ve yehûdîleri katl eyledi. Kaçanlar her tarafa yayıldı. Gitdikleri yerlerde, hıristiyanlardan çok zulm ve cefâ gördüler. İslâmiyyet zuhûr edince, huzûra ve râhata kavuşdular. Kudüs şehri Bizans imperatörleri tarafından ta’mîr edilip, (İlyâ) denildi. Şehri ve Mescid-i aksâyı Emevî halîfelerinin beşincisi Abdülmelik yeniden yapdırdı. Hıristiyanlar, haçlı seferlerinde tahrîb etdiler. Salâhaddîn-i Eyyûbî tecdîd eyledi. Osmânlı halîfeleri, ta’mîr ve tezyîn etdiler).

Yehûdîlerin Tevrâtdan sonra mukaddes kitâbları (Talmûd)dur. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâda, Allahü teâlâdan işitdiklerini Hârûna, Yûşa’a ve El-iâzâra bildirmiş. Bunlar da, sonra gelen Peygamberlere ve nihâyet mukaddes Yehûdâya bildirmişler. Bu da, mîlâdın ikinci asrında, bunları kırk senede, bir kitâb hâline getirmiş. Bu kitâba (Mişnâ) denilmiş. Mîlâdın üçüncü asrında Kudüsde ve altıncı asrında Bâbilde, Mişnâya birer şerh yazılmış. Bu şerhlere (Gamâra) denilmiş, İki Gamâradan birini Mişnâ ile bir kitâb hâline getirip, bu kitâba (Talmûd) demişlerdir. Kudüs Gamârasından meydâna gelene (Kudüs Talmûdu), Bâbil Gamârasından meydâna gelene (Bâbil Talmûdu) demişlerdir. Hıristiyanlar, bu üç kitâba düşmandırlar. Îsâ aleyhisselâmı asmak için hâzırladıkları çarmıhı taşıyan ve çarmıha germe hâdisesine karışan Şem’ûn, Mişnâyı rivâyet edenler arasındadır derler. Talmûdda mevcûd olan insanlığa zararlı emrlerden ba’zıları, (Cevâb Veremedi) kitâbımızın

-425-

sonunda yazılıdır. Yukarıda ismi geçen (El-iâzâr)ın, Şu’âyb aleyhisselâmın oğlu olduğu (Mir’ât-ı Kâinât)da yazılıdır.]

Hıristiyanların (Kitâb-ı mukaddes) dedikleri kitâb, (Ahd-i atîk) ve (Ahd-i cedîd) dedikleri iki kısmdan meydâna gelmişdir. Yehûdîler, bunun yalnız Ahd-i atîk kısmına inanırlar ve buna (Kitâb-ı mukaddes) derler. Buna ahd-i atîk denilmesini kabûl etmezler. Buna (Tanah) derler. Tanahı üçe ayırırlar. Bunun birinci kısmına (Tevrât) derler. Bunların (Tevrât) dedikleri kitâb, beş kısmdan meydâna gelmişdir:

1) Tekvin (Genesis),

2) Hurûc (Çıkış, Exodus),

3) Levililer (Leviticus),

4) A’dâd (Rakamlar, sayılar, Numeri),

5) Tesniye (Deuoronomium).

(Beş kitâba birden verilen ism: Pentateuch)

Kur’ân-ı kerîmin İsrâ sûresinin 2. ci âyetinde meâlen, (Biz Mûsâya kitâb verdik) buyurulmakdadır. Bugün elimizde bulunan Tevrâtın içine birçok yabancı yazılar ilâve edilmişdir. Bunların, Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan hakîkî Tevrât ile bir alâkası yokdur. [Dahâ fazla ma’lûmât için (Kur’ân-ı kerîm ve İncîller) kısmına mürâce’at ediniz!]

Hakîkî Tevrâtda, Allahü teâlânın, Muhammed “aleyhissalevâtü vetteslîmât” isminde bir son peygamber göndereceği yazılıdır. Mûsâ aleyhisselâmın, ikinci def’a olarak Allahü teâlâya münâcâtında, dalâlete düşmüş kavmi için afv dilediği A’râf sûresinin 155-157. ci âyetlerinde meâlen şöyle bildirilmişdir: (Mûsâ: Rabbim, şâyet dileseydin, dahâ önce beni ve onları helâk ederdin. Aramızdaki sefîh, aşağı kimselerin kötü amellerinden ötürü bizi helâk eder misin? Bu senin imtihânından başka bir şey değildir. Sen, onunla dilediğini dalâletde bırakırsın ve dilediğini hidâyete, doğru yola kavuşdurursun. Bizim dostumuz sensin. Bizi afv et! Bize merhamet et! Sen afv edicilerin en iyisisin. Bizim için bu dünyâda güzel bir itâat ve ma’îşet, âhiretde de, Cennetini ihsân et! Biz sana tevbe ve rucû’ etdik!) dedi. Allahü teâlâ Ona, (Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım. Merhametim, her şeyi kaplamışdır. Bu rahmetim, [âhiretde] müttekîlere [küfrden ve günâhlardan sakınanlara], zekâtlarını verenlere ve bizim âyetlerimize îmân edenleredir. Onlar, ümmî bir Peygamber olan Resûle tâbi’ olurlar. O resûlün [ismini ve vasflarını] yanlarında bulunan Tevrât ve İncîlde yazılmış bulurlar. O Peygamber iyiliği, îmânı emr eder ve kötülüğü, küfrü nehy eder. Temiz şeyleri halâl ve murdar şeyleri harâm kılar. Onların yüklerini indi-

 -426-

rir ve ağır külfetleri hafîfletir. Bu Peygambere inanan, Ona ta’zîm eden, Ona yardım eden, Onunla gönderilen nûra [Kur’ân-ı kerîme] uyanlar, işte onlar, sonsuz se’âdete kavuşacak olanlardır).

Yehûdîlerin son Peygambere îmân etdikleri ve Onun gelmesini bekledikleri muhakkakdır. Hattâ, ba’zı tefsîrlerde, yehûdîlerin muhârebelerde, (Yâ Rabbî! Geleceğini bize va’d etdiğin son Peygamber “aleyhissalevâtü vetteslîmât” hurmetine, bize yardım et) diye düâ etdikleri ve o muhârebelerde muzaffer oldukları yazılıdır.

Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İbrânîlere gelen Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” arasında, Dâvüd ve Süleymân “aleyhimesselâm”, hak dînin yayılmasına çok yardım etmişlerdir. Yehûdî dîninin esâsını şöylece hulâsa etmek kâbildir:

Îmân: Bir tek Allah vardır. Kendiliğinden vardır. Doğmamışdır ve doğurmaz. Her şeyi görür ve bilir. Afv etmek veyâ cezâlandırmak, ancak Onun kudretindedir.

Ahlâk: Ahlâk esâsları on kudsî emr, ya’nî (Evâmir-i aşere)dir. İnsanların bu on emre harfi harfine uyması lâzımdır. İnsanın vücûdü ayrı, rûhu ayrıdır. Rûh kıyâmete kadar ölmez. Âhiret hayâtına îmân etmek lâzımdır.

Din esâsları: Yehûdî olmıyan milletler, putperest (puta tapan) sayılır. Bunlardan uzak durmalıdır. Onlardan, mümkin olduğu kadar, alâkayı kesmelidir. Kanlı veyâ kansız kurban kesilmelidir. [Yehûdîler, her hayvanı, hattâ güvercini, fekat en çok koyun, keçi ve sığırı kurban ederlerdi. Zemânla tuzsuz ekmekden yapılan çöreklerle, hamursuz adı verilen pideler de kurban yerine geçdi. Bunları dağıtmak da, kansız kurban kesmek sayıldı.] Kısâsa karşı kısâs yapılır. Bir fenâlık yapana, aynı sûretle mukâbele edilir. Erkek çocuklar, haham [yehûdî din adamı] tarafından sünnet edilir. Eti yinilecek hayvanların kesilmesi lâzımdır. Başka şeklde öldürülen hayvanın eti yinmez. [Bugün bile, Avrupa ve Amerikada, yehûdî kasabların dükkânlarında (Kaşer) adı verilen bir işâret bulunur ki, bunun ma’nâsı, o dükkânda satılan etin, hahamların gösterdiği tarzda kesilen hayvanların eti olduğudur. Yehûdîler, ancak bu tarzda hâzırlanmış bir eti yiyebilirler. Müslimânlar da, ancak Allahü teâlânın ismi söylenerek kesilmiş olan hayvanın etini yirler. Domuz etini hiç yimezler.] Yehûdî kadınları evlendikden sonra, saçlarını örtmeğe mecbûrdur ki, bu işi bugün yehûdî kadınları, Avrupada başlarına peruk takarak yerine getirmekdedirler. Domuz eti yimek, yehûdîlere de, harâmdır.

Yehûdîlerin ibâdet tarzı birçok üsûllere bağlıdır. Kudsî gün, Cumartesidir. Bu günde iş görülmez ve ateş yakılmaz. Yehûdîler

 -427-

bugünü bayram kabûl eder ve ihyâ ederler. İsmi (Şabat)dır. Yehûdîlerin, ayrıca Pesah, Şavvot, Roş-ha-Şanah, Kipur, Suhkot, Purim, Hanuka ve dahâ birçok bayramları vardır. Pesah, yehûdîlerin Mısr esâretinden kurtuluşlarının hâtırasıdır. Şavvot, gül bayramıdır ki Tevrâtın ve evâmir-i aşerenin verilişinin hâtırasıdır. Kipur, büyük oruc günü olup yehûdîlerin tevbe edip afv edilmelerinin hâtırasıdır. Suhkot, kamış bayramıdır. Çöldeki hayâtın hâtırasıdır.

Hahamların, hıristiyan papazları gibi, günâh afv etmek yetkileri yokdur. Ancak, ibâdetleri idâre ederler. Allahü teâlânın huzûrunda, bütün yehûdîler birdir ve aralarında hiçbir fark yokdur.

Dînî âyinleri ve hahamların ibâdeti idâre tarzı, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra gelen Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” tarafından dahâ çoğaltılmış ve değişdirilmiş, yeni esâslar ilâve olunmuş, Dâvüd aleyhisselâmdan sonra, Ona gönderilen (Zebûr)un da âyînlerde okunması veyâ çalgı ile çalınması ibâdete eklenmişdir.

Dâvüd aleyhisselâm, mîlâddan tahmînen 1000 sene evvel dünyâya gelmişdir. [Avrupalı târîhçiler, Dâvüd aleyhisselâmın hükümdarlık târîhini M.Ö. 1015-975 olarak kayd etmişler ise de, kat’î değildir.] Evvelâ çobanlık yapan Dâvüd aleyhisselâmın çok güzel sesi olduğundan [bugün dahî, Dâvudî ses ta’bîrini kullanıyoruz.] bir müddet sonra, devlet reîsi olan Tâlûtun [milletlerarası ismi: Saul]huzûruna çıkarılmış ve onun rübâb (zither) çalıcısı olmuşdur. Önceleri, aralarında büyük bir dostluk kurulmuşken ve Tâlût Onu kendine nedîm yapmışken, Dâvüd aleyhisselâmın gün geçdikçe büyük şöhret kazanması ve otuz yaşında iken muhârebede dev gibi Câlûtu [Goliath] bir sapan taşıyla öldürmesi ve böylece halkın Ona hayrân kalması, Tâlûtu korkutmuş ve Dâvüdü yanından uzaklaşdırmışdır. Fekat, Tâlût ölünce, Dâvüd “aleyhisselâm” halkın arzûsu üzerine onun yerine geçmiş ve ilk def’a olarak, Kudüsü İsrâîllilerin merkezi yapmışdır. Dâvüd “aleyhisselâm”, 40 yıl hükümdârlık etmişdir. Kendisine (Zebûr) isminde bir kitâb verildiği Kur’ân-ı kerîmin Nisâ sûresinin 163. âyetinde ve İsrâ sûresinin 55. ci âyetinde yazılıdır. Bunda, Dâvüd aleyhisselâmın Allahü teâlâya yalvarma ve Ondan afv dilemelerinin bulunduğu muhakkakdır. Bugünkü Kitâb-ı mukaddesde mevcûd olan Zebûrda ise, bunların yanında, başkaları tarafından eklenmiş parçalar da bulunmakda olduğundan, Allahü teâlânın göndermiş olduğu şeklini temâmen gayb etmişdir. Allahü teâlâ, Dâvüd aleyhisselâma büyük ihsânlarda bulunmuşdur. Sebe’ sûresinin 10. âyetinde meâlen, (Biz Dâvüde tarafımızdan [diğer insanlar ve peygamberler üzerine] fazîlet, [Peygamberlik, kitâb, saltanat, güzel ses ve demire elinde şekl verme gibi] üstünlük verdik. Ey dağlar ve kuşlar, siz de Onunla berâ-

-428-

ber tesbîh edin dedik. Ona demiri [mum gibi] yumuşak kıldık) buyurulmuşdur. Ve Sâd sûresinin 17-19. cu âyetlerinde meâlen, (Ey Muhammed! Kâfirlerin söylediklerine sabret. Kulumuz, kuvvet sâhibi Dâvüdü hâtırla! O, her zemân, Allaha tevbe ederdi. Doğrusu biz akşam sabâh onunla tesbîh eden dağları ve kuşları onun emrine vermişdik) ve Sâd sûresinin, 25. ci âyetinde de meâlen, (Katımızda Onun yüksek makâmı ve güzel geleceği vardır) buyurulmuşdur. Bugün elimizde bulunan Tevrât ve İncîlde, Dâvüd aleyhisselâmın ma’iyyetinde bulunan Uria adlı bir subayın Batşeba [Bathseba] adlı zevcesi ile mâcerâsı diyerek, İkinci Samuelin 11. ci bâbında yazılı olan çirkin hikâye doğru değildir. [Alî “radıyallahü anh”, bu yanlış ve çirkin hikâyeyi anlatanlara yüzaltmış değnek vuracağını bildirmişdir. (Mevâkib) tefsîrinde, Sâd sûresinin yirmialtıncı âyetinin tefsîrinde diyor ki, (Uryâ, Teşâmu’ isminde bir kızla evlenmek için, kıza haber gönderdi. O da kabûl etdi ise de, kızın akrabâsı istemedi. Uryâyı kötülediler. O aralıkda, Dâvüd aleyhisselâm da, Teşâmu’a tâlib oldu. Uryâ muhârebede ölünce, kız Dâvüd aleyhisselâm ile evlendi. Sözleşmesi yapılmış olan kıza tâlib olmasına, Allahü teâlâ râzı olmadı. Dâvüd aleyhisselâm, hatâ etdiğini anlayınca, tevbe etdi ve afv olundu.).]

Kur’ân-ı kerîmde bu husûsda açık bir bilgi yokdur. Aksine Dâvüd aleyhisselâmın dâimâ Allahü teâlâdan çok korkduğu, kendisine ilm ve hakkı bâtıldan tefrîk eden kuvvet verildiği bildirilmişdir. Sâd sûresinde [âyet 24 de], bir koyun da’vâsında, haksızlık yapmaması için, secdeye kapandığı ve Allahdan afv dilediği, çok düâ etdiği yazılıdır. Bu Uryâ efsânesinin Tevrâta ve İncîle sonradan ilâve edildiği husûsunda bütün islâm âlimleri müttefikdir. (İsrâîliyyât) denilen böyle uydurma hikâyeler, yehûdîlerden câhil müslimânlara da sirâyet etmiş ise de, islâm âlimleri bunların efsâne [uydurma] olduklarını bildirmişlerdir.

Dâvüd aleyhisselâmın oğlu Süleymân aleyhisselâm [hükümdârlık zemânı, tahmînen, M.Ö. 965-926] babasının yerine İsrâîl oğullarının Peygamberi ve hükümdârı oldu. Cin, vahşî hayvan ve kuşlarla konuşurdu. Süleymân aleyhisselâmın zemânı, İsrâîllilerin en parlak zemânlarıdır. Süleymân aleyhisselâm zemânına kadar İsrâîl hükümdârları serây nedir bilmezlerdi. Yukarıda ismi geçen Tâlûtun evi, en âdî bir köylü evinden farksızdı. Süleymân aleyhisselâm, ilk olarak Kudüs şehrini kurdu ve bir serây yapdı. Birçok binâlar, serâylar, bağçeler, havuzlar, kurban kesme yerleri, ibâdet yerleri yapdırdı. Kudüsde yapdırdığı en ihtişâmlı ma’bed, (Mescid-i Aksâ = Beyt-i Mukaddes = Kudsî ev) adını taşıyordu. Bu binâyı Finikeli mi’mârlara yapdırmışdı. Cinnîler de hizmet etmişdi.

-429-

Bu mescidin inşâasında çok kıymetli malzeme kullanılmışdı. Uzakdan bakılınca, bir altın parçası gibi pırıl pırıl parlıyor, görenleri hayrân bırakıyordu. Yapılması 7 sene sürmüşdü. Ne yazık ki, bugüzel mescid, Âsûrî hükümdârlarından ikinci Buhtunnasar Kudüsü zabt etdiği zemân, onun tarafından yakdırıldı. Tevrât nüshaları da yanıp, hiç kalmadı. Keyhusrev ta’mîr etdi ise de, sonra Romalılar yakdı. (Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki, (Bu tahrîb ile Kudüsün mûsevîlere âid ma’mûriyyeti hitâm bulup, dahâ sonra Kostantiniyye rum Bizans imperatorları, Mescid-i aksâyı ta’mîr edip, Kudüse (İlyâ) ismini verdiler. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mescîd-i aksâda nemâz kılmışdır. Kudüs, hicretin 16. cı senesinde, Ömer “radıyallahü anh” zemânında müslimânlar tarafından feth edilmişdir. Abdülmelik “rahime-hullah” zemânında şimdiki mescid yeniden binâ olunmuşdur). Arta kalan temel dıvarları, bugün yehûdîler tarafından (Ağlama dıvarı) adıyla anılmakda ve bu dıvar önünde düâ etmekdedirler.

Süleymân aleyhisselâm zemânında, Kudüs dünyânın en zengin, en güzel şehri olmuşdu. Süleymân aleyhisselâmın yapdırdığı serâylar, bu serâyların içindeki dâireler, burada bulunan kıymetli eşyâlar hakkında birçok hikâyeler vardır. Denebilir ki, dünyâda şimdiye kadar hiçbir hükümdâr, Süleymân aleyhisselâm gibi muhteşem ve masallara benzeyen bir hayât sürmemişdir. Süleymân aleyhisselâmın müteaddid zevceleri ve câriyeleri vardı. Süleymân “aleyhisselâm” ticârete çok ehemmiyyet verdiğinden, zenginliği günden güne artmış ve serâyını yeni ve kıymetli güzel eşyâlarla süslemiş, birçok kıymetli atlar, kuşlar ve sâir hayvanlar beslemişdir. Serâyda günde 30 sığır, 100 koyun, düzinelerle geyik ve ceylan kesilirdi. Süleymân “aleyhisselâm” dâimâ sulh arzû etmiş, komşularıyla iyi geçinmeğe ve dostluk kurmaya çalışmışdır. Komşusu Mısr fir’avnının kızı ile evlenmiş, ayrıca Sabâ Melîkesi Belkîsi de hak dîne çağırmış ve onunla dostluk kurmuş, islâm târîhçilerinin rivâyetine göre, onunla da evlenmişdir. Belkîsin Süleymân aleyhisselâmdan da’vet aldığı, Kur’ân-ı kerîmin Neml sûresinin 29-32. ci âyetlerinde zikr olunmakdadır.

Süleymân aleyhisselâm da, bütün Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gibi, son derece âdil bir hükümdârdı. (Süleymân adâleti), Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” adâleti gibi, bütün dünyâda adâlet misâli olarak kabûl edilmişdir. Süleymân aleyhisselâm, diğer inanışlara karşı da müsâmahalı davranmış, fanatik yehûdîlerin protestosuna rağmen, başka din ma’bedlerini de yapdırmışdır. Bu yüzden dünyânın her tarafında büyük bir saygı ve sevgi kazanmış, âdetâ cihâna nümûne olmuşdur. Babası Dâvüd

-430-

aleyhisselâmın dînini devâm etdirmişdir.

Süleymân aleyhisselâmın ahvâli Kur’ân-ı kerîmde yazılıdır. Sebe sûresinin 12. ci âyetinde meâlen, (Gündüz esdiğinde bir aylık mesâfeye gidip, akşam bir aylık mesâfeden gelen rüzgârı Süleymânın emrine verdik. Onun için, su gibi erimiş, bakır akıtdık. Rabbinin izni ile, iş gören bir takım cinleri de, Onun emri altına verdik ve bunların içinde emrlerimizden çıkan olursa, ona alevli ateşin azâbını tatdırdık) buyurulmuşdur.

Sâd sûresinin 30-39. cu âyetlerinde meâlen, (Dâvüda, Süleymânı bahş etdik. O, güzel bir kul idi. Çünki O, dâimâ [zikr ile, tevbe ile] Allahü teâlâya teveccüh eder. Onu çok tesbîh ederdi. Ona bir akşam üstü çok hızlı giden, kıymetli cins koşu atları sunulmuşdu. Süleymân: Ben bu iyi mallar ile meşgûl olarak Rabbimin zikrinden mahrûm kaldım, akşam oldu demişdi. Çok üzüldü. Onları bana geri verin! diyerek, bacaklarını ve boyunlarını kesdi. [Etlerini fakîrlere dağıtdı.] Sonra, eski hâline döndü. Rabbim, beni bağışla. Bana benden sonra hiç kimsenin erişemiyeceği bir hükümrânlık ver. Sen, şübhesiz dâimâ ihsânda bulunansın! dedi. Biz de bunun üzerine istediği yere Onun emri ile giden rüzgârı, binâ kuran ve dalgıçlık yapan şeytânları ve demir halkalarla bağlı olan diğerlerini, Onun emrine verdik. İşte bizim ihsânımız budur. İstersen, başkalarına da ver, istersen verme! Bizim ihsânlarımız hesâbsızdır dedik. Doğrusu dünyâda verdiğimiz bu ni’metler gibi, âhiretde de yüksek bir makâmı ve güzel geleceği vardır) buyurulmuşdur.

Yehûdî ve hıristiyan yayınları şimdi ellerinde bulunan Kitâb-ı mukaddes, ya’nî Tevrât ve İncîl dedikleri kitâbın üç kısmının Süleymân aleyhisselâmın kitâbından alınmış olduğunu iddi’â ederler. Bunlar (Ahd-i atîk)in, (Süleymânın meselleri, va’iz ve Neşîdeler neşîdesi) kitâblarıdır. Tevrâtda, Süleymân aleyhisselâmın rüzgâra, kuşlara ve sâir hayvanlara emr etdiği, onların dilini anladığı, kuş ve hayvanların da Onun emrlerini derhal yerine getirdiği, emri altında bulunan cinler sâyesinde yapdırdığı bütün binâların büyük bir sür’at ile meydâna çıkdığı, zikr edilmekdedir.

Süleymân aleyhisselâm zemânında, Dâvüd aleyhisselâm zemânındaki medenî haklar dahâ genişletildi. Yeni ahkâma göre, babaların çocukları üstünde sınırsız hakları vardı. Bir çocuk, kaç yaşında olursa olsun, babasının emrlerini yerine getirmekle mükellef idi. Büyük çocuk mîrâsda iki kat pay alıyordu. Nişanlanma, evlenme gibi husûslar, ancak âile büyükleri tarafından kararlaşdırılmakda, evlenecekler kendileri için seçilen eşleri kabûle mecbûr bırakılmakda idiler. Boşanan kadın, zevcinden (Mehr) adında bir para alırdı. Çocuksuz veyâ çocuğu ölmüş bir dul kadın kaynı ile

-431-

evlenmek zorunda idi. Bu evlenmeden sonra doğan ilk çocuk, ölen zevcin çocuğu sayılır, onun mîrâsını alırdı. Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine müsâ’ade olunuyordu.

Süleymân aleyhisselâmın vefâtından sonra, Benî İsrâîl, 12 kabîleye ayrılmış, birbirlerine düşmüşlerdir. Bu ayrılış, dahâ Süleymân aleyhisselâm hayâtda iken başlamış, fekat Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın ihsânı ile, kabîleleri bir arada tutabilmişdi.Süleymân aleyhisselâmın yerine oğlu Rehoboam geçdi. 12 kabîleden yalnız ikisi ona sâdık kaldı. İsrâîl devleti ikiye ayrıldı. Bu devletlerden biri, (İsrâîl) olup 10 kabîleyi topladı. Geri kalan iki kabîleye (Yehûdâ) devleti denilir. Kudüsde kaldı. Azdılar. Allahü teâlânın gadabına uğradılar. Bir müddet Âsûrî devletine bağlı olarak kaldılar. Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar (Nebukadnezar), mîlâddan 587 sene evvel, Kudüsü yakıp yıkdı. İsrâîloğullarını zorla Kudüsden çıkararak Bâbile sürdü. Ancak Îrân Şâhı Keyhusrev [Kirüs], Âsûrîleri mağlûb edince, yehûdîlerin tekrâr Kudüse dönmelerine izn verdi. Yehûdîler Kudüse dönerek, yanmış olan bu şehri birazta’mîr etdiler. Evvelâ Îrânlıların, sonra, Makedonyalıların idâresi altında yaşadılar. Mîlâddan önce 64 senesinde Romalılar Kudüse girdiler. Şehri yeni başdan yakıp yıkdılar. Romalılar bir kerre dahâ, mîlâddan 70 sene sonra, Kudüsü yerle bir etdiler. Roma İmparatörü Titüs, Kudüsü temâmen yakdı.

Yehûdîler, Romalıların idâresi altında iken, Îsâ aleyhisselâm dünyâya geldi. Bu felâketler sırasında hakîkî Tevrât nüshaları yok edildi. Tevrât diye çeşidli kitâblar yazıldı. Bunlara birçok yabancı parçalar, hurâfeler ilâve edilmişdir. Bunun için Allahü teâlâ, yehûdîlere [ve sâir insanlara] doğru yolu göstermek için Îsâ aleyhisselâmı Peygamber olarak gönderdi. Yehûdîler, Îsâ aleyhisselâmı Peygamber olarak tanımak istemediler. Hâlbuki onlar, Tevrâtda yazılı olduğu gibi, bir peygamber geleceğini biliyorlar ve bekliyorlardı. Fekat, bu Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” gâyet kudretli, cesûr, tutduğunu koparan bir insan olmasını, onları Romalılarınelinden kurtarmasını düşünüyorlardı. Çok yumuşak olan Îsâ aleyhisselâmı beğenmediler. Ona yalancı Peygamber dediler ve annesi hazret-i Meryeme iftirâ etdiler. Bugün dünyâda yehûdî olarak kalmış 15 milyon kadar insan vardır. İçlerinde hakîkî Tevrâta tâbi’ olan hiç yokdur. Milletler arası bir istatistik olan (Britannica of the year) Almanağına göre, bunların hepsinin dinlerinin müşterek olduğundan şübhe edilmekdedir. Çünki, yehûdîlerin içinde çok çeşidli fırkalar vardır.

(Cevâb Veremedi) kitâbımızın 327.ci sahîfesinde yehûdîlik uzun anlatılmakdadır.

-432-