Allahü teâlâ birdir. Ona giden yol da birdir. Din, Allahü
teâlâyı tanıtan yol olduğuna göre, dünyâda tek bir din olması gerekir. Hâlbuki,
bugün dünyâ yüzünde birbirinden farklı dinler ve muhtelif akîdeler vardır.
Fekat dikkat edilecek olursa, tek Allahın gönderdiği, mûsevîliğin ve îsevîliğin
ve müslimânlığın aynı îmân esâsları üzerine kurulduğu meydâna çıkar. Bu üç din
birbirine bağlı zincir halkaları gibidir. Allahü teâlâ, asrlar geçdikçe,
bozulan, değişdirilen mûsevîliği ve îsevîliği düzelterek ve temizliyerek en son
ve hakîkî şekli olan (İslâm) dînini
göndermişdir. Esâsen, bu kitâbın birçok yerlerinde tekrârladığımız gibi, (İslâmiyyet) kelimesinin iki ma’nâsı vardır.
Allahü teâlâya teslîm olmak ma’nâsına geldiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın
bildirdiği son dîne de denir. (Ehl-i kitâb) ise,
diğer
iki dîne mensûb olan kimselere verilen ismdir. Bunlar şimdi, bozuk olan Tevrât
ve İncîle
Allah kelâmı
diyorlar. Îsâ ve Mûsâ aleyhimesselâma Allahın peygamberi demekle berâber, resmlerine,
heykellerine secde ederek, kendilerine şefâ’at etmeleri için yalvarıyorlar.
Onlarda (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanan (Müşrik) olur. Allahü teâlânın (Sıfât-i zâtıyye) ve (Sıfât-i
sübûtiyye)sine (Ülûhiyyet sıfatları) denir.
Bu üç büyük dînin Allahü teâlâ tarafından nasıl gönderildiğini aşağıda anlatmağa çalışacağız. Bunların esâslarını açıklıyacağız. Bu üç
büyük dînin yanında,
bir de Allah mefhûmu kalmamış ve yalnız ahlâk kâidelerine bağlı olan dinler de vardır. Bunlar, ittihâtcıların ortaya çıkardıkları yol olup,
bizim mevzû’umuzun dışında
kalmakla berâber, dünyâda büyük bir insan kütlesinin inandığı din olarak
mevcûddur. Onun için, asl mevzû’a girmeden evvel, bunlar hakkında da,
ma’lûmât vermeği
lüzûmlu bulduk. Önce bunları ele alacağız.
Bunların arasında Müşriklik, Brahmanlık, Mecûsîlik
ve Budistlik başda gelmekdedir. Bu dört din, bundan kısa bir zemân
evvel, birbuçuk milyar insanın i’tikâdını
[inanışını] teşkil
ediyordu. Çünki, Hindliler, Burmalılar, Lagoslular, Japonlar, Çinliler, Malayalılar,
Koreliler ve bunlara komşu olan birçok memleketler, bu fikrlere bağlı idiler.
Osmânlılar,
Avrupalılar
ve Amerikalılar
arasında
da, adedleri az olmakla berâber, bunlara rastlamak kâbildi. Fekat bugün,
komünizm propagandası
yüzünden ve genç Çinlilerin kendilerini hiçbir dîne bağlı saymamalarından ötürü,
bu dîne bağlı olan in-
sanların adedi, en son milletler arası
istatistiklere göre, 400 milyona düşmüşdür. Şimdi bu dinleri yakından
inceliyelim ve ansiklopedilerden fâidelenerek, bunlarda insana nasıl bir yer
verildiğini
görelim.
Brahma, mukaddes kelâm demekdir.
Hindistândaki islâm âlimlerinden Mazher-i Cân-ı Cânân[1] ondördüncü mektûbunda buyuruyor ki, (Bu din, Îsâ
aleyhisselâmın
mîlâdından
asrlarca evvel Hindistânda zuhûr etmiş hakîkî, ilâhî bir din idi. Sonraları bozularak,
kâfir oldular). Bu dînin başında olanlar, Brahman ismini aldılar.
Bunlardan birini, ma’bûd şekline sokdular. Bunun dört oğlu olduğu
söylenmekde, güyâ dört oğlundan
biri, bunun ağzından, diğer üçünün de,
elinden ve ayağından
meydâna geldiği sanılmakdadır. Bu dört oğlundan dolayı, brahmanlar
insanları dört
sınıfa ayırmakdadır:
1) Brahmanlar:
Bunlar brahma inanışının
kudsî râhibleri ve âlimleridir. Mukaddes (Veda) kitâbını okumak, açıklamak ve diğer brahma
mensûblarına
yol göstermek vazîfeleridir. Son derecede nüfûz sâhibidirler. Emrlerine kimse
karşı gelemez. Herkes onlardan çekinir. 2) Muhâribler:
Bu sınıfa hükümdârlar,
racalar ve büyük devlet adamları ve askerler girer. Bunlara (Krişna)
ismi verilir. 3) Tüccarlar ve
çiftçiler: [Bunlara (Vayansa) ismi
verilir.] 4) Köylüler, işçiler, amele ve
benzerleri.
Bu dört sınıfdan çıkarılanlara ise (parya) ismi verilir ki, bu zevallıların, insan gibi
yaşamak hakkı
yokdur. Hayvan mu’âmelesi görürler. Dört sınıfa giren insanların haklarına mâlik değildirler. Brahma inanışında, putlar
vardır. Bu
putların
cinsi, ma’nâsı,
yinecek ve yinmeyecek şeyler, suçlar ve bunlara verilecek cezâlar, (Manava Dharina Şastra) ismindeki mukaddes
kitâblarında
yazılıdır. [Ma’nâsı: Manunun din
kitâbı.]
Brahmanlar, birçok tanrıya
inanırlar.
En büyük tanrıları fenâlıkları yok etmek
için insan şekline girmiş olan (Krişna) ile, ikinci büyük tanrı (Vişnu)dur.
Üçüncü tanrıları ise (Siva)dır. Vişnu, çok
mühimdir. Bu kelimenin ma’nâsı, (İnsanın içine
işleyen) demekdir. Vişnu, koyu mâvi renkli vücûd ve dört elli olarak
gösterilir. Yâ, (Garuta) adındaki kartalına binmiş, yâhud bir Lotos çiçeği veyâ bir yılan üzerine
oturmuşdur. Brahma inanışına
göre, Vişnu şimdiye kadar dünyâya 9 def’a muhtelif şeklde [insan, hayvan veyâ
çiçek olarak] gelmişdir. Şimdi onun onuncu gelişi beklenmekdedir.
----------------------------
[1] Cân-ı
Cânân, 1195 [m. 1781] de Delhîde şehîd edildi.
Brahma dîninde öldürmek ancak harbde
câizdir. Diğer
zemânlarda hiçbir canlı
mahlûk, insan veyâ hayvan, öldürülmez. İnsan, mukaddes bir mahlûk sayılır. (Tenâsuh)a inanırlar. Ya’nî insan öldükden sonra,
rûhunun tekrâr başka bir insan şeklinde dünyâya geleceğine inanırlar.
Vişnunun da dünyâya bir hayvan şeklinde gelebileceği hesâba katıldığından, hayvan
öldürmek, kat’î olarak men’ edilmişdir. Onun için, müteassıb brahmanlar,
kat’iyyen et yimezler.
Manu kitâbına
göre, insanın hayâtı dörde ayrılır:
1) Tenbellik, 2) Evlilik, 3)
Münzevîlik (yalnız
başına yaşamak), 4) Sevâb kazanmak için dilencilik.
Hindistândaki islâm âlimlerinin
büyüklerinden ve tesavvuf mütehassıslarından Mazher-i Cân-ı Cânân “rahmetullahi aleyh” 14. cü
mektûbunda, (Hind kâfirlerinin âyinleri)ni fârisî yazmakdadır. Burada
buyuruyor ki, (Allahü teâlâ, bütün insanlara se’âdet yolunu gösterdiği gibi,
Hindistâna da, Bernîhâ ismindeki melek ile (Veda) ve
(Bîd) ismleri ile yâd edilen bir kitâb
gönderdi. Bu kitâb dört kısm
idi. Bu dînin müctehidleri bunlardan altı mezheb çıkardı. Akâid kısmına (Dahren Şayster) dediler. İnsanları dört sınıfa ayırdılar. İbâdet kısmına (Kerm
Şayster) dediler. İnsanın ömrünü
dörde ayırdılar.
Herbirine (Cuk) dediler. Hepsi, Allahü teâlânın bir olduğuna, âlemin
fânî olduğuna,
kıyâmet
gününe, hesâba ve azâba inanırlar, riyâzet ve mücâhede yaparak, keşf ve istidrâc
sâhibi olurlar. Sonra gelenlerin, bu dinde yapdıkları yenilikler, dinsizliğe sebeb
olmuşdur. İslâmiyyet
gelince, dinleri mensûh olmuşdur. Müslimân olmayanlarına kâfir
denir. Dahâ evvel olanları hakkında birşey
diyemeyiz.)
Brahmanların bir şu’besi
olan (Mecûsî)lere gelince, bunlar ateşe,
ineğe,
timsaha taparlar. Bunlar Kisrâ denilen acem şâhlarından Küştûseb
zemânında
Zerdüşt denilen, yaşayıp
yaşamadığı tam
bilinmiyen bir kimsenin kurduğu bâtıl bir dîne bağlıdırlar.
Bunlar mevtâlarını gömmezler.
Bir nev’ kulelerde saklarlar ve akbabalara yidirirler. Başka bir kısm olan (Sîh)lerde sakal mubârekdir. Sakallarını kat’iyyen
kesdirmezler. Bir de (Hinduist)ler vardır. Bunlar,
aşağı
tabaka halkın
bütün hurâfelerine inanırlar.
Bu inanışın artık hiçbir kıymeti kalmamış, temâmen çığrından çıkmışdır.
Brahmanlar, insanlara, (Brahman
râhiblerinin emrlerini dinlemek ve onlara her zemân itâ’at etmek, Manu kitâbına göre
hareket etmek, paryalarla hiç temâs etmemek, hiçbir canlı varlığı öldürmemek)
gibi husûsları
telkîn ederler. Rûh ve beden hakkında hiçbir bilgi vermezler. Yalnız insanı, kudsî bir
varlık
olarak kabûl ederler. Brahmanlar, Hindistânda Ganj nehrini mukaddes sayarlar.
Bu nehrde yıkanmağı, bu nehrin
suyunu içmeği,
hattâ ölüleri-
ni bu nehre atmağı kudsî bir vazîfe telakkî ederler.
Puta tapmağa pek yakın olan, hattâ
ba’zı
putlara da tapan Brahma dîninin muhakkak ıslâha ihtiyâcı vardır. Ne yazık ki, 100 sene sonra, ya’nî Îsâ aleyhisselâmın mîlâdından 600 sene
evvel, dünyâya gelen BUDA, bu dîni temâmen bozdu. Budayı, katolik
dîninin birçok hurâfelerini ortadan kaldıran protestan denilen küfr fırkaları kuran
Luthere benzetmek kâbildir.
Buda, mîlâddan tahmînen 622 sene
evvel, Hindistânda Benares şehrinin 160 kilometre kuzeyinde (Kapilavastu) (diğer ismi,
Lumbini) köyünde doğmuşdur.
Asl adı,
(Guatama) veyâ (Sidarte)dir. 29 yaşında bir ormanda inzivâya çekilerek şiddetli
bir riyâzet [açlık]
çekmişdir. Riyâzet ile bir şey halledilemiyeceğini anlıyarak, normal hayâta dönmüş ve
tefekküre dalmışdır. Nihâyet 35
yaşında, Nerancara nehri kenârında bir incir [Bo] ağacı altında oturup düşünürken, zihni aydınlanmış, böylece
Gutama (Buda) olmuş, 80 yaşında ölünceye
kadar fikrlerini, düşüncelerini yaymağa çalışmışdır.
Buda, Brahma i’tikâdının [inanışının] bozulduğunu, puta
tapmanın
yanlış olduğunu
söylemişdir. Onu dinliyenler, arkasından gitdiler. Buda, kendisinin ancak bir insan
olduğunu
söyliyor ve hiçbir zemân ilahlık iddi’â etmiyordu. Fekat öldükden sonra, talebeleri onu
tanrılaşdırmışlar, onun nâmına ma’bedler
[tapınaklar]
kurmuşlar ve heykellerini yaparak, ona tapmağa başlamışlardır. Böylece, Budizmi putperestlik şekline
sokmuşlardır.
Budistlikde, tanrı
yokdur.
Budist kâfirlerinin bâtıl
dinlerinde dört (Esâs) vardır. Şöyle ki:
1) Hayât,
ızdırâb ile
doludur. Zevk ve safâ, bir hayâl, bir aldatıcı rü’yâdır. Tevellüd, ihtiyârlık, hastalık ve ölüm de acı bir ızdırâbdır.
2) Bu ızdırâblardan
kurtuluşa mâni’ olan şey, bilgisizlik yüzünden kapıldığımız hevesler ve
ne olursa olsun, muhakkak yaşamak arzûmuzdur.
3) Izdırâbı yenmek için,
bütün geçici heveslerle birlikde muhakkak yaşamak arzûsunu da terketmek
gerekir.
4) Yaşama
hevesinin izâlesi ile, insan râhata kavuşur. Bu hâle
(nirvana) ismi verilmekdedir. Nirvana, hiçbir hevesi ve ihtirâsı olmıyan bir insanın, dünyâ
zevklerinden ictinâb ederek, kudsî istirâhata kavuşması demekdir.
Buda, insanların
se’âdete kavuşması
için, 8 yol tavsiye etmekdedir. Bu yollar aşağıda yazılıdır:
Doğru i’tikâd,
Doğru karâr,
Doğru söz,
Doğru hareket,
Doğru hayât,
Doğru çalışma,
Doğru tefekkür,
Doğru muhâkeme.
Buda, Brahma dînindeki bütün sınıfları red eder. Brahman
sınıfının imtiyâzlarını tanımaz ve onlara ayrı bir üstünlük vermez. Bütün
insanları müsâvî sayar ve onlara müsâvî haklar verir. Brahmanlardaki paryaları
bağrına basar. İnsanları kudsî varlık olarak kabûl etmez. Aksine, insanların
çok kusûrları olduğunu ve ancak azla kanâat ederek, oruc tutarak, bu
günâhlardan kurtulacaklarını telkîn eder. Fekat, bu ma’rifetlerin din ile,
Allahü teâlânın rızâsı ile hiç bir alâkası yokdur. Bunların rûhları bomboşdur.
Çünki, budizmde (Allah) akîdesi bulunmamakdadır.
Asyada Tayland, Bangladeş ve Malezya arasındaki (Birma)
halkı, câhil, ahlâksız kimselerdir. Mîlâddan 543 sene evvel, (Buda) dîni buraya
geldi. Bu dinde hak, merhamet olmadığı için, vahşî insanlar arasında çabuk
yayıldı. On asır sonra Hindistândan gelen müslimân tüccarlar, İslâmiyyeti
getirdi. İslâm bilgileri, islâm ahlâkı da yayıldı. Sonra ingilizler gelerek
tabî’î kaynakları sömürdüler. Dünyânın her yerinde yapdıkları gibi, yalan ve
silâh kuvveti ile ve câsûsların, misyonerlerin hîleleri ve zorlamaları ile
islâm düşmanlığını yaydılar. İkinci cihân harbinden sonra, ingilizler çekildi
ise de, islâmiyyete saldıran vahşî bir canavar sürüsü bırakdılar. Zulmden kaçan
din adamlarının mektûblarından anlıyoruz ki, Birma askerleri evleri basıp
erkekleri öldürüyor, kadınları, kızları götürüp, her kötülüğü yapıyor, edeb
yerlerini kesdikden, gözlerini oydukdan sonra, ölüme terk ediyorlar. Biz
inanıyoruz ki, Allahü teâlâ, şehîdlere yaralarının, kırıklarının acısını
duyurmaz. (Tekrâr dünyâya gelip, şehâdet lezzetlerini yine tatmak) isterler.
Birmada da müslimânlara karşı, ingiliz plânlarını tatbîk eden canavarlar ise,
ingilizlerle birlikde dünyâda da, âhıretde de azâb-ı ilâhîyi çekeceklerdir.
Mîlâddan 479 sene evvel 70 yaşında vefât etmiş olan
Konfücyüs, Çinli bir feylesof idi. Ahlâk ve devlet idâresi üzerinde yazdığı
kitâbları ile meşhûr oldu. Felsefesi, sonradan dînî mezheb şekline sokuldu.
Kitâblarında semâvî dinlerle alâkalı hiçbir ma’lûmât yokdur.
Mukaddes kitâblar, târîhî vesîkalar ve günümüze kadar
gelmiş olan eserler incelenirse, (Tek Allah)a îmânı emr eden din ya’nî
islâmiyyet, Âdem aleyhisselâm zemânından beri vardı. İnsanlardünyâya geldikden
sonra, Âdem aleyhisselâmdan İbrâhîm aleyhisselâma kadar geçen zemân içinde,
birçok Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gelmişse de, bunlara büyük
kitâblar gönderilmemişdi. Allahü teâlâ bunlara küçük (Suhuf)lar [risâleler] göndermişdi. Meşhûr yüz suhufdan onu
İbrâhîm aleyhisselâma gönderilmişdir. Târîhcilere göre, İbrâhîm “aleyhissalâtü
vesselâm” mîlâddan 2122 sene evvel Fırat ile Dicle arasında bulunan bir
kasabada doğmuş ve bir rivâyete göre de, 175 sene yaşadıkdan sonra, Kudüs
civârında (Halîlürrahman) kasabasında
vefât etmişdir. Marston adlı yazarın yayınladığı, (La
Bible a dit vrai = Mukaddes kitâb doğruyu söyliyor) ismindeki
kitâbın anlatdığına göre, son zemânlarda, bu yerlerde, İbrâhîm aleyhisselâma
âid pekçok eşyâ bulunmuş ve Onun mezkür zemânlarda yaşadığı kat’î olarak
meydâna çıkmışdır. İbrâhîm aleyhisselâmın üvey babası(Âzer)dir. Hakîkî babası olan Târûh, İbrâhîm aleyhisselâm
henüzçocuk iken vefât etmiş idi. Âzer, put yapan bir sanatkâr idi. İbrâhîm
aleyhisselâm dahâ çocuk iken, putlara ibâdet edilemiyeceğini anlamış, üvey
babasının yapdığı putları parçalamış ve bulundukları memleketin, ya’nî Bâbilin
hükümdârı olan Nemrûdu îmâna da’vet etmeğe başlamışdır. Nemrûd, zâlim ve gaddâr
bir hükümdârdı. Bir rivâyete göre Nemrûd ismi, onun hakîkî ismi değil, [fir’avn
gibi] bir ünvânı idi. Nemrûd, küçük bir çocukken burnuna bir yılan yavrusu
kaçmış, bu yüzden son derecede çirkinleşmişdi. Babası bile onun yüzünü görmeğe
tehammül edememiş ve öldürmeğe karâr vermişdi. Fekat, annesinin yalvarması
üzerine, onu bir çobana teslîm etmiş, çoban da, onun çirkin yüzüne bakmağa
dayanamadığından, onu dağ başında bırakmış, dağda Nemrûd isminde bir dişi
kaplan, çocuğu emzirerek, onun yaşamasına sebeb olmuşdur. Nemrûd ismi, bu
kaplandan gelmekdedir. Babası öldükden sonra, hükümdârlığa geçen Nemrûd,
kendisini ilah zan ediyor ve bütün halkın kendisine tapmasını istiyordu.
İbrâhîm “aleyhisselâm”, bu yüzü gülmez, azılı kâfiri hak dîne da’vet etdi.
Kavmini de putlara ve Nemrûda tapmakdan vaz geçirmeğe çalışdı. Fekat îmân
etmediler. O zemân kavmi olan Keldânîler âdetleri üzere senede bir gün hepsi
bir yere toplanır bayram yapar ve sonra puthâneye gider, putlara secde eder,
sonra da evlerine dönerlerdi. Böyle bir bayram günü, İbrâhîm aleyhisselâm
puthâneye girip, bir balta ile bütün küçük putları kırdı. Baltayı da, en büyük
putun boynuna
asdı ve
oradan uzaklaşdı. Keldânîler puthâneye girince bütün putların kırıldığını
gördüler ve bunu yapanı yakalayarak cezâlandırmak istediler. İbrâhîm
aleyhisselâmı getirip, bu işi sen mi yapdın dediler. İbrâhîm “aleyhisselâm”,
(Kendisi dururken küçük putlara tapınılmasını istemediği için, boynunda balta
asılı duran büyük put yapmışdır. İnanmaz iseniz kendisine sorunuz) buyurdu.
Kavmi, (Putlar konuşmaz ki, sen onlara sor diyorsun) dediler. Bunun üzerine İbrâhîm
“aleyhisselâm”, (O hâlde konuşamıyan ve kendilerini kırılmakdan kurtaramıyan
putlara niçin ibâdet edersiniz. Size ve tapdığınız putlara yazıklar olsun)
diyerek kavmini putlara tapınmakdan vazgeçirmeğe çalışdı ise de, bir fâidesi
olmadı. Bu hâl Enbiyâ sûresi 52. ci âyeti ve devâmında beyân buyrulmuşdur.
Nemrûda haber verdiler. Nemrûd, İbrâhîm aleyhisselâmı görmek istedi. İbrâhîm
aleyhisselâm Nemrûdun yanına girince secde etmedi. Nemrûd niçin secde etmediğini
sorunca, (Beni yaratan Allahü teâlâdan başkasına secde etmem) buyurdu. Nemrûd İbrâhîm
aleyhisselâmın delîllerine cevâb veremeyip red etdi. İbrâhîm “aleyhisselâm”,
Allahü teâlânın bir, ebedî, ezelî, her şeye hâkim ve mâlik olduğunu, Nemrûdun
ise âciz, za’îf bir insan ve mahlûk olduğunu söyledi. Buna çok kızan Nemrûd,
yanındaki kimselerin de teşvîki ile, İbrâhîm aleyhisselâmı ateşe atmağa karâr
verdi.
Kur’ân-ı kerîmde İbrâhîm aleyhisselâmın Nemrûd ile
konuşmaları haber verilmişdir. Bekara sûresinin 258.
ci âyetinde meâlen, ([Ey habîbim] Allah, kendisine mülk, saltanat verdiği için azarak, İbrâhîm
ile Rabbi hakkında cidâl eden, tartışan kimsenin
[Nemrûdun] haberini işitmedin mi? İbrâhîm,
benim rabbim hem öldürür hem diriltir deyince, [Nemrûd],
ben de diriltir ve öldürürüm demişdi. İbrâhîm, Allah
güneşi şarkdan getiriyor, sen de garbdan getir deyince kâfir şaşırıp kaldı.
Allahü teâlâ zulm eden kimseleri doğru yola kavuşdurmaz) buyurulmuşdur.
Ateşe atılması Saffât sûresinde ve Enbiyâ sûresinde
bildirilmişdir. Saffât sûresinin 97. ci âyetinde
meâlen, (Kâfirler, İbrâhîm için bir binâ yapıp içine
ateş yakdıkdan sonra İbrâhîmi onun içine atın dediler) buyurulmuşdur. Fekat, bir binâ yapılıp oradan İbrâhîm
“aleyhisselâm” ateşe atılınca, ateş bir gül bağçesi oldu. Bir rivâyete göre,
ateş içi balık dolu bir havuz hâline geldi. Balıklar odunlardan meydâna geldi.
Kur’ân-ı kerîmde, Enbiyâ sûresi 68, 69 ve 70. ci
âyetlerinde meâlen, (Kâfirler, şâyet bir iş
yapacaksanız İbrâhîmi ateşde yakınız. Böylece ilahlarınıza yardım etmiş
olursunuz dediler. Biz de, Ey ateş! İbrâhîme karşı serin ve selâmet ol dedik. İbrâhîme [böyle] bir tuzak
kurmak istediler. Fekat biz kendilerini dahâ ziyâde hüsrâna düşenlerden kıldık) buyuruldu.
Kur’ân-ı kerîmde Nemrûd ismi geçmez. Fekat, bu ism
Tevrâtda [Kitâb-ı Mukaddesin “Eski ahd” kısmında] vardır. Bugün, Urfa
vilâyetimizde (Ayn-ı Zelîka) veyâ (Halîlürrahman) isminde 50x30 metre eb’âdında
bir havuz vardır. Buranın İbrâhîm aleyhisselâmın ateşe atıldığı yer olduğu, balıkların
odunlardan meydâna geldiği iddi’â olunmakda ve kimse bu balıklara dokunmamakdadır.
İbrâhîm aleyhisselâm iki def’a evlendi. Birinci zevcesi
Sâre (Sâra) 70 yaşına geldiği hâlde çocuk sâhibi olamamışdı. Bunun üzerine,
İbrâhîm “aleyhisselâm” Mısrda Fir’avnın hediyye etdiği Hâcer isminde bir
câriyeyi ikinci zevce olarak aldı. Bundan İsmâ’îl aleyhisselâm doğdu. Bunun
üzerine Sâre, Allahü teâlâya kendisine de bir çocuk vermesi için düâ etdi.
Allahü teâlâ, ona da bir çocuk ihsân etdi. Bu da, İshak aleyhisselâm idi.
İsmâ’îl aleyhisselâm, Arabların, İshak aleyhisselâm da, İbrânîlerin ceddi oldu.
Ya’nî, Arablarla İbrânîler [yehûdîler], aynı babadan, fekat ayrı analardan gelme
kardeşdirler. İbrâhîm “aleyhisselâm” Muhammed aleyhisselâmın dedelerindendir.
İbrâhîme “aleyhissalâtü vesselâm”, 90 yaşında peygamber
olduğu bildirildi. Onun dîni, Allahü teâlânın tek olduğunu bildiriyordu.
Kur’ân-ı kerîmde Âl-i imrân sûresi 67. ci âyetinde
meâlen, (İbrâhîm “aleyhisselâm”
yehûdî ve hıristiyan değildi. O Allahü teâlâya
teveccüh etmiş [Hanîf] ve Ona teslîm olmuş bir müslimân idi) buyurulmuşdur.
Yehûdîlere hak dîni teblîg eden Mûsâ “aleyhisselâm”dır.
Mûsâ “aleyhisselâm” mîlâddan tahmînen 1705 sene evvel Mısrda Memfis (Memphis)
şehrinde tevellüd etdi. Asl tevellüd târîhi üzerinde muhtelif rivâyetler olduğu
için, o zemân Mısrda hangi Fir’avn hükm sürdüğü kat’î malûm değildir. Fir’avn
rü’yâsında, o sene doğacak bir erkek çocuğun kendisini öldüreceğini görmüş
olduğundan, o sene doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emr etmişdi.
Bunun için, Mûsâ aleyhisselâmın annesi, çocuğunu bir tabuta [tahta bir sandığa]
koyarak, Nil nehrine bırakdı ve Allahü teâlâya emânet etdi. Bu sandık,
fir’avnın zevcesi tarafından bulundu. Fir’avn de çocuğu gördü. Fekat, sandık su
üzerinde görüldüğü zemân, zevcesinin kendisine, (Bu sandıkda mal varsa, senin,
can varsa, benim olsun) diye yapdığı teklîfi kabûl etmiş olduğundan, bir şey
yapamadı.
Mûsâ ismi (Sudan kurtarılmış) ma’nâsına gelmekdedir. Hıristiyanlar
(Moşe) ve (Möis) diyor. Mûsâ aleyhisselâmın annesi, kendisini süt anne olarak
fir’avnın serâyına aldırtdı ve çocuğunu büyütdü. Kırk yaşına gelince, akrabâlarını
öğrenip, onların yanına gitdi. Kendisinden üç yaş büyük olan Hârûn
“aleyhisselâm” ile buluşdu.
Mûsâ “aleyhisselâm”, İbrânîlere karşı yapılan
haksızlıklara isyân etdi. Onları himâye etdi. Bir gün, bir Mısrlı kâfirin
[kıptînin] Benî İsrâîlden birine işkence etdiğini gördü. Kurtarırken kıptî
öldü. Hâlbuki sâdece kıptînin zulmüne mâni’ olmak istemişdi. Bunun üzerine, Mısrdan
hicret etmek zorunda kaldı. Medyen şehrine gitdi. Orada, Şu’ayb aleyhisselâma,
10 sene hizmet etdi. Kızı Safûrâ (Tsippore) ile evlendi. On sene sonra, tekrâr
Mısra döndü. Mısra dönerken, Tûr dağına uğradı. Orada, Allahü teâlânın kelâmını
işitdi. Bu esnâda kendisine risâlet [peygamberlik] verildi. (Allahü teâlânın
bir olduğu, fir’avnın tanrı olmadığı) ve birçok şeyler bildirildi. Mısra,
fir’avna geldi. Onu dîne da’vet etdi. Onu, tek ma’bûda inanmağa çağırdı. Benî İsrâîle
serbestlik verilmesini istedi. Fir’avn kabûl etmedi. (Mûsâ büyük sihrbâzdır.
Bizi aldatıp, memleketimizi elimizden almak istiyor) dedi. Yanındaki vezîrlere
sordu. Onlar da, (Sihrbâzları topla, Onu mağlûb etsinler) dediler. Sihrbâzlar
geldiler. Mısr halkının önünde iplerini yere atdılar. Her ip yılan görünüp Mûsâ
aleyhisselâma doğru yürüdü. Mûsâ aleyhisselâm elindeki asâyı yere atınca, büyük
bir yılan olup, bütün ipleri yutdu. Bunun üzerine sihrbâzlar, şaşırdılar, (Bu
zât doğruyu söyliyor) diye Ona îmân etdiler. Bu vak’a, Kur’ân-ı kerîmde, A’râf
sûresinde, 111-123 üncü âyetlerde zikr edilmekdedir. Fir’avn, bunun üzerine,
büsbütün kızdı. (O, sizin ustanız imiş. Ellerinizi, ayaklarınızı keseceğim.
Hepinizi hurma dallarına asacağım) dedi. (Biz Mûsâya inandık. Onun Rabbine sığınıyoruz.
Yalnız Onun afv ve merhametini isteriz) dediler. Fir’avn, benî İsrâîlin Mısrdan
ayrılmasına izn vermiyordu. Çünki, benî İsrâîl Mısrdan ayrılınca kendinin ve
kavminin kullanmakda oldukları bu hizmetcilerini, kölelerini kaybetmiş
olacaklardı. Kâfirlerin suları kan oldu. Kurbağa yağdı. Cild hastalıkları ve üç
gün karanlık oldu. Fir’avn, bu mu’cizeleri görünce korkdu. İzn verdi. Mûsâ
aleyhisselâm, benî İsrâîl ile, Mısrdan çıkıp, Kudüse doğru giderken, fir’avn
pişmân oldu. Askerleri ile arkalarına düşdü. Süveyş körfezi açılıp, mü’minler
karşıya geçdi. Fir’avn geçerken, deniz kapandı. Fir’avn askeri ile birlikde boğuldu.
Mûsâ “aleyhisselâm”, bu büyük hicret esnâsında, Tûr dağında Allahü teâlâya çok
yalvardı. Zât-ı ilâhiyyeyi görmek istedi. Allahü teâlâ, Onun yalvarmasını kabûl
etmedi. Fekat, onunla, (Tûr-i Sînâ)’da tekrâr konuşdu. Mûsâ “aleyhisselâm”
Tûr-i Sînâ’da 40 gün 40 gece kaldı ve oruc tutdu. Allahü teâlâ, Ona, Cebrâîl
aleyhisselâm vâsıtası ile Tevrâtı levhalar üzerinde yazılmış olarak gönderdi. Kendisine
îmân edenlerin tâbi’ olmaları için ayrıca, on levha üzerinde yazılı, on emr
verilmişdi. Tâ o zemândan beri yehûdî kitâblarında ve Tevrâtın Tesniye kitâbı
5. bâbının 6. cı âyeti ve devâmında
ve
Hurûcun [Çıkış] 20. bâbının başında zikredilen (Evâmir-i
aşere) [On emr] aşağıda yazılıdır:
1 - Seni Mısr diyârından, esîrlik evinden çıkaran Allah
benim.
2 - Benden başka tanrın olmıyacak. Ne gökde, ne yerde, ne
de yer altında bulunan şeylerden hiçbirinin sûretini, oyma put yapmıyacaksın.
Hiçbir sûretde onlara tapmıyacaksın.
3 - Allahın ismini boş yere ağzına almıyacaksın.
4 - Haftanın altı gününde çalışacak, yedinci günde
istirâhat edeceksin. Cumartesi [Sebt] gününü dâimâ hâtırlayıp, onu kudsî kılacaksın.
5 - Anne ve babana hurmet edecek, itâ’at edeceksin.
6 - Adam öldürmiyeceksin.
7 - Zinâ [Allahü teâlânın yasak etdiği cinsî mukârenet]
yapmıyacaksın.
8 - Kimsenin malını çalmıyacaksın.
9 - Komşuna yalan şehâdetde bulunmıyacaksın.
10 - Komşunun zevcesine, evine, tarlasına, kölesine,
câriyesine, öküzüne, eşeğine ve hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.
Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâdan geri döndüğü zemân,
kardeşi Hârûn aleyhisselâma emânet etdiği kavmin hak yoldan ayrıldıklarını ve
bir altın buzağı heykeli yaparak, buna tapmağa başladıklarını dehşet ile gördü.
Mûsâ aleyhisselâm, gösterişli ve heybetli, keskin bakışlı bir zât idi. Kendisi
ile karşılaşanlar üzerinde büyük bir te’sîr yapıyordu. Fekat bir yaşında iken,
Fir’avnın incilerle süslü sakalını yolarak, kızdırmışdı. Zevcesi Âsiye hâtunun
şefâ’ati ile, öldürmeden önce, imtihân etmişdi. İçinde altın ve ateş bulunan
tepsiyi önüne koydukda, elini altına uzatırken, Cebrâîl aleyhisselâm ateş
tarafına döndürmüş, ateşi ağzına götürünce, dilinin ucu yanarak, ateşi atmışdı.
Bu sebeb ile önceleri konuşması kusûrlu idi. Onun için, halka hitâb etmek îcâb
edince bu işi çok düzgün konuşan kardeşi Hârûn aleyhisselâma bırakırdı. Fekat,
Peygamber olunca, bu kusûru zâil oldu. Kendisine Hârûn aleyhisselâmdan dahâ
güzel konuşmak ihsân olundu. Kendisi Tûr-i Sînâda iken, Hârûnun güzel sözleri
kavminin doğru yoldan çıkmasına mâni’ olamamışdı. Mûsâ aleyhisselâm, tekrâr Tûr
dağına giderek, Allahü teâlâdan, ümmetini afv etmesini diledi. Ümmeti de, tevbe
etdiler. Bunları alarak, Allahü teâlânın va’d etdiği, (Arz-ı mev’ûdu) bulmak
için, çöllere girdi. Tâm 40 sene Tîh sahrâsında kaldılar. Çölde Allahü teâlâ,
onları kudret helvası (Men) ve bıl-
dırcın eti (Selvâ)
ile besledi. Mûsâ aleyhisselâm”, Arz-ı mev’ûdün görülebildiği Erîha şehri
karşısında
bulunan dağdaki
Nebo tepesine kadar geldi ve orada, bir rivâyete göre 120 yaşında vefât etdi.
Kardeşi Hârûn aleyhisselâm ise, ondan 3 sene evvel ölmüş bulunuyordu. Arz-ı mev’ûda ve
Arz-ı
mev’ûdda bulunan Erîha şehrine girmek kendisinden sonra gelen Yûşâ’ Peygambere
nasîb oldu.
[Büyük islâm târîhçisi ve hukukcusu
Ahmed Cevdet pâşa “rahime-hullahü teâlâ”[1] ,
(Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki:
İbrâhîm aleyhisselâmın oğlu İshak idi, onun da oğlu, Ya’kûb
idi “aleyhimesselâm”. Bunun asl ismi (İsrâîl) idi. Bunun soyundan olanlara, (Benî
İsrâîl) denildi ki, (İsrâîl oğulları) demekdir.
Ya’kûb aleyhisselâmın
oniki oğlundan
biri olan Yûsüf aleyhisselâm da peygamber idi. Yûsüf aleyhisselâmdan sonra,
Benî İsrâîl,
Ya’kûb ve Yûsüf aleyhimesselâmın dinlerine uyarak Mısrda yaşadılar. Mısrın eski ehâlisi olan (Kıbt) kavmi
ise, yıldızlara ve
putlara, ya’nî heykellere taparlardı. Benî isrâîli köle gibi kullanırlardı. Benî İsrâîl,
Fir’avnların
işkencelerinden kurtulup, dedelerinin yurdu olan (Ken’ân)
diyârına
gitmek isterlerdi. Fekat, Fir’avnlar müsâade etmezdi. Çünki, Benî İsrâîle ağır işler yapdırıyor, yeni
yeni şehrler ve binâlar inşâ etdiriyorlardı. İmrân oğlu Mûsâyı annesi sandığa koyup Nil nehrine atdı. Fir’avnın zevcesi (Âsiye), bunu alıp oğul edindi. Mûsâ aleyhisselâm kazâ ile
bir kıbtîyi
öldürünce, Mısrdan
hicret edip (Medyen) şehrine geldi.
Burada on sene kaldı.
Şu’ayb aleyhisselâmın kızı ile
evlenerek Mısra
döndü. Yolda (Tûr) dağına uğradı. Burada
Allahü teâlâ ile konuşmak ile şereflendi. Kendisine Peygamberlik verildi.
Fir’avnı dîne
da’vet etmesi emrolundu. Îmân etmedi. Mûsâ aleyhisselâm Benî İsrâîli toplayıp Mısrdan çıkdılar. (Süveyş) denizinden geçerek (Erîha) beldesine doğru yürüdüler
ise de, Benî-İsrâîl
biz gidemeyiz, (Amâlika) ile harb edemeyiz dediler. Bunlara beddüâ etdi.
Kendinden üç yaş büyük olan kardeşi Hârûn aleyhisselâmı bunlarla bırakıp (Tûr-i Sînâ)ya gitdi. Allahü teâlâ ile yine
konuşdu. Kendisine (Tevrât) kitâbı verildi.
Kavmi tevbe edip Lût gölünün cenûbuna geldiler. Şerîa nehrinin şark tarafına Erîha
şehrine karşı yerleşdiler. Yûşa’ aleyhisselâmı yerine vekîl bırakıp vefât etdi.
(Mir’ât-ı Kâinât)da diyor ki, (Mûsâ “aleyhisselâm” üç kerre Tûr dağına gitdi.
Birinci gidişinde, kendisine risâlet verildi. İkincisinde, (Tevrât-i şerîf) ile (Evâmir-i
aşere) nâzil oldu. Tevrât kırk cüz idi. Her cüzde bin sûre, her sûrede bin
âyet vardı.
Şimdi, elde bulunan Tevrâtlarda bu kadar âyet yok. Çünki, Tevrâtın ve İncîlin
----------------------------
[1] Cevdet pâşa Lofcalıdır.
1312 [m. 1894] de İstanbulda vefât etdi.
sonradan tahrîf edildiklerini, değişdirildiklerini
Kur’ân-ı
kerîm haber vermekdedir. Cebrâîl aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma getirdiği Tevrâtı yalnız Mûsâ,
Hârûn, Yûşa’ ve Uzeyr ve Îsâ aleyhimüsselâm ezberlemişdir.)
(Kâmûs-ül-a’lâm)da
diyor ki, (Âsûrî hükümdârı
Buhtunnasar, Kudüsü alıp,
Mescid-i aksâyı yıkdığı zemân,
Tevrât nüshalarını yakdı. Yetmişbin
yehûdî âlimini esîr edip, Bâbile gönderdi. Aralarında Danyâl ve Uzeyr aleyhimesselâm da
vardı.
[Uzeyr aleyhisselâma yehûdîlerin Azrâ dedikleri (Müncid)de
yazılıdır. Ancak,
bugünkü (Kitâb-ı mukaddes)in ahd-i atîk kısmındaki (Azrâ) kitâbını ve diğer ba’zı kitâbları yazan, İbrânî haham
ve din adamı
Azrâdır.
Uzeyr aleyhisselâm değildir.]
Yehûdîler Tevrâtı
unutdular. Azdılar.
Nasîhat için gönderilen Peygamberlere inanmadılar. Çoğunuşehîd etdiler. Îrân şâhı Behmen
Keyhusrev, Âsûrîleri bozguna uğratdı. Yehûdî esîrleri ve Danyâl aleyhisselâmı serbest bırakdı. Mescid-i
aksâda ibâdet edenler çoğaldı. Büyük İskender
Kudüsü alınca,
yehûdîlere içlerinden Hirodesi vâlî yapdı ise de, bu hâin yehûdî Yahyâ aleyhisselâmı şehîd etdi.
Çok zulm yapdı.
Bundan sonra Kudüs Romalıların eline
geçdi. Yehûdîler isyân edince, mîlâdın
135. senesinde, Adriyan Kudüsü tahrîb
ve yehûdîleri katl eyledi. Kaçanlar her tarafa yayıldı. Gitdikleri
yerlerde, hıristiyanlardan
çok zulm ve cefâ gördüler. İslâmiyyet zuhûr edince, huzûra ve râhata kavuşdular.
Kudüs şehri Bizans imperatörleri tarafından ta’mîr edilip, (İlyâ) denildi.
Şehri ve Mescid-i aksâyı
Emevî halîfelerinin beşincisi Abdülmelik yeniden yapdırdı. Hıristiyanlar,
haçlı
seferlerinde tahrîb etdiler. Salâhaddîn-i Eyyûbî tecdîd eyledi. Osmânlı halîfeleri,
ta’mîr ve tezyîn etdiler).
Yehûdîlerin Tevrâtdan sonra mukaddes
kitâbları (Talmûd)dur. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâda, Allahü teâlâdan
işitdiklerini Hârûna, Yûşa’a ve El-iâzâra bildirmiş. Bunlar da, sonra gelen
Peygamberlere ve nihâyet mukaddes Yehûdâya bildirmişler. Bu da, mîlâdın ikinci asrında, bunları kırk senede,
bir kitâb hâline getirmiş. Bu kitâba (Mişnâ) denilmiş.
Mîlâdın
üçüncü asrında
Kudüsde ve altıncı asrında Bâbilde,
Mişnâya birer şerh yazılmış. Bu şerhlere
(Gamâra) denilmiş, İki Gamâradan
birini Mişnâ ile bir kitâb hâline getirip, bu kitâba (Talmûd) demişlerdir.
Kudüs Gamârasından
meydâna gelene (Kudüs Talmûdu), Bâbil
Gamârasından
meydâna gelene (Bâbil Talmûdu) demişlerdir.
Hıristiyanlar,
bu üç kitâba düşmandırlar.
Îsâ aleyhisselâmı
asmak için hâzırladıkları çarmıhı taşıyan ve
çarmıha
germe hâdisesine karışan
Şem’ûn, Mişnâyı
rivâyet edenler arasındadır derler.
Talmûdda mevcûd olan insanlığa zararlı emrlerden ba’zıları, (Cevâb Veremedi) kitâbımızın
sonunda yazılıdır.
Yukarıda
ismi geçen (El-iâzâr)ın, Şu’âyb
aleyhisselâmın oğlu olduğu (Mir’ât-ı Kâinât)da
yazılıdır.]
Hıristiyanların (Kitâb-ı mukaddes) dedikleri kitâb, (Ahd-i
atîk) ve (Ahd-i cedîd) dedikleri
iki kısmdan
meydâna gelmişdir. Yehûdîler, bunun yalnız Ahd-i atîk kısmına inanırlar ve buna (Kitâb-ı mukaddes) derler. Buna ahd-i atîk denilmesini kabûl
etmezler. Buna (Tanah) derler. Tanahı üçe ayırırlar. Bunun
birinci kısmına (Tevrât) derler. Bunların (Tevrât) dedikleri kitâb, beş kısmdan meydâna
gelmişdir:
1) Tekvin
(Genesis),
2) Hurûc
(Çıkış, Exodus),
3) Levililer
(Leviticus),
4) A’dâd
(Rakamlar, sayılar,
Numeri),
5) Tesniye
(Deuoronomium).
(Beş kitâba birden verilen ism: Pentateuch)
Kur’ân-ı kerîmin İsrâ sûresinin
2. ci âyetinde meâlen, (Biz Mûsâya kitâb verdik) buyurulmakdadır. Bugün
elimizde bulunan Tevrâtın
içine birçok yabancı yazılar ilâve
edilmişdir. Bunların,
Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan hakîkî Tevrât ile bir alâkası yokdur.
[Dahâ fazla ma’lûmât için (Kur’ân-ı kerîm ve İncîller) kısmına mürâce’at
ediniz!]
Hakîkî Tevrâtda, Allahü teâlânın, Muhammed
“aleyhissalevâtü vetteslîmât” isminde bir son peygamber göndereceği yazılıdır. Mûsâ
aleyhisselâmın,
ikinci def’a olarak Allahü teâlâya münâcâtında, dalâlete düşmüş kavmi için afv dilediği A’râf sûresinin 155-157. ci âyetlerinde meâlen şöyle
bildirilmişdir: (Mûsâ: Rabbim, şâyet dileseydin,
dahâ önce beni ve onları helâk ederdin. Aramızdaki sefîh, aşağı kimselerin kötü amellerinden
ötürü bizi helâk eder misin? Bu senin imtihânından başka bir şey değildir. Sen, onunla
dilediğini dalâletde bırakırsın
ve dilediğini hidâyete, doğru yola kavuşdurursun. Bizim dostumuz sensin. Bizi afv et! Bize merhamet
et! Sen afv edicilerin en iyisisin. Bizim için bu dünyâda güzel bir itâat ve
ma’îşet, âhiretde de, Cennetini ihsân et! Biz sana tevbe ve rucû’ etdik!) dedi. Allahü teâlâ Ona, (Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım.
Merhametim, her şeyi kaplamışdır. Bu rahmetim, [âhiretde]
müttekîlere [küfrden
ve günâhlardan sakınanlara], zekâtlarını verenlere ve bizim âyetlerimize îmân
edenleredir. Onlar, ümmî bir Peygamber olan Resûle tâbi’ olurlar. O resûlün [ismini ve vasflarını] yanlarında bulunan Tevrât ve İncîlde yazılmış bulurlar. O Peygamber iyiliği, îmânı emr eder ve kötülüğü, küfrü nehy eder. Temiz şeyleri halâl ve murdar şeyleri harâm kılar. Onların yüklerini indi-
rir ve ağır
külfetleri hafîfletir. Bu Peygambere inanan, Ona ta’zîm eden, Ona yardım eden, Onunla gönderilen nûra [Kur’ân-ı kerîme] uyanlar, işte onlar, sonsuz se’âdete kavuşacak olanlardır).
Yehûdîlerin son Peygambere îmân
etdikleri ve Onun gelmesini bekledikleri muhakkakdır. Hattâ,
ba’zı
tefsîrlerde, yehûdîlerin muhârebelerde, (Yâ Rabbî! Geleceğini bize va’d
etdiğin
son Peygamber “aleyhissalevâtü vetteslîmât” hurmetine, bize yardım et) diye
düâ etdikleri ve o muhârebelerde muzaffer oldukları yazılıdır.
Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İbrânîlere
gelen Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” arasında, Dâvüd ve
Süleymân “aleyhimesselâm”, hak dînin yayılmasına çok yardım etmişlerdir. Yehûdî dîninin esâsını şöylece
hulâsa etmek kâbildir:
Îmân: Bir tek Allah vardır. Kendiliğinden vardır. Doğmamışdır ve doğurmaz. Her şeyi görür ve bilir. Afv etmek veyâ cezâlandırmak, ancak
Onun kudretindedir.
Ahlâk: Ahlâk esâsları on kudsî emr, ya’nî (Evâmir-i
aşere)dir. İnsanların bu on emre
harfi harfine uyması lâzımdır. İnsanın vücûdü ayrı, rûhu ayrıdır. Rûh kıyâmete kadar
ölmez. Âhiret hayâtına
îmân etmek lâzımdır.
Din esâsları: Yehûdî olmıyan milletler, putperest (puta tapan) sayılır. Bunlardan
uzak durmalıdır. Onlardan,
mümkin olduğu
kadar, alâkayı
kesmelidir. Kanlı veyâ
kansız
kurban kesilmelidir. [Yehûdîler, her hayvanı, hattâ güvercini, fekat en çok koyun, keçi ve sığırı kurban
ederlerdi. Zemânla tuzsuz ekmekden yapılan çöreklerle, hamursuz adı verilen
pideler de kurban yerine geçdi. Bunları dağıtmak da, kansız kurban kesmek sayıldı.] Kısâsa karşı kısâs yapılır. Bir fenâlık yapana, aynı sûretle mukâbele edilir. Erkek çocuklar, haham
[yehûdî din adamı]
tarafından
sünnet edilir. Eti yinilecek hayvanların kesilmesi lâzımdır. Başka şeklde öldürülen hayvanın eti yinmez.
[Bugün bile, Avrupa ve Amerikada, yehûdî kasabların dükkânlarında (Kaşer) adı verilen bir işâret bulunur ki, bunun ma’nâsı, o dükkânda
satılan
etin, hahamların
gösterdiği
tarzda kesilen hayvanların eti
olduğudur.
Yehûdîler, ancak bu tarzda hâzırlanmış bir eti yiyebilirler. Müslimânlar da, ancak Allahü
teâlânın
ismi söylenerek kesilmiş olan hayvanın etini yirler. Domuz etini hiç yimezler.] Yehûdî
kadınları evlendikden
sonra, saçlarını örtmeğe mecbûrdur
ki, bu işi bugün yehûdî kadınları, Avrupada başlarına peruk takarak yerine getirmekdedirler. Domuz
eti yimek, yehûdîlere de, harâmdır.
Yehûdîlerin ibâdet tarzı birçok
üsûllere bağlıdır. Kudsî gün,
Cumartesidir. Bu günde iş görülmez ve ateş yakılmaz. Yehûdîler
bugünü bayram kabûl eder ve ihyâ ederler. İsmi (Şabat)dır.
Yehûdîlerin, ayrıca
Pesah, Şavvot, Roş-ha-Şanah, Kipur, Suhkot, Purim, Hanuka ve dahâ birçok
bayramları vardır. Pesah,
yehûdîlerin Mısr
esâretinden kurtuluşlarının hâtırasıdır. Şavvot,
gül bayramıdır ki Tevrâtın ve evâmir-i
aşerenin verilişinin hâtırasıdır. Kipur,
büyük oruc günü olup yehûdîlerin tevbe edip afv edilmelerinin hâtırasıdır. Suhkot,
kamış
bayramıdır. Çöldeki
hayâtın hâtırasıdır.
Hahamların, hıristiyan
papazları
gibi, günâh afv etmek yetkileri yokdur. Ancak, ibâdetleri idâre ederler. Allahü
teâlânın
huzûrunda, bütün yehûdîler birdir ve aralarında hiçbir fark yokdur.
Dînî âyinleri ve hahamların ibâdeti
idâre tarzı,
Mûsâ aleyhisselâmdan sonra gelen Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”
tarafından
dahâ çoğaltılmış ve değişdirilmiş,
yeni esâslar ilâve olunmuş, Dâvüd aleyhisselâmdan sonra, Ona gönderilen (Zebûr)un da âyînlerde okunması veyâ çalgı ile çalınması ibâdete
eklenmişdir.
Dâvüd aleyhisselâm, mîlâddan tahmînen
1000 sene evvel dünyâya gelmişdir. [Avrupalı târîhçiler, Dâvüd aleyhisselâmın hükümdarlık târîhini
M.Ö. 1015-975 olarak kayd etmişler ise de, kat’î değildir.]
Evvelâ çobanlık
yapan Dâvüd aleyhisselâmın çok
güzel sesi olduğundan
[bugün dahî, Dâvudî ses ta’bîrini kullanıyoruz.] bir müddet sonra, devlet reîsi olan
Tâlûtun [milletlerarası
ismi: Saul]huzûruna çıkarılmış ve onun
rübâb (zither) çalıcısı olmuşdur.
Önceleri, aralarında
büyük bir dostluk kurulmuşken ve Tâlût Onu kendine nedîm yapmışken, Dâvüd
aleyhisselâmın gün
geçdikçe büyük şöhret kazanması ve otuz yaşında iken muhârebede dev gibi Câlûtu
[Goliath] bir sapan taşıyla öldürmesi ve böylece halkın Ona hayrân
kalması,
Tâlûtu korkutmuş ve Dâvüdü yanından uzaklaşdırmışdır. Fekat, Tâlût ölünce, Dâvüd “aleyhisselâm” halkın arzûsu
üzerine onun yerine geçmiş ve ilk def’a olarak, Kudüsü İsrâîllilerin
merkezi yapmışdır. Dâvüd
“aleyhisselâm”, 40 yıl
hükümdârlık
etmişdir. Kendisine (Zebûr) isminde bir
kitâb verildiği
Kur’ân-ı
kerîmin Nisâ sûresinin 163. âyetinde ve İsrâ sûresinin 55. ci âyetinde yazılıdır. Bunda,
Dâvüd aleyhisselâmın
Allahü teâlâya yalvarma ve Ondan afv dilemelerinin bulunduğu muhakkakdır. Bugünkü
Kitâb-ı
mukaddesde mevcûd olan Zebûrda ise, bunların yanında, başkaları tarafından eklenmiş parçalar da bulunmakda olduğundan, Allahü
teâlânın
göndermiş olduğu
şeklini temâmen gayb etmişdir. Allahü teâlâ, Dâvüd aleyhisselâma büyük
ihsânlarda bulunmuşdur. Sebe’ sûresinin 10. âyetinde
meâlen, (Biz Dâvüde tarafımızdan [diğer insanlar
ve peygamberler üzerine] fazîlet, [Peygamberlik, kitâb, saltanat, güzel ses ve
demire elinde şekl verme gibi] üstünlük verdik. Ey
dağlar ve kuşlar, siz de Onunla berâ-
ber tesbîh edin dedik. Ona demiri [mum gibi] yumuşak kıldık) buyurulmuşdur.
Ve Sâd sûresinin 17-19. cu âyetlerinde meâlen, (Ey Muhammed! Kâfirlerin söylediklerine sabret. Kulumuz,
kuvvet sâhibi Dâvüdü hâtırla! O, her zemân,
Allaha tevbe ederdi. Doğrusu biz akşam sabâh onunla
tesbîh eden dağları ve kuşları onun emrine vermişdik) ve Sâd sûresinin, 25. ci âyetinde
de meâlen, (Katımızda Onun yüksek makâmı ve güzel geleceği vardır) buyurulmuşdur. Bugün elimizde
bulunan Tevrât ve İncîlde,
Dâvüd aleyhisselâmın
ma’iyyetinde bulunan Uria adlı bir subayın Batşeba [Bathseba] adlı zevcesi ile
mâcerâsı
diyerek, İkinci
Samuelin 11. ci bâbında
yazılı olan çirkin
hikâye doğru değildir. [Alî
“radıyallahü
anh”, bu yanlış ve
çirkin hikâyeyi anlatanlara yüzaltmış değnek vuracağını bildirmişdir. (Mevâkib) tefsîrinde,
Sâd sûresinin yirmialtıncı âyetinin
tefsîrinde diyor ki, (Uryâ, Teşâmu’ isminde bir kızla evlenmek için, kıza haber
gönderdi. O da kabûl etdi ise de, kızın akrabâsı istemedi. Uryâyı kötülediler. O aralıkda, Dâvüd
aleyhisselâm da, Teşâmu’a tâlib oldu. Uryâ muhârebede ölünce, kız Dâvüd
aleyhisselâm ile evlendi. Sözleşmesi yapılmış olan kıza tâlib olmasına, Allahü teâlâ râzı olmadı. Dâvüd
aleyhisselâm, hatâ etdiğini
anlayınca,
tevbe etdi ve afv olundu.).]
Kur’ân-ı kerîmde bu husûsda açık bir bilgi
yokdur. Aksine Dâvüd aleyhisselâmın dâimâ Allahü teâlâdan çok korkduğu, kendisine
ilm ve hakkı bâtıldan tefrîk
eden kuvvet verildiği
bildirilmişdir. Sâd sûresinde [âyet 24 de], bir koyun da’vâsında, haksızlık yapmaması için,
secdeye kapandığı ve
Allahdan afv dilediği, çok
düâ etdiği yazılıdır. Bu Uryâ
efsânesinin Tevrâta ve İncîle
sonradan ilâve edildiği
husûsunda bütün islâm âlimleri müttefikdir. (İsrâîliyyât) denilen böyle uydurma hikâyeler, yehûdîlerden
câhil müslimânlara da sirâyet etmiş ise de, islâm âlimleri bunların efsâne
[uydurma] olduklarını
bildirmişlerdir.
Dâvüd aleyhisselâmın oğlu Süleymân
aleyhisselâm [hükümdârlık
zemânı,
tahmînen, M.Ö. 965-926] babasının
yerine İsrâîl
oğullarının Peygamberi
ve hükümdârı
oldu. Cin, vahşî hayvan ve kuşlarla konuşurdu. Süleymân aleyhisselâmın zemânı, İsrâîllilerin
en parlak zemânlarıdır. Süleymân
aleyhisselâm zemânına
kadar İsrâîl
hükümdârları
serây nedir bilmezlerdi. Yukarıda ismi geçen Tâlûtun evi, en âdî bir köylü evinden farksızdı. Süleymân
aleyhisselâm, ilk olarak Kudüs şehrini kurdu ve bir serây yapdı. Birçok
binâlar, serâylar, bağçeler,
havuzlar, kurban kesme yerleri, ibâdet yerleri yapdırdı. Kudüsde
yapdırdığı en ihtişâmlı ma’bed, (Mescid-i Aksâ = Beyt-i Mukaddes = Kudsî ev) adını taşıyordu.
Bu binâyı
Finikeli mi’mârlara yapdırmışdı. Cinnîler de
hizmet etmişdi.
Bu mescidin inşâasında çok kıymetli
malzeme kullanılmışdı. Uzakdan bakılınca, bir altın parçası gibi pırıl pırıl parlıyor,
görenleri hayrân bırakıyordu. Yapılması 7 sene
sürmüşdü. Ne yazık ki,
bugüzel mescid, Âsûrî hükümdârlarından ikinci Buhtunnasar Kudüsü zabt etdiği zemân, onun
tarafından
yakdırıldı. Tevrât
nüshaları da
yanıp,
hiç kalmadı.
Keyhusrev ta’mîr etdi ise de, sonra Romalılar yakdı. (Kâmûs-ül-a’lâm)da
diyor ki, (Bu tahrîb ile Kudüsün mûsevîlere âid ma’mûriyyeti hitâm bulup, dahâ
sonra Kostantiniyye rum Bizans imperatorları, Mescid-i aksâyı ta’mîr edip, Kudüse (İlyâ) ismini
verdiler. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mescîd-i aksâda nemâz kılmışdır. Kudüs,
hicretin 16. cı
senesinde, Ömer “radıyallahü
anh” zemânında
müslimânlar tarafından
feth edilmişdir. Abdülmelik “rahime-hullah” zemânında şimdiki mescid yeniden binâ
olunmuşdur). Arta kalan temel dıvarları, bugün yehûdîler tarafından (Ağlama dıvarı) adıyla anılmakda ve bu dıvar önünde
düâ etmekdedirler.
Süleymân aleyhisselâm zemânında, Kudüs
dünyânın en
zengin, en güzel şehri olmuşdu. Süleymân aleyhisselâmın yapdırdığı serâylar, bu
serâyların
içindeki dâireler, burada bulunan kıymetli eşyâlar hakkında birçok hikâyeler vardır. Denebilir
ki, dünyâda şimdiye kadar hiçbir hükümdâr, Süleymân aleyhisselâm gibi muhteşem
ve masallara benzeyen bir hayât sürmemişdir. Süleymân aleyhisselâmın müteaddid
zevceleri ve câriyeleri vardı. Süleymân “aleyhisselâm” ticârete çok ehemmiyyet verdiğinden,
zenginliği
günden güne artmış ve
serâyını yeni ve kıymetli güzel
eşyâlarla süslemiş, birçok kıymetli atlar, kuşlar ve sâir hayvanlar beslemişdir.
Serâyda günde 30 sığır,
100 koyun, düzinelerle geyik ve ceylan kesilirdi. Süleymân “aleyhisselâm” dâimâ
sulh arzû etmiş, komşularıyla
iyi geçinmeğe ve
dostluk kurmaya çalışmışdır. Komşusu Mısr fir’avnının kızı ile
evlenmiş, ayrıca
Sabâ Melîkesi Belkîsi de hak dîne çağırmış ve onunla dostluk kurmuş, islâm târîhçilerinin
rivâyetine göre, onunla da evlenmişdir. Belkîsin Süleymân aleyhisselâmdan
da’vet aldığı,
Kur’ân-ı
kerîmin Neml sûresinin 29-32. ci âyetlerinde zikr olunmakdadır.
Süleymân aleyhisselâm da, bütün
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gibi, son derece âdil bir
hükümdârdı.
(Süleymân adâleti), Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” adâleti gibi, bütün dünyâda adâlet
misâli olarak kabûl edilmişdir. Süleymân aleyhisselâm, diğer inanışlara karşı da
müsâmahalı
davranmış,
fanatik yehûdîlerin protestosuna rağmen, başka din ma’bedlerini de yapdırmışdır. Bu yüzden
dünyânın her
tarafında
büyük bir saygı ve
sevgi kazanmış,
âdetâ cihâna nümûne olmuşdur. Babası Dâvüd
aleyhisselâmın dînini devâm etdirmişdir.
Süleymân aleyhisselâmın ahvâli
Kur’ân-ı
kerîmde yazılıdır. Sebe sûresinin 12. ci âyetinde meâlen, (Gündüz esdiğinde bir aylık mesâfeye gidip, akşam bir aylık mesâfeden gelen
rüzgârı Süleymânın emrine verdik. Onun için, su gibi erimiş, bakır akıtdık.
Rabbinin izni ile, iş gören bir takım cinleri de, Onun
emri altına verdik ve bunların içinde emrlerimizden çıkan olursa, ona
alevli ateşin azâbını
tatdırdık) buyurulmuşdur.
Sâd sûresinin 30-39. cu
âyetlerinde meâlen, (Dâvüda, Süleymânı bahş etdik. O, güzel bir kul idi. Çünki O, dâimâ [zikr
ile, tevbe ile] Allahü teâlâya teveccüh eder. Onu çok tesbîh ederdi. Ona bir
akşam üstü çok hızlı
giden, kıymetli cins koşu atları sunulmuşdu. Süleymân: Ben bu iyi mallar ile meşgûl olarak Rabbimin
zikrinden mahrûm kaldım, akşam oldu demişdi. Çok
üzüldü. Onları bana geri verin! diyerek, bacaklarını ve boyunlarını kesdi. [Etlerini
fakîrlere dağıtdı.] Sonra, eski hâline döndü. Rabbim, beni bağışla. Bana benden sonra hiç kimsenin erişemiyeceği bir hükümrânlık ver. Sen, şübhesiz dâimâ
ihsânda bulunansın! dedi. Biz de bunun üzerine istediği yere Onun emri ile giden rüzgârı, binâ kuran ve dalgıçlık yapan şeytânları ve demir halkalarla bağlı olan diğerlerini, Onun emrine verdik. İşte bizim ihsânımız
budur. İstersen, başkalarına da ver, istersen verme! Bizim ihsânlarımız hesâbsızdır dedik. Doğrusu dünyâda verdiğimiz bu ni’metler gibi,
âhiretde de yüksek bir makâmı ve güzel geleceği vardır) buyurulmuşdur.
Yehûdî ve hıristiyan yayınları şimdi
ellerinde bulunan Kitâb-ı
mukaddes, ya’nî Tevrât ve İncîl dedikleri kitâbın üç kısmının Süleymân aleyhisselâmın kitâbından alınmış olduğunu iddi’â ederler. Bunlar (Ahd-i atîk)in, (Süleymânın meselleri,
va’iz ve Neşîdeler neşîdesi) kitâblarıdır. Tevrâtda, Süleymân aleyhisselâmın rüzgâra,
kuşlara ve sâir hayvanlara emr etdiği, onların dilini anladığı, kuş ve hayvanların da Onun
emrlerini derhal yerine getirdiği, emri altında bulunan cinler sâyesinde yapdırdığı bütün
binâların
büyük bir sür’at ile meydâna çıkdığı,
zikr edilmekdedir.
Süleymân aleyhisselâm zemânında, Dâvüd
aleyhisselâm zemânındaki
medenî haklar dahâ genişletildi. Yeni ahkâma göre, babaların çocukları üstünde sınırsız hakları vardı. Bir çocuk,
kaç yaşında olursa olsun, babasının
emrlerini yerine getirmekle mükellef idi. Büyük çocuk mîrâsda iki kat pay alıyordu.
Nişanlanma, evlenme gibi husûslar, ancak âile büyükleri tarafından
kararlaşdırılmakda, evlenecekler
kendileri için seçilen eşleri kabûle mecbûr bırakılmakda idiler. Boşanan kadın, zevcinden (Mehr) adında bir para alırdı. Çocuksuz veyâ çocuğu ölmüş bir
dul kadın
kaynı ile
evlenmek zorunda idi. Bu evlenmeden sonra doğan ilk çocuk,
ölen zevcin çocuğu sayılır, onun mîrâsını alırdı. Bir erkeğin birden
fazla kadınla
evlenmesine müsâ’ade olunuyordu.
Süleymân aleyhisselâmın vefâtından sonra,
Benî İsrâîl,
12 kabîleye ayrılmış,
birbirlerine düşmüşlerdir. Bu ayrılış, dahâ Süleymân aleyhisselâm hayâtda iken başlamış, fekat
Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın ihsânı ile, kabîleleri bir arada tutabilmişdi.Süleymân
aleyhisselâmın
yerine oğlu
Rehoboam geçdi. 12 kabîleden yalnız ikisi ona sâdık kaldı. İsrâîl devleti ikiye ayrıldı. Bu
devletlerden biri, (İsrâîl) olup 10 kabîleyi topladı. Geri kalan iki kabîleye (Yehûdâ) devleti denilir. Kudüsde kaldı. Azdılar. Allahü
teâlânın
gadabına uğradılar. Bir
müddet Âsûrî devletine bağlı olarak kaldılar. Âsûrî
hükümdârı
Buhtunnasar (Nebukadnezar), mîlâddan 587 sene evvel, Kudüsü yakıp yıkdı. İsrâîloğullarını zorla
Kudüsden çıkararak
Bâbile sürdü. Ancak Îrân Şâhı Keyhusrev [Kirüs], Âsûrîleri mağlûb edince,
yehûdîlerin tekrâr Kudüse dönmelerine izn verdi. Yehûdîler Kudüse dönerek, yanmış olan bu
şehri birazta’mîr etdiler. Evvelâ Îrânlıların, sonra, Makedonyalıların idâresi altında yaşadılar. Mîlâddan
önce 64 senesinde Romalılar
Kudüse girdiler. Şehri yeni başdan yakıp yıkdılar. Romalılar bir kerre dahâ, mîlâddan 70 sene sonra,
Kudüsü yerle bir etdiler. Roma İmparatörü Titüs, Kudüsü temâmen yakdı.
Yehûdîler, Romalıların idâresi altında iken, Îsâ
aleyhisselâm dünyâya geldi. Bu felâketler sırasında hakîkî Tevrât nüshaları yok edildi.
Tevrât diye çeşidli kitâblar yazıldı. Bunlara birçok yabancı parçalar,
hurâfeler ilâve edilmişdir. Bunun için Allahü teâlâ, yehûdîlere [ve sâir
insanlara] doğru
yolu göstermek için Îsâ aleyhisselâmı Peygamber olarak gönderdi. Yehûdîler, Îsâ
aleyhisselâmı
Peygamber olarak tanımak
istemediler. Hâlbuki onlar, Tevrâtda yazılı olduğu gibi, bir peygamber geleceğini
biliyorlar ve bekliyorlardı. Fekat, bu Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” gâyet
kudretli, cesûr, tutduğunu
koparan bir insan olmasını, onları Romalılarınelinden
kurtarmasını
düşünüyorlardı. Çok
yumuşak olan Îsâ aleyhisselâmı beğenmediler.
Ona yalancı
Peygamber dediler ve annesi hazret-i Meryeme iftirâ etdiler. Bugün dünyâda
yehûdî olarak kalmış 15
milyon kadar insan vardır. İçlerinde
hakîkî Tevrâta tâbi’ olan hiç yokdur. Milletler arası bir
istatistik olan (Britannica of the year) Almanağına göre,
bunların
hepsinin dinlerinin müşterek olduğundan şübhe edilmekdedir. Çünki, yehûdîlerin
içinde çok çeşidli fırkalar
vardır.
(Cevâb Veremedi) kitâbımızın 327.ci
sahîfesinde yehûdîlik uzun anlatılmakdadır.