Viyanaya bakan Kahlenberg tepesine, ya’nî 1095 [m. 1683]
Viyana kuşatmasında Osmânlı ordusunun karargâhının bulunduğu mahalle çıkarsanız,
orada bir âbide [anıt] görürsünüz. Burada (Allah bizi vebâdan ve Türk şerrinden
korusun) ibâresi vardır ve bu ibârenin altında bulunan taşbasması bir resmde
de, Türklerin hıristiyan kadın ve çocukları boğazladıklarını telkîn eden
uydurma bir resm vardır. O târîhde Türkler, hıristiyanlarca, dünyânın en vahşî,
en zâlim, en gaddâr milleti olarak tanıtılıyordu. Bunun da islâmiyyetden geldiğini
zan ediyorlardı. Eğer Türkler hıristiyan olsalardı, (vahşî) ve (gaddâr) olmıyacaklardı,
diyorlardı. İslâm dîninin bir vahşet dîni olduğunu ileri sürenler, o zemânın
hâkimleri, zâlimleri, diktatörleri olan hıristiyan din adamları idi. Okullarda
verilen din derslerinde bu husûs dâimâ öne sürülüyor, genç hıristiyan çocukları,
islâm dînini bir vahşet dîni olarak tanıyorlardı. Bu korkunç iddi’â ve iftirâ,
asrlarca devâm ederek, günümüze kadar gelmişdir. Harputlu İshak efendi
“rahime-hullahü teâlâ” kitâbında, bir papazın, 1860 senesinde islâmiyyetin
aleyhine neşr etdiği bir risâlesinde şunları yazdığını nakl etmekdedir:
(Îsâ “aleyhisselâm”, kendi dînini dâimâ sevgi ile,
güzellikle, insanlara merhamet ve onların derdlerine çâre bulmakla teblîg
etmişdir. Onun içindir ki, dahâ nasrâniyyet dîni başlar başlamaz, birkaç sene
içinde 500 kişi hıristiyan olmuşdur. Hâlbuki, bir vahşet dîni olan müslimânlık,
insanlara zorla, ölüm korkusu ile kabûl etdiriliyordu. Muhammed “aleyhisselâm”
müslimânlığı zorla, korkutarak, tehdîd ederek, ancak cenk ile, cihâd ile
yaymağa çalışdı. Bu sebeb ile, Peygamber olduğunu iddi’â etdiği günün üzerinden
13 sene geçdiği hâlde, sâdece teblîg etmek sûreti ile, müslimânlığı kabûl
edenlerin adedi ancak 180 kişi kadardı. Bu da, hakîkî ve insânî bir din olan
hıristiyanlıkla, vahşet dîni olan müslimânlığın arasındaki farkı göstermeğe
kâfîdir. Hıristiyanlık, insanların kalbine giren, merhamet ve şefkat telkîn
eden, hiçbir cebr ve zor kullanmayan mükemmel ve insânî bir dindir.
Hıristiyanlığın tek ve hakîkî bir din olduğu şundan anlaşılır ki, hıristi-
-375-
yanlık
zuhûr edince, ondan evvelki tek Allah dîni olan mûsevîliğin hükmü ortadan
kalkmışdır. Allahü teâlâ, yeni bir Peygamber gönderince, ondan evvelki dinlerin
hükmünün ortadan kalkması îcâb eder. Yehûdîler, nasrâniyyeti kabûl etmedikleri
için üzerlerine dürlü dürlü belâlar gelmiş, hakîr ve zelîl olmuşlardır. Çünki,
yeni Peygamber göndermek, ondan evvelki dinlerin bozulduğuna alâmetdir.
Hâlbuki, Muhammed “aleyhisselâm” geldikden sonra hıristiyanlık ortadan
kalkmamış, yehûdîlere olduğu gibi hıristiyanların üzerlerine çeşidli belâlar
gelmemiş, aksine dahâ fazla ya-yılmışdır. Müslimânların bütün uğraşmalarına,
milletleri kılınçdan geçirmelerine, kiliseleri yakıp yıkmalarına (meselâ,
halîfe Ömer zemânında 4000 kilise yıkılmışdır) rağmen, hıristiyanlar gün geçdikçe
artmakda, refâha [zenginliğe] kavuşmakda, buna karşılık müslimânlar perîşan
olmakda, fakîrleşmekde ve dünyâ üzerinde hiçbir kıymet ve ehemmiyyetleri
kalmamakdadır.) dedi.
Papazın bu iftirâlarına hoca İshak efendi “rahmetullahi aleyh”
aşağıdaki cevâbı vermişdir:
Her şeyden önce, papazın verdiği bilgi ve rakamlar
hakîkate uymamakdadır. Çünki, islâm dîninin mukaddes kitâbı (Kur’ân-ı kerîm)de, (Dinde
zorlama yokdur) emri bulunmakdadır. Hazret-i Muhammed “sallallahü
aleyhi ve sellem”, dîn-i islâmı teblîg ederken, hiçbir cebr ve tehdîd kullanmadığı
hâlde, kendiliğinden ve seve seve müslimânlığı kabûl edenler kısa zemânda artmışdır.
Hıristiyan târîhcilerinden, Kur’ân-ı kerîm mütercimi papaz SALE’nin beyânları
bu sözümüzü isbât etmekdedir. [George Sale 1149 [m. 1736] da öldü. İngiliz
papazıdır. 1734 de Kur’ân-ı kerîmi ingilizceye terceme etdi. Eserinin önsözünde
islâmiyyet hakkında uzun ma’lûmât verdi.] 1266 [m. 1850] senesinde basılan bu (Kur’ân tercemesi)nde diyor ki: (Medînede dahâ
hicretden evvel, içinde müslimân bulunmayan bir tek ev kalmamışdı.) Demek
oluyor ki, o zemâna kadar hiç kılınç yüzü görmeyen şehrlerdeki insanlar sırf
islâmiyyetin büyüklüğü, doğruluğu, Kur’ân-ı kerîmin belâgati sâyesinde, bu dîni
severek kabûl etmişlerdir. Müslimânlığın pek sür’at ile intişâr etdiğini aşağıdaki
hakîkî rakamlar isbât etmekdedir. Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât
etdiği zemân, müslimânların adedi 124.000’i bulmuşdu. Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” vefâtından dört sene sonra, Ömer “radıyallahü anh”
40.000 kişilik bir müslimân ordusu göndererek, bununla Îrânı, Sûriyeyi, Konyaya
kadar Anadoluyu ve Mısrı feth etdi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, hiçbir zemân,
gad-
dârlık
göstermedi. Zâlim diktatörlerden aldığı memleketlerdeki hıristiyanlara, ateşe
tapanlara, hiç zulm yapmadı. Bu adâletini bütün cihan, dost ve düşman, kabûl
etmekdedir. Bu memleketlerde yaşayan halkın çoğu, islâm dînindeki adâleti,
güzel ahlâkı görerek ve anlıyarak, seve seve müslimân oldular. Eski bâtıl
dinleri, ya’nî hıristiyanlık, yehûdîlik ve mecûsîlik üzerinde kalanlar pek azdı.
Böylece 10 sene gibi, pek az bir zemân zarfında, islâm memleketlerinde yaşıyan
müslimânların sayısının 30 milyona ulaşdığını, târîhciler söz birliği ile
bildirmekdedir. Ömer “radıyallahü anh”, 4000 kiliseyi yakıp yıkmak şöyle
dursun, Kudüse girdiği zemân, kendisine hangi kiliseyi câmi’ yapmak istediği
sorulunca, bu teklîfi şiddet ile red etmiş, ilk nemâzını kilise dışında kılmışdır.
Îsâ aleyhisselâmın göğe kaldırılmasından 300 sene sonra,
birinci Kostantin hıristiyanlığı kabûl etdi. Onun yardımı ve zorlaması ile,
hıristiyanların nüfûsu ancak 6 milyona ulaşabildi. Kostantin hıristiyanlığı
kabûl etmiyen yehûdîlerin kulaklarını kesdirdi ve taşlatdırdı.
Hıristiyanlık zuhûr edince, yehûdîliğin ortadan kalkdığı,
üzerlerine çeşidli belâlar geldiği iddi’âsına gelince, bu papazın târîhi iyi
tedkîk etmediği, bilmediği anlaşılmakdadır. Zîrâ, yehûdîlik, hıristiyanlık
zuhûr etmeden çok zemân evvel bozulmuş, Kudüs şehri Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar
[m.ö. 604-561] tarafından, sonraları da, Romalılar tarafından yakılıp
yıkılmışdı. Bundan sonra, yehûdîler darmadağın olmuşlar, bir dahâ kendilerine
gelememişlerdi. Bütün bunlar, îsevîliğin zuhûrundan evvel meydâna geldiğinden,
hıristiyanlık ile hiçbir ilgisi yokdur. Bugün, 21. ci asra girerken, karşımızda
bir yehûdî devleti görüyoruz. Demek ki, hıristiyanlığa rağmen yehûdîlik,
meydândadır. Esâsen bugünkü İsrâîl devleti kurulmadan evvel de, Avrupada bütün
servet kaynaklarının, bankaların, basının, büyük sanâyi’in başında yehûdîler
bulunuyor, yehûdî avukatları bütün dünyâda büyük rağbet görüyorlardı.
Yehûdîlerin arasından Lord Disraeli gibi İngiltere İmperatörlüğünün en zengini
ve milletvekîli olan insanlar zuhûr etdi. Yine yehûdîlerden Rotelid, dünyânın
en zengin insanıdır. Bugün dahî, Avrupa ve Amerikada borsalar ve pekçok
şirketler hep yehûdîlerin ellerindedir. Demek oluyor ki, papazın, hıristiyanlık
zuhûr eder etmez yehûdîliğin ortadan kalkdığı ve yehûdîlerin üzerlerine çeşidli
belâlar geldiği iddi’âsı, temâmen yanlışdır. Ancak, kendi dimâgında meydâna
gelen bir hayâlden ibâretdir.
Hıristiyan din adamları, hıristiyan dîninin sırf sevgi,
şefkat,
merhamet,
birbirine yardım esâsları üzerine kurulduğunu i’lân etmekdedirler. Biz komşumuz
olan hıristiyan papaza, Kitâb-ı mukaddesin Ahd-i atîk kısmının, Tesniye kitâbı
20. bâbının 10-18. ci âyetlerinde ve Kitâb-ı mukaddesin 1303 [m. 1886]
senesinde İstanbulda yapılan türkçe baskısının 169. cu sahîfesinde yazılı olan
bir parçayı gösterdik. Bu parçada aynen şöyle denilmekdedir:
(Bir şehre karşı cenk etmek için, ona yaklaşdığın zemân, oranın
halkını sulha çağıracaksın. Eğer, onlar bunu kabûl eder ve kapılarını sana
açarlarsa, bu şehrin içindeki bütün insanlar artık senin hizmetçin olacaklar ve
ölünceye kadar sana kulluk edeceklerdir. Eğer sulhu kabûl etmeyip, seninle cenk
ederlerse, şehri muhâsara edeceksin ve senin Allahın olan RAB, bu şehri senin
eline verdiği zemân, şehrde bulunan her erkeği kılınçdan geçireceksin.
Kadınları, çocukları, hayvânları ve şehr içinde bulunan her şeyi [malları ve
benzerlerini] kendin için yağma edeceksin. [Ya’nî onlara el koyacaksın.]
Böylece, Allahın olan Rab’ın sana verdiği düşmanlarının mallarını yiyeceksin.
Yalnız bu şehrde değil, senden çok uzakda bulunan diğer bütün şehrlerde de
böyle yapacaksın. Allahın olan Rab’ın sana mîrâs olarak vermekde olduğu bu
kavmlerin şehrlerinde nefes alan hiçbir kimseyi sağ
bırakmıyacaksın. Hittîleri ve Amorîleri, Ken’ânîleri ve Perizzîleri
ve Hivîleri ve Yebusîleri, Allahın olan Rab’ın sana emr etdiği gibi, temâmen yok edeceksin. Tâ ki, kendi ilahlarına
yapdıkları bütün rezîl hareketlerine göre ibâdet yapmağı size öğretmesinler.
Yoksa, Allahın olan Rab’a karşı isyân etmiş, suç işlemiş sayılırsın.)
Hıristiyan komşumuza, (Sizin mukaddes kitâbınızda zevallı
insanlara karşı çok gaddarca mu’âmele emr olunmakdadır. Sizin mukaddes
kitâbınızda bulunan bu emrin, mütemâdiyen tekrarladığınız, hıristiyanlık
şefkatı ve merhameti ile, hiç bir münâsebeti yokdur. Nerede sizin merhametiniz,
acımanız? Kitâb-ı mukaddesdeki bu parça müdhiş bir vahşet ve zulm emridir.
Demek sizin dîniniz size vahşeti emr ediyor. Bizim kudsî kitâbımız Kur’ân-ı
kerîmde ise, düşmana böyle mu’âmele edileceği hakkında tek bir kelime yokdur.
Aksine, Kur’ân-ı kerîm, dâimâ şefkatden, merhametden, afv etmekden bahs ediyor.
Zulm yapmağı harâm ediyor. O hâlde, nasıl oluyor da, hıristiyan din adamları,
islâm dîninin vahşeti emr etdiğini, hıristiyanlık dîninin ise şefkat dîni
olduğunu söylemeğe cesâret ediyorlar? İşte, elimizde sizin kudsî kitâbınız
Kitâb-ı mukaddesden bir parça! Demek oluyor ki, sizin iddi’ânızın aksine
olarak, Kitâb-ı mukaddes vahşeti, barbarlığı, gaddarlı-
ğı emr
ediyor. Buna ne dersiniz?) dedik.
Evvelâ bu parçadan haberi olmadığını söyleyen ve kendisine
yukarıda bildirilen türkçe İncîl getirilerek 169. cu sahîfesi gösterilen
hıristiyan papaz, (Efendim, bu parçanın Îsâ “aleyhisselâm” ile hiçbir
münâsebeti yokdur. Bu parça, Mûsâya “aleyhisselâm” âid olan Tevrâtdan alınmış
bir parçadır. Bahs edilen şey, Allahü teâlânın Mûsevîlere Mısrlılardan intikâm
almak için verdiği emrdir. Mısrlılar, o zemân hak dînini tanımamışlar, Mûsâ
aleyhisselâmı öldürmeğe kalkmışlardı. Bunun üzerine, Allahü teâlâ, onlardan
intikâm almak için yehûdîlere, ismi yazılı kâfir milletleri yok etmek emrini
vermişdi. İşte Kitâb-ı mukaddese ilâve edilen bu parçanın ma’nâsı budur. Bunun,
hıristiyanlık dîni ile hiçbir alâkası yokdur) diye cevâb verdi. Bunun üzerine,
ona dedik ki: (Her dînin bir mukaddes kitâbı vardır. O dîne inananlar, ona âid
mukaddes kitâbın başından sonuna kadar her parçasına îmân etmeye mecbûrdur.
Parçaların nereden geldiği, nasıl tertîblendiği mevzû’u bahs olamaz. Zîrâ
mukaddes kitâba, Allah kitâbı olarak ve içindeki yazılara da, Allahın emri
olarak îmân edilir. Hıristiyanların mukaddes kitâbı (Kitâb-ı
mukaddes), ya’nî Tevrât ve İncîldir. Onun için, siz Kitâb-ı
mukaddesde yazılı bütün yazıları Allahın emri olarak tanımak
mecbûriyyetindesiniz. Yok, burası eskiydi, yok burası yehûdîlere âiddir, yok
burası Îsâyı değil, Mûsâyı ilgilendirir diye mukaddes kitâbınızı parçalara
bölemezsiniz. Bir kısmına îmân edip, bir kısmına inanmamazlık edemezsiniz.
Temâmına îmân etmek mecbûriyyetindesiniz. Eğer İncîlin (Tesniye) kısmında bulunan bu parçanın, hıristiyanlıkla
hiçbir münâsebeti yoksa, sizin dînî meclîsleriniz, bu parçayı Kitâb-ı
mukaddesden çıkarmağa, yâhud bunun bir hurâfe olup, sonradan İncîle eklendiğini
bütün dünyâya bildirmeğe mecbûr idi. Böyle bir şey yapılmadığına göre, bu
parçaya da, Allahın emri olarak inanıyorsunuz demekdir. O hâlde, hıristiyan
dîninin çok gaddar, vahşî bir din olduğunu, kimseye merhamet etmeden, bütün
insanları yok etmek istediğini kabûl etmek mecbûriyyetindeyiz.)
Hıristiyan papazı hayretde kalmışdı. Kendisi, Kitâb-ı
mukaddesi hiç bir zemân tam okumamış, hele eski ahd kısmını gözden bile
geçirmemiş olduğu için, bu parçayı ancak bizim göstermemiz üzerine okumuş,
hayretden ağzı açık kalmışdı. Nihâyet bize, (Siz yalnız beni değil, bütün
hıristiyanlık âlemini mahcûb etdiniz. Ben bir din adamı değilim ve i’tirâf
edeyim ki, pek dindâr da sayılmam. Fekat, Kitâb-ı mukaddesde yalnız şefkat,
merhamet ve afv
etmek
husûsları bulunduğunu zan ediyordum. Bu müdhiş vahşet parçası, bana bir felâket
te’sîri yapdı. Aynı zemânda, papaz olduğum için de, çok mahcûb oldum.
Memleketime dönünce, bu işi ilmi çok olan din adamlarına nakl edeceğim.
Mümkinse Kitâb-ı mukaddesin bu kısmını, mukaddes kitâbdan çıkartmak için
alâkalı makâmlara mürâce’at edeceğim. Bu kısm, muhakkak bir hurâfedir. Çünki,
böyle korkunç bir emri Allah vermez. Her hâlde, bu kısm bir yehûdî uydurması
olacak) dedi. Kendisini tesellî etdik. Ona İngilizce neşr etdiğimiz (İslâmiyyet ve Hıristiyanlık) kitâbından verdik.
Dedik ki, (Bu kitâbı okursanız, kitâb-ı mukaddesde dahâ pek çok hatâlar
bulunduğunu görürsünüz. Hattâ, bir rivâyete göre, bu yanlışlar 20.000’i
bulmakdadır!). İncîl ile Kur’ân-ı kerîm mukayesesi, bundan önceki (Kur’ân-ı kerîm ve Bugünkü Tevrât ve İncîller) kısmında
bulunmakdadır. Lütfen oraya mürâce’at ediniz!
Hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine
inandıkları, (Kitâb-ı mukaddes)de,
zulmü, vahşeti emr eden pek çok yerler vardır. Müslimânlara vahşî, islâm dînine
vahşet dîni diyen, sözde ma’sûm ve müşfik(!) hıristiyanlara bir ibret olması
bakımından hıristiyanlığın mukaddes kitâblarındaki zulm ve işkencelerden
ba’zılarını kısaca zikredelim.
Tevrâtın Hurûc [Çıkış] kitâbının 23. bâbının 23. cü
âyetinde, (Benim meleğim senin önünde gidecek ve seni Amorîlerin, Hittîlerin ve
Perizzîlerin ve Kenânlıların ............. arasına götürecek ve ben onları helâk
edeceğim). 24. cü âyetinde, (Onların temâmını yok edip, dikili taşlarını
temâmen parçalayacaksın) demekdedir.
Adedler [Sayılar] kitâbının 31. ci bâbının başında, (Rab
Mûsâya, Midyânîlerden İsrâîloğullarının intikâmını al) demekdedir. 7. ci
âyetinde ve devâmında ise, (Midyânîlere karşı cenk etdiler ve her erkeği
öldürdüler, kadınlarını ve çocuklarını esîr aldılar. Bütün hayvanlarını ve
bütün sürülerini ve bütün mallarını gasb etdiler, yağmaladılar. Oturdukları
bütün şehrleri ve bütün obalarını ateşle yakdılar) demekdedir.
Bu âyetlerin devâmında, Mûsâ aleyhisselâmın, kadınları sağ
bırakdığı için subaylarına kızdığı ve bütün kadınların ve erkek çocuklarının
öldürülmesini emr etdiği yazılıdır. Ayrıca öldürülmiyen kız çocuklarının
sayısının 32.000 olduğu bildirilmekdedir ki, [Âyet 35] katledilenlerin sayısını
siz düşünün!
Tesniyenin 7. bâbının başında, (Allahın Rab, mülk olarak
almak için gitmekde olduğun diyâra seni götüreceği ve senin önün-
den çok
milletleri, Hittîleri ve Girgâşîleri ve Amorîleri ve Kenânlıları ve Perizzîleri
ve Hivîleri ve Yebûsîleri, senden dahâ kuvvetli ve dahâ büyük yedi milleti
kovacağı ve Allahın Rab onları senin önünde ele vereceği ve sen onları
vuracağın zemân, onları temâmen yok edeceksin, onlarla sulh etmiyeceksin ve
onlara acımıyacaksın) demekdedir.
Hurûcun [Çıkış] 32. bâbının 27. ci âyetinde, (Mûsâ onlara
dedi, İsrâîlin Allahı Rab şöyle diyor: Herkes kılıcını beline kuşansın ve
ordugâhda kapıdan kapıya dolaşsın ve herkes kendi kardeşini ve herkes kendi
arkadaşını ve herkes kendi komşusunu öldürsün) demekdedir.
Birinci Samuelin 27. ci bâbının 8. ci âyeti ve devâmında,
Dâvüd aleyhisselâmın askerleri ile Geşurîlere, Gizrîlere ve Amâlikîlere hücûm
etdiği, erkek kadın kimseyi sağ bırakmadığı yazılıdır.
İkinci Samuelin 8. ci bâbında Dâvüd aleyhisselâmın
Sûriyelilerden 22.000 kişiyi, dahâ sonra 18.000 kişiyi öldürdüğü yazılıdır.
10. cu bâbının sonunda ise 700 araba cengci ile 40.000
atlıyı öldürdüğü yazılıdır. 12. ci bâbının sonunda, Dâvüd aleyhisselâmın teslîm
aldığı şehrdeki esîrleri hizarlarla, demir tırmıklarla ve baltalarla katl
etdiği ve tuğla fırınında çalışdırdığı yazılıdır.
Ahd-i atîkde Yûşâ aleyhisselâmın, Mûsâ aleyhisselâmdan
sonra milyonlarca insanı katl etdirdiği yazılıdır.
Matta İncîlinin 10. cu bâbının 34. cü âyetinde Îsâ
aleyhisselâmın, (Yeryüzüne selâmet getirmeğe geldim zannetmeyin. Ben selâmet
değil, fekat kılınç getirmeğe geldim) dediği yazılıdır.
Luka İncîlinin 12. ci bâbının 51. âyetinde, Îsâ
aleyhisselâmın, (Dünyâya selâmet getirmeğe mi geldim zan ediyorsunuz? Size derim
ki, HAYIR. Fekat doğrusu ayrılık getirmeğe geldim) dediği yazılıdır.
Yine Luka İncîlinin 22. bâbının 36. cı âyetinde, Îsâ
aleyhisselâmın havârîlerine, (Şimdi kesesi olan onu alsın ve torbası olan da
alsın ve olmıyan esvâbını satsın ve kılıç satın alsın) dediği yazılıdır.
(Kitâb-ı mukaddes)i okuyan insâflı bir kimse, onun
vahşet ve zulm sahneleri ile dolu olduğunu ve bütün bunların, Peygamberlere,
Allahü teâlânın sevgili kullarına atf edildiğini görür.
Hıristiyanlar, Allah kelâmı olduğuna inandıkları bu
kitâbın, emrlerine tâbi’ olarak, gerek birbirlerine, gerekse müslimân ve
yehûdîlere
çok zulmler ve târîhe kanla yazılan katliâmlar yapmışlardır. Papaz Alex Kcithin
ingilizce olarak te’lîf etdiği ve papaz Merikin fârisîye terceme etdiği (Keşf-ül âsâr ve fî kısas-ı enbiyâ-i benî İsrâîl) ismi
ile basılan kitâbın 27. ci sahîfesinde, (Büyük Kostantin, kendi zemânında
memleketinde bulunan bütün yehûdîlerin kulaklarının kesilmesini emr etmiş ve
çeşidli yerlere sürgün ederek memleketinden atmışdır) demekdedir. Papazların
yazdığı (Siyer-ül-mütekaddimîn) kitâbında,
(Mîlâdın 372 senesinde, Roma İmperatörü Gratienus, kumandanları ile meşveret
etdikden sonra, memleketinde bulunan bütün yehûdîlerin hıristiyan olmasını,
hıristiyanlığı kabûl etmiyenlerin ise, öldürülmesini emr etdi) demekdedir.
1265 [m. 1849] senesinde Beyrutda basılan ve papazların
yazdığı bir kitâbda, papayı kabûl etmediği için 230.000 protestanı katolikler
katl etmişlerdir diye yazılıdır. Katolik papazlarından Thomasın İngilizceden Urducaya
terceme etdiği (Mir’ât-üs-sıdk) ismi ile
1267 [m. 1851] de basılan kitâbın 41-42. ci sahîfelerinde, protestanların 645
manastır, 90 mekteb, 2376 kilise ve 110 hastahâneyi katoliklerden alarak, yok
behâsına satdıkları yazılıdır. Kraliçe Elizabetin emri ile, katolik
râhiblerinden ve din adamlarından çoğu gemilerle götürülüp, denize atılmışdır.
Bu zulm ve fâci’aların tafsîlâtını anlatan ciltlerle kitâb yazılmışdır.
Müslimânlara (Vahşî) diyen hıristiyanların vahşî olduklarını, papazların
yazdığı bu kitâblar isbât etmekdedir.
Hıristiyan din adamları, islâm dîninin vahşet dîni
olduğunu isbât etmek için, Kur’ân-ı kerîmde tek bir kelime bile bulamazlar.
Fekat, yukarıda İncîlin eski ahd kısmında bulunan bu bahs, hıristiyan dîninin
tâm bir vahşet dîni olduğunu göstermiyor mu? Kendi kudsî kitâblarında, böyle
vahşet emri bulunan hıristiyan din adamları, acabâ ne yüzle islâm dîninden
(vahşet dîni) diye bahs ediyorlar? Evvelâ, kendi kudsî kitâblarını tedkîk
etsinler, sonra târîhlere mürâce’at ederek, (Hıristiyanlık) nâmına yapılan
vahşetleri okusunlar da, bir parçacık utansınlar.
Ma’sûm, medenî ve müşfik denilen hıristiyanlar, Îsâ
aleyhisselâmın kudsî topraklarını ve Kudüsü, vahşî dedikleri müslimânlardan
kurtarmak için (Ehl-i salîb [Haçlı] Seferleri) tertîb etdiler. Hâlbuki, o zemânki
hıristiyanlar, yarı vahşî bir hâlde yaşarken, müslimânlar medeniyyetde son
derece terakkî etmişler, ilm, fen, san’at, zirâat ve tıbda ilerleyerek dünyâya
rehber olmuşlardı. Onların bu yüksek medeniyyeti, zengin olmalarına sebeb olmuş,
müslimânlar
büyük bir refâha kavuşmuşlardı. Bu yüksek refâh derecesi, yarı aç, yarı çıplak
olan hıristiyan milletlerinin gözünü kamaşdırıyor, müslimânlara hased
ediyorlardı. Aklları, fikrleri, bu zengin müslimân memleketlerini yağma
etmekdi. İşte, bunun için, bir vesîle bulundu. Müslimânların elinde bulunan,
Îsâ aleyhisselâmın mukadddes topraklarını, onların elinden almak lâzım idi.
Pierre L’Ermite isminde, paraya ve kana susamış sadist bir
papaz, rü’yâsında Îsâ aleyhisselâmın ona göründüğünü, (beni müslimânların
elinden kurtar) diye feryâd etdiğini söyleyerek, her tarafda Kudüsü kurtarma
işine katılacak insanlar aradı. Bunları tahrîk ve teşvîk etdi. Çapulcular tam
fırsatı bulmuşlardı. Gidecekleri yerde, ellerine pek çok mallar, kıymetli
eşyâlar geçeceğini düşünerek, deli papaz Pierre L’Ermite’in açdığı Birinci
Haçlı Seferine katıldılar. Bu çapulcuların komutanları deli papaz L’Ermit ile
şövalye yoksul Gautier idi. Önceleri, yalnız çapulculardan ibâret olan
haçlılar, dahâ memleketlerinden ayrılmadan evvel, yağmaya başladılar. Almanyada
ba’zı şehrleri soydular. İstanbula girince, oldukça zengin olan bu Bizans
şehrini, hıristiyan sâhiblerinin feryâdlarına kulak asmadan yağmaladılar.
Başıboş bir hâlde sağa sola saldıran ve Kudüse varmadan, Selçuk Türkleri
tarafından yok edilen haçlıların arkasından yeni haçlılar zuhûr etdi. Artık bir
şeref mes’elesi hâline gelmiş olan haçlı seferleri, birçok büyük kralların da
iştirâki ile, büyük bir ordu hâline geldi. Bir rivâyete göre bir milyon, [fekat
hiç olmazsa, 600.000] kişilik bir ordu şarka hücûma hâzırlandı. Haçlı seferleri
489 [m. 1096]dan 669
. 1270] senesine kadar 174 sene, 8
dalga hâlinde devâm etdi. Sonra Türklere karşı da, haçlı seferleri
teşkil edildi. Niğboluda,
Varnada Osmânlı
Türkleri haçlı
orduları ile
cihâd etdiler ve onları
perîşan etdiler. Ba’zı
müteassıb
[fanatik] hıristiyanlar,
1330
. 1912/13] Balkan harbini bile, bu
seferlerin arasına
sokmakda, türklere karşı yapdıkları bu harbi, Haçlı seferi olarak kabûl etmekdedirler.
Haçlı seferlerine Alman imperatörü
Friedrich Barbarossa, II. Friedrich, III. Konrad, VII. Heinrich, İngiliz Kralı Aslan
Yürekli Richard (Couer de Lion), Fransız Krallarından Philip Auguste, Saint Louis, Macaristan Kralı II. Andreas
ve dahâ birçok kral ve prensler iştirâk etdi. Yolda, her vahşeti yaparak ve
yukarıda
bahs etdiğimiz
gibi, kendi dindaşları olan
Bizanslıların başşehri İstanbulu bile
yakıp, yıkarak ve yağma ederek
Kudüse vardılar.
Aşağı-
daki yazıları
Haçlı Seferleri
hakkında 5
cildlik bir eser yazmış olan
hıristiyan
Michaudnun kitâbından
alıyoruz:
(492 [m. 1099] senesinde, haçlılar Kudüse girmeğe muvaffak
oldular. Şehre girince, müslimân ve yehûdî 70.000 kişiyi boğazladılar.
Câmi’lere sığınan müslimân kadınları ve çocukları, hiç acımadan öldürdüler.
Sokaklardan sel gibi kan akdı. Sokakları dolduran ölüler yüzünden yollar tıkandı.
Haçlılar, o kadar vahşîleşmişlerdi ki, dahâ Almanyada Ren nehri kıyılarında
iken, orada rastladıkları 10 bin yehûdîyi boğazlamışlardı.) Viyanada müslimân
Türkler, bir tek kadını veyâ çocuğu boğazlamamışdır. Tepeye asılan resm, tam
bir hayâl mahsûlüdür. Fekat, bir hıristiyan târîhcisi tarafından nakl edilen
Kudüsdeki bu Ehl-i salîb vahşeti, ne yazık ki, tâm bir hakîkatdir.
Ahmed Cevdet pâşa “rahime-hullahü teâlâ”, (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki:
(Haçlı ordusu 492 [m. 1099] de Kudüse
girdi. Şehrdeki halkın
hepsini, kılınçdan
geçirdi. Mescid-i aksâya sığınmış
olan, yetmişbinden ziyâde müslimânı öldürdü. Bunların içinde, imâmlar, âlimler, zâhidler,
eli silâh tutmaz ihtiyârlar çokdu. Hıristiyan barbarları, (Sahratullah)
denilen meşhûr kıymetli taş yanındaki hazînede bulunan sayısız altın ve gümüş
kandilleri ve behâ biçilmez târihî eşyâyı yağma etdiler. Sûriyenin birçok şehri haçlıların eline geçdi
ve bir (Kudüs krallığı) teşekkül etdi. Bu krallık ile müslimânlar arasında uzun
seneler, yüzlerce muhârebeler oldu. Nihâyet, Sultân Selâhuddîn-i Eyyûbî
“rahime-hullahü teâlâ”[1] çeşidli
savaşlardan sonra, 583 [m. 1186] senesinde, Hattin zaferi ile Receb ayının yirminci
Cum’a günü Kudüse girdi. Bir sene içinde, birçok şehrleri haçlılardan
temizledi. Yüzbinlerce müslimânı esâretden kurtardı. Kudüs patrîki ve piskoposlar, papazlar, mâtem
elbisesi giyerek, Avrupayı
dolaşdılar. İntikâm almak
için, propaganda yapdılar.
Papa mağlûbiyyet
haberini işitince, kederinden öldü. Bütün Avrupada, yeniden haçlı ordusu
kuruldu. Alman İmperatörü
Fredrik, Fransa kralı
Filip, İngiltere
kralı
Rişard, göğüslerine
haçlar takınarak,
birer büyük ordu ile geldiler. Kudüsü alamadılar. Mısr sultânı Melik Eşref “rahime-hullahü teâlâ” 690 [m. 1290]
senesinde, haçlıların merkezi
olan Akkâyı ve
diğer
şehrleri alarak, haçlı
seferleri nihâyet buldu.)
----------------------------
[1] Selâhuddîn Eyyûbî, 589
[m. 1193] de vefât etdi.
1099 dan 1187 ye kadar 88 sene hıristiyanların elinde
kalan Kudüs, bu târîhde Selâhuddîn-i Eyyûbî tarafından kurtarıldı. Kendisine
karşı çıkan
Aslan Yürekli Rişardı esîr
aldı.
Fekat ona karşı son derecede nezâket ve şefkat ile davrandı. Ona bir
esîr değil,
bir kral mu’âmelesi yapdı. İşte size, (vahşî
müslimânlık)
ile (müşfik hıristiyanlık) arasındaki farkı gösteren en
büyük misâl!
Ba’zı kiliselerin müslimânlar tarafından câmi’e
çevrildiği doğrudur. Fekat,
bunlardan hiç biri yıkılmamış, aksine
ta’mîr edilmişdir. Fâtih Sultân Muhammed hân “rahime-hullahü teâlâ”, İstanbulu zabt
etdiği
zemân, Ayasofya kilisesini câmi’e çevirdi. Bu, yapılan sulh şartlarından biri
idi. Bu, yalnız
dînî bir olay değil,
aynı
zemânda Türklerin en büyük zaferinin bir hâtırası idi. Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem”, İstanbulun
feth edileceğini
evvelden haber vermiş ve bu şehri zabt eden kumandan ve askerleri için, (Ne mutlu onlara) buyurmuşdu. İstanbulu feth
ederek târîhde yeni bir çağ açan Fâtih sultân Muhammed hân, bunu bütün dünyâya i’lân
için hıristiyan
sembolü olan Ayasofyayı,
câmi’ hâline, ya’nî Müslimân sembolü şekline koymak zorunda idi. Fâtih sultân
Muhammed hân, Ayasofyayı aslâ
tahrîb etmedi. Aksine, ta’mîr etdi. Kur’ân-ı kerîmde kiliselerin yıkılması hakkında bir emr
yokdur. İlerde
göreceğiniz
gibi, müslimân hükûmetler, dâimâ kiliseleri ve sâir ibâdet yerlerini tecâvüzden
korumuşlardır.
Şimdi size, kendilerini müşfik,
ma’sûm ve merhametli sayan hıristiyanların bir câmi’i kiliseye çevirme işinden bahs edeceğiz. Aşağıdaki yazı, 1312 [m.
1894] senesinde, Almanyada Würzburg şehrinde neşr edilmiş olan ve Prens
Salvator, Prof. Graus, teolog Kirchberger, baron von Bibra, Bayan Threlfall
tarafından
hâzırlanan
(Spaneien = İspanya) ismindeki eserden alınmışdır:
(İspanyada en mühim şehrlerden biri, Cordoba
(Arabca ismi: Kurtuba)dır. Bu
şehr, Arab Endülüs devletinin merkezi idi. Müslimânlar, Târık bin Ziyâd
“rahime-hullahü teâlâ” kumandasında, 95 [m. 711] de İspanyaya geçince, bu şehri kendilerine başşehr
yapmışlardı. Arablar bu
şehre medeniyyet getirdiler. Yarı vahşî olan bu şehri, tam bir medenî şehre
çevirdiler. Bir büyük serây [El-kasr], hastahâneler, medreseler yapdılar. Bunların yanında, bir de
büyük Câmi’a [Üniversite] kurdular. Avrupada ilk kurulan üniversite, budur. O
zemâna kadar Avrupalılar
ilmde, fende, tıbda,
zirâatde ve medeniyyetde çok geri kalmışlardı. Müslimânlar, onlara ilm, fen, medeniyyet
getirdiler. Onlara hocalık
etdiler.
Endülüs islâm devletini kuran birinci
Abdürrahmân bin Muâviye bin Hişâm bin Abdilmelik “rahime-hümullahü teâlâ”,
Kurtubada çok büyük bir câmi’ yapdırmak istedi. Bu câmi’in Bağdâdda bulunan
câmi’lerden dahâ büyük, dahâ güzel ve ihtişâmlı olmasını istiyordu. Kurtubada bu işe en uygun arsayı seçdi. Arsa
bir hıristiyana
âid idi. Bu adam, arsası için
çok para istedi. Çok âdil bir hükümdâr olan birinci Abdürrahmân, isterse, zorla
bu arâzîyi alabilirken, kat’iyyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, hıristiyan
sâhibine istediği
parayı
ödedi. Hıristiyanlar,
bu para ile kendilerine üç küçük kilise yapdılar. Câmi’in yapılmasına 169 [m. 785] senesinde başlandı.
Abdürrahmân, günde birkaç sâat binâ inşaâtında, bir amele gibi çalışıyordu. İnşaât
malzemesi, doğunun
birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısmlar için Lübnanın en mükemmel ağaçları, mermer kısmlar için,
doğunun
birçok yerlerinden renkli mermerler, Irakdan ve Sûriyeden kıymetli
taşlar, inci, zümrüd, fildişi, bu arâzîye yığıldı. Her şey çok güzel ve çok boldu. Câmi’, ihtişâmlı bir binâ
hâlinde yavaş yavaş yükselmeğe başladı. Birinci Abdürrahmânın ömrü, câmi’in bitdiğini görmeğe yetmedi.
172 [m. 788] senesinde vefât etdi. Ondan sonra hükümdar olan oğlu Hişâm ve
torunu birinci Hakem “rahime-hümallahü teâlâ”, câmi’in temâmlanmasına gayret
etdiler. Câmi’, 10 senede temâmlandı. Fekat, bundan sonra, her sene bir parça ilâve
edilerek, en son şeklini, 380 [m. 990] senesinde, ya’nî ancak 205 sene sonra
aldı. İkinci Hakem
366 [m. 976] da câmi’e altından bir minber yapdırdı. İşte, böylelikle bu câmi’ pek mu’azzam, pek
haşmetli ve son derecede güzel bir eser olarak ortaya çıkdı. Câmi’,
120x135 metre eb’âdında
ve müstatil [dikdörtgen] şeklinde idi. İki (kolu) biraz ileriye doğru uzanıyor. Bu
kolların
uzunluğu 135
metreyi buluyordu. Bu uzanan iki kolun binânın esâs gövdesinden çıkan kısmları arasında bir açık avlu
meydâna gelmişdi. Câmi’in içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419
sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyânın en mükemmel mermerlerinden yapılmışdı. Sütunların
tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça olarak meydâna
getirilmişdi. Câmi’e girince, insanın gözü bu sütun ormanında gayb
oluyordu.
Mermer sütun başlıklarına bakanlar,
bu güzellik karşısında
hayrân kalıyordu.
Câmi’e giren herkes, âdetâ büyüleniyordu. Bu kadar güzellik, o zemâna kadar
dünyânın
hiçbir yerinde görülmemişdi.
Câmi’in, 20 kapısı vardı. Kapıların önünde,
özel portakal bağ-
çeleri kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüşdü.
Câmi’in etrâfında,
diğer bağçeler,
havuzlar, fiskiyeler, çeşmeler vardı. Müslimânların abdest alabilmesi için birçok şadırvanlar yapılmışdı. Câmi’in
zemîni, en kıymetli
mermer ve süslü tahtalar ile işlenmişdi. Tavanın yapılması için kullanılan kıymetli Lübnan
tahtaları, ayrı bir
güzellik, ayrı bir
heybet veriyordu. Dıvar
ve tavanlarda oymalar, işlemeler ve çok güzel yazılar vardı. İnsan, câmi’e
girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmiyecek gibi görünüyordu.
Geceleyin, binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, câmi’i aydınlatıyordu.
1041 [m. 1632] senesinde Mısrda vefât
eden meşhûr târîhçi Ahmed El-Makkarî, (Nehy-ut-tîb
min-gasni Endülüs-ir-ratîb) kitâbında, bu câmi’den bahs ederken, onu aydınlatan lâmba
ve kandillerin 7425 adet olduğunu, bunların senenin normal günlerinde yarısının geceleyin
yakıldığını, Ramezân ve
bayramlarda, diğer
mübârek gecelerde ise, hepsinin yandığını, lâmba ve kandillerin yanması için, senede
24000 okka zeytinyağı sarf edildiğini, ayrıca câmi’e güzel koku vermek için, her sene 120
okka amber ve öd ağacı yakıldığını yazmakdadır.
Minârelerin tepesinde nar şeklinde
başlıklar
bulunuyordu. Bu başlıklar,
mücevherler, inciler, zümrüdlerle süslenmiş, taş araları altın parçaları ile
örtülmüşdü. Lübnanda hıristiyan
papazların
yazdığı (Müncid) lügat kitâbında, Kurtuba câmi’inden iki nefîs manzara resmi
vardır.
Hıristiyanlar, 897 [m. 1492] de Endülüs Devletini
mahv edip Kurtubaya girince, ilk iş olarak, bu câmi’e saldırdılar. Bu çok
güzel, haşmetli binâya atlarıyla girdiler. Câmi’e sığınmış olan müslimânları, merhametsizce boğazladılar. O kadar
ki, câmi’in kapılarından kan
akmaya başladı.
Ondan sonra, altın
minberi parçalıyarak
aralarında
taksîm etdiler. Fildişinden yapılmış
rahleleri paylaşdılar.
Minberde saklanan ve Osmân radıyallahü anhın yazdığı Kur’ân-ı kerîmin bir
eşi olan inci ve zümrüdle işlenmiş nefîs Mıshaf-ı şerîfi ayaklarının altına alarak çiğnediler. Böylece, minber ve Kur’ân-ı kerîm, bu
iki eşsiz nefîs eser, temâmen yok edildi. Vahşî İspanyollar, bütün müslimân ve
yehûdîleri kılıç tehdîdi ile
zorla hıristiyan
yapdılar.
Ellerinden kaçabilen yehûdîler, Osmânlı devletine ilticâ etdiler. Bugün, Türkiyede
bulunan yehûdîler, bunların torunlarıdır. Hâlbuki,
müslimânlar, ilk def’a bu memleketleri zapt etdikleri zemân, orada yaşayan hıristiyan ve
yehûdîlere hiç dokunmamış,
onların
kendi dinlerine göre ibâdet etmele-
rine kat’iyyen mâni’ olmamışlardı.
Hıristiyan İspanyollar, görülmemiş bir vahşet ile müslimân ve
yehûdîleri yok etdikden sonra, bu şâheser câmi’i yıkmağa başladılar. Önce
minârelerdeki altın ve
zümrüdle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma etdiler. Bunların yerine âdî taşdan yapılmış, güyâ melek
şeklinde çirkin başlıklar
koydular. Tavandaki
o haşmetli, güzel tahta süsleri
sökdüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine âdî taşlar dizdiler. Dıvarlardaki
bütün güzel süslemeleri yerle bir etdiler. Sütunları yıkmağa çalışdılar. Fekat,
ancak bir kısmını
devirebildiler. Geri kalan sütunları âdî kireçle badana etdiler. Yıkılan sütunlar,
yüzlerce idi ve câmi’in içinde büyük bir mermer yığını hâlinde serilmiş, kalmışdı. 20 kapıdan çoğu taşlarla
örülerek kapatıldı. Nihâyet, en
son bir vahşet eseri olarak, 929 [m. 1523] senesinde câmi’in içine bir kilise yapmağa karâr
verdiler. Bunun için, o zemân İspanya ve Almanya İmperatörü olan 5. ci Karlosdan [ya’nî Almanya
imperatoru beşinci Charles Quint’den (906-966 [m. 1500-1558])] izn istediler.
Charles Quint, bu teklîfi evvelâ red etdi. Fekat, müteassıb kardinaller
onu mütemâdiyen sıkışdırıyor, din uğruna bu işin
muhakkak yapılması îcâb etdiğini
savunuyorlardı.
Bunların
başında çok büyük nüfûzu olan kardinal Alonso Maurique bulunuyordu. Bu
kardinal, aynı
zemânda papayı da
bu iş için kandırmışdı. Papanın da câmi’in
kiliseye çevrilmesini arzû etdiğini gören Charles Quint, bu işe muvâfakat etmek zorunda
kalmışdı. Kilise
yapmak için, birçok sütunlar dahâ yıkıldı ve
câmi’de kalan sütun sayısı 812 ye kadar
düşdü. Ya’nî, en azdan 600 kıymetli mermer sütun yıkıldı. Yapılan kilise,
câmi’in ortasında
haç şeklinde 52x12 metre eb’âdında çirkin bir binâ olarak kendini gösterdi. Charles
Quint, bizzat Kurtubaya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü, (Yapdığınız vahşeti
görünce, size bunun için izn verdiğime çok pişmân oldum. Dünyâda bir benzeri
bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrîb edeceğinizi bilseydim, size müsâ’ade etmez
ve hepinizi cezâlandırırdım. Yapdığınız bu çirkin
kilise, eşi her yerde bulunan âdî bir binâdan ibâretdir. Hâlbuki, bu haşmetli
câmi’in bir nazîrini yapmak imkânı yokdur) dedi. Bugün bu haşmetli binâyı ziyâret
edenler, harâb olmasına rağmen, İslâm
mi’mârîsinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayrân kalmakda, ortada bir cüce gibi görünen
kilisenin hâline acımakda
ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmakdadırlar.)
Spaneienden terceme temâm oldu.
Yukarıda okuduğunuz yazı, hıristiyanlardan
kurulmuş ve içlerinde din adamı papazların da bulunduğu bir hey’et tarafından yazılmışdır. Sırf
hakîkatdir. İşte
görünüz: Kim zorla din değişdirtmiş,
kim ibâdet yerlerini yakıp yağmalamış, kim zulm
yapmış, siz
de öğreniniz.
Kurtubadaki câmi’in ismi bugün (La Mezquita Kilisesi)dir. Bu kelime “Mescid”
isminden gelmekdedir. Ya’nî, hâlâ bu binâ mescid ismini taşımakda, onu ziyâret
edenler, bir kilise değil,
islâm medeniyyetinin bir büyük ve haşmetli eseri olarak görmekdedir.
Abdürreşîd İbrâhîm efendi[1]
1328 [m. 1910] da İstanbulda
basılan
türkçe (Âlem-i İslâm) kitâbının
ikinci cildinde, (İngilizlerin
islâm düşmanlığı) yazısının bir yerinde
diyor ki: (Hilâfet-i islâmiyyenin birân evvel kaldırılması,
ingilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebelerine sebeb olmaları ve burada
türklere yardım
etmeleri hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi
ortaya koymakdadır.
[1923 de yapılan
Lozan sulhunde yapdıkları
teklîflerinde de, bu düşmanlıklarını açıkca
bildirmişlerdir.] Her zemân türklerin başına gelen felâketler, hangi perde ile
örtülürse örtülsün, hep ingilizlerden gelmişdir. İngiliz siyâsetinin temeli,
islâmiyyeti yok etmekdir. Bu siyâsetin sebebi, islâmiyyetden korkmalarıdır.
Müslimânları
aldatmak için, satılmış vicdânları kullanmakdadırlar. Bunları islâm âlimi,
kahraman olarak tanıtırlar.
Sözümüzün hulâsası, islâmiyyetin
en büyük düşmanı
ingilizlerdir.) Amerikalı
hukûk ve siyâset adamlarından
Bryan William Jennings, kitâbları, konferansları ve 1891 ile 1895 arasında ABD
kongresi Temsilciler meclisinde a’zâlık yapması ile meşhûrdur. 1913-1915 arasında ABD
hâriciye vekîli idi. 1925 de öldü. (Hindistânda İngiliz hâkimiyyeti) kitâbında, ingilizlerin islâm düşmanlığını,
vahşetlerini ve zulmlerini uzun yazmakdadır.
Hıristiyanların müslimânlara yapdıkları zulmlerin, işkencelerin en vahşîsi,
en canavarcası,
ingilizler tarafından
Hindistânda yapılmışdır.
Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden, allâme Fadl-ı Hak
Hayr-âbâdî (Es-sevret-ül-Hindiyye),
ya’nî (Hindistân ihtilâli) kitâbının ve Mevlânâ gulâm Mihr Alînin buna yapdığı (El-yevâkît-ül-mihriyye)
hâşiyesinin 1384 [m. 1964] Hind baskısında diyorlar
ki: İngilizler,
ilk olarak, 1008 [m. 1600] senesinde, Hindistânda Kalküte şehrinde,
ticârethâneler açmak için Ekber şâhdan izn aldılar. Şâh-ı Âlem zemânında Kalkütede
erâzî satın aldılar. Bunları muhâfaza
için asker getirdiler. 1126 [m.
----------------------------
[1] Abdürreşîd efendi,
1944 de Japonyada vefât etdi.
1714] da sultân Ferruh Sîr şâhı tedâvî
etdikleri için, bütün Hindistânda, bu hak kendilerine verildi. Şâh-ı Âlem-i sânî
zemânında
Delhîye girerek, idâreye hâkim oldular. Zulme başladılar.
Hindistândaki vehhâbîler, 1274 [m. 1858] de, sünnî, hanefî ve sôfî olan sultân
ikinci Behâdir şâha, bid’at ehli, hattâ kâfir dediler. Bunların ve hindu
kâfirlerinin ve hâin vezîr Ahsenullah hânın yardımı ile, İngiliz askeri Delhî şehrine girdi. Evleri, dükkânları basıp, malları, paraları yağma etdiler.
Kadınları, çocukları dahî kılınçdan
geçirdiler. İçecek
su bile bulunmaz oldu.
[TENBÎH: Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zemân,
her yerde kötü insanlar iyilere saldırmışlardır. Allahü teâlâ her şeyi sebebler ile yaratmakdadır. Kötülerin
cezâsını da, kötü
insanlar vâsıtası ile
vermekdedir. İşkence
edenlere dünyâda da cezâlarını
vermekdedir. Kötülerin yanı sıra,
iyiler de azâb görmekdedir. Bunların ve harbde ölenlerin ve kazâda ölenlerin hepsi
şehîddir. Dünyâda azâb çeken iyi, suçsuz müslimânlara âhıretde bol
ni’metler verilecekdir. Âhıretde ni’mete kavuşmak için, îmân sâhibi olmak lâzım olduğu din
kitâblarında
yazılıdır. Bu
kitâblar dünyânın her
yerinde çok vardır. Bu
kitâbları
okuyup da inanmıyana
kâfir denir. İslâmiyyeti
işitmiyen kâfir olmaz. İşitince
(Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) diyen
ve buna inanan müslimân olur. Bunun ma’nâsı, (Herşeyi yaratan
bir Allah vardır ve Muhammed aleyhisselâm
Onun Resûlüdür)dür. Müslimân olan, Onun son Peygamberine tâbi’
olur. Birçok yerde, kâfirler, zâlimler, suçsuz müslimânları, kadınları, çocukları
öldürmüşlerdir. Öldürülen müslimânlar, şehîd olur. Öldürülürken yapılan
işkencelerin acısını duymaz.
Ölürken, kabrde verilecek olan Cennet ni’metlerini görerek çok sevinir.
Şehîdler ölürken hiç acı
duymaz. Sevinir ve çok neş’elenir. Cennet ni’metlerine kavuşur. Hadîs-i şerîfde, (Müslimânların kabri Cennet bağçelerindendir.) buyuruldu.]
Hümâyûn şâhın türbesine sığınmış olan çok yaşlı şâhı, çoluk
çocukları ile,
elleri bağlı olarak,
kal’a tarafına
götürdüler. Patrik Hudson, yolda şâhın üç oğlunu soydurup, don ve gömlekle bırakıp, göğüslerine
kurşun sıkarak
şehîd etdi. Kanlarından
içdi. Cesedlerini kal’a kapısına
asdırdı. Birgün sonra,
başlarını İngiliz
kumandanı
Hanri Bernarda götürdü. Sonra, başları suda kaynatıp, Şâha ve zevcesine çorba olarak götürdü. Çok aç
olduklarından,
hemen ağızlarına koydular.
Fekat çiğneyemediler,
yutamadılar.
Ne eti olduğunu
bilmedikleri hâlde, çıkarıp toprağa bırakdılar. Hâin
papaz Hudson, niçin yimediniz? çok güzel çorbadır. Oğulla-
rınızın etinden
yapdırdım dedi. Sonra
sultânı,
zevcesini ve diğer
yakınlarını Rangon
şehrine nefy ve habs etdiler. Sultân 1279 da zindanda vefât etdi. Delhîde üçbin
müslimânı
kurşunlıyarak,
yirmiyedi bin kişiyi de keserek şehîd etdiler. Ancak, gece kaçanlar
kurtulabildi. Hıristiyanlar,
diğer
şehrlerde ve köylerde de sayısız
müslimânları
öldürdüler. Târihî san’at eserlerini yakdılar. Eşi bulunmıyan, kıymet biçilemiyen zînet eşyâlarını gemilere
doldurup Londraya götürdüler. Allâme Fadl-ı Hak 1278 [m. 1861] de Andaman adasında, zindanda
şehîd edildi.
28.12.1994 târîhli Türkiye gazetesi
takvîminde diyor ki, Hindistân ingiliz müstemlekesi iken, Armitsar şehrinde,
bisikletle dolaşan bir ingiliz kızı ile alay etdikleri için, orada bulunan müslimânlardan
yetmiş kişi kurşuna dizilerek öldürülüyor. Vâlîye bunun sebebi soruldukda, (Bir
ingiliz kızı, onların tanrılarından dahâ
azîzdir) demişdir. 31.12.1994 târîhli Türkiye gazetesindeki bir resmde, sokakda
kanlar içinde yatan bir boşnak kızı ile yanında bir sırb askerinin kahkaha ile güldüğü
görülmekdedir. Resmin altında,
(Saraybosnada, kasım
1994 de, yedi yaşındaki Nermin, hıristiyan canavarları tarafından böyle katl edildi) yazılıdır.
1400 [m. 1979] senesinde ruslar
Efganistanı
işgâl ederek, islâm san’at eserlerini tahrîb ve müslimânları şehîd etmeğe başlayınca, evvelâ
büyük âlim, velî İbrâhîm
müceddidîyi, yüzyirmibir talebesi ve zevce ve kızları ile, kurşunlayıp şehîd
etdiler. Bu vahşetin, alçak hücûmun sebebi de ingilizler oldu. Çünki, 1945
senesinde, rus ordularını mağlûb ederek,
Moskovaya girmek üzere olan, Alman devlet reîsi Hitler, radyoda, ingiliz ve
Amerikalılara
haykırarak,
(Mağlûbiyyeti
kabûl ediyorum. Size teslîm olacağım. Bana müsâade ve fırsat veriniz.
Rusya ile harbe devâm edeyim. Rus ordusunu perîşân edeyim. Komünist felâketini
dünyâdan kaldırayım) dedi. İngiliz
başvekîli Çörçil, bu teklîfi red etdi. Amerikalılar ve İngilizler Ruslara yardıma devâm
ederek, ruslar gelmeden Berline girmediler. Rusların dünyâya
belâ olmasını sağladılar.
Hıristiyanların yapdıkları muhtelif zulmleri saymak ve uzun uzadıya anlatmak
istemiyoruz. Târîh, başdan başa bu zulmlerle doludur. Din nâmına yapılan
Engizisyon (İnquisition)
zulmleri, Sen Bartelmi (Saint Barthelemy) Fâci’ası ve buna benzer toplu katller, hıristiyanların, mezhebleri
farklı hıristiyanlara
ve diğer
dinlere karşı gösterdikleri akl ermez vahşetleri birer birer teşhîr etmekdedir.
Müslimân hükümdârlar, müslimân kumandanlar, müslimân devlet adamları arasında hiçbiri,
hiçbir zemân hıristi-
yanların yapdıkları gibi, zulmler yapmamış, bunları (din nâmına yapıyoruz) demek küstahlığında bulunmamış, müslimân
âlemini hıristiyanlara
karşı teşvîk etmemişdir. İslâmiyyetde
hiçbir mahlûka zulm yapmak câiz değildir. Bütün müslimân din adamları, zulme mâni’
olmuşdur. İşte,
size küçük bir misâl:
(Fezleke-i târîh-i Osmânî)
sekizinci baskısında ve mekteb-i sultânî müdîri Abdürrahmân Şeref beğin
“rahime-hullahü teâlâ” (Târîh-i devlet-i Osmâniyye)sinin
1325 [m. 1907] deki üçüncü baskısında diyor ki, (Dâr-üs-se’âde ağası iken emekli
olan Sünbül ağa Mısra giderken,
gemisi Rodos açıklarında, Malta
korsanları
tarafından
basılıp, ağa şehîd
edildi. Venedik gemileri Moraya asker çıkarıp çocuk ve kadın demeden, binlerce müslimânı öldürdü.
Onsekizinci pâdişâh sultan İbrâhîm, çok merhametli idi. Hıristiyanların bu katli’âmını işitince pek
üzüldü. 1056 [m. 1646] senesinde bunlara karşılık olarak, Osmânlı idâresinde
müste’min [müsâfir] olarak bulunan hıristiyanlara kısâs yapılmasını [öldürülmelerini] emr ve fermân eyledi. O zemânda
Şeyh-ul-islâm olan Ebüs-Sa’îd efendi “rahime-hullahü teâlâ”, yanına Bostancı başıyı alarak
pâdişâhın
huzûruna çıkdı. Böyle bir
karârın ve
haksız
yere insan öldürmenin islâm dînine aykırı olduğunu bildirdi. Sultân İbrâhîm “rahime-hullahü teâlâ”, bütün Osmânlı sultânları gibi, islâm
dînine ve Allahü teâlânın
kitâbına
çok bağlı olduğu için, bu
nasîhati kabûl ederek, karârından vazgeçdi).
Şemsüddîn Sâmî beğ[1], (Kâmûs-ül a’lâm)da diyor ki, (Sultân İbrâhîmin
kaddi ve kâmeti mevzûn, yüzü, gözleri güzel idi. İyi ahlâkı ve cömerdliği ile meşhûr
idi.) İşte
islâm dîni budur. Müslimân din adamları, hıristiyanları ölümden kurtarırken, hıristiyan papalar, patrikler,
papazlar, dünyâyı
müslimânları öldürmeğe da’vet
ediyorlardı. Bir
de, küstahca karşımıza çıkarak, islâm
dîninin vahşet dîni olduğunu
iddi’âya kalkışıyorlar!
Îsâ aleyhisselâm, (sağ yanağınıza tokat atan
kimseye sol yanağınızı da çevirin)
buyurdu demekdedirler.
[İngilizlerle yehûdîler, yalanlarla, iftirâlarla ve
para, mevkı’
va’d ederek, müslimân evlâdlarını
aldatıp,
Osmânlı İslâm
devletini yıkdılar. Gençler
arasına
dinsizlik modasını yaydılar. Kadınların, kızların açık
gezmelerine, fuhşa, içkiye, ahlâksızlığa, dinsizliğe, ilericilik dediler. İslâm
âlimlerini, islâm bilgilerini yok etdiler. İngiliz câsûsları, masonlar din adamı şekline
girerek, islâmın gü-
----------------------------
[1] Şemsüddîn Sâmi, 1322
[m. 1904] de İstanbulda vefât etdi.
zel ahlâkını,
ibâdetleri bozdular. İslâmiyyet
gitdi. Yalnız adı kaldı. İttihâdcılar zemânında, kanûn
yapanlar, beğler,
pâşalar da, islâm düşmânı
oldu. İslâmı yıkıcı kanûnlar çıkardılar. Dîne,
îmâna bağlılık, suç oldu.
Bir çok müslimânı asdılar,
kesdiler, Dînin emrlerini yaymağa, harâmlardan sakınmağa bölücülük denildi. Emr-i ma’rûf yapanlara,
ya’nî islâmiyyeti doğru
olarak söyleyenlere, yazanlara rejim düşmânı denildi. Elhamdülillah! Hıristiyanların, bu
hücûmları
şimdi kalmadı.
Azîz yurdumuzda, islâm güneşi yeniden parlıyor. Düşmânların yalanları, hiyânetleri meydâna çıkdı. Hakîkî din
bilgileri serbestçe yazılıyor. Şimdi
her müslimânın bu
hürriyyete şükr etmesi, ecdâdımızın, uğrunda canlarını fedâ
etdikleri, mukaddes dînimizi, doğru olarak öğrenmeğe çalışması lâzımdır. Evlâdlarımıza, dînimizi öğretmezsek, islâmiyyete uymağa alışdırmazsak,
pusuda bekliyen düşmânlar ve bunlara satılmış olan ahmaklar, tekrâr hücûm ederek, yavrularımızı
aldatacaklardır.
Bütün Avrupa, Amerika milletleri, öldükden sonra, tekrâr dirilmeğe, Cennetin,
Cehennemin var olduğuna
inanıyor.
Kiliseleri, havraları, her
hafta dolup taşıyor. Mekteblerinde, din dersleri, mecbûrî okutuluyor. Avrupalılara,
Amerikalılara,
akıllı, ilerici,
medenî diyerek, yalan, içki, kumar, fuhuş ve zinâ yapmakda, onları taklîd
etmekle öğünen
kimse, onlar gibi inanmayınca
yalancı
olmuyor mu? Biz müslimânlar, hıristiyanlara câhil, ahmak ve gerici diyoruz. Çünki onlar,
Îsâ aleyhisselâmda ve annesinde ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna da inanıp, onu put yapmışlar. Ona tapınıyor. Müşrik
oluyorlar. Dünyâ işlerinde, Muhammed aleyhisselâmın dînine uygun olarak çalışanları, Allahü
teâlânın
ni’metlerine kavuşarak, râhat ve huzûr içinde yaşıyorlar ise de, bu yüce
Peygambere ve islâmiyyete inanmadıkları için, Cehennemde sonsuz yanacaklardır.]
Şimdi size hakîkî bir müslimânın nasıl hareket
etmesi îcâb etdiğini
göstermek için, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bir mektûbunu
aynen aşağıda
nakl ediyoruz:
Peygamber efendimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem” bütün müslimânlara hitâben yazdırdığı mektûb şöyledir: [Aslı Feridun beğin (Mecmû’a-i Münşeât-üs-selâtîn) kitâbı, birinci
cild otuzuncu sahîfesindedir.]
(Bu yazı, Abdüllah oğlu Muhammedin
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bütün hıristiyanlara verdiği sözü belirtmek için yazılmışdır. Şöyle ki,
Allahü teâlâ, kendisini rahmet ile müjdelemiş, insanlar üzerindeki emâneti
muhâfaza edici kılmışdır. İşte bu
Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem”, bu yazıyı, müslimân
olmayan bütün kimselere verdiği ahdi tevsîk için kaleme aldırdı.
Her kim ki, bu ahdin aksine hareket
ederse, ister sultân, ister başkası olsun Allahü teâlâya karşı isyân ve dîn-i islâm
ile istihzâ etmiş sayılır ve Allahü
teâlânın
la’netine lâyık
olur. Eğer hıristiyan bir
râhib [papaz] veyâ bir seyyâh [turist] bir dağda, bir derede veyâ çöllük bir yerde
veyâ bir yeşillikde veyâ alçak yerlerde veyâ kum içinde ibâdet için perhiz yapıyorsa,
kendim, dostlarım,
arkadaşlarım ve
bütün milletimle berâber onlardan her dürlü teklîfleri kaldırdım. Onlar
benim himâyem [korumam] altındadır. Ben onları, başka hıristiyanlarla yapdığımız ahdler mûcibince, ödemeye borçlu oldukları bütün
vergilerden afv etdim. Harâc vermesinler veyâ kalbleri râzı olduğu kadar
versinler. Onlara cebr etmeyin, zor kullanmayın. Onların dînî
reîslerini makâmlarından
indirmeyin. Onları ibâdet
etdikleri yerden çıkartmayın. Bunlardan
seyâhat edenlere mâni’ olmayın. Bunların manastırlarının,
kiliselerinin hiç bir tarafını yıkmayın. Bunların
kiliselerinden mal alınıp müslimân
mescidleri için kullanılmasın. Her kim
buna ri’âyet etmezse, Allahü teâlânın ve Resûlünün kelâmını dinlememiş
ve günâha girmiş olur. Ticâret yapmayan ve ancak ibâdet ile meşgûl olan
kimselerden, hernerede olurlarsa olsunlar, (cizye) ve
(garâmet) gibi vergileri almayın. Denizde ve
karada, şarkda ve garbda, onların borçlarını ben
öderim. Onlar benim himâyem altındadır. Ben onlara (emân) verdim.
Dağlarda
yaşayıp
ibâdet ile meşgûl olanların
ekinlerinden harâc [vergi] almayın. Ekinlerinden Beyt-ül-mâl [Devlet hazînesi]
için hisse çıkartmayın. Çünki,
bunların
zirâ’ati, sırf
nafakalarını temîn etmek
için yapılmakda olup, kâr için değildir. Cihâd için adam lâzım olursa,
onlara baş vurmayın.
Cizye [varlık
vergisi] almak gerekirse, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar malları ve mülkleri
bulunursa bulunsun, yılda
oniki dirhemden dahâ fazla vergi almayın. Onlara zahmet, meşakkat teklîf olunmaz.
Kendileriyle bir müzâkere yapmak îcâb ederse, ancak merhamet, iyilik ve şefkat
ile hareket edilecekdir. Onları, dâimâ merhamet ve şefkat kanadları altında himâye
ediniz! Nerede olursa olsun, bir müslimân erkekle evli olan hıristiyan kadınlara, fenâ
mu’âmele etmeyin. Onların
kendi kiliselerine gidip, kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine mâni’ olmayın. Her kim
ki, Allahü teâlânın bu
emrine itâ’at etmez ve bunun zıddına
hareket ederse, Allahü teâlânın ve Peygamberinin “aleyhissalâtü vesselâm” emrlerine
isyân etmiş sayı-
lacakdır. Bunlara kilise ta’mîrlerinde yardımcı olunacakdır. Bu ahdnâme
[sözleşme] kıyâmet
gününe kadar devâm edecek, dünyâ sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiç bir kimse
bunun aksine bir hareketde bulunamayacakdır.)
Bu ahdnâme Hicretin ikinci senesi,
Muharrem ayının üçüncü
günü, Medîne-i münevverede Mescid-i se’âdetde Alî bin Ebî Tâlibe “radıyallahü teâlâ
anh” yazdırılmışdır. Altındaki
imzâlar:
Muhammed bin Abdüllah Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”.
Ebû Bekr bin Ebî-Kuhâfe, Ömer bin
Hattâb, Osmân bin Affân, Alî bin Ebî Tâlib, Abdüllah bin Mes’ûd, Fadl bin
Abbâs, Zübeyr bin Avvâm, Talha bin Ubeydüllah, Sa’d bin Mu’âz, Sa’d bin Ubâde,
Sâbit bin Kays, Zeyd bin Sâbit, Hâris bin Sâbit, Abdüllah bin Ömer, Ammâr bin
Yâsir “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în”.
Görüyorsunuz ki, sevgili
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” başka dinden olan kimselere son
derecede merhamet ve şefkat ile mu’âmele edilmesini emr etmekdedir.
Şimdi bir de 4000 kilise yıkdığı iddi’â
olunan Ömer radıyallahü
anhın
halîfeliği
zemânında İlyâ ehâlîsine
verdiği (Emân)ın tercemesini okuyalım. Hıristiyanlar İlyâs
aleyhisselâma İlyâ
derler. Kudüs şehrine de İlyâ
diyorlar.
(İşbu mektûb, müslimânların Emîri
Ömer-ül-Fârûkun “radıyallahü
teâlâ anh” İlyâ
ehâlîsine verdiği
emân mektûbudur ki, onların
varlıkları, hayâtları, kiliseleri,
çocukları,
hastaları, sağlam olanları ile diğer bütün
milletler için yazılmışdır. Şöyle ki:
Müslimânlar onların
kiliselerine zorla girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, kiliselerin her hangi bir
yerini tahrîb etmeyecek, mallarından bir habbe (danecik) bile almayacak, dinlerini ve
ibâdet tarzlarını değişdirmeleri
ve islâm dînine girmeleri için kendilerine karşı hiçbir zor kullanılmayacak.
Hiçbir müslimândan en ufak bir zarâr bile görmeyecekler. Eğer
kendiliklerinden memleketden çıkıp
gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine, emân verilecekdir. Eğer burada
kalmak isterlerse, temâmen te’mînât altında olacaklar. Yalnız İlyâ ehâlîsi kadar cizye [gelir vergisi]
vereceklerdir. Eğer İlyâ halkından ba’zıları rum halkı ile
birlikde, âile ve malları ile
berâber çıkıp gitmek
isterlerse ve kiliselerini ve ibâdet yerlerini boşaltırlarsa,
varacakları yere kadar canları, kiliseleri, yol masrafları ve malları üzerine emân
verilecekdir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler,
ekin biçme zemânına
kadar, onlardan hiç bir vergi alınmayacakdır.
Allahü azîmüşşânın ve Resûlullah
sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin emrleri ve bütün islâm halîfelerinin ve
umûm müslimânların
verdiği
sözler, işbu mektûbda yazılı olduğu gibidir.)
İmza:
Ömer-ül-Fârûk
Şâhidler:
Hâlid bin Velîd
Amr İbnil’âs
Abdürrahmân bin Avf
Muâviye bin Ebî Süfyân.
Ömer “radıyallahü anh”,
Kudüse teşrîf etdi. Hıristiyanlar
cizye vermeği
kabûl ederek, Kudüsün anahtarlarını Ömer radıyallahü anha teslîm etdiler. Böylece kendi devletleri
olan Bizansın ağır vergi ve
işkencelerinden, eziyyet ve cefâlarından ve zulmlerinden kurtuldular. Çok kısa bir
zemânda, düşman zan etdikleri müslimânlardaki, adâlet ve merhameti açıkca gördüler.
İslâmiyyetin,
iyilik ve merhameti emr eden, insanları dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşduran bir din
olduğunu
anladılar.
En küçük bir zorlama ve korkutma olmadan bölük bölük, mahalle mahalle
islâmiyyeti kabûl etdiler.
Yukarıdaki iki vesîkayı tedkîk
ederseniz, yine göreceksiniz ki, hakîkî müslimânlar, hakîkî din rehberleri, diğer bütün
dinlere karşı büyük bir müsâmeha göstermişler, değil hıristiyan ve yehûdîleri zorla müslimân
yapmak ve onların
ibâdethânelerini tahrîb etmek, aksine, onlara yardım, hattâ
kiliselerini ta’mîr etmişlerdir. Müslimânlar arasından hıristiyanlara fenâ mu’âmele edenler çıkmamış mıdır? Belki çıkmışdır. Fekat
bunlar, hem mikdârca çok az, hem de dînimizin emrlerini bilmiyen câhiller idi.
Bunlar, nefslerine uyarak hareket etmişler ve cezâları bizzât
müslimânlar tarafından
verilmişdir. Aklı
başında olup, islâmiyyetin emrlerini iyi bilen hiçbir müslimân, onlara tâbi’ olmamışdır. Yalnız ismleri
müslimân olan bu kimseler, yalnız hıristiyanlara
değil,
müslimânlara da zulm etmişlerdir. Bunların hareketlerinin müslimânlık ile
hiçbir alâkası [ilgisi] yokdur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Nisâ sûresi 168. ci âyetinde meâlen, (Allahı inkâr edenleri ve
zâlimleri hiç bir zemân afv etmem) buyurmuşdur.
Kur’ân-ı kerîmin tefsîrleri tedkîk edilirse,
görülür ki, Allahü teâlâ, insanlara dâimâ merhamet ve şefkat ve afv ile
mu’âmele etmeği,
kendilerine fenâlık
yapanları afv
etmeği,
dâimâ güler yüzlü ve tatlı
sözlü olmağı,
sabrlı
hareket etmeği,
işlerinde dâimâ dostlukla anlaşmayı emr etmekdedir. Peygamberimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem” dâimâ sulhu tavsiye etdiğini, kendisine karşı çıkanlara bile
şefkat elini uzatdığını, bütün dünyâ
târîhleri yazmakdadır.
Hıristiyan din adamlarının, bütün bu
hakîkatlere gözlerini yumarak, islâm dînini bir vahşet dîni olarak göstermesi
ve genç hıristiyanları böyle
terbiye etmesi yüzünden, ilk def’a olarak, müslimân memleketlerine gelen zevallı hıristiyanların evvelâ ne
kadar korkduklarını, sonra
hakîkati öğrenip,
ne kadar hayret etdiklerini, size birkaç misâl ile göstermek istiyoruz. Aşağıdaki yazıları, bu husûsda
yazılmış hıristiyanların kitâblarından alıyoruz. İstanbulda
yaşamış
Bayan Georgina Max Müllerin 1315 [m. 1897] de neşr edilmiş olan (Letters from Constantinople = İstanbuldan
Mektûblar) eserinde şöyle yazılıdır:
(Mektebde okurken, bize müslimânların vahşî, hele
Türklerin büsbütün gaddâr olduğu öğretilmişdi.
Onun için, Hâriciye Bakanlığında memûr olan oğlumun İstanbula ta’yîn edildiği haberini alınca, ne kadar
korkduğumu,
ne kadar üzüldüğümü
ta’rîf edemem. Hâlbuki, hayâtımın en
güzel günleri İstanbulda
geçdi. Oğlum İstanbula
gidince, zevcim Prof. Müllerle birlikde, onu ziyârete karâr verdik. Zevcim
bilhâssa târihî hâdiseler üzerinde tedkîkler [etüd] yapan ve dünyâca meşhûr bir
kimse idi. O, benim kadar Türklerden korkmuyordu ve bu târihî yerlerde ba’zı araşdırmalar yapmak
istiyordu. Ben, endişe ile seyâhate hâzırlanıyordum. Acabâ bu vahşî müslimânlar(!), bize nasıl mu’âmele
edeceklerdi? Nihâyet, İstanbula
geldik. İstanbulun
latîf manzarası,
üzerimizde çok hoş bir te’sîr yapdı. Fekat, asl bizi şaşırtan, kendileri ile temas
etdiğimiz
müslimânlar oldu. Bunlar son derece nâzik, son derece kibâr, son derece medenî
insanlardı. İstanbulun
kalabalık
sokaklarından
geçerken, yâhud bir câmi’i ziyâret ederken veyâhud tenhâ yerlerde terk edilmiş,
Bizans eserlerini gezerken, her hangi bir korku veyâ tehlüke düşüncesi aklımızdan geçmedi.
Bütün tesâdüf etdiklerimiz, bize son derecede dost davran-
dılar.
Dâimâ sühûlet gösterdiler. Başka bir dinden olmamız, onların üzerinde
hiç bir zemân, fenâ bir te’sîr yapmadı. Onlar, diğer dinlere de kendi dinleri kadar hurmet
ediyorlardı.
Bunları
gördükçe, bize yanlış
bilgi ve terbiye verenlere ne kadar kızıyordum. Bize öğretildiğinin tâm aksine, onlar Îsâ aleyhisselâmdan nefret
etmiyorlar, aksine Ona da, Peygamber olarak inanıyorlardı. Bizim âyinlerimize müdâhale
etmiyor, ibâdetlerimizle alay etmiyorlardı. Bize, bir insan olarak hurmet ediyorlar, bizim,
müslimânları
şeytâna uymuş Allahsızlar
olarak görmemize mukâbil, onlar dînimize karşı, en ufak bir fenâ kelime bile
kullanmıyorlardı.
Bize öğretilen (Müslimânlık ile
medeniyyet cem’ olamaz) lâfı, küçük bir hakîkat çekirdeğinin çok şişirilmesi yüzünden meydâna
gelmiş olacak. Bu hakîkat çekirdeği, müslimânların kendi âdet ve örflerine çok sâdık olmaları ve onun için
garblıların medeniyyet
zan etdikleri ba’zı kötü
âdetleri, kendi islâm örf ve âdetlerine uymadığı için, kabûl etmemeleridir. Hâlbuki
dikkat ile mülâhaza edilecek, düşünülecek olursa, bunlar ehemmiyyetsiz
şeylerdir ve hakîkî medeniyyet ile hiçbir alâkaları yokdur.
Türkler, âdetlerine ve müslimânlığın güzel ahlâkına son
derecede sâdıkdır. Günlük
hayâtlarını tanzîm
ederlerken, dâimâ bunlara ri’âyet ederler. Türkler, bence en iyi müslimânlardır. Îrânda,
Arabistânda tanıdığım
müslimânlarla kıyâs
etdiğim
zemân, Türklerin çok dahâ hakîkî müslimân olduklarını gördüm.
Türklerin nasıl
kalbden gelen bir samîmiyyet ile müslimânlık vazîfelerini ifâ etdiklerini görmek, insana
büyük bir zevk veriyor ve insanı onlara dahâ çok yaklaşdırıyor. Onlara karşı muhabbet ve hurmet hâsıl oluyor.
Sokaklarda, bağçelerde,
çarşılarda, dükkânlarda halkın, asker, hammal, hattâ dilenci olsun, nasıl diz çöküp
secdeye kapandığını veyâ
ellerini ileri uzatarak düâ etdiğini görebilirsiniz. Fekat, bütün bunlar gösteriş
için yapılmaz.
Îmânı
hâlis olan müslimân, kısa
süren ibâdet vazîfesini temâmladıkdan sonra, tekrâr işinin başına döner. Müslimân,
Kur’ân-ı
kerîmde yazılı olan ahlâk
esâslarına
tâm bağlıdır. Fekat,
şunu unutmıyalım ki, güzel
ahlâk esâsları
onüçbuçuk asrdan beri hiç bozulmadan devâm etmişdir. Bugün bir Avrupa
başşehrinde bunların çoğu
bilinmemekdedir. İşte
bugün, müslimânları
medeniyyet düşmanı
olarak gösteren husûs, Avrupalıların
Muhammed aleyhisselâmın
koymuş olduğu
güzel ahlâk esâslarını
bilmemesinden ileri gelmekdedir. Hâlbuki, bu büyük Peygamberin
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Ben bir
insandan başka bir şey değilim. Size Allahın bir emrini bildir-
diğim zemân, onu hemen
kabûl edin. Fekat, dünyâ işleri hakkında kendiliğimden bir şey söylersem, bu Allahın emri değildir. Bunu ben insan olarak söylerim) dediğini
işitmemişe benziyorlar. Fen bilgileri, Muhammed aleyhisselâmın zemânından bu
zemâna kadar çok değişmişdir.
O zemân yapılanların, sonradan
hâsıl
olan şartlara göre değişdirilmesini,
islâm dîni emr etmekdedir. Eğer bunlar, bu günün îcâblarına göre yapılacak olursa,
islâm dînine hiç bir halel gelmeyecek, aksine, onun medenî bir din olduğu meydâna çıkacakdır.
Türkler, diğer din
mensûblarına
karşı gösterdikleri nezâketi o kadar ileri götürmüşlerdir ki, bugün devletin
birçok fen ve tekniğe âid
iş yerlerinde hıristiyanlar
bulunmakdadır. O
hâlde, niçin din bilgileri ile fen bilgilerini birbirinden ayırmıyoruz?
Ma’mâfih, unutmıyalım ki, garbda
din ve fen işleri sonradan birbirinden ayrılmış, hıristiyan papazlarını, dîni
siyâsete âlet etmekden güçlükle uzaklaşdırabilmişlerdir. Hıristiyanlarda, dîni dünyâ
menfe’âtlerine âlet etmenin zararlarını anlamak kolay olmamışdır. Evet, Allahü teâlânın emrlerinde tahrîfât yapılamaz. İbâdetler,
adâlet ve ahlâk üzerinde Peygamberlerin bildirdikleri esâsların devâm
etmesi lâzımdır. Meselâ, İskoçya
kilisesi, kilisede org çalınmasının
günâh olduğunu
bildirmiş ve (kilisesine orgu kabûl edenlerin Cehenneme gideceğini) i’lân
etmişdir. Kilisenin bu hareketi, dünyâ işlerinde kullanılan fen veyâ
zevk âletlerinin, din işlerine karışdırılmasının, doğru olmadığını
göstermekdedir. Osmânlı
devletinde de, tıpkı Avrupada olduğu gibi, ba’zı câhiller,
fende ve âdetde olan yeniliklere karşı çıkmışlar, fen üzerindeki her yeniliği, (Şeytân
işi) diye red ederek, islâm dînine iftirâ etmişlerdir. Zemânla müslimânlar,
kendilerini muhakkak bu câhil yobazlardan kurtaracaklardır diyen bayan
Georgina yazısına şöyle
devâm etmekdedir:
Avrupalılar, Türkleri zâlim ve gaddâr olarak
kabûl eder. Fekat, onların
gaddârlığı hakkında zikr
edilen hikâyelerin menba’ı, hep
Orta çağa
âiddir. Elimizi kalbimiz üzerine koyarak insâf ile şunu i’tirâf edelim: Acabâ
Avrupalılar,
Orta çağda
gaddârlık
yapmamışlar mıdır? Bana kalırsa, biz
Avrupalılar o
zemânlar, çok zâlimdik. Bizim târîhimiz zulm ve işkencelerle doludur. Hâlbuki,
Kur’ân-ı
kerîmde harblerde dahî, esîrlere merhamet edilmesi, din adamı, ihtiyâr,
kadın ve
çocuklara hiç dokunulmaması emr olunmakdadır. Kur’ân-ı kerîmin bu emrlerine uymıyan müslimân
kumandanları çıkmışsa, bunlar,
Kur’ân-ı
kerîm okuyamamış ve
din
bilgilerini, câhil din adamlarından öğrenmiş olan
kimselerdir. Kur’ân-ı kerîmin
her lisâna terceme ve tefsîr edilmesi çok yerinde olacakdır. Fekat zan
ediyorum ki, bunun için dahâ zemân lâzımdır. Çünki, bütün müslimân memleketlerinde,
Arabîden başka bir dili din işlerinde kullanmak, günâh sayılmakdadır. Bundan
birkaç sene evvel Hindistânda Madrasda bir müslimân, câmi’de Kur’ân-ı kerîmden
birkaç âyeti arabca yerine hindce okuduğu için la’net edilmişdi. [Çünki bu, Kur’ân-ı kerîmin
ma’nâsını bildirmek
için değil,
Kur’ân olarak okunmuşdu.] Kur’ân-ı kerîm çok medenî ve mantıkî bir din
kitâbıdır. Ba’zı müslimânlar,
Kur’ân-ı
kerîmi bilmemekde, yobazların elinde oyuncak olmakda, onların saçma
akîdelerini, fikrlerini, inançlarını kabûl etmeğe mecbûr kalmakdadırlar. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmi
tedkîk eden islâm âlimleri, dinlerinin ne kadar fâideli bir din olduğunu, ba’zı yerlerde
telkîn edilen bozuk fikrlerin, Kur’ân-ı kerîme hiç uymadığını görmekdedir. Ben size açıkca
söyliyorum ki, MÜSLİMÂNLIK
ve HIRİSTİYANLIK gibi,
bütün ana hatları
birbirinin aynı olan
iki din dahâ yokdur. Bu iki din, birbirinin kardeşidir, aynı babanın iki evlâdı gibidir. Aynı rûhdan
mülhemdir) demekdedir. [Bu mektûbu yazan madam, çocuk iken işitdiği iftirâların te’sîri altında kalarak
böyle söylemekde ve zan etmekdedir. İşin aslı ise, bunun temâmen aksidir. Kur’ân-ı kerîm,
birçok lisâna terceme edilmiş ve tefsîrleri yapılmışdır. Ancak bu tefsîrleri ve tercemeleri (Kur’ân-ı kerîm) zan
etmek ve ibâdetde, nemâzda okumak yanlışdır.]
Yukarıdaki mektûb, birçok hakîkatleri
meydâna koymakdadır. İslâmiyyet,
Kur’ân-ı
kerîmin başka dillere tefsîrini, açıklanmasını aslâ men’ etmemişdir. İslâmiyyet, Kur’ân-ı kerîmin,
gerek gizli maksadlarla, hâin emellerle, gerekse bilmiyerek, değil başka
dillere, arabîye bile yanlış ve bozuk olarak terceme edilmesini yasak etmişdir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kur’ân-ı kerîmi kendi anlayışına göre terceme eden kâfir
olur) buyurdu. Herkes, kendine göre ma’nâ verirse, Kur’ân-ı kerîmin
ma’nâları
hatâlı
olur. Her kafadan farklı
sesler çıkar. İslâm dîni de,
hıristiyanlık gibi
anlaşılmaz, bozuk bir hâl alır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kur’ân-ı kerîmin,
başından sonuna kadar ma’nâsını
Eshâbına
bildirdi. Murâd-ı
ilâhînin ne olduğunu
anlatdı.
Eshâb-ı
kirâm da, bunları
Tâbi’îne bildirdiler. Bunlar da kitâblara yazdılar. Böylece tefsîr kitâbı meydâna
geldi. Birçok fârisî ve türkce tefsîr kitâbı ve binlerce din kitâbı basılmışdır. Fârisî
tefsîrlerden birisi, meşhûr (Mevâhib-i aliyye) tefsîridir.
Bu tefsîri, Hüseyn Vâ’iz kâşifî
“rahime-hullahü teâlâ”[1],
Hirât şehrinde, bu hıristiyan
madam dünyâya gelmeden üçbuçuk asr evvel yazmışdır. Osmânlı sultânları ve âlimleri, bu tefsîrin çok kıymetli olduğunu
bildirmişler, türkceye terceme ederek, (Mevâkib) tefsîri
ismini vermişlerdir. Madrasda câmi’de la’net olunan kimse, İslâm dînini
bozmak isteyen bir zındık, bir islâm
düşmanı idi.
Kur’ân-ı
kerîme yanlış,
bozuk ma’nâ verdiği
için la’net olunmuşdur. Ona la’net edenler, fârisî ve hind dilinde kitâblar
yazmış olan
büyük islâm âlimleri idi.
Şimdi diğer bir yabancı kadının bu husûsda
neler düşündüğünü
inceliyelim. Aşağıdaki
satırlar,
1881 ile 1907 [1325] seneleri arasında İstanbulda yaşamış olan İngiliz bayan Dorina L. Neave’ın (Twenty six years on the Bosphorus = Boğaziçinde 26 yıl) ismindeki
eserinden alınmışdır.
Bayan Neave de, müslimânların kibârlığından, diğer din
mensûblarına
karşı gösterdikleri nezâketden bahs etdikden sonra, kendisine göre, İslâm dîninde
gördüğü
ba’zı
noktalara temâs ediyor ve bunlardan şikâyet ediyor. Şimdi onun yazdıklarını okuyunuz:
(Burada Muharrem âyîni diye bir
müslimân merâsimi var. Bu kadar sene İstanbulda kalmama rağmen, ben bu
merâsimi görmeğe
gitmedim. Çünki gidenlerin anlatdıklarına göre, bu müslimân merâsimi çok feci’, çok
vahşî imiş. İnsanlar
yarı
beline kadar çıplak
olarak oraya geliyor, (Yâ Hasen, Yâ Hüseyn) diye bağırarak
ellerinde bulunan zincirleri vücûdlarına şiddet ile vurmakda ve kan revân içinde
kalmakda imişler).
Bayan Neave dostlarının iştirâk
etdiği bir
Rıfâ’î
âyîni hakkında
da şunları yazıyor: (Dostlarımın anlatdığına göre,
feryâd eden dervişler [ya’nî Rıfâ’îler] bele kadar çıplak bir hâlde, sıraya girmişler. Yüksek sadâ ile
şehâdet getiriyor, aynı
zemânda yavaş yavaş öne arkaya doğru sallanıyorlarmış. Ondan sonra hareketlerini gitdikçe hızlandırarak, bir
yandan da korkunç çığlıklar ve nâralar
atarak, âdetâ bir nev’ vecde gelerek veyâ sar’a nöbetine kapılarak,
kendilerini gayb edinciye kadar havalarda sıçrayıp duruyorlarmış. Ellerindeki bıçakları vücûdlarına saplıyorlarmış. Aralarında, kan
içinde kalıp,
yere yuvarlananlar da varmış. Bu hâlde iken, onların tam mubârek ve kudsî bir hâle geldiğini kabûl
eden
----------------------------
[1] Hüseyn Vâ’iz 910 [m.
1505] de Hirâtda vefât etdi.
Türk kadınları, evlerinden
getirdikleri hasta çocuklarını
iyileşsin diye, onların
ayakları altına koyuyormuş.
Çünki, eğer bu
Rıfâ’îler
bu hâlde iken çocukları çiğnerlerse,
onların
bütün hastalıklardan
kurtulacaklarına
inanıyorlarmış. Zan
ediyorum ki, bu çıldırmış adamların küçük
çocukların
vücûdlarına
basarak yapdıkları tedâvî,
muhakkak onları
öldürmekde ve böylece, bütün hastalıklardan kurtarmakdadır. Nasıl oluyor da,
böyle şeylere inanıyorlar?
Bu Rıfâ’îlerin,
tekkelerinde bağırmaları, tekkenin
içini kaplıyan
fenâ sarmısak
ve nefes kokusu, buraya girenlerin mi’delerini bulandırıyormuş. Bana
bunları anlatan
dostlarım,
(Bu hareketler bize Kurûn-ı vüstâ vahşetlerini hâtırlatdı. Bu kadar ibtidâî âdetleri, hiçbir
yerde görmedik. Bu mahûf, dehşetli manzara karşısında, hasta olduk) dediler.)
Şimdi bu iki yazıyı biraz dahâ
tedkîk edelim. Bayan Müller yazdıklarında haklıdır. İslâm
dînini oldukca iyi tedkîk etmişdir. Bayan Neave ise, temâmen hatâ etmekdedir. İslâm dîni ile
hiçbir alâkası olmıyan
câhillerin ortaya çıkardıkları, Muharrem
âyîni ile, yine islâm dîni ile hiçbir alâkası bulunmıyan Rıfâ’î âyînini, islâm dîninin esâslarından zan
etmiş, bu dînin vahşî ve ibtidâî olduğu karârına varmışdır. Bu âyinleri seyyid Ahmed Rifâ’î hazretlerinden[1] sonra, din câhilleri uydurmuşlardır. Bir islâm
memleketinde senelerce oturduğu hâlde, yüzlerce medresede, okutulan fen ve din
derslerini ve câmi’lerde yüzbinlerce müslimânın abdest alarak tam bir beden ve kalb
temizliği
ile, büyük bir huşû’ ve nizâm içinde kıldıkları nemâzları görmiyerek, kulakdan duyduğu bir şeyin
aslını dahî tahkîk
etmeden, islâm dînini tahkîr etmek, birçok Avrupalıların yapdığı hatâlı işdir. Bunun
da sebebi, koyu bir hıristiyanlık teassubu ve
islâm düşmanlığıdır.
Bayan Georgina Müllerin teklîf etdiği Kur’ân
tercemesi ve dînin dünyâ çıkarlarına âlet edilmemesi, hakîkî din âlimlerinde ve bunlara
tâbi’ olan hükûmetlerde her zemân tehakkuk etmişdir. Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” haber vermiş olduğu, yetmişiki çeşid bozuk fırkadaki
kimselerin ve islâm dînini içerden yıkan bölücü tarîkatçıların uydurma âyînleri de, Ehl-i sünnet
âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitâbları sâyesinde İslâm dîninden
uzaklaşdırılmışdır. Bu büyük
âlimler, Muharrem merâsiminin ve Rıfâ’î denilen tarîkatcıların, uydurma
âyînlerinin islâm dîni ile hiçbir alâkası olmadığını, bütün dünyâya bildirmiş-
----------------------------
[1] Seyyid Ahmed Rifâî,
578 [m. 1183] de Mısrda vefât etdi.
lerdir. Böyle âyînler, islâm devletlerince men’, yasak
edilmişdir. Bunlar, (Fetâvâ-i hadîsiyye) de
ve (Mektûbât)’ın 266. cı mektûbu
sonunda ve (Hadîka) ve (Berîka)da bildirilmiş, harâm olduklarına fetvâ
verilmişdir.
Müslimânlık, oyun,
müzik, sihrbazlık,
hokkabazlık
yapmak değildir.
Osmânlı
devletinin Şeyh-ül-islâmlarından büyük âlim Ahmed ibni Kemâl efendi “rahime-hullahü
teâlâ”[1] (El-münîre)
kitâbında
diyor ki, “Şeyhe ve mürîde ilk lâzım olan şey, islâmiyyete uymakdır. İslâmiyyet,
Allahü teâlânın emr
ve yasak etdiği
şeyler demekdir. Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimsenin havada
uçduğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yâhud ağzına
ateş koyup yutduğunu görseniz, fekat sözleri ve işleri
islâmiyyete uygun olmazsa, onun büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan sapdırıcı
olduğunu biliniz!)”. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime hümullahü
teâlâ” bildirdiği
hakîkî islâm dîni, bütün hurâfelerden uzak, akl-ı selîme muvâfık bir dindir.
İslâmiyyetde
ilâhî kitâb, Kur’ân-ı
kerîmdir. Kur’ân-ı
kerîmde, yalnız
Allahü teâlâya ibâdet vardır ve bu ibâdet şeklleri de, Onun tarafından
bildirilmiş olup, en kibâr, en vakarlı, en sıhhî ve ubûdiyyete, kulluğa en münâsib
şekllerdir. Kur’ân-ı
kerîmde bildirildiğine
göre, bütün müslimânlar Allahü teâlânın indinde müsâvîdir, eşitdir. Müslimânın müslimân
üzerine üstünlüğü
ancak ilm ve takvâ iledir. Takvâ, Allahü teâlâdan korkmak demekdir. Kur’ân-ı kerîmde, Hucürât sûresi 13. âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın
indinde en kıymetli, en üstününüz Ondan en çok
korkanınızdır) buyurulmuşdur. Kur’ân-ı kerîmde,
insanları
müslimân yapmak için, hiçbir şiddete, hiçbir zorlamağa yer
verilmemiş, bil’aks yasak edilmişdir. Cihâd, îmânı, islâmı teblîg etmek, bildirmek için yapılır. Îmân
etdirmek için yapılmaz.
Kur’ân-ı
kerîmde insanlara dâimâ merhamet ve şefkat emr olunmakdadır. Bu emrlere
kıymet
vermiyenlerin müslimânlıkla
irtibâtı
kalmamışdır.
Bugünkü Kitâb-ı mukaddesde
hâlâ Allahü teâlânın
emrlerinden kalmış
parçalar vardır. Bu
kısmlar,
Kur’ân-ı
kerîm gibi, insanlara, şefkati, merhameti emr etmekdedir. İslâm
âlimleri, Tevrât ve İncîlde
bulunan ve islâm dînine uygun olan kısmların Allahü teâlânın kelâmı olduğunu kabûl etmekdedirler. Nasrâniyyet,
esâsında
(Bir Allah)a îmânı
emreden bir din idi. Teslîs denilen (üç Tanrı) fikri, yehûdîlerin nasrâniyyeti yıkma
fe’âliyyetlerinden
----------------------------
[1] Ahmed ibni Kemâl, 940
[m. 1534] de vefât etdi.
ve yanlış tefsîrden ileri gelmişdir. Îsâ aleyhisselâm, (sağ yanağınıza tokat atan
kimseye sol yanağınızı da çevirin)
demekde, kendisine zulm ve eziyyet yapanlar için (Allahım! Onların günâhlarını afv et!
Çünki onlar, ne yapdıklarını bilmiyorlar)
diye yalvarmakdadır.
Peki, her iki din de şefkatden ve merhametden bahs ederken, her iki din de
sabr, hüsn-i zan esâsı
üzerine kurulmuşken, niçin asrlarca, birbirine karşı bu kadar nefret ve gaddârlık hâsıl olmuş? Bu
gaddârlıkları ve zulmleri,
yalnız hıristiyanlar
yapmışlardır. Bunu
kendileri de i’tirâf etmekdedirler.
Yukarıda bildirilen korkunç hâdiseler, hıristiyan
papazların ve
hıristiyan
târîhçilerin eserlerinden alınmışdır. Eğer bu
bilgileri islâm âlimlerinin eserlerinden almış olsaydık, belki şübheye sebeb olabilirdi. Müslimânlara
karşı yapılan
bu vahşet, bu zulm ne kadar devâm etdi? Bunu, Engizisyon mahkemelerinin ne
kadar devâm etdiğini
ecnebî menba’lardan meydâna çıkaralım. Avrupa menba’larına göre, Engizisyon mahkemeleri, 578 [m. 1183]
den 1222 [m. 1807] senesine kadar tam altı asr devâm etmiş, İtalya, İspanya ve Fransada kurulan bu korkunç
mahkemelerde, sayısız insanlar,
yâ din uğruna,
yâ da papazların
maddî menfe’atleri uğruna
veyâ yeni fikrler ortaya koyduğu için, haksız yere öldürülmüş, yâhud diri diri yakılmış veyâ
muhtelif işkencelerle telef edilmişdir.
İspanyadaki yehûdîlerle müslimânlar temâmen imhâ
edilinceye kadar, bu mahkemelerde sürünmüşler, oğlunu bile bu mahkemelerde i’dâma
mahkûm etdiren İspanya
kralı
beşinci Ferdinand[1], (İspanyada artık ne
müslimân, ne de dinsiz kaldı) diye iftihâr etmişdir. Engizisyon mahkemeleri, yalnız diğer dinlerden
olanları değil, bütün
münevverleri yok ediyor, fennin ve ilmin ortaya koyduğu yenilikleri
günâh sayıyordu.
Dünyânın küre şeklinde [yuvarlak] olduğunu ve döndüğünü
müslimânlardan öğrenerek,
Avrupalılara
nakl eden Galile bile, bu beyânâtından dolayı, engizisyon mahkemesine sevk edilmiş, ancak
sözünü resmen geri alarak halâs olabilmiş, kurtulabilmişdi. Bu engizisyon
mahkemelerini papazlar idâre ediyor, bütün mu’âmelât gizli yapılıyor,
ictimâ’ları, muhakeme
hey’eti toplantıları kapalı cereyan
ediyordu. Engizisyon mahkemeleri insanlık târîhinin lekesi, hıristiyanlığın yüz karasıdır. İspanyada
engizisyonu Napoleon Bonaparte 1222 [m. 1807] senesinde birçok müşki-
----------------------------
[1] Ferdinand 922 [m.
1516] de öldü.
lât ile kaldırmış, onun düşmesinden sonra, tekrâr canlanan bu
vahşet ancak 1250 [m. 1834] de târîhe karışmışdır.
Adedi pek fazla olan engizisyon mahkemelerinin kaç kişiyi ölüme mahkûm etdiği kat’î
olarak ma’lûm değil
ise de, milyonları aşdığı muhakkakdır. Çünki,
yalnız İspanyada
küçük bir engizisyon mahkemesinin
28.000 kişiyi ölüme mahkûm etdiğini
söylersek, adedi pek fazla olan bu mahkemelerin kaç kişiyi i’dâm etdiği
düşünülebilir. Harputlu İshak
efendi “rahime-hullahü teâlâ”, (Diyâ-ül-Kulûb) kitâbında hıristiyanların müslimân ve
yehûdîlere, katoliklerin de protestanlara ve protestanların katoliklere
(din için) yapdıkları
tecâvüzlerin, zulmlerin ve katliâmların bir hesâbını çıkartmışdır. Buna göre,
haçlı
seferlerinde, İmperatör
Theophil ve eşi Theodora zemânlarında yapılan, (hıristiyan olmıyanları [imhâ] öldürme) savaşında, Papa yedinci
Gregorius tarafından
verilen emr üzerine, yapılan toplu i’dâmlarda, Ondördüncü asrda insanları zorla hıristiyan
yapmak için girişilen toplu öldürmelerde, Endülüs devletinde bulunan müslimân
ve yehûdîlerin imhâ edilmesinde, katoliklerin Sen Bartelmi gecesinde ve ondan
sonra İrlandada
yapdıkları protestanları yok etmek
cinâyetlerinde, İngiliz
kraliçesi Elizabethin katolikleri katletdirmesinde ve buna benzer vahşetlerde,
asgarî 25 milyon insanın
hayâtını gayb etdiğini hıristiyan
târîhciler yazmakdadır.
Bunlara Rusların 1321 [m.
1903] senesinde orta Asyada ve 1917 de Bolşevik [komünist] ihtilâlinde ve ondan
sonra ve İkinci
Cihan harbinden sonra bütün dünyâda ve bilhassa 1406 [m. 1986] senesinde
Efganistânda yapdıkları toplu
katliâmlar da ilâve edilirse, rakam çok dahâ büyüyecekdir.
Yukarıda yazılı ve çoğu hıristiyan kitâblarından alınan vesîkalardan şu hakîkat meydâna çıkmakdadır:
1 - İslâm dîni, hiçbir zemân, vahşet dîni
olmamış,
müslimânlar, hiçbir zemân hıristiyanları imhâ için tecâvüz etmemiş, aksine îcâbında onları himâye
etmişdir.
2 - Buna mukâbil hıristiyanlar,
birbirlerini müslimân ve yehûdîlere ve farklı mezhebe mensûb dindaşlarına karşı tahrîk
etmiş, onları
muhtelif mezâlime tâbi’ tutmuş, her vahşeti yapmış, Îsâ aleyhisselâmın dînini bir
vahşet dînine çevirmişlerdir.
Bu gibi vahşetleri idâre edenler,
kendi şahsî menfe’atleri [çıkarları] için veyâ memleketlerine iyilik yapdıklarını zan ederek,
yâhud yağma
yapmak için veyâ kin ve intikâm hissi ile, kısaca din
ile hiçbir alâkası olmıyan sebeblerden veyâ sırf din için
ma’sûm insanların canına kıymışlardır.
Din, tertemiz ahlâk sâhibi olmağı emr eden, sırf merhamet,
muhabbet ve büyüklere itâ’at, küçüklere şefkat emr eden, insanları doğru yola
götüren, şahsî menfe’atler için kullanılması en büyük günâh olan (ALLAHÜ TEÂLÂNIN RÂZI OLDUĞU
YOL)dur. Dîni siyâsete [politikaya] âlet etmek, yâhud başka zararlı maksadlar ve
menfe’atler için kullanmak, birtakım câhilleri, din ismi altında, tahrîk
etmek çok büyük bir günâhdır. Gafûr ve rahîm olan Allahü teâlâ, en çok bu ma’siyyeti
zem etmekde, kötülemekdedir. Müslimânları öldürtmek için, kendi mukaddes kitâbının emrine
karşı çıkıp, insan
toplayan bir papa, bir kardinal, din adamı sayılır mı?
(Din elden gidiyor) diye müslimânları kendi pâdişâhları veyâ devlet adamları aleyhine kışkırtan yobazların islâmiyyet
ile ne alâkası vardır?
Elhamdülillah ki, bugün artık din ve fen yobazlarının arkasından koşacak câhiller, ahmaklar pek kalmamışdır. Bugün hıristiyan
gençleri ile müslimân gençleri, birbirlerinin dilini öğrenmekde,
sür’atli nakl vâsıtaları [araçları] sâyesinde,
kolayca birbirlerinin memleketlerine giderek, birbirleri ile tanışmakda ve
anlaşmakdadır. Şimdi,
hıristiyanlar
da müslimânlığın
vahşî bir din olmadığını görmekde,
aslında
iki dînin de aynı
esâsları emr
etdiğini
anlamakdadırlar.
Bugün, birçok hıristiyanlar,
târîhde okudukları hıristiyan
zulmlerinden dolayı çok
müteessir olduklarını, artık kendilerinin
böyle düşünmediklerini, aksine islâm dînini en medenî din ve hakîkî müslimânları da kâmil,
medenî, güzel ahlâklı,
sevimli insan olarak tanıdıklarını
bildirmekdedirler. Hattâ, bunun aksini iddi’â edenlere gereken cevâbı kendileri
vermekdedirler. Düâ edelim ki, artık bundan sonra, insanlar, (DİN) olarak İslâm dînini
tanısınlar ve onu
şahsî ve âdî maksadlar için kullananlarla ve onu öğrenmeğe mâni’
olanlarla mücâdele ederek, onların pençelerine düşmüş olan esîr milletleri,
işkenceleri altında
inleyen zevallı
insanları
hürriyyete, insan haklarına
kavuşdurmak için çalışsınlar! Allahü
teâlâ, bütün insanlara, kendi indinde yegâne hak din olan islâmiyyet ile
şereflenmeği ve
Ona tam tâbi’ olmağı
nasîb eylesin. Âmîn.
Hudâ Rabbim, Nebîm
hakka Muhammeddir Resûlullah.
Hem islâm dînidir,
dînim; kitâbımdır kelâmullah.
Akâidde, Ehl-i
sünnet oldu mezhebim hamdolsun.
Amelde, Ebû Hanîfe
mezhebi, mezhebim vallah.